“Hayır, Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da… Hamdolsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz Padişah’ta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ‘ırzı kırıklar’ bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu ‘namertler’ kimin malını, kime veriyorlar?”
“Müdafaai Hukuk, Şark Vilayetleri Kongresi’nin toplanması için hazırlıklarını bitirmişti. Yalnız bir iki vilayet üyelerini 10 Temmuz’da Erzurum’da bulunduramayacaklarını bildirdiklerinden, Kongre’nin açılma tarihi 23 Temmuz 1335 (1919), Çarşamba gününe alınmıştı.
Şimdi bu işin fiilen başına geçecek olan kişinin Erzurum’a gelmesi bekleniyordu. 3 Temmuz 1335’te Mustafa Kemal Paşa Erzurum’a geldi. Müdafaai Hukuk Heyeti, Paşa’yı kolordu erkânıyla birlikte Ilıca’da karşıladı. Bu karşılamayı 4 numaralı Ülkü dergisinde, “Mevlut Ağa” adlı küçük bir hatırada tespit etmiştim. Bu hatıra, en mütevazı tabakasına kadar Erzurum halkının o zamanki düşüncesini açıkça gösterdiğinden aşağıya alıyorum:
Tarih: 3 Temmuz 1919
Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Paşa Üçüncü Ordu Müfettişi olarak Erzurum’a geliyor.
Erzurum’un eski ve güzel bir âdeti vardır. Erzurumlular batı semtinden gelen misafirlerini şehrin ilk göründüğü nokta olan Ilıca’dan karşılar, geniş ovanın bu başlangıç noktasından kaleye kadar kendisine yoldaşlık ederler.
O gün, Mustafa Kemal Paşa’yı da küçük bir kafile burada karşıladı. Karşılayıcıların başında Erzurum’daki kolordunun komutanı, kurmay subaylarıyla beraber bulunuyordu. Yine o tarihlerde Erzurum’da milli hareketi temsil eden Müdafaai Hukuk’un merkez heyeti de bu karşılayıcı kafilenin ikinci kısmını oluşturuyordu.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları, ikindi üstü Ilıca’ya varmışlardı. Kaplıcaların önünde düşman baltasından kurtulmuş birkaç söğüdün gölgesinde misafirlere birer kahve sunuldu. Sekiz on kişilik bu küçük grup, kahvelerini içerken, günün durum konuşulmaya başlandı. Mustafa Kemal Paşa, bu birkaç dakikalık görüşmede sözü hep milli hareket etrafında dolaştırıyordu. Bu sırada gözleri Ilıca’nın batısındaki sırtlara ilişti. Sıcak yaz güneşi bu sırtların arkasına doğru çekiliyor ve sırtın üzerini ışıklarıyla süslüyordu. Burada, tam yolun geçtiği yerde bir adam ufka Resmolunmuş gibi durduğu için çok irileşiyor ve arkasına güneşi aldığı için de koyu renkli ve parıltılı cevherden dökülmüş bir heykel gibi görünüyordu.
Bu güzel ışık-gölge oyununu ilk gören Mustafa Kemal Paşa olmuş ve yanındakilere göstermişti. Orada bulunanların hepsi birden o tarafa baktılar. Heykel, sırtlardan aşağı doğru yürüyor, onu ufkun arkasından çıkan yeni heykeller ve Anadolu ovalarının cefakeş kağnıları takip ediyordu. Bu kafilenin ucu, sırtların yarı beline yaklaştığı sırada sonu da ufuktan ayrılmış bulunuyordu. Bu, beş-on kağnı ile kadın erkek, çoluk çocuk yirmi-otuz kişilik bir muhacir kafilesiydi. Kafilenin önünde yürüyen heykel, yavaş yavaş söğütlüğe doğru ilerledi. Gür ve ak sakalı göğsünü doldurmuş; Anadolu ovalarının güneşi, Anadolu dağlarının rüzgârı çehresini tunçlaştırmıştı. Omuzlarına kartal kanat attığı ve elindeki asasıyla bir yolcudan çok Doğu mitolojisindeki yarı Tanrı kabile reislerine benziyordu.
Misafirlerin önemi kimseler olduğunu anlayan ihtiyarın zeki gözleri parladı. İri ve ak tüylerle örtülü elini geniş göğsünün üstüne koyarak oturanları selamladı. Mustafa Kemal Paşa, ta yanı başına kadar geldiği halde, heykelliğinin azametini kaybetmeyen bu ihtiyarın hatırını soruyor; o da gövdesine yaraşan derin ve gür sesiyle teşekkür ediyordu.
Bu kısa hoşbeşten sonra, Paşa ihtiyara:
“Ağa, böyle nereden geliyorsun?” dedi.
İhtiyar:
“Paşam, Rus gelirken muhacir olmuştum. Çukurova’da idim. Şimdi köyüme dönüyorum” diye cevap verdi.
Paşa zamanın nezaketini, durumun emniyetsizliğini ileri sürerek, böyle bir zamanda buralara dönmesinin pek yerinde olmadığını, kışın sıkıntı çekeceğini anlatmak istedi. Sonunda da:
“Ağa, yoksa oralarda geçinemedin mi?” dedi.
Ağa derhal karşılık verdi.
“Hayır, Paşam, Çukurova cennet gibi bir yer. Bir eken yüz biçiyor. Allah millete zeval vermesin. Bize tarla da verdiler, çayır da… Hamdolsun uşaklar da çalışkandırlar. Değil Çukurova gibi bir yerden, taştan bile ekmeklerini çıkarırlar. Geçimimiz Padişah’ta bile yoktu. Çok rahattık. Yalnız son günlerde işittim ki, İstanbul’daki ‘ırzı kırıklar’ bizim Erzurum’u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu ‘namertler’ kimin malını, kime veriyorlar?”
Tunç çehreli, ak sakallı, gün görmüş ihtiyarın iman dolu göğsünden gelen bu ses, yine onun gibi tunç çehreli kahraman askerin gözlerini yaşartmıştı. Bu eski Türk kalesine millet işi için milletle beraber çalışmaya gelen büyük devlet adamı yaşlı gözlerle arkadaşlarına döndü ve “Bu milletle neler yapılmaz?!” dedikten sonra, ihtiyarla vedalaştı.
Bu ihtiyar, Erzurum’un 1319 (1903) ve 1322 (1906) ihtilallerine, adı temiz bir yiğitlikle karışmış olan Mezararkalı Mevlut Ağa (*) idi. Mevlut Ağa, büyük millet zaferinden birkaç yıl sonra öldü.
Yurt ve ülkü hizmetlerinde karşılık beklemeyen halk adamlarından biri olan Mevlut Ağa’nın, o günlerde Türk milletinin azmini en kesin şekliyle anlatan bu güzel sözlerini ömrüm oldukça unutamayacağım.
Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’un İstanbul kapısında başta bir “İhtiram Kıtası” olmak üzere okullar ve halk tarafından karşılandı. Halk büyük sevgi ve saygı gösterdi. Paşa, Erzurum’a ve Erzurum’daki fikirdaşlarına kavuştuğu için çok memnundu. Bu memnunluğu yüzünden belliydi. Yanındaki arkadaşlarıyla birlikte kolorduya misafir oldular. Paşa, ertesi gün Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni ziyaret edeceğini Yaveri Yüzbaşı Cevat Abbas’la bize bildirdi. Heyet, tespit edilen saate o zaman cemiyet binası olan “Vuslat Erverdi” evinin güneye bakan büyük odasında toplanmıştı. Mustafa Kemal Paşa en yeni üniformasını giymiş, yaver kordonlarını takmış ve bütün nişan ve madalyaları göğsünde olarak kolordu kumandanının bineğine mahsus bir çift doru ve çok güzel atın çektiği faytonla ve yanında o zamanki lakabıyla Hamidiye kahramanı Rauf, İzmit Mutasarrıfı İbrahim Süreyya beylerle birlikte Müdafaai Hukuk’a geldiler. Nice yüzyıl birçok müşir ve vezirin ihtişamına alışkın olan ve yabancı istilasından yeni kurtulmuş bulunan Erzurum halkı bu görünüşü adeta kurtuluşun yeni bir belirtisi saymıştı.
Müdafaai Hukuk’ta iki saat kadar kaldı. Görüşmeler hep Kongre hazırlıkları etrafındaydı. Erzurum merkezinin çalışmalarını övdü. O gün çok heyecanlı ve çok samimiydi. Bu samimiliğin, günlük bir politika olmadığının en açık belgesi, bu tarihten sekiz yıl sonra söylediği Büyük Nutuk’un 33. sayfasındaki şu cümlelerdir:
“Efendiler; Vilayatı Şarkıye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti’nin, 3 Mart 1335 tarihinde bir heyeti faale vücuda getirmesiyle kurulmuş olan Erzurum şubesi Trabzon ile de anlaşarak 335 Temmuz’unun onuncu günü Erzurum’da bir Vilayatı Şarkıye Kongresi kurmaya girişti. Benim henüz Amasya’da bulunduğun tarihlerde Haziran içinde Doğu vilayetlerine delege göndermeleri için teklif ve davette bulundu. Vilayetlerden delegelerin çağırılması için o tarihten itibaren benim Erzurum’a varışıma kadar ve ondan sonra da bu hususta fevkalade gayret sarf etti.”
Gerçekten o zamana kadar sar edilmiş olan gayret, insan gücünün üstündeydi. Böyle bir gayret, ancak millet ve vatanın ölüm kalım meselesi karşısında kalındığı zamanlar sarf edilebilir. Yoksa hiçbir geçici çıkar insanoğlunun böyle çalıştıramayacağı gibi hiçbir etken de insana bu gücü veremezdi.
O gün öğleden sonra, ertesi gün ve gece Müdafaai Hukuk’ta toplanarak Vilayet Kongresi’nde tespit ettiğimiz esasları büyük kongrede nasıl savunacağımızı ve kimlerin hangi meseleler üzerinde konuşacağını kararlaştırdık.
Yine bu günlerdeydi. Şehirde alttan alta Mustafa Kemal Paşa’nın ordu müfettişliğinden çıkarıldığı haberi yayıldı. Haber telgraf memurlarından duyulmuştu. Derhal Süleyman Necati’yi Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdik. Necati dönüşünde haberin doğru olduğunu, fakat Paşa’nın daha önce “milletin bağrında bir şavaşçı” sıfatıyla çalışabilmek için askerlikten istifa ettiğini ve bu istifasını bir beyannameyle bütün memlekete ilan edeceğini bildirdi. Bu haber bizi çok sevindirdi. Anafartalar kahramanı bütün köprüleri yıkmıştı.
9 Temmuz 1335 (1919) sabahı, Yaver Cevat Abbas Bey beyannameyi getirdi. Aynı gün Rauf Bey de “Milli irade uğrunda aciz bir fert olarak çalışmak için İstanbul’dan” çıktığını ve “Vatanın ve milletin kurtuluşu ve bağımsızlığı ve saltanat makamı ve hilafetin dokunulmazlığı bilfiil sağlanıncaya kadar Mustafa Kemal Paşa ile beraber sonuna kadar çalışmaya mukaddesatımız adına yemin” ettiğini ayrı bir mektupla bildiriyordu.
“Bütün rütbe ve memuriyetlerinden” ayrılmış olan Mustafa Kemal Paşa “milletin bir ferdi” olarak milletin başına geçiyordu. Bunun için milletin savunmasını temsil eden Müdafaai Hukuk’un da başına geçmesi gerekti. O gün yeni durumu görüşerek aşağıda örneği yazılı tezkereyle Necati’yi Paşa’ya gönderdik ve ilk toplantının zamanını bildirmesini rica ettik. Bu tezkerede Rauf Bey’in de ikinci reisliği kabulü rica olunuyordu.
“Mücahidi Muhterem Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine
Erzurum
No:191 10 Temmuz 1335
Heyeti İdare Reisi Raif Efendi
Heyeti İdare Azasından Mütekait Binbaşı Süleyman
Heyeti İdare Azasından Mütekait Binbaşı Kazım Bey
Heyeti İdare Azasından Albayrak Müdürü Necati Bey
Heyeti İdare Azasından Dursun Beyzade Cevat
Vatanı parçalanmaktan, hukuku milliye ve saltanat ve hilafeti çiğnenmekten kurtarmak emeliyle açılan mücahedei milliyeye bilistifa bir ferdi mücahit sıfatiyle iştirâk buyurduklarına dair desti tevkire alınan 9 Temmuz 1335 tarih ve 346 numaralı tezkerei alileri umumi bir vecd ve ihtiram ile alındı. Tarihimize kıymetli sahifeler ilave eden hayatı askeriyenizden çekilmek yolundaki fedakârlığı minnet ve şükranla karşıladık. Erzurumlularun zatıâli vatanperveranelerine karşı beslemekte olduğu itimadı, hürmeti bu vesile ile de arzı bir vecibe addettik. Samimi ihtiramlarımızı sunarken cemiyetimizin başına geçerek vatanın temini selâmetine ve hukuku millet ve saltanatın muhafazasına matuf âmali milliyenin tahakkukuna hasrı himmet buyurmalarını müsellem olan hamiyyeti vataniyelerinden temenni eyleriz. Leffen takdim kılınan talimatta muharrer olduğu veçhile vezaifi muhtelifei vataniye ile mükellef bulunan heyeti faale riyasetinin zatı samileri ve riyaseti saniyesinin Muhterem Rauf Beyefendi Hazretleri tarafından kabul buyurulmasını ve heyeti maruzeye heyetimizden de balâda isimleri muharrer zatların tayin ve tefrik edildiğinin arziyle temenni muvaffakiyet ve kesbi şeref eyleriz Efendim hazretleri.
Vilâyatı Şarkiye Müdafaai Hukuku Milliye Cemiyeti
Erzurum Şubesi
Raif”
Bu büyük olay Albayrak gazetesinin 14 Temmuz 1335 (1919) tarihli 15. Sayısında şu kayıtla halka ilan olunmuştu:
“Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin yukarıya dercettiğimiz istifanamesi bir azim ve iman vesikasıdır. Millette henüz eski kanın sönmemiş olduğunu gösterir muazzam hüccettir. Anafartalar’da, şerefi milliyi tarihin nesli hazırdan beklemekte olduğu mukaddes vazifeyi alâ ve ilâ eden bu muhterem kumandanı bugün de mücahedei milliyenin başında görmek mesut bir temaşadır. Kemali azim ve imanla müdafaai hukuku vatana hasri vücut eden Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında millet, pâk, nezih, parlak bir hâle teşkil etmektedir. Böyle temiz, fedakâr ruhların ittihadından milletin hürriyet ve istiklâl gibi iki mukaddes nurunun doğacağı şüphesizdir. Azim ve iman her müşkülü iktihama kâfidir.”
Paşa o gün (10 Temmuz 1919) öğleden sonra, saat dörtte o zaman müstahkem mevki karargâhı olan ve şimdi Cumhuriyet Caddesi’nde Dursun Cinisli’nin oturduğu evde ilk heyeti faale toplantısını yaptı. Toplantıya adları yukarıdaki tezkerede yazılı beş kişiden başka Rauf Bey’le Kazım Karabekir Paşa da katılmışlardı. Sekiz kişinin oturabileceği basit bir masanın etrafında toplandık Mustafa Kemal Paşa arkası pencereye dönük olarak masanın baş tarafına oturdu. Bir tarafında Cemiyet’in başkanı Raif Efendi, diğer tarafında da Kazım Karabekir Paşa yer aldılar. Rauf Bey’le bizler de boş kalan yerlere oturduk. Masanın üstüne bir Avrupa haritası yayılmıştı. Paşa, bu harita üzerinde dünyanın o günkü siyasi ve askeri durumunu en ince noktalarına kadar bize açıkladı. Bundan sonra Türkiye’nin siyasi ve askeri durumuna geçerek milli bir savunmanın örgütlenmesinden başka yapılacak bir şey olmadığını, bunun da milletin iradesini temsil eden Müdafaai Hukuk eliyle mümkün olduğunu anlatarak savaşın sonunda çeşitli ayrılıklara düşen İtilaf devletlerinin hiçbir şey yapamayacakları sonucuna vardı.”
(*) M. E. B. İl Milli Eğitim Müdürlerinden Hakkı MEZARARKALI’nın babasıdır.
[Cevat DURSUNOĞLU, Milli Mücadelede Erzurum, Kaynak Yayınları, İstanbul 2000, s. 87-93]