Connect with us

Tarihi Toplantılar

İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ

Published

on

İSTİKLÂL MARŞI’NIN MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜNÜN 104. YIL DÖNÜMÜ

12.03.1921-12.03.2025

Kahraman Ordumuza

KORKMA, SÖNMEZ BU ŞAFAKLARDA YÜZEN AL SANCAK!

İstiklâl Marşı’nın ‘’Milli Marş’’ olarak kabul edilişinin 104. yıl dönümünü kutlamanın gurur ve mutluluğunu yaşıyoruz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, Maarif Vekâleti/Millî Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yarışmaya katılan 724 şiir arasından, Mehmet Akif ERSOY’un yazmış olduğu şiiri, 12 Mart 1921 günü milletimizin bağımsızlığının sembolü İstiklâl Marşı olarak kabul etmiştir.

1924 yılında 24 bestekâr arasından, bestekâr Ali Rıfat ÇAĞATAY’ın bestesi kabul edilmiş ve 1930 yılına kadar bu beste söylenmiştir.1930’da Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın ilk şefi bestekâr Osman Zeki ÜNGÖR’ün bugün de söylediğimiz ölümsüz eseri kabul edilmiştir.

Bu vesile ile eserin şairi Mehmet Akif ERSOY’u, marşımızın ilk bestekârı Ali Rıfat ÇAĞATAY’ı ve mevcut hâlinin bestekârı Osman Zeki ÜNGÖR’ü saygı, rahmet ve minnetle anarım.

—***—

İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ

GİRİŞ

“İstiklâl marşı şiir yarışmasına katılan 724 şiir içinden seçilerek kabul edilmiş olan Akif’in şiiri, Türk milletinin inanmış bir şairi dilinden bu kadar güzel bir İstiklal marşına sahip oluşu karşısında şaşıranları kıskandıracak kadar güzeldir. Nitekim bu yüzden bir hayli haksız tenkitlere uğramıştır.

Her dilin bir takım söz ve söyleyiş incelikleri, dillerin dehasından asırlarca işlenmiş olmasından doğan ifade sırları vardır. Dillerde anahtar kelimeler vardır ki manaları nice izanlara kapalı cümlelerin veya mısraların mana hazinelerine girecek kapıları açar. Bunun içindir ki o dildeki umumi üslubu, dilin yapısını cümle veya mısra mimarisini, kelimelerin tarihini, kısaca o dili iyi bilmek lazımdır.

İstiklal Marşı Türkçenin bütün inceliklerini bilen bir şair tarafından tam bir lisan ve vicdan sağlamlığı içinde söylenmiştir. İşte bu incelikleri bilemeyenler bu marşı tam manasıyla anlayamazlar.

İstiklal marşının açıklanmasında bilhassa itiraz gören şu noktalar üzerinde durmak faydalı olacaktır.

İstiklal Marşının ilk mısraındaki KORKMA! ve ŞAFAK kelimeleri şu manalarda kullanılmıştır. Şafak burada alışıla gelmiş manası olan Güneş doğmadan evvel ufukta görülen kırmızılık manasına değil, bunun tam aksine güneş battıktan sonra ufukta kalan kırmızı renk yani Gurup manasındadır.

İstiklal mücadelesinin başlarında duyulan ıstırap sonsuzdu, millet kan ağlıyordu. Bakışlar nerede bir al renk görse şiddetle ürperiyor, her al renk her vatan evladına Türk Bayrağı’nın hatırlatıyor ve bayrağından geleceğinden endişe duyuluyordu.

O günlerde;

İzmir gitmiş, Bursa düşmüş, Afyon kaybedilmişti. Düşman Anadolu içerilerine ilerliyordu.

Acaba bütün Balkanlarda, Kafkaslarda ve dünkü vatanımızın daha nice ülkelerinde olduğu gibi bu bayrak Anadolu’da da bir gün sönecek miydi?

Bir milletin bütün gönülleri bu en büyük azap içinde iken yurtta yine akşamlar oluyordu, yine ufuklarda bayrak rengi yanıyor ve sonra sönüyordu. Bir gurup ufkuna bakan gözler önce hiç sönmeyecek sanılan bu al renk tufanları kısa zamanda yok olup yerini karanlıklar sarınca, ister istemez aynı sızıyı duyuyordu:

Acaba al bayrağın sonu da böylece sönmek midir? İşte Mehmet Akif’in İstiklal marşında yükselen erkek sesi, vatan semalarında böyle bir zamanda gürledi.

KORKMA! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!

Neden?

Çünkü korkmak, her zaman ödü patlamak manasında değildir. Korkma çoğu zaman asıl bir duygudur, insani bir endişedir. Mesela:

– Çocuğun ateşi var, doktor! Korkuyorum! diyen bir annenin asil korkusu hiçbir zaman can korkusu ile söylenmiş değildir. Demek ki korku, her zaman ödleklik manasında değil ekseriya bir fazilet ve bir asil endişedir. İstiklal Marşı şairi ise aziz milletine şunu söylüyor:

Batı ufuklarını kaplayan bu al renk sönebilir sönecektir. Fakat senin; rengini şafak renginden alan al sancağın SÖNMEZ! Çünkü sönmemesi için kanının son damlasını vermekten çekinmeyen büyük milleti onun arkasındadır. O, sönmez çünkü onun sönmesi için bu yurdun üzerinde tek bir aile, tek bir Türk kalmayıncaya kadar bu milletin millet halinde ölmesi lazım gelir, bu da mümkün değildir.

Burada Şafak kelimesinin gurub manasını değerlendiren anahtar kelime Sönmek’tir. Çünkü ancak akşam şafağı, gittikçe söner sabah şafağı ise gittikçe aydınlanır. Akif gibi dilin bütün inceliğini ve tarihini bilen büyük bir dil ustasının hiçbir kelimeyi gelişi güzel kullanmayacağını düşünmek lazımdır. İstiklal marşında böyle derin düşünmeyi icap ettiren bir hayli kelime vardır. Yanlış anlaşılan mühim sözlerden ikisi de Ulusun! ve Medeniyet kelimeleridir.

Garbın afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var!

Ulusun! Korkma nasıl böyle bir imanı boğar

Medeniyet dediğini tek dişi kalmış canavar.

Buradaki ULUSUN! sözü alt satırdaki tek dişi kalmış Canavar ile izah edilecektir. Bu tek dişi kalan canavar istediği kadar ulusun dursun böyle bir imanı boğamayacaktır; manasınadır. Medeniyet’in canavar ile karşılaştırılması da sebepsiz değildir. Buradaki mecazi söyleyişte derin bir ıstırabın acı sızıları vardır. O yıllarda İngiliz, Fransız, İtalyan hele Yunan işgali altındaki Türk illerinin yaşadığı ıstırabı, hatırlamak, hele Yunanlıların: “Biz Türkiye’ye medeniyet götürüyoruz diye dünya ölçüsünde yarattıkları yaygarayı duymak … Çanakkale’de yenemedikleri Türk kudretini müttefiklerimizin mağlup olmalarıyla yendiklerini sanan işgal kuvvetlerinin medeniyetleri kadar, Anadolu’da yapmadık zulüm ve vahşet bırakmayan “Yunan Medeniyeti” için de Mehmet Akif’in kullandığı Canavar sözü hatta acı bir alaydır.

İstiklal Marşı’nın ilk mısraındaki şafak, akşam kızıllığı manasında ise de bu kelime, aynı marşın son kıt’asında, bu sefer, sabah penbeliği ve gittikçe ağaran şafak manasındadır.

Böylelikle şair, İstiklal Harbi’nin başlangıcında al rengin gurubu ihtimaliyle muztarip gönüllere cesaret verir; ikinci kullanışta ise onun bir sabah şafağı gibi parlayışındaki neş’eyi bir müjde gibi söyler. Şu demek ki bu şiir, büyük bir imanın kıt’a kıt’a kuvvetlenmesi ve en kuvvetli kıt’ayla sona ermesi şeklinde, yüksek bir kompozisyondur:

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilal!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helal.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal.

Hakkıdır hakka tapan milletimin İstiklal!

sözleri, onun, istiklal bir ümitken bile buna ne çok ve ne haklı olarak inandığını gösterir. Şairin burada kullandığı ırkıma sözü de ayrıca manalıdır. Çünkü başlangıçta İslami bir ümmet şairi vazifesini yüklenen Mehmet Akif, giderek, İslami Türk milliyetçiliği diyebileceğimiz bir imanın en büyük şairi olmuştu. [1]

MİLLİ MARŞ İHTİYACI VE İLK TEŞEBBÜS

İstiklal Harbi başladığı günlerde İstanbul’dan varını yoğunu bırakarak canla, başla Ankara’nın hizmetine koşanlardan biri de Kazım Nami Duru idi. İlk Maarif Vekâletinin kuruluşunda büyük hizmeti geçen ve o zamanki mevkii Müsteşarlık mahiyetinde olan Ortaöğretim Müdürlüğü vazifesinde bulunduğu sıralarda geçen olay hakkında şunları söylüyor:

“- Milli Mücadelenin 920 sonlarında Ankara Maarif Vekilliğinin Orta Tedrisat odasında kalpağımı çıkarmış, başı açık çalışıyordum. Derken kapı açıldı, içeriye kısa boylu bir kurmay albayı girdi, hemen kalpağımı giyerek ayağa kalktım, kendisine yer verdim. Bu zat:

– Ben, dedi. Garp Ordusu Erkan-ı Harbiye’sindenim, İsmet.

Kendisini masanın önündeki iskemleye buyur ettim, oturdu.

– Biz orduca bir İstiklal Marşı yapılmasına karar verdik; güftesi için beş yüz, bestesi için de bin lira vereceğiz. Gerek güfte gerek beste için bir müsabaka açmanızı istiyoruz. Rıza Nur Beye müracaat ettim, beni size gönderdi.

-Emriniz baş üstüne!

Dedim, ayrıldık. Sayın İsmet İnönü ile şereflenişim böyle oldu. Kendilerini daha önceden tanımıyorum.

Müsabakayı-İstanbul da dâhil- bütün memlekete ilan ettik.”

Müsabakanın İlanı

Bu konuda Büyük Millet Meclisi Hükumetinin ikinci Maarif Vekili Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, “şairlere, böyle bir marş yazabileceklere mektup gönderildiğini” söylemesine karşılık; Kazım Nami Duru, “ilanın genelge şeklinde olduğunu ve okullara yapıldığını” söylemiştir.

İstiklal yıllarının çalkantılı enginliklerinde Akif’e refakat eden yakın arkadaşı Eşref Edib (Fergan) anlatıyor:

“- O günler ne kutsi, ne mübarek günlerdi! O günleri yaşamayanlar bunu, mümkün değil anlayamazlar.

Herkes nefsine ait her şeyden feragat etmiş, memleketin halasından başka bir şey düşünmüyor… Herkes şahsi emellerini bir tarafa bırakmış… Bütün fikirler, gönüller bir noktada toplanmıştı.

Hırslar, husumetler… Hep ayaklar altına alınmış… Ortada yalnız uhuvvet, samimiyet dalgalanıyordu. Müşterek tehlike bütün kalpleri sımsıkı bağlamıştı. Herkes birbirini candan seviyordu. Bütün gönüller, bütün meclisler, Ankara’nın dağları taşları samimiyet ve sevgi içinde idi.

Bu mukaddes mücadelenin büyüklüğünü, kutsi heyecanını terennüm edecek, onu gelecek asırlara nakşedecek zaman artık gelmişti. Maarif Vekâleti memleketin bütün şairlerini harekete davet eden müsabakayı bütün memlekete ilan etmişti. [2] Her taraftan yağmaya başlayan güzel şiirleri Orta Tedrisat Müdürü büyük bir zarf içinde biriktiriyordu.

[İstiklâl Marşı Müsabakası İlânı, Hâkimiyet-i Milliye, 7 Teşrinisani 1336 (1920), No: 72, s.2, sütun:2]

Müsabakanın Şartları

Maarif Vekâletinin açtığı milli marş müsabakasının şartı; “Anadolu mücadelesinin ruhunu ifade edebilmesi” idi. Birinciliği kazanacak olan mükâfatı da beş yüz lira idi. Beş yüz lira, o zamanki hayata, hele hükumetin içinde bulunduğu mali sıkıntıya göre az para değildi. Ancak bunu kim yazabilecek, böylesine çetin bir işi hangi şair veya edip başarabilecekti.

Müsabakaya İştirak Edenler

Devrin edip ve şair tanınanlarının hemen hemen hepsi, Abdülhak Hamit’ler, Yahya Kemal’ler, Faruk Nafiz’ler, Celal Sahir’ler, Süleyman Nazif’ler, Faik Ali’ler, Cenap Şehabeddin’ler, Ali Ekrem’ler, Ahmed Haşim’ler, Yusuf Ziya’lar, Orhan Seyfi’ler, Enis Behiç’ler, Mehmet Emin’ler hepsi Ankara’dan ve Anadolu’dan uzakta, İstanbul’da bulunuyorlardı.

Bu sebeple iş başa düşmüştü. Her hususta olduğu gibi bunda da, ister istemez yağımızla kavrularak neticeye varmak zorunda idik. Bu zaruret, milletvekillerini harekete getirdi. Zaten bütün Ankara’da, eli kalem tutan aydın namına ne varsa cümlesi Meclis çatısı altında toplanmıştı. Aralarında öteden beri şairliğe heveslenmiş, hatta bir sürü şiirler yazmış olanlar da yok değildi. Derhal kolları sıvadılar. Başta Bolu Mebusu Tunalı Hilmi Bey olmak üzere yarım düzineye yakın Milletvekili faaliyete geçti.

Muhiddin Baha Pars, Kemaleddin Kamu, Hüseyin Suat Yalçın, İshak Refet ve Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa dahi bu müsabakaya katılmışlardı.

Çok kısa bir zaman içinde yüzlerce şiir gelmişti. Vekâlet, toplanan 724 parça şiirin her birini “iftiharla, göğsü kabararak okumuş takdir etmiş olmakla beraber” asıl aradığı şiiri bulamamıştı. İstiklal mücadelesinin büyüklüğü ölçüsünde kuvvetli bir şiir, “gönülleri heyecana verecek heyecanlı bir ses” istiyordu.

Bu kadar kutsi heyecanları, bu kadar ilahi nağmeleri” terennüm edecek şairi gelecek nesiller; bu mücadelenin (esatiri ozanı) olarak tebcil edecekler, O’nun alacağı şan ve şeref dalga dalga tarihe ve nesiller boyu bir milletin kalbine hükmedecektir. Memleketin içine bulunduğu bu destan havasını duyan ve yaşayan “en yüce, en ilahi bir belagatle yazan” Mehmed Akif’ten başka kim milletin heyecanlarını terennüm edebilirdi? Milli Mücadelenin serdarı Mustafa Kemal dahi “marşı ancak Akif beyin yazacağına” kani idi.

Bu sıralarda Maarif Vekili Dr. Rıza Nur (Sıhhiye ve Muavenet-i İçtimaiye) Vekili olarak ayrılmış, yerine Hamdullah Suphi (Tanrıöver) gelmişti. Yeni Maarif Vekili İstiklâl Marşı üzerinde durarak bu işi fazla süründürmeden sona erdirmeye karar verir.

Müsabakaya gelen 724 parça şiirin her birini aynı hassasiyetle okuyan ve edebi zevki olan Hamdullah Suphi Bey de bunu biliyordu. Fakat büyük şair “mükâfatı nakdiye” verilecek diye müsabakaya iştirakten sarfı nazar etmişti.

“- İkramiyeli bir işe nasıl girerdi? Memleketin kurtarılacağını parayla mı söyliyecekti?

Vakıa, şiirlerini gönderen şairlerimizin hiçbirinin maddi menfaat kaygusu yoktu; yalnız manevi bir şeref için milletin heyecanlarını ifade etmeye çalışmışlardı. Mehmed Akif ise bu mevzuda (bazılarının hatırına para gelir diye) çok hassas davranıyordu. [3]

MİLLÎ İSTİKLÂL MARŞI NASIL YAZILDI? NASIL KABUL EDİLDİ?

“Millî İstiklâlimizin güzel ve uyar bir marşını yazmak üzere Maârif vekâleti şâirlerimize mürâcaat etmişti, bir müsabaka açmıştı. Birinciliği kazanan şâire (500) lira mükâfât verecekti. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra Vekâlete birçok marşlar gelmiye başladı.

Bu marşın — İstiklâl mücâdelesinin içinde, Büyük Millet Meclisinin sakf-ı hamiyyeti altında bulunan— Mehmed Akif tarafından yazılmasını kendisine söylediğimiz zaman o:

— Ben ne müsâbakaya girerim, ne de «câize» alırım! cevâbını vermişti. Ben recâlarımı tekrar ettikçe o da aynı sözünü söylüyor ve:

— Bırak yazsınlar. Ben bu yaştan sonra yarışa mı çıkacağım, ayıb değil mi? diyordu.

Bir gün Maârif vekili bay Hamdullah Subhi Meclisde beni gördü, dedi ki:

— Şimdiye kadar (500) den [Eşref Edib Bey, Akif’inkinden başka 724 olduğunu söylemiştir] fazla marş geldi. Ben hiçbirini beğenmedim. Üstâdı ikna’ edemez misin?

Cevab verdim:

— Akif Bey müsâbaka şeklini ve ikrâmiyyeyi kabul etmiyor, eğer buna bir çâre ve bir şekil bulursanız yazdırmıya çalışırım.

Düşündü, «dur, dedi, ben kendisine bir tezkire yazayım. Arzusuna tâbi’ olacağımızı bildireyim. Fakat tezkireyi kendisine siz veriniz…»

Ben de muvâfık gördüm. Yarım saat sonra şu tezkireyi getirip bana verdi:

«Pek aziz ve muhterem efendim,

İstiklâl marşı için açılan müsâbakaya iştirâk buyurmamalarındaki sebebin izâlesi için pek çok tedbirler vardır. Zâti üstâdânelerinin matlub şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çâre olarak kalmışdır. Asîl endîşenizin îcab ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir telkin ve tehyîc vâsıtasından mahrum bırakmamanızı recâ ve bu vesîle ile en derin hürmet ve mahabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim

5 Şubat 1337[1921]

                                                                          Umurı Maârif Vekili

                                                                                              Hamdullah Subhi

Mecliste Akif’le yan yana oturuyoruz. Çantamdan bir kâğıd parçası çıkardım. Ciddî ve düşünceli bir tavr ile sıranın üstüne kapandım, gûyâ bir şey yazmıya hazırlanmıştım. Üstâd ile konuşuyoruz:

— Neye düşünüyorsun, Basri?

— Mâni’ olma, işim var!

— Peki. Bir şey mi yazacaksın?

— Evet.

— Ben mâni’ olacaksam kalkayım.

— Hayır, hiç olmazsa ilhâmından ruhuma bir şey sıçrar!

— Anlamadım.

— Şiir yazacağım da.

— Ne şiiri?

— No şiiri olacak. İstiklâl şiiri! Artık onu yazmak bize düştü!

— Gelen şiirler ne olmuş?

— Beğenilmemiş.

— (Kemâli teessürle:) Ya!

— Üstâd, bu marşı biz yazacağız!

— Yazalım, amma, şerâiti berbad!

— Hayır, şerâit filân yok. Siz yazarsanız müsâbaka şekli kalkacak.

— Olmaz, kaldırılamaz, i’lânedildi.

— Canım, Vekâlet buna bir şekil bulacak. Sizin marşınız yine resmen Mecliste kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?

— Peki, bir de ikrâmiyye vardı?

— Tabîî alacaksınız!

— Vallâhi almam!

— Yahu, latife ediyorum, onu da bir hayır müessesesine veririz. Siz bunları düşünmeyin!

— Vekâlet kabul edecek mi ya?

— Ben Hamdullah Subhi beyle görüştüm. Mutaabık kaldık. Hattâ sizin nâmınıza söz bile verdim!

— Söz mü verdiniz, söz mü verdiniz?

— Evet!

— Peki, ne yapacağız?

— Yazacağız!

Tekrar tekrar (söz verdin mi?) diye sorduktan ve benden ayni kat’î cevabları aldıktan sonra, elimdeki kâğıda sarıldı, kalemini eline aldı, benim daldığım yapma hayâle şimdi gerçekten o dalmıştı…

Meclis müzâkere ile meşgul, Âkif marş yazmakla. Ben müddeti kendisine kısaca göstermiştim. Birkaç gün sonra marşı vermiş olacağız! Müzâkere bitti, Âkif de engin hayâlinden uyandı [Böyle gürültü içinde dalışa Akif bey “değirmenci uykusu” derdi. Çünkü değirmenci; uykusundan ancak gürültü kesilince uyanır!].

Aradan iki gün geçti, sabahleyin erken üstâd bizim evde, marşı yazmış, bitirmiş. Fakat vaktin darlığından müşteki…

«Yarına kadar sizde kalsın, göstermeyin, belki tadîlât yaparsınız» dedim.

Artık (Millî İstiklâl marşı) yazılmıştı! Şimdi bunu — üstâdı rencide etmeden— Meclisten nasıl geçirebiliriz?

Ben ve — Marşı çok beğenen— Hamdullah Subhi bey, hayli günler bu gizli endîşe ile yaşadık.

Marş yazıldıktan sonra tezkireyi de göstermiştim.

12 Mart 1337 günü… Marş Büyük Millet Meclisinde. Mehmed Akif de sırasında. Marşı daha evvel gören ve Sebilürreşad’ta okuyan birçok arkadaşlar onu zâten beğenmişlerdi.” [4]

Kahraman ordumuza ithaf edilen İstiklâl Marşımız 10 kıta ve 41 mısradan ibarettir. İlk defa 17 Şubat 1921 de Sebilü’r-reşad Mecmuasında ve Ankara Hâkimiyeti Milliye Gazetesinde, 21 Subat 1921’de de Kastamonu’da çıkan Açık Söz gazetesinde yayınlanmıştır.

Maarif Vekâleti yazılan şiirlerden yedisini seçerek, son seçimi yapmak üzere durumu meclise getirdi.

T. B. M. M. TUTANAKLARINDA İSTİKLAL MARŞI HAKKINDA GÖRÜŞMELER VE MİLLİ MARŞ OLARAK KABULÜ

1. T.B.M.M.’nde İkinci Reis Vekili Hasan Fehmi Bey’in başkanlığında yapılan 26 Şubat 1921 tarihli oturumun 1. celsesinde Maarif Vekâletinin İstiklâl Marşı hakkındaki Tezkeresi görüşülmüştür.

Bu görüşme aynen şöyle geçmiştir. [5]

İstiklâl marşı hakkında Maarif Vekâletinden mevrut tezkere

REİS — Efendim, evrakı varideve başlıyoruz. İstiklâl marsı hakkında Maarif Vekâletinden mevrut tezkereyi tensip buyurursanız Maarif Encümenine gönderelim.

HAMDİ NÂMIK B. (İzmit) — Reis Bey müsaade buyurun, bunun içinde Maarif Encümeninden bir zatın da bir marşı vardır.

YAHYA GALİP B. (Kırşehir) —Efendim İstiklâl marşı hakkında Maarif Vekâletinden gönderilen parçaları tabettirelim.

REİS — Efendim. Maarif Encümenine gönderiyoruz. Rüfekayi kiramdan edebiyata merakı olanlar, edebiyatta ihtisası olan zevat lütfen toplansın, tetkik etsinler.

YAHYA GALİP B. — Tabedilsin, biz de bir defa görelim.

BESİM ATALAY B. (Kütahya) —Maarif Encümeni toplansın. Mütalâa edelim. Şûaraya yazılsın, herkesin mütalâaları alınsın efendim. Mevzuu müzakere olmak için bir tanesinin intihabı lâzımdır, o da tabedilir.

HAMDİ NÂMIK B. (İzmit) — Malûmu âliniz Maarif Encümeninin Reisi Mehmet Akif Beyin de bir şiiri vardır. Onun için ayrıca bir encümen intihabını teklif ederim.

HASAN BASRİ B. (Karesi) — Mehmet Akif o zilleti irtikâp etmez, katiyen ona tenezzül etmez (Gürültüler).

HAMDİ NÂMIK B. — Fakat Maarif Encümeninin reisidir, bitaraf olmak lâzım gelir. (Gürültüler).

REİS — Encümenden geldikten sonra müzakere edersiniz efendim (Gürültüler).

HAMDİ NÂMIK B. — Öyle Maarif Encümeniyle olmaz, bunu erbabı ihtisastan mürekkep bir encümen tetkik etsin.

REiS — Maarif Encümenine havalesini kabul edenler lütfen el kaldırsın.

BESİM ATALAY B. — Olamaz, erbabı ihtisastan müteşekkil bir encümen ister.

REİS — Tab’ı tevziini kabul edenler el kaldırsın. İndiriniz ellerinizi, aksini kabul edenler el kaldırsın. Tab ve tevzi edilecektir.”

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1921 tarihli 2. Celsesinde, Karesi Mebusu Hasan Basri Bey’in İstiklâl Marşı güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunmasına dair bir takriri görüşülmüştür. Bu oturumu bizzat Mustafa Kemal Paşa idare etmiştir.

T.B.M.M.’nde bu görüşme aynen şöyle cereyan etmiştir. [6]

Karesi Mebusu Hasan Basri Beyin, İstiklâl Marşı güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunmasına dair takriri

REİS PAŞA — Efendim; iki takrir vardır, arkadaşlardan Basri Beyin Hamdullah Suphi Beyefendinin İstiklâl Marşının kürsüden okunmasına dair teklifleri var.

MÜHİDDÎN BAHA B. (Bursa) — Hangi istiklâl marşı, Basri Bey söylerler mi?

BESÎM ATALAY B. (Kütahya) — Daha kabul edilmedi efendim, bir encümen teşekkül edecekti.

HASAN BASRİ B. (Karesi) — Maarif Vekâletince yedi tanesi intihap edilmiş, bunlardan herhangi birisi okunsun.

REİS PAŞA — Maarif Vekâletince intihab edilmiş olanlardan birisinin kıraati tensib ediliyor.

MÜHİDDÎN BAHA B. (Bursa) — Hamdullah Subhi Bey, Basri Bey hangisini isterlerse okusunlar.

REİS PAŞA — Efendim Basri Beyin bu teklifini kabul buyuranlar lütfen ellerini kaldırsın… Kabul olunmuştur efendim.

REİS — Hamdullah Suphi Beyefendi buyurun. (Simdi gelir sesleri).

Maatteessüf bu dakika için tehir ediyoruz. Geldikleri zaman söyleriz.

HAMDULLAH SUPHİ B. (Antalya) — Arkadaşlar, hatırlarsınız Maarif Vekâleti son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Arada yedi tanesi en fazla evsafı haiz olarak görülmüş ve ayırılmıştır.

SALİH Ef. (Erzurum) — İsimleri nedir?

HAMDULLAH SUPHİ B. — Ayrıca arz edilecektir. Yalnız vekâlet yapmış olduğu tetkikatta fevkalâde kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için ben şahsen Mehmet Akif Beyefendiye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vaat edilmiştir. Hâlbuki bunu kendi isimlerine takrib etmek arzusunda bulunmadıklarını ve bundan çekindiklerini izhar ettiler. Ben şahsen müracaat ettim. Lâzım gelen tedabiri alırız ve icab eden ilânı yaparız dedim. Bu şartla büyük dinî şairimiz bize fevkalâde nefis bir şiir gönderdiler. Diğer altı şiirle beraber nazarı tetkikinize arz edeceğiz.

İntihab size aittir. Arkadaşlar reyimi ihsas ediyorum. Beğenmek, takdir etmek hususunda haizi hürriyetim. İntihabımı yapmışım, fakat sizin intihabınız benim intihabımı naks edebilir.

Arkadaşlar bu size aittir efendim.

İstiklâl Marşı

1

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

                                                 (Şiddetli alkışlar)

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

2

Çatma; kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl,

Kahraman ırkıma bir gül! ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl…

Hakkıdır, hakka tapan, milletimin istiklâl.

                                                            (Alkışlar)

                                    3

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,

Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

                                   4

Garbın âfakını sarmışsa çelik zırhlı dıvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! nasıl böyle bir imanı boğar,

“Medeniyet!” dediğin tek dişi kalmış canavar?

                                   5

Arkadaş! yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana vadettiği günler hakkın…

Kim bilir belki yarın.,. belki yarından da yakın.

(Alkışlar)

                                      6

Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

                                                       (Alkışlar)

7

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

                                                         (Alkışlar)

Şüheda, fışkıracak, toprağı sıksak şüheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

                                         (İnşaallâh sadaları)

8

Ruhumun senden, ilâhi şudur ancak emeli,

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar – ki şahadetleri dinin temeli –

Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli.

9

O zaman vecdile bin secde eder – varsa – taşım,

Her cerihamdan, ilâhi boşanıb kanlı yaşım,

Fışkırır ruhu mücerret gibi yerden naşım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

                                                       (Alkışlar)

10

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlanman hepsi helâl.

Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır; hakka tapan, milletimin istiklâl.

                                             (Sürekli alkışlar)

REİS PAŞA — Efendiler tasnifi ârâ neticesi böyle zuhur etmiştir: 82 rey Celâlettin Arif Bey, 80 rey Adnan Bey kazanmışlardır. Yalnız bir rey pusulasına iki isim yazılmıştır. Hem Celâlettin Bey ve hem Adnan Bey bunun için intihabda bir sakatlık olmuştur. Bu dahi olmasa 171 kişi reye iştirak etmiştir. Buna nazaran nisabı ekseriyet 86’dır. O halde her iki zatın kazanmış oldukları rey noksandır. Tensip ederseniz intihabı yarına bırakalım.

Efendim yarın öğleden sonra saat üçte içtima etmek üzere celseyi tatil ediyorum. Kabul buyurduğunuz gibi Abdülgafur Efendi Hazretlerinin duasına âminhan olalım… (Müteakiben Abdülgafur Efendi tarafından dua edilmiştir.)”

Maarif vekili, kürsüde Akif’in yazdığı İstiklâl Marşını okuyarak bitirdi. Hemen her mısra alkış tufanına tutularak alkışlandı. Bazı mebuslar Akif’in oturduğu tarafa bakıyorlardı ama onu göremiyorlardı. Çünkü o oturduğu yerde o kadar büzülmüştü ki onu görmek mümkün değildi.

O gün marş resmen kabul edilmiş değildi. Durum 12 Mart 1921’e kaldı.

3. 1 Mart 1921’deki İstiklâl Marşı görüşmeleri bir başlangıçtır. Asıl görüşmeler T.B.M.M.’nin 12 Mart 1921 tarihli ikinci celsesinde yapılmıştır. Bu celse İkinci Reis Doktor Adnan Beyefendinin başkanlığında cumartesi günü saat 16.45 de başlamış, 17.45’te sona ermiştir. Burada Maarif Vekâletinin İstiklâl Marşı hakkındaki tezkeresi görüşülmüştür. 101 sene önce bugün olay aynen şöyle cereyan etmiştir. [7]

Maarif Vekâletinin İstiklâl Marşı hakkındaki tezkeresi

MAARİF VEKİLİ HAMDULLAH SUPHİ B. — Arkadaşlar, İstiklâl marşları hakkında Vekâlet tarafından vâki olan davet üzerine ne kadar marş elimize gelmiş ise bunları bir encümen marifetiyle tetkik ettirdik, neticeyi Heyeti Celilenize arzettik. Bunları görmek arzu buyurdunuz. Matbu olarak tevzi edildi efendim. Bir nokta üzerine nazarı dikkatinizi celbetmek isterim. Bu İstiklâl marşları tarafı âlinizden tetkik edildikten sonra intihabınız hangi şiir üzerinde temerküz ederse ikinci bir muamele daha yapılacaktır. Bestekârlara, yollıyacağız, bestekârlar dahi bize muhtelif besteler yollıyacaklardır. Onlar arasında bir ihtihab daha yapılacaktır.

Anadolu mücadelesi uzun müddetlerden beri devam ediyor, bunu ifade etmek, bunun ruhunu söyletmek üzere yazılmış olan bu şiirler ne kadar evvel bir karara iktiran ederse şüphesiz ki daha fazla müstefit oluruz.

Heyeti celilenizden istirham ediyorum. Şiirler mütalâa edilmiştir. Bunu bir heyete mi, bir encümene mi verirsiniz? Heyeti Umumiyece bir karara mı raptedersiniz? Ne arzu buyurursanız yapınız.

REİS — Maarif Vekâleti bu İstiklâl Marşının bugün ruznameye alınarak müzakeresini arzu ediyor. Bugün müzakeresini kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edildi efendim.

MUHİTTİN BAHA B. (Bursa) —Muhterem efendiler, söyliyeceğim sözlerin yanlış anlaşılmamasını, bir maksadı mahsusa hamledilmemesini teminen iptidaen bir hakikatten bahsedeceğim; bu Millî Marş müsabakası ilân edildiği zaman müsabakaya ben de iştirak etmek istedim. Fakat bu mesele öyle bir cereyan almıştır ki bendeniz bu müsabaka işinden sarfınazar ediyorum. (M) imzalı şiir bendenizindir: Bunu ithal buyurmayınız.

Gene Kemalettin Kâmi namında biri vardır ‘ki aynı sebepten dolayı gazetemizde kendi şiirini geriye almıştır. Bunun üzerine mütalâanızı beyan buyurursunuz. Bir Encümeni Edebî mi teşkil edersiniz, ne yapılacaktır? Ona göre.

REİS — Burada bir mesele var. İstiklâl marşlarını doğrudan doğruya Heyeti Umumiyede müzakere ederek bir karar mı vereceksiniz, yoksa bir encümene mi havale edeceksiniz?

YAHYA GALİP B. (Kırşehir) — Burada olsun, hepimiz anlarız.

BESİM ATALAY B. (Kütahya) — Efendim, şiirler iki türlüdür. Ya hislerin mâkesidir, yahut derin veyahut ağlatıcı bir ruhun, ağlatıcı bir galeyanın aksidir. Şiir bu iki şekil üzerine doğarsa makbul ve muteberdir. Dünyada o şiirlerdir ki halk arasında yaşar. Ya yüksek ve bediî bir histen doğar, ya muhrik bir helecandan doğar. Böyle olmayıp da ısmarlama tarikiyle yazılırsa bu şiirler yaşamaz. Efendiler, bizim Cezayir Marşımız vardır. Bu; halk arasında yaşıyor. Bu, müsabaka ile yazılmamıştır. Bu; ağlıyan bir ruhun, eline silâhını alarak düşmana koşan, vatanına koşan bir ruhun hissiyatını terennüm eder.

Marseyyez’in nasıl söylendiğini bilirsiniz. İnkılâbı Kebir esnasında – silâhını almış – koşan bir gencin söylediği şiir birden bire taammüm etmiştir. Evvelâ bu gibi şiirlerin memleketin mâruz kaldığı felâketlere – ağlıyarak, titreyerek – evvelâ güftesi değil, bestesi söylenir. Ismarlama şiirlere verilecek memleketin parası yoktur.

HAMDULLAH SUPHİ B. (Antalya) — Arkadaşlar, bir hata üzerine, bir galatı rüyet üzerine dikkati âlinizi celbetmek isterim. Bilhassa para meselesi ile bu şiirler arasında bir münasebet bulmak, gayet yanlış bir noktai nazardır.

Memleketin kuvayi maddiyesi ve mâneviyesi vardır. İstihlâsı vatan mücadelesini yapan milletin vekilleri, onun vekillerinin vekilleri halkın heyecanını ifade etmek üzere memleketin şairlerine müracaat etmiştir. Bu şairler ilk defa şiirlerini yazmamıştır. Arkadaşlar, bize şiirlerini yollıyan şairler, seneler arasında bütün memleketin kederlerini, ıstıraplarını, bütün mefahirini söyliyen şiirler yazmışlardır. Demek para mukabilinde şiir mevzuubahis değildir. Biz halkın ruhunu, heyecanını ifade eden şiirler yazmaları için şairlerimize müracaat ettik. Hiçbirisi para hakkında, bir şey söylememiştir. Geçen defa işaret ettiğim üzere nazarı dikkatinizi cellbediyorum: Mehmet Akif Bey – ki bu, şairler arasında para meselesinden kaçınan arkadaşlarımızdan birisidir – zaten senelerden beri en yüksek ve en ilâhi bir belâğatle yazmıştır. Yeniden yazmaktan çekinmesi; bazılarının hatırına para gelir, diye korkmasındandır ve ona binaen yazmamıştır. Ben gelen şiirleri okuduktan sonra, bu işte vazifedar ettiğiniz bir arkadaşınız sıfatiyle, arzu ettim ki bir kuvvetli şiir daha bulunsun ve kendilerine müracaat ettim. Bunun üzerine kendileri de bir şiir yazdılar, gönderdiler. Besim Atalay Beyin halk şiirlerinin – bilhassa büyük vakayii milliyeye taallûk eden şiirlerin – bir siparişi mahsus üzerine doğmadığı sözü gayet varittir. Yalnız bizim şimdiye kadar mevcut olan şiirlerimiz bugünkü mücadelemizi ifade etmiyorsa şairlerimizin kendi duygularını ifade etmeleri katiyen doğru değildir. Kendileri şu noktada haklıdırlar: Bütün şiirler ve millî şiirler cihanın en mâruf olan şiirleri, halk hareketleri arasından doğmuş olan şiirlerdir. Fakat itiraf ederim ki, bu şiirler aramızda daha doğmamıştır. Doğmasını arzu etmek bizim için bir vazifedir. Şairlerimize müracaat ettik ve bize çok güzel şiirler yazdılar. Bu şiirler arasında intihap hakkı Heyeti Aliyenize aittir. Şiirleri okuyunuz. Ben istirham ediyorum ki bir an evvel bu şiirin bestelenmesi için bir karar ittihaz ediniz ve bütün milletin lisanına geçmesi için istical buyurunuz, bir karar veriniz, tebliğ ediniz, ben de mesaimin ikinci kısmına geçeyim.

Dr. SUAT B. (Kastamonu) — Beyler, esasen meslekim şiirle, edebiyatla iştigale müsait değildir. Bu itibarla arzedeceğim izahatı şiir ve edebiyat tenkidatı gibi arzetmiyeceğim. Ancak Hamdullah Suphi Beyefendi geçenlerde bu kürsüde, bu şiirleri inşat ettiği vakit, Mecliste büyük bir gürültü olmuştu. Ondan anlaşılıyordu ki İstiklâl Marşı olarak bu şiirlerden birisinin intihap edilmesini teklif ederlerse çok güzel bir şey olacak. Bendeniz Akif Beyin diğer eserlerini de okumuşum. Esasen bir marş; bir milletin heyecanlarını, tahassüsatını terennüm etmek itibariyle kıymetli ise, Akif Beyin son yaptığı İstiklâl Marşından evvel inşat etmiş olduğu şiirler, zaten bidayeti inşadından çok evvel bizim hissiyatımızı, tahassüsatımızı ifade etmiştir. Kendisinin, memleketin tahassüsatına karşı ne kadar kuvvetli bir kudreti şiiriyesi olduğunu ve Garp ve Şark âlemi hakkındaki tahassüsatının en güzel nümunelerini (Safahat) ismindeki eserleri gösterir. Bu itibarla bu kahramanı edebii tebcil etmemek elden gelmez. Bendeniz kendi namıma Mehmet Akif Beyin büyük bir unvan ile tertip ettiği eseri tetkik etmek istemem. Tahsisen bu meselede bunların içinde yazmış olduğu marşların en güzeli İstiklâl Marşıdır ve bundan evvel de Mecliste büyük bir vecd uyandırmıştır. Onun için durudiraz mütalâa etmeksizin bunun tasvip edilmesini teklif ederim.

HACI TEVFÎK Ef. (Kângırı) — Efendiler, bendeniz bu şiirin şu hakikat kürsülerine nasıl çıktığına tahayyür ediyorum. Bunu Meclisi Maarif kendisi intihap eder, kendisi tercih eder, kendisi yapar. Gerçi şiir bir meziyettir, gerçi şiir bir ziverdir, lâkin bir hayaldir. Bu kürsii hakikata çıkması doğru değildir. Eğer tercih lâzım geliyorsa Akif Beyin şiiri gayet güzel yazılmıştır. Lâkin biz bugün âşiyanda değiliz. Millet Meclisinin kürsüsünde olduğumuzu unutmıyalım, bunu Maarif Encümeni kendisi mütalâa etsin, kendisi takdir etsin, kendisi tercih etsin. (Doğru sesleri).

TUNALI HİLMİ B. (Bolu) ‘— Arkadaşlar mesele gayet mühimdir. Eğer bu marş milletin ruhunu kavrıyabilecek bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık diyelim, sonra o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz serbest söyliyemiyorum, kusura bakmayınız. Burada edebî tenkidata girişecek değilim. Binaenaleyh yalnız fikrimi kısaca arzedeceğim. Katiyen Hamdullah Suphi Beyin isticaline iştirak edemem. (Biz ederiz sesleri).

Edemem; zira bir kere bu marş milletin ruhundan doğma bir marş değildir. Besim Atalay Beyin hakkı vardır. Milletin ruhuna tercüman olacak bir marş olmalı. (Gürültüler). Müsaade buyurunuz.

REİS — Kesmiyelim, böyle müzakere edemeyiz ki.

TUNALI HİLMİ B. (Devamla) — Bu o kadar müzakereye lâyıktır ki siz takdir edemezsiniz.

REFİK ŞEVKET B. (Saruhan) — Reis Bey Usulü müzakere hakkında söz isterim. Müsaade buyurur musunuz? Şiirler sahiplerinin malıdır. Beğenirsek rey veririz, beğenmezsek rey vermeyiz. Herkesin muhterem şahsiyetine tecavüz etmiyerek kabul edelim veyahut etmiyelim rica ederim.

TUNALI HİLMİ B. (Bolu) — Gerek şu şiire ve gerek şu manzumelere karşı bir şey söyledim mi ki böyle söylüyorsunuz? İsim zikretmedim. İyi dinleyiniz, kulaklarınızı açınız. Arkadaşlar istirham ederim! Bunu, bir encümeni mahsusu ebedî teşkil edelim, oraya havale edelim, bu manzumelerin birini intihap etsin. Asıl ruhu mesele buradadır. O encümeni mahsus intihap ettiği manzumenin sahibini çağırır, der ki ona, şu mısraı terk ederseniz veya şu mealde tebdil ederseniz ve şu kelimenin bununla tebdili elzemdir, o zaman o manzume daha parlak olur. Sahibi muvafakat eder ve manzume daha iyi olur. İstirham ederim, bu noktaya dikkat buyurunuz. Arkadaşlar manzumenin baştanbaşa iyi olmasını bütün samimiyetle arzu ediyorum ve bu teklifte bulunuyorum. (Gürültüler) Müsaade buyurunuz bana biri imzalı, biri imzasız iki mektup geldi. Bu mektupta deniliyor ki: Diğer verilmiş olan manzumeleri de okuyunuz, onların içinde; intihap edilmiş olanlardan daha muvafıkı vardır. (Handeler) (Memiş Çavuş sesleri) Sahibi mektup Garp Ordusuna gitti. İmzasıyla gösterebilirim. Arkadaşlar tekrar ısrar ediyorum, bir encümeni mahsusu edibî teşkil edilmelidir ve intihap onun reyine bırakılmalıdır. (  Hayır, hayır sesleri) (Gürültüler)

REİS — Efendim müsaade buyurunuz. Trabzon Mebusu Celâl Beyin İstiklâl Marşı ile bir takriri var.

Riyaseti Celileye

Mingayrihaddin karaladığım gayrimatbu İstiklâl Marşının Meclisi Âli huzurunda kıraet olunmasını teklif eylerim.

Trabzon Mebusu Celâl

REİS — Müsaade buyurunuz rica ederim. Zannediyorum ki, bu Heyeti Celilelerine dağıtılan manzumeler müddeti muayyene zarfında toplanıp da şimdi intihap edilenlerdir. Bunun müsabıkaya ithali kabil midir efendim? (Hayır, hayır sesleri)

İHSAN B. (Cebelibereket) — Şekil aramıyoruz. İyi ise dinliyelim (Muvafık sesleri).

REİS — Efendim müsaade buyurunuz. Tekrar ediyorum. Muayyen bir zaman zarfında marş müsabakası ilân edildi. Onlardan Maarif Vekâleti intihap etmiş, göndermiş. Şimdi bu gönderdiği marşlardan birinin intihabını Heyeti Umumiyede kendisi takip ediyor ve müzakere ediyoruz. Bu meyanda birisi bir marş gönderiyor. Bunu kabul ettikten sonra yarın vâki olacak müracaatları da reddedemiyeğiz.

REFİK B. (Konya) — Nasıl reddedeceksiniz? İlânihaye devam edecektir.

İHSAN B. (Cebelibereket) — Marş lâzımdır. Hangisi güzel olursa o lâzımdır.

REİS — Bu marşın okunmasını kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın… Kabul edilmedi efendim.

HAMDI NAMIK B. (İzmit) — Efendiler millî bir marş yapmak ihtiyacı hâsıl olmuş. Maarif Vekili şairleri müsabakaya davet etmiş, birçok şiirler içerisinden birkaç parça intihap ve tabedilmiş. Bendeniz anlamıyorum. Bu bir Meclisi Millî işi midir? Bir encümeni edebî işi midir? (Millet işidir sesleri) Millet işidir. Şüphesiz efendiler, fakat malûmu âliniz şiir meselesi bir sanat meselesidir. Eğer bunu tercih etmek hakkını biz deruhde ediyorsak aramızda şiirle tevvegul etmiş arkadaşlarımızdan bir encümeni edebî teşkil edelim, onlar tetkik etsinler. Geçen gün bu maksatla söylediğim bir söz suitelâkkiye uğramıştır. Binaenaleyh eğer bunun tetkiki için içimizden bir encümen teşkil etmiyecek olursak o hak doğrudan doğruya Maarif Vekâletine aittir, noktai nazarını izah etsin ya kabul edersiniz yahut kabul etmezsiniz. Bunun uzun uzadıya sürünmesine hacet yoktur (Gürültüler)

HÜSEYİN B. (Elâziz) — Maarif Vekâletine ne kadar şiir verilmiş ise onlar yeniden bir encümene verilsin ve orada yeniden tetkik edilsin.

MAARİF VEKÎLİ HAMDULLAH SUPHİ B. — Arkadaşlar! Refik Şevket Beyin sözünü tekrar ediyorum. Bu şiirler mevzuubahis olduğu vakit lüzumsuz yere, hatta arzumuz hilâfında şiirler yazmış olan arkadaşlarımız için böyle bir söz buradan çıkmamalıdır. Bahusus ki, arkadaşlar ısmarlama sözü ve halkın tercümanı olmaz sözü yanlıştır. Çünkü halkın mümessilleri olan sizlerin huzurunda okunan şiirin Heyeti Aliyeniz üzerindeki âzami tesirine bendeniz de şahit oldum. Eğer halk üzerine olan tesirini anlamak için kendi kalbimizden başka miyarınız varsa o başkadır. Eğer halkın teessürünü kendimiz anlıyacak olursak halkın kalbini de anlamış oluruz. Şimdi arkadaşlar bendeniz diyeceğim ki: Yeni bir encümeni edebiye havale edersek bir fayda mutasavver olabilir. Eğer encümen kararını verip bitirecek ise. Fakat zannediyorum Meclisinizin verdiği karar ve ısrar ettiği nokta, kendisinin bu işi halletmesidir. O halde encümenden çıkıp yine Heyetinize gelecektir. Yine bu vaziyet hâsıl olacaktır. O halde burada yedi tane şiir vardır, Riyaset bunları ayrı ayrı reye vaz’etsin, hangisi tarafınızdan mazharı takdir olursa onu kabul edersiniz. (Doğru sesleri)

REİS — Efendim müzakerenin kifayetine dair takrirler vardır. Müzakerenin kifayetini reye koyacağım. Müzakereyi kâfi görenler lütfen el kaldırsın… Kabul edildi.

Kırşehir Mebusu Yahya Galip Beyin bir takriri var.

Riyaseti Celileye

Muhittin Beyin inşad ettikleri marşın kürsüde taraflarından okunmasını teklif eylerim.

12 Mart 1337

Kırşehir Mebusu Yahya Galip

REİS — Kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Kabul edilmedi efendim.

Efendim Muş Mebusu Abdülgani Beyin bir takriri vardır.

Riyaseti Celileye

İstiklâl Marşı Maarif Vekâletince müsabaka vaz’edilmiş ve intihabı yine Vekâleti mezbureye ait bulunmuş olduğundan ve Meclisi Âli bir meclisi edebî olmadığından intihabının dahi Maarif Vekâletine ait olduğunu arz ve teklif eylerim.

12 Mart 1337

Muş Mebusu Abdülgani

REİS — Kabul edenler lütfen el kaldırsın… Kabul edilmedi efendim.

Efendim Saruhan Mebusu Avni Beyin takriri var.

Riyaseti Celileye

İstiklâl Marşı vatani bir parça olmakla beraber her halde şayanı teslimdir ki şiiri, musikisi, vatani olması lâzım gelen bu marşın tetkiki herhalde bir ihtisas ve ehli hibre meselesidir. Binaenaleyh, bu marşın tefrik ve kabulü için erbabı ihtisastan mürekkep bir encümene tevdii ve badehu bestelenmesini teklif eylerim.

12 Mart 1337

Saruhan Mebusu Avni

REİS — Efendim bu teklifi kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Kabul edilmedi.

Şimdi efendim müzakerenin kifayetine dair muhtelif takrirler var. Yahut her marşı Heyeti Aliyenizin reyine koyalım.

HASAN BASRİ B. (Karesi) —Reis Bey! Bizim bir takririmiz vardır. Suat Beyin de bir takriri var.

REİS — Meclisi Âli reyini ne suretle izhar ederse ondan sonra anlaşılacaktır.

Riyaseti Celileye

Müzakerenin kifayetini ve Mehmet Akif Beyin İstiklâl marşının kabulünü teklif ederim.

12 Mart 1337

Kastamonu Mebusu Dr. Suat

Riyasete

İstiklâl Marşının şubelerce teşkil edilecek bir encümeni mahsus tarafından tetkik ve tasdik olunmasını teklif ederim.

12 Mart 1337

Bolu Mebusu Tunalı Hilmi

REİS — Bu takriri kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Reddolundu.

Riyaseti Celileye

Şiirin besteye gelip gelmemesi meselesi vardır. Şuara ve bestekârlardan mürekkep bir encümen teşkilini teklif eylerim.

12 Mart 1337

Ertuğrul Mebusu Necip

REİS — Aynı mealde birçok takrirler vardır. Necip Beyin takririni kabul edenler lütfen ellerini kaldırsın. Reddedildi.

Riyaseti Celileye

Bütün Meclisin ve halkın takdiratını celbeden Mehmet Akif Beyefendinin şiirinin tercihan kabulünü teklif ederim.

12 Mart 1337

Karesi Mebusu H. Basri

Riyaseti Celileye

Müzakerenin kifâyetiyle Mehmet Akif Beyin marşının kabul edilmesini teklif eylerim.

12 Mart 1337

Ankara Şemseddin

Riyaseti Celileye

İstiklâl marşlarını matbu varakalarda hepimiz ayrı ayrı tetkik ettiğimiz için encümene havalesine lüzum yoktur. Mehmet Akif Beye ait olanının Milli marş olarak kabulünü teklif ederim.

12 Mart 1337

Bursa Mebusu Operatör Emin

Riyaseti Celileye

Kâffei ervahı İslâm üzerinde kıraati heyecanlar tevlit edecek derecede icazkâr olan büyük İslâm Şairi Mehmet Akif Beyin marşının takdiren kabulünü teklif eylerim.

12 Mart 1337

Bitlis Mebusu Yusuf Ziya

Riyaseti Celileye

Ötedenberi İslâmın ruhnevaz şairi Akif Beyefendinin İstiklâl Marşı her veçhile müreccah ve Meclisi Âlinin ruhu mâneviyesine evfak olmakla kabul edilmesini teklif ederim.

12 Mart 1337

Isparta Mebusu İbrahim

Riyaseti Celileye

Mehmet Akif Bey tarafından inşat edilen marşın kendi tarafından kürsüde kıraat edilmesini teklif eylerim.

12 Mart 1337

Kırşehir Mebusu Yahya Galip

REİS — Bu takrirlerin hepsi Mehmet Akif Beyin şiirinin kabulünü mutazammındır. (Reye sesleri). Müsaade buyurunuz, rica ederim müsaade buyurunuz efendiler.

TUNALI HİLMİ B. (Bolu) — Reis Bey müsaade buyurursanız Mehmet Akif Beyin marşının reye vaz’ından evvel bendeniz ufacık bir şey rica edeceğim. Tebdil edilmesi ihtimali vardır.

REİS — Müzakere bitmiştir efendim rica ederim.

SALİH Ef. (Erzurum) — Bendeniz bir şey arz edeceğim.

REİS — Müzakere bitmiştir. Maarif Vekâletinin teklifi vardır. Her marşı ayrı ayrı reye koyunuz diye teklif etmişlerdi. Her marşın ayrı ayrı reye vaz’ını kabul buyuranlar lütfen el kaldırsın. Kabul edilmedi. O halde bu takrirleri reye koyacağız. Basri Beyin takririni reye koyuyorum (Basri Beyin takriri tekrar okundu).

REİS — Basri Beyin takririni kabul buyuranlar ellerini kaldırsın. Kabul edildi efendini. (Gürültüler ve ret sadaları).

REFİK ŞEVKET B. (Saruhan) — Reis Bey! Mehmet Akif Beyin şiirinin aleyhinde bulunanlar da ellerini kaldırsın ki ona göre muhaliflerin miktarı anlaşılsın. (Muvafıktır, anlaşılsın sadaları).

REİS — Bu takriri kabul edenler, yani Mehmet Akif Beyefendi tarafından yazılan marşın İstiklâl Marşı olmak üzere tanınmasını kabul edenler lütfen el kaldırsın. Ekseriyeti azîme ile kabul edildi.

MÜFİT Ef. (Kırşehir) — Reis Bey yalnız bir şey arz edeceğim. Hamdullah Suphi Beyin bu marşı bu kürsüden bir daha okumasını rica ediyorum; (Gürültüler).

REFİK B. (Konya) — Milletin ruhuna tercuman olan işbu istiklâl Marşının ayakta okunmasını teklif ediyorum.

REİS ~ Müsaade buyurunun efendim. Heyeti muhtereme bu marşı kabul ettiğinden tabii resmî bir İstiklâl Marşı olarak tanınmıştır. Binaenaleyh ayakta dinlememiz icabeder. Buyurunuz efendiler.

(Hamdullah Suphi Bey İstiklâl Marşını kürsüde okudu, âzayi kiram kaimen sürekli alkışlar arasında dinlediler):

                    İSTİKLÂL MARŞI

Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;

Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.

O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;

O benimdir, o benim milletimindir ancak.

Çatma kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl

Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?

Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.

Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl.

Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,

Hangi çılgın bana zencir vuracakmış? Şaşarım!

Kükremiş sel gibiyim; bendimi çiğner aşarım;

Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.

Garbin afakını sarmışsa çelik zırhlı duvar,

Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,

«Medeniyet!» dediğin tek dişi kalmış canavar?

Arkadaş! yurduma alçakları uğratma, sakın.

Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.

Doğacaktır sana vadettiği günler Hakkın.

Kimbilir belki yarın. Belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri «toprak» diyerek geçme, tanı:

Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

Sen şehit oğlusun. İncitme, yazıktır, atanı;

Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?

Şüheda fışkıracak, toprağı sıksan şüheda!

Canı, cananı, bütün varımı alsın da Huda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.

Ruhumun sendeni İlahî, şudur ancak emeli,

Değmesin mabedimin göğsüne namahrem eli.

Bu ezanlar – ki şahadetleri dinin temeli –

Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.

O zaman vecdile bin secde eder – varsa – taşım,

Her cerihamdan İlahî, boşanıp kanlı yaşım,

Fışkırır ruhu mücerret gibi yerden naaşım;

O zaman yükselerek arşa değer belki başım.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!

Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi halâl.

Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlal:

Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;

Hakkıdır; hakka tapan, milletimin istiklâl.

                                             Mehmet Akif”

İstiklâl Marşı Maarif Vekili tarafından okunurken Meclisin içindekiler, dinleyici localarında bulunanlar Akif’i görmek istiyorlardı. Onun oturduğu tarafa baktılar, kimse onu göremedi. O biraz önce salondan çıkmıştı. Belki heyecanından belki de tevazudan.

Mehmet Akif’in yazmış olduğu İstiklâl Marşı Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından İstiklâl Marşı olarak kabul edildi. Akif, İstiklâl Marşına devletçe tahsis edilen 500 lirayı almadı. Akif Bey, mükâfat olarak ayrılan parayı, Dârülmesâî (İşevi) adlı, Hilâl-i Ahmer’e (Kızılay) bağlı bir derneğe verdirmiştir. O zaman için 500 lira büyük paraydı. O parayla neler alınmazdı. Ankara’da yağmurlu havalarda, bazen Baytar Şefik Beyin muşambasını giyerek Meclise giderdi. Şefik Bey onun bu halini görünce.

– Akif Bey şu mükâfatı reddetmeyip de kendine bir muşamba veya palto alsaydın daha iyi olmaz mıydı? diyeceği tutmuştu. Onun bu sözüne çok gücenmişti, bir zaman onunla konuşmadı.

İstiklâl Marşını Safahat’ın içine niye koymuyorsun? diyenlere:

– O, benim değil ki milletimindir! diye cevaplıyordu.

Akif’in ölümünden kısa bir müddet önce, aralarında Hakkı Tarık Us’un da bulunduğu misafirler, üstadı ziyarete gitmişlerdi. Üstat bitkin bir halde olduğu için yatağına uzanmıştı. Söz, İstiklâl Marşına intikal etmiş ve misafirlerden biri:

– Acaba yeniden yazılsa daha iyi olmaz mı? demişti.

Bitab bir hâlde yatan Akif birdenbire başını kaldırarak kesin bir cevap verdi.

– Allah bir daha bu millete bir İstiklâl Marşı yazdırmasın! dedi. [8]

Evet, Allah bir daha bu memleketin bu milletin İstiklâlini tehlikeye düşürmesin, milleti bir daha İstiklâl Marşı yazdırmaya mecbur etmesin.

Türk İstiklâl Harbi’nin azim ve irade sahibi neferlerinden milli şairimiz Mehmet Akif ERSOY’u minnet ve rahmetle anar, kutlu hâtırası önünde saygı ile eğilirim.

DİPNOTLAR

[1] Nihad Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, M.E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi-İstanbul 1983, s. 1155-1156

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 7 Teşrinisani 1336 (1920), No: 72, s. 2, sütun: 2

[3] Muhittin NALBANTOĞLU, Mehmet Akif ve İstiklal Marşı, Veli Yayınları, Kuşak Ofset Basımevi, İstanbul, 1981, s. 17-24

[4] Hasan Basri ÇANTAY, AKİFNAME (Mehmed Akif), Ahmed Sait Matbaası, İstanbul, 1966, s. 62-64

[5] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26.2.1337 (1921), Devre: I, Cilt: 8, İçtima: 1, s. 434

[6] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 1.3.1337 (1921), Devre: I, Cilt: 9, İçtima: 2, s. 12-14

[7] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 12.3.1337 (1921), Devre: I, Cilt: 9, İçtima: 2, s. 85-90

[8] Ahmet KABAKLI, Mehmet Akif, Toker Yayınları, İstanbul, 1977, s. 20

Maarifimizde İstikamet

Milli Terbiye

Published

on

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan

Samsun’da Öğretmenlere Nutuk

(22 Eylül 1924)

Giriş

Her türlü külfet ve nimet dengesizliğine rağmen öğretmenlik mesleğini sevgi, heyecan, hoşgörü ve saygı değerleriyle bütünleştirerek idealist bir anlayışla yaşayan ve yaşatan meslektaşlarımın “Öğretmenler Günü”nü tebrik ederim…

Osmanlı Devleti döneminde, asiler dahi öğretmenlerine el kaldırmamış, öğretmeninin tavsiye ve telkini ile isyanı bastırmakla görevli kişilere teslim olmuşlardır.

1923-1938 döneminde milletvekili maaşlarının az olduğu ve artırılması gerektiği gündeme gelmiş ve artış oranı Atatürk’e sorulmuştur. Merhum Atatürk’ün verdiği cevap akıl sahiplerine ibret vericidir, insana, eğitim-öğretime ve öğretmene verilen değerin çarpıcı sonucudur:

Artış, öğretmen maaşını geçmesin!..

Gazi Mustafa Kemal Paşa, 24 Mart 1923’te Kütahya Sultanisi’nde Öğretmenlere yaptığı konuşmada “Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini [geleceğini] yoğuran irfan ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, feyizlidir, muhteremdir; fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi yekdiğerine müreccahtır [tercih edilir]. Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatidir.” sözleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Eğitim Ordusunun önemini ve vazgeçilmezliğini ifade etmiştir. Savunma ve Eğitim Bakanlıklarının önünde yer alan “Milli” sıfatının anlam ve öneminin kaynağı açıkça anlaşılmaktadır.

O halde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları ne ise Türk Eğitim Ordusu mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları da öyle olmalıdır.

Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milli Eğitimine hizmet etmiş öğretmen, yönetici ve müfettişlerimizden fani âlemden baki âleme göç edenlere Yüce Tanrı’dan rahmet niyaz eder, minnet ve şükranlarımı sunar; yaşayanlara sağlık, mutluluk, başarı ve huzur dolu ömürler dilerim.

***

Samsun: 23 [Eylül 1924] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri 22 Eylül’de [1924]  Samsun’da kıtaat-ı askeriyeyi [askeri kıtaları], kışlaları teftiş etmiş ve gördüğü intizam ve talim ve terbiyenin mükemmeliyetinden beyan-ı memnuniyet [memnuniyetlerini beyan] etmişler[dir]. Badehu [ondan sonra] bütün Samsun muallime ve muallimlerinin toplandığı İstiklal Ticaret Mektebi’ne gidilerek orada Gazi Paşa Hazretleri’nin şerefine verilen bir çay ziyafetinde pek samimi iki saat geçirilmiştir. Ziyafete piyano refakatiyle talebe tarafından teganni olunan [söylenen] milli şarkılarla başlanmış ve bir muallime ve üç muallim tarafından nutuklar irat olunmuştur. Reisicumhur Hazretleri cevaben bütün samiini [dinleyicileri] pek teheyyüç [heyecanlandıran] ve mütehassis eden atideki [aşağıdaki] nutku irat buyurmuşlardır:

“Muhterem Hanım, Muhterem Beyefendiler,

Bu çay ziyafetini tertip edenlere suret-i mahsusada [özel olarak] teşekkür ederim. Bu vesile beni Samsun’un çok münevver [aydın] bir muhitinde bulundurmuş oldu. Bu vesile, beni dimağları [beyinleri] ilim ve fen ile müzeyyen [süslü], kıymetli insanlardan mürekkep [meydana gelen] bir heyetin huzurunda bulunmakla pek mesut etti.

Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit [yol gösterici] aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü [gelişmesini] idrak etmek ve terakkiyatını [ilerlemelerini] zamanında takip eylemek şarttır.

Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen lisanının çizdiği düsturları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen tatbike çalışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mesut bir his ile anlıyorum ki, muhataplarım bu hakikatlere nüfuz etmişlerdir. Mesudiyetim yükseliyor. Şununla ki, muhataplarım taht-ı talim ve terbiyelerinde [talim ve terbiyeleri altında] bulunan yeni nesli de bu hakikatin nurlarıyla doğuşuna müessir [etkili] ve amil [etken] olacak surette yetiştireceklerini vaat eylemişlerdir. Bu, cümlemiz [hepimiz] için iftihara değer bir noktadır.

Muhterem efendiler, hemşiremiz hanımefendi ve ondan sonra beyanatta bulunan

muhterem ve hassas arkadaşlarımız uzak maziyi çok güzel işaretle tavzih ettiler [açıkladılar]. Yakın mazinin acılarını da hakikaten kalpleri dilhun edecek [kan ağlatacak] tarzda beyan buyurdular. Bu vesile ile şahsıma çok teveccühatta [teveccühkâr]  bulunmak nezaketini ibraz buyurdular [gösterdiler]. Bu teveccühatın [teveccühlerin] samimi kalplerden çıkması itibariyle şüphesiz çok memnunum, mütehassisim ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi bir ferd-i milletin [milletin bir ferdinin] şahsiyetinde temerküz ettirmek [toplamak], maziye [geçmişe], hale [bugüne], istikbale [geleceğe], bütün bu edvara [devirlere] ait bir heyet-i içtimaiye [toplum] mesailinin [meselesinin] tavzih [açıklanmasını] ve tebarüzünü [ortaya konulmasını], bu yüksek bir heyet-i içtimaiyenin [topluluğun] münferit [tek başına, mütevazi] bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.

Muhterem kardeşler! Memleket ve milletin hayat ve atisine [geleceğine] olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir nokta-ı hakikati [hakikat noktasını dinleyiciler] izaha mecburum.

Vatandaşlar, vatanınızda herhangi bir şahsı, istediğinizi sevebilirsiniz! Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, mevcudiyet-i milliyenizi [milli mevcudiyetinizi/milli varlığınızı], bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye saik olmamalıdır [sevk etmemelidir]. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık irtikâp etmeyeceğine [işlemeyeceğine] dair kemal-i itimat [tam itimat] sahibi olmakla müsterih [gönlüm/içim rahat] ve müftehirim [iftihar ediyorum].

Arkadaşlar, ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler, bundan beş, beş buçuk sene evvel vatan ve millet ümitsiz bir felakete düştüğü zaman, muvazzaf [vazifeli] oldukları, vicdan, namus, haysiyet hissiyle mükellef bulundukları vazifeyi yapmak mevkiinde kaldılar. Bunu bittabi yapacaklardı. Yapmaları mecburi idi, vicdani idi, insani idi, namusu milli [milli namus] icabı idi. Ben bu mukaddes esasların haricinde hareket edebilir miydim?

Efendiler, elbette edemezdim. Türk milletinin hakiki hiçbir ferdi bu icabatın [icapların] haricinde hareket edemezdi. Ben elbette bu acı manzara karşısında vicdanımın emirlerine muhalif, namusu milliyemizin [milli namusumuzun] hilafında [karşısında/aykırı] hareket edemezdim. Mensubiyetiyle [mensubu olmakla] müftehir bulunduğum [iftihar ettiğim] yüksek heyet-i içtimaiyenin [toplumun] yüksek haysiyetine elbette münafi [aykırı] hareket edemezdim.

Bence mensup olmakla müftehir bulunduğum milletin hiçbir ferdi bu icab-ı namustan [namus icabından] asla inhiraf etmemiştir [ayrılmamıştır]. Eğer bundan müstesna gösterilenler varsa, emin olunuz aziz ve namuskâr vatandaşlar; onların kalp ve vicdanı milletimizin müşterek vicdan-ı tenezzühünden [temiz vicdanından] hiç ilham alamamış, kapkara, sefil vicdanlardır.

Efendiler, bizim milletimiz derin, büyük bir maziye sahiptir. Milletimizin hayat-ı asarını [hayat eserlerini] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı-yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan büyük Türk devrine kavuşturur. Bütün bu edvara [devirlere] dikkat buyurunuz, Türk kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş, nereden geldiği belirsiz birtakım reislerin şuursuz vasıtası olmak mevkiine düşmüştür. Türk milleti kendi benliğini, kendi dimağını, kendi ruhunu unutur gibi olmuş ve bütün mevcudiyetiyle herhangi bir maksada, neticesi zillet olan, esaret olan, fisebilillah [karşılık beklemeksizin] köle olmaya müncer olan [götüren] hakir bir hedefe sürüklenmiştir. Millet maatteessüf [ne yazık ki] bu hal-i gafleti [gaflet halini] çok sürdürdü. Bu yüzden her türlü sefaletlere ve mahkûmiyetlere uğramaktan kendini kurtaramadı. Bütün bu tebaiyetleri; aldığı gayr-i milli [milli olmayan] terbiyenin icabatı [icapları] olduğunu fark etmeksizin, mehakim [sağlam] bir terbiyenin eseri olduğu kanaatiyle tatbik ediyordu. Esas-ı terbiye [terbiyenin esası], hedef ve mahiyet-i terbiye [terbiyenin hedefi ve mahiyeti] ne büyüktür. Bu hususta istikamet yanlış ise ve koskoca bir millet emniyet ve itimat ettiği kitaplardan şahit göstererek, rehber olduklarını iddia edenlerin sözlerine inanarak yürürse ve bu yürüyüş istikameti kendilerini mahv ve izmihlale [yok olmaya] düşürürse, kabahat; bu istikameti takip eden nezih, ahlaklı, fedakâr, rehberlerine itimat eden zavallı halktan ziyade, rehberlere ait değil midir?

Efendiler, söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana nereden ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Bu sualine [sorusuna] kısa bir cevap vermek isterim. Bilirim ki, bugünkü intibahı [uyanışı], düne, maziye medyunuz [borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımızın, mürebbilerimizin; ruh ve dimağlarımızın [beyinlerimizin] inkişafında [gelişiminde] feyizli tesirleri vardır. Gerçi biz, belki burada bulunanların kâffesi [tamamı] dünyaya geldiğimiz zaman bu topraklar üzerinde yaşayanlarla beraber, kahhar [kahredici] bir istibdadın pençesi içinde idik. Ağızlar kilitlenmiş gibi idi. Muallimler, mürebbiler yalnız bir noktayı dimağlara yerleştirmeye mecbur tutulmakla idi: Benliğini, her şeyini unutarak bir heyulaya boyun eğmek, onun kulu, kölesi olmak. Bununla beraber, tahattur etmek [hatırlamak] lazımdır ki, o tazyik altında dahi, bizi bugün için yetiştirmeye çalışan hakiki ve fedakâr muallimler ve mürebbiler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi burada bir zatıâliye tesadüf ettim. O, benim rüştiye birinci sınıfında muallimim idi. Bana henüz iptidai [temel] şeyleri öğretirken istikbal [gelecek] için ilk fikirleri de vermişti.

Efendiler, izah etmek istiyorum ki, ilk ilham ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından, terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın [ilhamların] mazhar-ı inkişaf [gelişmeye mazhar] olması, millet ve memlekete hizmet edebilecek kudret ve kabiliyeti bahşedebilmesi için, millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla her an takviye olunmak lazımdır. Bu fikir ve duyguların menba [kaynağı] bizzat memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek ve onun icabatına [icaplarına] mevcudiyetini hasretmeyi hareket düsturu bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin efradında [fertlerinde] hâkim olması, riayet edilmesi icap eden milletin müşterek arzusu, ortak fikridir. Bir insan memleket ve milletine nafi [faydalı] bir iş yaparken, gözünden bir an uzak bulundurmamaya mecbur olduğu düstur milletin hakiki temayülüdür [eğilimidir].

Binaenaleyh [dolayısıyla] efendiler, arkadaşımızın sorduğu ilham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir. Milletin müşterek [ortak] temayülünün [eğiliminin], umumi [genel] fikri olduğunu münkir [inkâr eden] olanlar da vardır. Bu gibileri cümleniz [hepiniz] çok işitmişsinizdir. Bu gibiler, memleket ve milletle alakasız ve gafil insanlardır. Memleketimizin ve milletimizin başına gelmiş olan bunca felaketler hiç şüphe etmemelidir ki, bu gafil insanların memleketin talih ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir.

Efendiler, bir heyet-i içtimaiyenin [toplumun] mutlaka müşterek [ortak] bir fikri vardır. Eğer bu her zaman ifade ve izhar [1] edilmiyorsa [ortaya konulmuyorsa], onun adem-i mevcudiyetine [mevcut olmadığına] hükmolunmamalıdır. O, fiiliyatta behemehâl [mutlaka] mevcuttur. Varlığımızı, istiklalimizi [bağımsızlığımızı] kurtaran bütün afal [fiiller] ve harekât [hareketler], milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek tecellisi eserinden başka bir şey değildir.

Arkadaşlar, bugün vasıl olduğumuz [ulaştığımız] netice şüphe yok, çok şayan-ı memnuniyet [memnuniyet] ve ümid-i bahşdır [ümit vericidir]. Fakat bu memnuniyeti mahfuz tutabilmek için, ümitleri saha-ı fiiliyata [fiiliyat sahasına] koyabilmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son söz söyleyen hoca efendinin beyanatından ilham alarak arz edeyim ki, en mühim, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil [bağımsız], şanlı, ali bir heyet-i içtimaiye [yüksek bir toplum] halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder.

Efendiler, terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince maksut bir medlule [kast olunan bir manaya] intikal eder. Tafsilata girişilirse terbiyenin hedefleri, maksatları tenevvü eder [çeşitlilik gösterir]. Mesela dini terbiye, milli terbiye, beynelmilel [milletlerarası] terbiye. Bütün terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’mizin yeni nesle vereceği terbiyenin milli terbiye olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri tevakkuf etmeyeceğim [üzerinde durmayacağım]. Yalnız işaret etmek istediğim manayı kısa bir misal ile izah edeceğim.

Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz [aşkın] İslam vardır. Bunlar ana baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikat-i hadise [hadisenin hakikati] şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun veya bunun esaret veya zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi [insani meziyeti] verememiştir, veremiyor. Çünkü terbiye hedefleri milli değildir.

Efendiler, milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık herhangi bir tenevvüş [karışıklık] kalmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra, onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayr-i kabulü münakaşadır [münakaşa kabul etmez]. Milli terbiye ile inkişaf [geliştirilmek] ve ila [yükseltilmek] edilmek istenilen genç dimağları [beyinleri] bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali zevaitle [lüzumsuz şeylerle] doldurmaktan dikkatle içtinap etmek [kaçınmak] lazımdır.

Hoca efendi bu fikrini izah için “Vettini vezzeytuni ilah…” ayetini kendince tefsir ettiler [yorumladılar]. İncir ve zeytin çekirdeğinden düstur çıkardılar. Birindeki kesire [çokluğa] diğerindeki vahdeti [tekliğe] işaret ettiler. Ayetin medlulü [manası] bu mudur, değil midir, bir şey demeyeceğim. Yalnız bu seyahatim esnasında tesadüfen bu ayetin manasını ben diğer bir hoca efendiden sormuştum.

Bunun için yarım saat kadar mütalaaya [düşünmeye/araştırmaya] ihtiyaç olduğunu söyledi. Ömrünü medariste [medreselerde] ulum-ı diniye [dini ilimler] tedris ve tedrisiyle [okumak ve okutmakla] geçiren bir zat bir kitabın bir satırını Türkçe ifade edebilmek için böyle bir ihtiyaç dermeyan ederse [öne sürerse], millet, efrad-ı millet [milletin fertleri] ne desin? Onun için efendiler, genç neslin beyni yorulmadan, onun her şeyi ahz [almaya] ve özümlemeye müsait [yatkın] elvahı hakikat izleriyle tezyin olunmalıdır [süslenmelidir].

Muhterem efendiler, bu içtimada [toplantıda] söylenen sözler o kadar hissiyatıma, rikkatime mucip [sebep] oldu ki, samiimde [kulağımda] o kadar ilahi bir ahenk vücuda getirdi ki, bunu bozmamak için bir kelime bile telaffuz etmek niyetinde değildim. Fakat huzurunuzun ruhumda hâsıl ettiği gayr-i kabil-i zapt [zapt edilemez] haz ve his beni beyan-ı hissiyat ve efkâra [hissiyat ve fikrimi beyana] sevk etti. Beni dinlemek zahmetine katlandığınızdan, cümlenize [hepinize] teşekkürler ederim.”

Ziyafetten avdetinde halk pek müteheyyiç ve hassas on binlerce kitleler halinde fenerlerle şehri dolaştıktan sonra Reisicumhur Hazretlerinin ikametgâhları önünde toplanmışlar ve Gazi Hazretlerini şiddetle alkışlamışlardır. Halktan birisi Samsunluların Reisicumhur Hazretlerine hissiyat-ı tazimkaranesini arz etmiş ve Gazi Paşa Hazretleri teşekkür etmişlerdir. Halk saatlerce şehrin sokaklarını dolaşarak icray-ı şadımani eylemişlerdir. [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 1, sütun: 3-5

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67478/0207.pdf?sequence=207&isAllowed=y

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 2, sütun: 4

file:///C:/Users/admin/Downloads/0208.pdf

[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 44-48

Continue Reading

Tarihi Toplantılar

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ [SOHBETİ, SÖYLEŞİSİ] ( 16 MART 1923) (2)

Published

on

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce  [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE],  Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Adana’yı üçü cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere dokuz defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Adana’ya ilk defa 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devralmak için, müteakiben Millî Mücadele yıllarında gerçekleştirilen Pozantı Kongresi’ne başkanlık etmek üzere gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda ilk Adana ziyareti 15 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 13 Ocak 1925’te Adana Belediyesi’nin kendisine vereceği hemşehrilik beratı sebebiyle olmuştur. Bunu, 16 Mayıs 1926, 16 Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve Hatay meselesi sebebiyle yapmış olduğu 24 Mayıs 1938’deki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 15 Mart 1923’te başlayan Adana seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA SEYAHATİ”nin, “GAZİ MUSTAPA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ” adlı, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 21 Mart 1923 tarihli nüshası 1 ve 2. sayfalarında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevirilerek sunulmuştur.

***

Arkadaşlar, bir hükûmet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükûmetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, hükûmette gaye nedir? Bunu düşünmek lazımdır. Hükûmetin iki hedefi vardır: Biri milletin mahfuziyeti [korunması], ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükûmet iyi, edemeyen fenadır. Eski Osmanlı hükûmet bu iki gayeyi temin etmiş midir? Bu suale [soruya] kemali katiyetle [kesinlikle] verilecek cevap menfidir [olumsuzdur]. O hükûmet bir defa milleti muhafaza edemediği gibi daima ve daima kırdırmıştır. Bilir misiniz, yalnız son kırk beş seneden beri Yemen’de mahvolan askerlerimiz ve dönmeyen evlatlarımızın adedi bir buçuk milyona karibdir [yakındır]. Balkanlar’ı, Suriye’yi, şurayı burayı düşününüz.

Birçok yerlerde bekçilik yapmak için öldürülen hadsiz hesapsız evlatlarımızı düşününüz. O hükûmetin bu milleti nasıl doğrattığını anlarsınız. O hükûmet birinci gayesini yapamadı. Bari ikinciyi yaptı mı; bari kalanlar mesut ve zengin midir? Bunu hiç düşünmeye mahal yok. Maatteessüf [ne yazık ki], memleket baştan nihayete kadar harabezardır [harabeliktir]. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok, hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir fakrı sefalet içindedir.

İşte eski hükûmet tarzı milleti bu halde bıraktı. Çiftçi arkadaşlar, herkes sizler gibi vicdanlı, saf ve nezih kalpli olsaydılar, onlara eski hükûmetin fenalığını anlatmayı zaid addederdim [lüzumsuz sayardım]. Fakat kendisini malumatlı zanneden birtakım akılsız ahmaklar, vicdansız hainler var. Bunlar, benim fena olarak izah ettiğimi, size iyi olarak anlatacaklardır. Onlara verilecek cevabın ne olması lazım geldiğini sizlere terk ediyorum.

Şimdiki şekli hükûmetimiz [hükûmet şeklimiz], bizim için en iyi ve en muvafık [uygun] olanıdır. Henüz üç buçuk dört yaşında olan bu hükûmetin, bu müddet zarfında yaptığını vahidi kıyas [ölçü] olarak alınız ve aynı vahidi [ölçüyle] bundan sonrayı da tedkik edin [inceleyin]. Bu tarzı hükümetin [hükûmet tarzının] dört senede ne yaptığını düşününce, bundan sonra da ne yapabileceğini anlarız. Dört senelik kısa bir zaman içinde mevcudiyeti milliyemizi [milli mevcudiyetimizi], şerefimizi, haysiyetimizi kurtardık. Bütün dünyaya karşı yalnız bugünkü mevcudiyetimizi muhafaza ile kalmadık, asırların omuzlarımıza yüklettiği seyyiatı [suçları] da temizledik ve onların faili olmadığımızı cihanı beşeriyete [insanlık dünyasına] fiilen ispat ettik. Vak’a [gerçi] bu tarzı hükümet, bu kısa müddet içinde milleti müreffeh ve mesut yapamadı. Bin türlü mihnet ve meşakkatler içinde ilk adımlarını atan bu hükûmet tarzının semeratını [semerelerini] henüz maddi bir halde görmüş değiliz. Lakin yapılan şeyler bize, yapılacak şeyleri de pek güzel gösteriyor. Hepimiz vicdanlarımızda en kuvvetli kanaatler ve emniyetlerle biliyoruz ki, milletimiz behemehâl zengin, müreffeh ve mesut olacaktır. Hükûmetimizin tarz ve mahiyeti bu gayeyi temine kâfidir, kefildir ve kudreti iyidir.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri, bundan sonra iradei milliyeden [milli iradeden], milletin hâkimiyetini artık kimseye vermeyeceğinden, hâkimiyetin bir millet için hayat, namus ve her şey olduğundan, artık [1] milletin namus ve hayatını başkasına tevdi edemeyeceğinden [veremeyeceğinden], bu milletin elinden hâkimiyetini almak isteyen hain ve gafalikarların [aldatıcıların] artık muvaffak olmalarına imkân olmadığından bahisle sözü kendi haklarında gösterilen tezahürata naklederek dediler ki:

Gerek bu gece burada ve gerek dünden beri her yerde, muhterem hemşehrilerim Adanalıların hakkımda gösterdikleri çok kıymetli, çok hararetli ve samimi takdirat [takdirlerden] ve teveccühattan [teveccühlerden] bütün mevcudiyetimle mütehassıs ve minnettarım.

Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. (Alkışlar) Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muvaffakiyetler barizse, inkılabat [inkılaplar] calibi dikkatse [dikkat çekiciyse] her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin. (Şiddetli alkışlar)

Paşa Hazretleri bundan sonra milletteki tesanütten [dayanışmadan], fikir, his ve azim birliğinden, bu üç şeydeki birlikle muvaffakiyete erdiğimizden, milletin bir kitlei tesanüt [dayanışma halinde bir kitle] olması sayesinde Yunanın denize döküldüğünden ve bundan sonraki mücadelede de bu tesanüdü [dayanışmayı] daha ziyade kuvvetlendirmeye ihtiyacımız olduğundan bahsederek nutuklarına ber-vech-i ati [aşağıdaki gibi] devam ettiler:

Üç dört sene evvel mübreni teşebbüsatımda [teşebbüslerimin başlangıcında] kuvvetli sözler söylemiştim. Bu milletin derecei kabiliyetini [kabiliyet derecesini] yakından ve içinden görmek itibariyle kuvvetli sözler söylemiştim. O zaman onları hafif telakki eden [hafif kabul eden] hafif dimağlı [beyinli] kimseler vardı. Fakat sırf milletimizin ruhundaki büyük kabiliyete güvenerek vukuundan evvel söylediğim o sözlerin, hakayık ve fiiliyat [hakikatler ve fiiller] ile maddeten teyit ettiğini olunduğunu görmekle bahtiyarım. (Alkışlar) Hiçbir sözümde milletime karşı ricat vaziyetinde kalmadım. Onları söylerken bir hayalperest gibi, hayal terennüm eden bir şair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi. Yine aynı anasıra [unsurlara] güvenerek siz muhterem çiftçilere katiyetle söylüyorum ki, atiye [geleceğe] ait söylediklerimde kolaylıkla kabili husulünde ve husul bulacaktır. (Alkışlar ) Yeter ki birbirimize olan emniyet ve itimat kaybolmasın.

İyi biliniz ki, bu emniyet ve itimadı ihlale say olanlar [çalışanlar] vardır. Sizi iğfal [aldatmak] ve izlal etmek [küçük düşürmek] isteyenlere açıkça sorunuz: Hâkimiyeti milliye [milli hâkimiyet], istiklal [bağımsızlık] ve devlet mefhumlarında [kavramlarında] fikriniz nedir? diye açıkça sorunuz. Biliniz ki, o iğfalkârlar [aldatıcılar] açık sözden kaçınırlar. Onlar kulaktan kulağa söylemeyi tercih ederler. Siz onlara (fısıldama istemiyoruz) deyiniz. O hainlerin fısıltısı kısılsın, millet her şeyi açıkça öğrensin ve açıkça sorsun.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri badehu [ondan sonra] harp ve barış hakkındaki kanaatlerini izah ettiler: “Behemehâl [ne olursa olsun], şu ve bu sebepler için milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Ben milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı (ölmeyeceğiz) diye harbe girebiliriz. Lakin hayatı millet [millet hayatı]  tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.

İnşallah iyi ve şerefli bir barış yapacağız. Barışın imzasıyla önümüzde bir çalışma devri açılacak. O zaman Türkiya Büyük Millet Meclisi vazifei tarihiyesini [tarihi vazifesini] ikmal etmiş [tamamlamış] olacağı için, tabiatıyla yeni intihabat [seçimler] yapılacaktır. Muhterem çiftçiler, yeni intihabı [seçimi] çok mühim bir vatan meselesi olarak telakki [kabul] ediniz. Çünkü bundan sonra içtima edecek [toplanacak] olan meclisin memlekete, millete yapmaya mecbur olduğu vazifeler çok güç, çok ağır, çok mühimdir. İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ferasetine, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları intihap ediniz [seçiniz]. Ancak bu sayede Meclis sizin arzularınızı ifaya [yerine getirmeye], layık olduğunuz refahı temin kudretine malik [sahip] olacaktır. Bana gelince, millet beni tekrar intihap ederse [seçerse], bu yeni meclise dâhil olurum. O zaman vazifemi emniyetle yapabilmek için, bir Halk Fırkası teşkili emelindeyim. Fırkanın programını zamanı lazımında [lazım geldiği zaman] bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerler olursa onları da bana bildirirsiniz. Ben de tashih ederim [düzeltirim]. İstiyorum ki, o program şahsi olmasın, bütün milletin programı olsun.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri vaziyeti siyasiye [siyasi vaziyet] hakkında aynen aşağıdaki sözleri söylemişlerdir:

Devletlere verdiğimiz son mukabil [karşı] cevabı biliyorsunuz. Basit, meşru, hayati olan şartlarımızı devletler kabul etmezler de bizi harbe sevk ederlerse, sakın telaş etmeyiniz. Emin olunuz ki, o zaman belki şimdikinden daha kuvvetli bir devre nail olacak, daha müsait şerait [şartlar] temin edeceğiz. Ordularımızın maddi ve manevi tertibatı, hudutlarımızın [sınırlarımızın] her tarafında maddi ve manevi teminatı istihsale [elde etmeye] kâfi bir kudrettedir.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri çiftçilere teşekkür ederek daha müsait zamanlarda kendileriyle hususiyet dairesinde etraflı görüşeceklerini temin eyleyerek iki saat on beş dakika devam eden nutuklarına şu cümle ile nihayet verdiler:

Muhterem çiftçiler, sizler hepimizin babamızsınız, hepimizin efendimizsiniz.”

Şiddetli ve sürekli alkışlarla hitam bulan bu nutuktan sonra Paşa Hazretleri ve refikaları Hanım Efendi yanındaki odaya geçerek bir müddet istirahat ve hazırun ile hususi musahabelerde bulundular. Sonra Adana Esnaf Cemiyetinin ziyafeti için tekrar salona geçtiler. Paşa Hazretleri ertesi sabah hareket edecekleri için muhtelif cemiyetler ve müesseseler tarafından verilmek istenen birçok ziyafetler geri kaldığı gibi esnaf cemiyetlerinin ziyafeti çaya kalbedilmiş ve ayrıca vakit olmadığı için bu çay ziyafeti aynı gecede ve aynı Türk Ocağı binası dâhilinde verilmiştir. Çiftçilerin ziyafeti hitam bulduktan ve Paşa Hazretlerine muhtelif esnaf reisleri birer birer takdim edildikten sonra yeniden salonda toplanıldı. Büyük salonun içi çiftçilerin yemek zamanında olduğu gibi hıncahınç dolu idi. Çaylar içildikten sonra Adana Esnaf Cemiyeti Heyeti İdare Reisi Ahmed Remzi Bey tarafından bir nutuk irad edilerek ancak bir senedir faaliyete başlayan cemiyetin tarzı teşkili ve mesaisi hakkında malumat verildi. Adana’da esnaftan her sınıfın birer reisi olduğu ve bu reislere şeyh denildiği ve şeyh miktarının kırka yakın bulunduğu, hükumete nizamnamesi verilerek bu esnaf cemiyetlerinin heyeti umumiyesinden mürekkep bir cemiyet teşkil edildiği, cemiyetin yedi kişilik bir idare heyeti bulunduğu, ancak bir senedir faaliyete başlayan cemiyetin esnaf için gerek şahşi gerek mesleki ve umumi menfaatler temin ettiği anlatıldı. Ezcümle cemiyet bir Çırak Mektebi açmıştır. Mektebin üç mualliminin maaşını esnaf temin ediyor. Mektepte 200’den fazla talebe vardır. Bu çıraklar gündüz dükkânlarda çalışıyor, geceleri muayyen zamanlarda da ders görüyorlar. Sonra cemiyet Cuma tatilini bütün Adana’ya umumi bir surette teşmil ve bunu bir senedir muntazaman tatbik ediyor. Remzi Bey bu Cuma tatilini kabul ettirmek için uğradıkları müşkülatı anlattı. Böyle haftada bir gün tatilin gâvur âdeti olduğu hakkında maatteessüf Büyük Millet Meclisi azasından bulunan bir zatın Camii Kebir’de vaaz verdiğini, birliği tehlike ve tefrikaya ilka için yapılan bu gibi propagandalara rağmen bütün esnafın umumi bir mazbata ile Cuma tatilini kabul ettiklerini bildirdi. Sonra esnaf cemiyetinin yaptığı ve yapmakta olduğu diğer hizmetlere geçti. Cemiyet kuyumculuk, makinistlik, kunduracılık, terzilik gibi alelekser ağyar elinde bulunan sanatlarda onların yerini dolduracak Müslüman sanatkârlar yetiştirdiğini ve bir taraftan da faaliyetle böyle sanatkârlar yetiştirilmekte olduğunu, hiçbir kuvvetin artık cemiyeti bu ulvi gayesine varmaktan men edemeyeceğini anlattıktan ve cemiyetten görülen diğer bir istifade olarak belediye intihabatında cemiyet namzetlerinden iki azanın belediyeye girmiş olduğunu ve diğer intihabatta dahi cemiyetin müessir ve münevver bir amil olduğunu zikrederek şu cümle ile nutkuna hitam verdi: “Biz Adana Esnaf Cemiyeti, siz aziz milletimizin göstereceği hak yolunda daima beraber yürüyeceğiz.” Şiddetle alkışlanan bu samimi ve tabii ifadeli nutka Paşa Hazretleri atideki mukabil hitabeyi irad buyurdular:

Adana’nın muhterem sanatkârları, hepinizi samimiyetle, takdirle, muhabbetle selamlarım. Arkadaşımızın verdiği izahattan fevkalade memnun oldum. Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayat malik olamaz. Böyle bir millet ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Hatta kastettiğim manayı bu söz de ifadeye kâfi değildir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Yalnız şunu söyleyeyim ki biz milletlere ferden sanatkâr yetiştirmek kâfi değildir. İnsanlar ferdi olarak çalışırlarsa muvaffak olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara öyle bir hacet vermiştir ki her insan hem cinsi insanlarla çalışmaya mecbur ve mahkûmdur. Bu iştiraki faaliyet adeta bir ihtiyacı ilahi olunca, maksatları birleştirmenin nasıl zaruret olduğunu kolayca anlarız. İlk hakikat olarak anlarız ki, herhangi sanatta emniyetle terakki [ilerleme] arzu edilirse aynı meslek ve sanatta bulunan insanların mütesanit [dayanışma] bir şekil altına girmesi lazımdır. Sizlerin bir sene evvel kendi sanatlarımız dâhilinde birer şekil aldığınızı işitmek ve teşkil ettiğiniz cemiyetle bu şekillerin böyle umumi [genel] bir mecmua [toplam] husule getirdiğini görmek, benim için en ciddi ve fahravar [şeref verici] bir bahtiyarlıktır. Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkûmdur. Birçok unsurlar felaketin derecesini fark etmez. Fark ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lazım geldiğini tahmin eyleyemez. Artık tarihe karışan Osmanlı hükümeti, maatteessüf [ne yazık ki] [ümitsizliğe düşmüş] ve müteessir olmuştu [üzülmüştü]. Onların nazarında asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkârları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem Kanuni Sultan Süleyman, askerlerinden bir Türk ve Müslümanın saraç sanatına sahip olduğunu görünce fevkalade meyus [gözünde] sanatkârların gayrimüslimlerden olması müreccahtır [tercih edilirdi]. Onlar sanattaki hayat menbalarını [kaynaklarını] başka milletlerin elinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asil milletimiz sanattan mahrumdu. Sanatkârlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden derecede sanatta mahir değildi. Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki: Adana’mıza müstevli [istilacı] olan anasırı saire [diğer unsurlar]; şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz, haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. (Şiddetli alkışlar) Gerçi bu güzel memleket kadim [eski] asırlardan beri çok kere yabancı istilalarına maruz kalmıştı. An [aslında] Türk ve Turani olan bu ülkeleri İraniler zapt etmişlerdi. Sonra bu yerler İranileri mağlup eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle memalik [memleketler] taksim edildiği vakit Adana kıtası da Selefkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istila etmiş, sonra Şarki [Doğu] Roma, yani Bizanslılar eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları kovmuşlar; en nihayet Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırktaşlar buraya gelerek memleketi, hayatı sabıka ve asliyesine [eski ve asli hayatına] iade ettiler. (Alkışlar) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin [asli sahiplerinin] elinde takarrür etti [karar buldu]. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir. Arkadaşlar, bu memlekette, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salahiyeti olmadığı gibi, bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden [düşen] bir vazifedir. Sanatın ehemmiyetini takdir etmeli ve bu takdirin de bugünün icabatına [icaplarına]  göre lazım gelen vesaite [vasıtalara] tevessül ile [girişmekle] olacağını anlamalıyız. Sizler ki çok çalışıyorsunuz, çok çalışanlar o nispette havaya, sükûna, istirahate muhtaçtır. Cuma günlerini teneffüs ve tatil günü yapmakla çok makul bir iş yapmış oldunuz. Bu, haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için, hem de din icabı olarak lüzumludur. Biliyorsunuz ki, şeriatta cuma namazından maksat, herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslamların umuma [genele] ait meseleler hakkında dertleşmeleri idi. Cuma günü tatil yapmak şeriatın da emri icabıdır. Bu kadarcık bir hakikati size herhangi bir zatın, mebus olsun, ben olayım, hacı olsun, hoca olsun (bu yapılan şey dine aykırıdır) demesi kadar küstahlık, dinsizlik, imansızlık olamaz. (Takdir sadaları)

Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar, bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki, alelekser [çoğunlukla] din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim dinin icabatını [icaplarını] öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esasatını [esaslarını] anlatmaya kâfidirler.

Buna rağmen hafta tatili dine mugayirdir [aykırıdır] gibi, hayırlı ve akla, dine muvafık [uygun] meseleler hakkında, sizi iğfal [aldatmaya] ve izlale [küçük düşürmeye] çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulemasıyla müftehirdir [iftihar etmektedir]. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin. (Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?) deyiniz. Fakat sureti umumiyede  [genel olarak] buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar [ölçü] vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık [uygun] olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaati ammeye [kamunun menfaatine] muvafıktır, biliniz ki, o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa [uygunsa] kimseye sormayın; o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği [uygun düştüğü] bir din olmasaydı ekmel [en mükemmel] olmazdı, ahir [son] din olmazdı. (Çok doğru sadaları)

Arkadaşlar, cemiyetinizi teşkil edeli henüz bir sene olmuş. Bir sene uzun bir zaman değildir ve düşününüz ki, bu bir seneyi de harp içinde geçirdiniz. Buna rağmen bir sene içinde elde ettiğiniz neticelerden memnun ve müsterih [rahat] olmalısınız. İnşallah harp muvaffakiyetle biter. Sulh [barış] günleri gelecektir. Çalışmanızın semeratını [semerelerini] asıl o zaman göreceksiniz. Yalnız gördüklerimizle iktifa etmeyelim [yetinmeyelim]. Bu görgü bugün için kâfi değildir.

Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete hayat ve saadet verecek sahalarla lüzumu kadar iştigal ettirilmemiş; kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlar. Hâlbuki bizi mahvetmek isteyenler sanatın her şubesinde terakki etmişlerdir [ilerlemişlerdir]. Bugünkü tezgâhla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir. Kendi derecemizi bilelim. İnsaflı olalım. Neyi öğrenmek lazımsa onu öğrenelim. Bize din de Allah da bunu emrediyor.

Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri [yorumu] yapanların maksadı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır [beyinledir].

Bu gece milletin hakiki tabakasına mensup siz esnaf ve sanatkârlarla bir sofrada bulunmakla çok memnun ve mesudum. Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkârların ufak dükkânlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır. Bir senelik faaliyetiniz, yaptığınız teşkilat bana bu neticeye varacağımız emniyetini verdi. Şimdiden memnuniyetimi izhar [beyan] ederim.” [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 21 Mart 1923, No: 769, s. 1, sütun: 1-6

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0258.pdf?sequence=258&isAllowed=y

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 21 Mart 1923, No: 769, s. 2, sütun: 1-6

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0259.pdf?sequence=259&isAllowed=y

[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 209-219

 

Continue Reading

Tarihi Toplantılar

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ [SOHBETİ, SÖYLEŞİSİ] (16 MART 1923) (1)

Published

on

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’yi görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce  [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE],  Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Adana’yı üçü cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere dokuz defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Adana’ya ilk defa 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devralmak için, müteakiben Millî Mücadele yıllarında gerçekleştirilen Pozantı Kongresi’ne başkanlık etmek üzere gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda ilk Adana ziyareti 15 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 13 Ocak 1925’te Adana Belediyesi’nin kendisine vereceği hemşehrilik beratı sebebiyle olmuştur. Bunu, 16 Mayıs 1926, 16 Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve Hatay meselesi sebebiyle yapmış olduğu 24 Mayıs 1938’deki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 15 -17 Mart 1923’te gerçekleşen Adana seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA SEYAHATİ”nin, “GAZİ MUSTAPA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ” adlı, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 21 Mart 1923 tarihli nüshası 1 ve 2. sayfalarında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevirilerek sunulmuştur.

—***—

Adana seyahatinden bir müşahede: Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleriyle çiftçi Ramazan Ağa nasıl bir düşünüyorlar ve bir duyuyorlar?

Paşa Hazretleri diyorlar ki: Dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır; biri kılıç diğeri saban, vasıtası yalnız kılıç millet bir gün girdiği yerden kovulur, hakiki fütuhat sabanla yapılandır. Kılıç ve saban! Bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup oldu. Türkiya bir eliyle silah kullanırken diğerinde sabanı idare ettiğinden kurtuldu.

—***—

Tarsus, 17 (AA) – Adana’da ikinci gün [16 Mart 1923] akşamına kadar muhtelif müessesatı [çeşitli kurumları] ziyaretle geçirildi. Öğleden evvel kumandanlık dairesi, hastaneler ve Darulmuallimin ziyaret edilmişti. Paşa Hazretleri, Cuma namazını Camii Kebir[Ulu Camii]’de eda eyledi. Namazdan sonra Muallimler Derneği’nin Mektebi Sultani’de verdiği 150 kişilik öğle ziyafetine gidildi. […]

Ziyafeti müteakip Adana izcilerinin yemin merasimi icra edildi. Pek mükemmel bir manzara arz eden, herkesin ve Paşa Hazretleri’nin takdirlerini celp eyleyen [kazanan] Adana izcileri, Kumandan Kenan Bey’in kısa ve izciliğinn maksat ve gayesi hakkındaki bir nutkundan sonra izci nizamnamesi mucibince [icabınca]  lazım gelen yemin Büyük Başbuğ’un huzurunda hep bir ağızdan yapıldı ve Gazi Paşa tarafından izciliğin kıymetine, vatanın kendilerinden beklediği hizmete dair mukabeleten veciz bir nutuk irat edildi. […] Adana’nın iplik ve bez fabrikaları da ziyaret edildikten sonra gece Türk Ocağı’nda çiftçiler tarafından verilen ziyafete gidildi. Bu gece Adana’nın en unutulmaz bir gecesi oldu. Bütün tarihimizde hiç görülmeyen ulvi bir halk gecesiydi. Sarıklı, şalvarlı çiftçiler Paşa’nın veçhesindeki [karşısındaki] karşısındaki mevkilere oturdular. Her taraftan öz halk kitlesiyle muhat bulunuşu [kuşatılmış bulunuşu] Paşa’yı fevkalade memnun ediyordu. Yemek samimi hasbıhaller içinde yenildi. Bu ziyafetin gözleri yaşartan ulviyetinden bir fikir vermek için çiftçilerden ihtiyar Ramazan Ağa’nın Paşa ile konuşurken söylediği bazı cümleleri naklediyorum:

Bre Paşam, iki gündür yüzünüzü görmek için oradan oraya koşuyoruz. Nihayet çok şükür bu gece karşınızdayız, konuşuyoruz. Şu ihtiyar hayatımda bundan sevinçli bir gece görmedim.

Paşa’nın Türk çiftçisinin mevkiinin her mevkiden yüksek olduğu hakkındaki sözleri üzerine Ramazan Ağa dedi ki:

Her şeyi biz veririz, büyükleri biz büyütürüz. Sonra da onlardan birinin yanına girmek isteyen bizi dipçikle kovarlar. Fakat şimdi o devirlerin geçtiğini, bizim hakikaten efendi olduğumuzu anladık. Mademki en büyük adamımızla karşı karşıya bir sofrada yemek yiyiyoruz.

Paşa’nın çok çalışkan olan Türk çiftçisinin zengin de olması hakkındaki kıymetli fikirlerini teyit için de selim akıllı ihtiyar çiftçi şöyle dedi:

Benim şimdi çiftim çubuğum var; zenginlerden sayılıyorum. Herkes de beni akıllı biliyor ve bana akıl danışıyor. Hâlbuki evvelce fakirdim; 25 yaşında iken deli diye alay ediyorlardı. Sen servetin kerametine bak ki deliden akıllı yapıyor.” İşte Paşa Hazretleri gerek Ramazan Ağa ve gerek diğer çiftçilerle bir saatten fazla böyle açık ve samimi konuştular.

[…] Çiftçilerle bu samimi hasbıhal devam ederken Adana gençlerinden Ramazanzade Kemal Bey çiftçiler namına ayağa kalkarak kuvvetli ve canlı kısa bir nutuk irat etti:

Ne ulvi manzara!” hitabıyla başlayan bu nutukta, Paşanın çiftçilere gösterdiği bu muamele ile onları nasıl yükselttiğini, artık kendi mevkiinin azametini bilen, benliğini ve izzeti nefsinin duyan Anadolu köylüsünün tacidarlara kölelik etmeyeceğini, artık şimdiye kadar sarayların ve müsriflerin hazinelerini doldurmakla mükellef olan Anadolu çiftçisinin hakiki hedefini bulduğunu, artık kendi eline geçen hâkimiyeti hiçbir ferde vermeyeceğini anlatarak şu sözlerle hitabesine nihayet verdi:

Türk çiftçisi bir elinde silah ve bir elinde saban olduğu halde milletinin istiklal ve hâkimiyeti için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyeceğine büyük Gazilerinin huzurunda ahd ediyor.” (Şiddetli alkışlar) ve yeminlerle karşılanan bu nutuk ve ahidden sonra, Paşa Hazretleri ayağa kalktı, iki saat devam eden atideki kıymetli hitabeyi irat eyledi:

Aziz çiftçi kardeşlerim!

Diyebilirim ki, hayatımda yaşadığım en ulvi, en sade, en mesut ve samimi gece bu gecedir. Çünkü bu gece çok derin hürmetlerle, muhabbetlerle merbut [bağlı] olduğumuz milletimizin ekseriyeti azimesini [büyük çoğunluğunu] teşkil eden çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada onların emekleriyle husul bulmuş ekmeği onlarla beraber yiyoruz. (Alkışlar) ve (Var ol) sadaları [sesleri].

Arkadaşlar, dünyada fetihlerin iki vasıtası vardır: Biri kılıç, diğeri saban. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı faydalı buluyorum. Zaferinin vasıtası yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, terzil [rezil] edilir, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişaniyeti o kadar azim [büyük] ve elim [acı] olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve esir bir halde kalabilir. Onun için hakiki fütuhat [fetihler] yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında takarrür ettirmenin [sağlam bir şekilde yerleştirmenin], millete istikrar vermenin vasıtası sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup oldu. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün müşahedeleri [gözlemleri] bunu teyit ediyor.

Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun hikmeti asliyesi [asıl hikmeti] şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin ekseriyeti azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.

Arkadaşlar; felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım amiller [etkenler] vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu amillerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin intibah [uyanış] ve vakarını [ağırbaşlılığını] bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli netayici [neticeleri] nihayet bizim milletimizde de bu havassı tevlit eyledi [duyguları doğurdu]. Kemali [tam] emniyetle

söylerim ki, milletimiz baştan başa böyle bir intibaha [uyanışa] nail olmuş, tamam ve kamil bir millet halindedir. Vuzuhla [açıklıkla] ve kemali iftiharla [büyük övünçle] ilan ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu havassı [duyguları], bu idraki sayesinde kazandı. Milletleri yükselten bu havassa [duygulara] bir amil [etken] daha ilave edelim:

İntikam hissi… Milletlerin kalbinde hissi intikam [intikam hissi] olmalı. Bu, alelade bir intikam değil, hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların mazarratlarını [zararlarını] izaleye [gidermeye] matuf [yönelik] bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet, acz ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık hassasının zevalini [bitişini] ilan etmektir.

Arkadaşlar, milletleri kurtaran bu havas [duygu] ve amillerin [etkenlerin] inkişafını [gelişmesini] en ziyade çiftçilerimizden temin etmeliyiz. Çünkü çiftçi ve çoban, bu millet için anasırı aslidir [asli unsurdur]. Vak’a [gerçi] diğer anasırlar [unsurlar] bu anasırı asli [asli unsur] için lazım ve faydalıdır. Lakin hiçbir vehme kapılmadan bilmeliyiz ki, o anasırı asli olmazsa diğer anasır da yoktur.”

Paşa Hazretleri, bundan sonra topraklarımızın kıymetinden ve bilhassa Adana vilayetinin toprağındaki feyizden [verimlilikten] bahsetti [söz etti] ve bunun derecesini anlatmak için Mısır’la mukayese etti ve dedi ki:

Hemşerisi olmakla müftehir bulunduğum [iftihar ettiğim, övündüğüm] bu vilayetin kuvve-i enbatiyesindeki [verimlilik derecesindeki], toprağındaki serveti anlatmak için Adana ile Mısır arasında ufak bir mukayese yapacağım. Bilirsiniz ki, Mısır toprağı feyziyle [bereketiyle], münbit [verimli] ve mahsuldar olması ile “Altın yuvası” denmekle tanınmıştır. Hâlbuki güzel Adana’mız hiçbir vakit Mısır’dan aşağı değildir. Bunu anlamak için muayyen [belirli] birkaç noktayı işaret edeceğim. Bildiğime göre, Mısır’ın asıl kıymetli sahası olan delta kısmı 16 bin kilometrekaredir. Hâlbuki Adana’nın aynı kıymette bulunan toprakları 50 bin kilometrekaredir. Bu saha içinde ovalar parçası ile Seyhan ve Ceyhan arası 20 bin kilometrekaredir. Görüyorsunuz ki, yalnız bu kısım bile mesaha [ölçü] itibariyle Nil Deltası’ndan büyüktür. Sonra Mısır topraklan asırlardan beri işlene işlene çok eskimiştir. O topraklar yorgundur, ancak gübre ve fen sayesinde kuvvetini muhafaza edebilmektedir.   Hâlbuki Adana topraklan henüz genç, dinç, her türlü feyze [berekete] hazır ve amadedir. Mısır toprakları vesaiti fenniyeden [fenni vasıtalardan] istifade edebilmek sayesinde ancak bire on veriyor; hâlbuki Adana, alelade ve basit hallerde bire on daima vermektedir. İtina edildiği takdirde bire yirmi, otuz verebilir. Adana’nın Mısır’a müreccah [üstün] hassaları yalnız bunlardan ibaret değildir. Bizim vilayetimiz, denizli, körfezli, limanlı, ovalı, dağlı, tepeli, güneşli, yağmurlu, sıcaklı, serinli muhtelif iklimlerin heyeti umumiyesinden [hepsinden] mürekkep [meydana gelen] bir mecmuadır [toplamdır]. Bu mecmua [toplam] içinde hububata ait havastan [hassalardan] başka, Mısır, bu vilayetin ormanlarında yetişen keresteden mahrum bulunmaktadır.

Bu vilayetin ağnam [koyunlarından] ve hayvanlarından Mısır mahrumdur. Meyvelerin her nevi [türü] Mısır’da yetişmez. Bu itibarla da Adana’mız Mısır’a müreccahtır [üstündür].

Arkadaşlar, buraya kadar Adana ile Mısır arasında hep göğüslerimizi kabartacak, bizi şükür ve iftihara sevk edecek mukayeseler yaptım. Bir de elem verecek makûs mukayeseler de var. Onları da söyleyeyim. Biliyorsunuz ki, Mısır’ın hayatı Nil’dir ve Nil’in membaı hayat [hayat kaynağı] oluşu ise tesisatı fenniye [fenni tesisler] sayesindedir. Adana’yı da üç büyük nehir erva ediyor [suluyor]. Fakat bu nehirler ilim ve fennin o tesisatından mahrum olduğu için, taşkınlar da fayda yerine zarar veriyor. Gayri muntazam [muntazam olmayan] cereyanlar yüzünden nakliyat münkatı [kesik], hâsıl olan bataklıklar yüzünden ovalar sıtmalıdır. Bu hastalıklar yüzünden halk çalışmaya gayri muktedir kalıyor ve vilayetin nüfusu azalmaya mahkûm oluyor. Demin dedim ki, Adana vilayetinin yalnız ova ve nehirler arası bile Mısır’dan fazladır. Hâlbuki bir de her iki kıtanın nüfusunu düşününüz. Adana’daki 400 bin nüfusa mukabil [karşılık] Mısır’da on beş milyon nüfus var. Bunun dokuz milyonu Adana ovasından daha küçük olan Mısır deltasında bulunuyor. Demek ki, deltanın nüfusu Adana ovasından yirmi misli fazladır. Ve demek ki, bu feyizli vilayetin ovaları daha yirmi misli nüfusu müreffeh, mesut, zengin etmeye kâfidir. Bu nüfusu bugünkü şeraiti tabiiye ve müşküle [doğal ve müşkül şartlar] içinde az zamanda temine imkân yoktur. Tezyidi nüfusa [nüfusu artırmaya] ait bütün tedbirlerimizi ittihaz etmekle [almakla] beraber bu tedabir [tedbirler] ne kadar geniş ve kuvvetli olursa olsun, bu nüfus boşluğunu telafiye kâfi değildir. Bu boşluğu ancak makine ile telafi edeceğiz.

Arkadaşlar, Adana vilayeti bir devleti başlı başına idareye kâfi bir servet membaıdır [kaynağıdır]. Harbi Umumi’den evvel Mısır yedi buçuk milyon kantar pamuk istihsal ediyordu [üretiyordu]. Bu pamuk 35 milyon altın lira getirirdi. Vüsatı [genişliği], kuvvesi inbatiyesi [toprağının verimliliği] itibariyle Mısır’dan aşağı kalmayan Adana’nın bu miktarda pamuk istihsaline [üretmesine] hiçbir mani [engel] yoktur. Adana senevi [senelik] 35 milyonu yalnız pamukla pekâlâ temin edebilir. Biz bunların inşallah hepsini temin edeceğiz. Yalnız bunun için bir şeye ihtiyaç vardır: İktisadiyatımızda istiklali tam [tam bağımsızlık]. Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketi harabeye sürükleyen esbabı muhtelife [muhtelif sebepler] içinde en kuvvetli ve en ehemmiyetlisi, iktisadiyatımızda istiklalden [bağımsızlıktan] mahrumiyetimizdir. Şayanı şükür hamddir [şükre ve hamda değerdir] ki, bu istiklali bugün fiilen istihsal etmiş [elde etmiş] bir mevkide bulunuyoruz. (Alkışlar ) Ancak fiilen sahip olduğumuz bu istiklali düşmanlarımıza şeklen ve resmen de tasdik ettirmek lazımedendir [gereklidir]. Devletin ve milletin son hedefi işte bu noktayı temine matuftur [yöneliktir]. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı teminde muvaffakiyet hâsıl olacaktır. Bu nokta o kadar hayati ki, onu behemehâl [mutlaka] elde edeceğiz. Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu mesailde [meselelerde] alayişli [gösterişli] müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar. Lakin iktisadi esaretle bizi felce uğratırlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisaden elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan rical memnundu. Çünkü zahiren [görünüşte] azametli bir bağımsızlık temin etmişlerdi. Fakat hakikati halde [gerçekte] milleti manen hafren meskenete [fakirlik çukuruna] atmışlardı. Bunlar iktisadi mahkûmiyeti gayri müdrik [idrak etmeyen] bedbaht hayvanlardı. Fakat artık bugün milletimiz hayat noktasının nerede olduğunu pek güzel anlamıştır. Bilhassa Adana’nın münevver [aydın] halkı, bu hakayıkı [hakikatleri] çok iyi idrak etmekte bulunuyor.

Arkadaşlar, şimdiye kadar büyük muzafferiyetler kazandık. O zaferleri hayat için, saadet için, milletin refahı için kâfi sandık. Bu suretle gafletten gaflete düştük. Hâlbuki zafer ve fütuhattan [fetihlerden] sonra derhal sanat ve iktisadiyat sahasında seri hatvelerle [adımlarla] yürümek lazımdı.

Bilirsiniz, Ruslar İsveç’in mahkûmuydu. Büyük Petro çok kanlı mücadelattan [mücadelelerden] sonra Rus istiklalini temin etti. Fakat istiklali kurtarır kurtarmaz derhal memleketin içinde ziraat ve sanatı asırların icabatına [icaplarına] göre yürütmeye tevessül etti [girişti]. Bizler de selameti hakikiye [hakiki selamete] ermek istiyorsak, çok kan dökerek kazandığımız muzafferiyetlerden sonra çok fedakârlık yaparak, ziraat, ticaret, sanat sahasında emniyetli adımlarla yürümeye bakalım.

Paşa Hazretleri, burada kağnı ile otomobile, yelken gemisiyle vapura rekabet edilemeyeceğini memleketimizdeki vesaitin [vasıtaların] ne iptidai [ilkel] mahiyette bulunduğunu, medeniyetten nasıl geri kaldığımızı, bu vesaitsizlik yüzünden Amerika unlarına rekabet edemediğimizi, milletin kendi sevahilindeki [sahillerindeki] ırktaşlarını besleyememesindeki acılığı anlattıktan ve yalnız kendimizi bilmek değil etrafımızdaki komşuları, milletleri ve onların hangi vesaitle mücehhez [donanmış] olduğunu da bilmek lazım geldiğini ve bugün İslam Âleminin ne halde bulunduğunu izah ettikten sonra dediler ki:

Arkadaşlar!

Milletimizin içinde bulunduğu bu gafletin sebebi aslisi [asli sebebi] nedir? Bu millet ki asırların gafleti içinde en nihayet gözünü açtığı zaman, kendini ademi mezarının [yokluk mezarının] kenarında bulmuştu. Bir an ve bir adım daha, artık ebediyen gözünü açmamaya mahkûm kalacaktı. Bundan sonra inşallah milletin intibah [uyanık] gözleri bir daha kapanmayacak, artık bundan sonra o gözler nurlu, şuleli ve dikkatli kalacaktır. Fakat bunun böyle olmasını temin için eski halin sebebi aslisini [asli sebebini] aramak ve bir daha tekrarına meydan bırakmamak lazımdır.

Bizi mezara götüren o sebebi asli nedir? Bunu hiç şüphesiz mahiyeti idaremizde [idaremizin mahiyetinde] aramalıdır. Demin arkadaşımız Ramazan Ağa çok güzel izah etti: Ben hiç mektep, medrese görmedim, cahilim, kusura bakmayındedi. Keşke mektep, medrese görmeyenlerin hepsi Ağa Hazretleri gibi olsaydı. Çünkü kendileri çok âlimce ve daha hakiki malumat sahibidir. Ümmi olan Ramazan Ağa, cahil olmadığını demin muhasebemiz [sohbetimiz] esnasında pek güzel ispat etti. Ezcümle [bu arada] demiştir ki:

Eski Osmanlı hükumeti sopaya malikti [sahipti]. Biz çalışırız, mahsulatımızı [mahsullerimizi] elimizden alırlar. Yine karşımızda sopayı görürdük. Dinleyecek makam yoktu. İşitirdik. Birtakım insanların sarayları, cariyeleri varmış, onların başında sultan varmış. Meğer bizim bütün memalikimiz [mal ve mülkümüz] onlarınmış. Bizi her şeyden mahrum eden meğer o saraylar, o sultanlarmış.

Evet, arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca hu milleti gaflette bıraktılar. Onu nura koşmaktan men ettiler. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fütuhata [fetihlere] kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fütuhatta hiçbir emeli millisi [milli emeli], arzuyu vicdaniyesi [vicdani arzusu] ve menfaati yoktu. Onların hırsı, şan ve şerefi için, bu milletin evlatları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra onların saraylardaki debdebe ve daratı [gösterişi] temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakirliğe, harabeye, nihayet ölümün kıyısına götürdü. İşte bu tarzı idareye [idare tarzına] padişahlık idaresi denir. (Kahrolsun bu idare sadaları) Arkadaşlar, bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük. Bugün eski idareden büsbütün ayrı yeni bir Türkiya devleti var. Bunu idare eden, Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükûmeti‘dir. Kemali cesaretle [büyük bir cesaretle] diyebiliriz ki, bugün bir halk hükumetimiz vardır. Bu halkın mukadderatı artık ebediyen bu halkın elindedir. (Alkışlar) Vak’a [gerçi] bugün bu hükûmetin bütün prensiplerini, bütün usullerini bu yeni idarenin icabatına göre tatbik edemedik. Lakin insafla düşünmeli, yeni idarenin hayatı kaç seneliktir ve nasıl bir zamanda doğdu ve nasıl şeraitle [şartlarla] büyüdü?

Continue Reading

En Çok Okunanlar