(20 Mart 1923)
GİRİŞ
Türk Ocakları, Osmanlı Devleti’nin çok milletli sosyal yapısında Türklük bilincinin artması sonucunda bir kültür derneği olarak İkinci Meşrutiyet döneminde 25 Mart 1912’de İstanbul’da kurulmuştur.
Türk Ocakları; Türk tarihi, dili ve sanatının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, gelişmesi ve yaygınlaşması için faaliyetlerde bulunmuş; millî kültür unsurlarının genç kuşaklara aktarılmasına öncülük etmiştir.
İmparatorluktan millî devlete geçiş döneminde Türk Ocakları, Türk halkının birlik ve beraberlik duygularını ortaya çıkaran çalışmalarda bulunmuş, Millî Mücadele sırasında bütün üyeleriyle birlikte Gazi Mustafa Kemal’in yanında yer almıştır. Cumhuriyet döneminde millî devletin kuruluşuna katkıda bulunan Türk Ocaklarının Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da yardımlarıyla şube ve üye sayısı hızla artmıştır. Türk Ocakları, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ziyaretlerine, konuşmalarına ev sahipliği yapmış ve Türk İnkılabının en büyük destekçisi olmuştur.
Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk Ocakları şubelerine yaptığı ziyaretlerde millî birlik, kültür, dil, din, tarih, ekonomi, eğitim, inkılaplar ve sağlık gibi konularda konuşmalar yapmıştır.
Mersin’deki ziyaretlerini bitiren Gazi Mustafa Kemal, eşi ve beraberindeki heyetle birlikte Konya’ya hareket etmiş, 20 Mart 1923’te Konya’ya gelmiştir. Üç gün Konya’da kalan Gazi Mustafa Kemal, bu sürede birincisi Hükumet Konağı’nda, ikincisi Türk Ocağı’nda, üçüncüsü Hilal-i Ahmer Hanımlar Şubesinin çay ziyafetinde ve dördüncüsü Sultani Mektebi’nde olmak üzere dört önemli konuşma yapmıştır.
Konyalı gençler, 20 Mart 1923 gecesi Türk Ocağı’nda çay ziyafeti düzenleyerek Gazi’yi davet etmişlerdir. Bu daveti memnunlukla kabul eden Gazi Mustafa Kemal, beraberinde eşi Latife Hanım, Kılıç Ali, Salih Bozok, İsmail Habib Sevük, Recep Zühtü ve yaveri olduğu hâlde alkışlar arasında Türk Ocağı Salonu’na gelmiştir.
Konya Türk Ocağı Reisi Süreyya Bey tarafından yapılan kısa fakat azimli bir “Hoş Geldiniz!” konuşmasında, Gazi Paşa’nın inkılaptaki ulvi himmeti üzerinde ısrar edilerek bu milletin asırlardan beri taçlı ve taçsız birtakım şahsın esir ve eciri olarak yaşadığı, bundan kurtulmak için kendisine yol gösteren olmadığı, nihayet bu çıkmaz yola Millet Meclisi’nin başında bulunan Gazi Paşa’nın bir nihayet verdiği, yapılan mesut inkılabın neticesine kadar icap ederse gençliğin canını vermekte Paşa’nın küçücük bir işaretiyle tereddüt etmeyeceği, harpte olduğu gibi bu sahada da kanını akıtmaktan çekinmeyeceği bildirilmiştir. Bu konuşmaya Gazi Paşa Hazretleri aşağıdaki heyecanlı ve kudretli hitabe ile mukabelede bulunmuşlardır.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, 20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağı’nda yaptığı konuşma Osmanlı Türkçesi ile Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinin, 26 Mart 1923 tarih ve 773 numaralı nüshasında, s. 1, sütun: 5-6 ve s. 2, sütun: 1-6’da yayımlanmıştır. Gazi Paşa’nın yaptığı konuşma çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
—***—
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
“Muhterem gençler,
Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden ve izhar olunan muhabbet ve emniyetten dolayı ocak azay-ı kiramına [değerli üyelerine] suret-i mahsusada [özel olarak] teşekkür ederim.
Arkadaşlar,
Hakikaten bu millet asırlarca kendi arzusu hilâfında, milletin amal ve menafi hilâfında olarak sevk ve idare edilmiş, millet hiçbir devre-i tarihiyede meftur [yaratılmış] olduğu kabiliyeti inkişaf ettirecek saha-i mesaiye malik olamamıştır. Ve bu adem-i mazhariyet [mazhar olamamak] yüzünden birçok felâketlerin zebunu [zayıfı, güçsüzü, acizi] kalmıştır. O acı felâketler, milleti mevte kadar isal edebilecek mahiyeti haizdi. Şayan-ı teşekkürdür ki en son ölüm darbeleri millette en hayati intibahları tevlide medar oldu. Ancak o sayededir ki, üç buçuk dört senedir milletin hemahenk [uygun, ahenkli] mesaisi neticesindedir ki millet cümlemizi memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan muzafferiyata, muvaffakiyata ve tevfikiyata mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu intibaha [uyanışa], bize kendimizi bulduran bu hakiki teyakkuza [uyanıklığa] daha evvel malik bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selâmetimiz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son badirelere düşmeyerek dünyanın en bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek derece-i temeddünde [medenileşmede], en parlak mertebe-i kemalde, en şanlı izzet-i ikbalde iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darebatı [darbeleri] karşısında kendi benliklerini bularak o darebatı geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki intibaha bedel, çok derin gafletler içinde puyan [koşan] olup gelmişizdir.
Arkadaşlar,
Her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü muzafferiyatı pek parlak olmakla beraber henüz milletimizi hakiki hâlasa mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz, zafer-i istihsalde olduğu gibi aynı himmetle, aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki asıl gayeye vasıl olacağız. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan esbap ve avamili tahlil etmek, meydana çıkarmak, vird-i zeban [diline dolama, unutmama] etmek lâzımdır. Bu hakayiki, vicdan-ı milletin kulağına isal etmek, bu hakayiki milletin vicdanına iyice hakketmek [kazımak] için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lâzımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan esbab-ı mütenevvia [çeşitli sebepler] arasında hakiki noktayı, bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki bütün sefaletlerimizin sebeb-i kat’isi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan mürekkep olan cemiyetler her şeyden evvel bütün fertleriyle sâlim bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, sakim [hasta], sehif [bozuk] olan bir heyet-i içtimaiyenin bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki bütün İslâm Âlemi’nin cemiyat-i içtimaiyesinde hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki şarktan garba kadar İslâm memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zincir-i esaretine geçmiştir.
Bu fikrimi izah etmek arzusuyla biraz daha tafsilat vermek isterim. Hepinizce malumdur ki, Cenab-ı Peygamber ahkâm-ı hususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif akvam [kavimler] vardı. Din-i İslâm’ı bütün beşeriyete kabul ettirmek için, fisebilillah sell-i seyfeden [kılıç çeken] mücahidin-i Arap, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli mazilerine ve örf ve ananelerine sahip birçok akvamı, Türkler, İraniler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi akvamı az zamanda daire-i İslâmiyet’e aldılar. Yine fennen, ilmen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şey alınca, devleti bütün esasatiyle tekabbül [kabul] etmekte, hazmetmekte, duçar-ı müşkülat oluyor. Daima uzun bir mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor, daima asırlık medeniyetinin kendi bünye-i içtimaiyesinde takarrür [karar kılma, yerleşme] ettirdiği itiyadata [alışkanlıklara], itikadata [inançlara] merbut [bağlı] kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskisinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esasatiyle kendinde mevcut eski esasatın mezcedildiğini [karıştırıldığını] görüyoruz. Bu kaide-i tabiiye, kabul-i İslâm eden milletlerde de aynen tecelli eyledi. Din-i mübin-i İslâm’ın çok ulvi, çok kıymetli, esasat ve hakayikini bu milletler olduğu gibi almamakta muannit [inatçı] bulundular. İslâmiyet’in ilk parlak devirlerinde mahsul-i mazi [geçmişin ürünü] olan adat-ı sakime [hastalıklı adetler] bir zaman için kendini göstermeye ve ika-ı nüfuza [nüfuz etmeye] muktedir olamamışsa da biraz sonra hakayik-i İslâmiye’ye temessük [tutunma, sarılma], esasat-ı İslâmiye’ye tevfik-i harekât etmekten ziyade mazinin mevrusatından [geçmişin miraslarından] olan adat [1] ve itikadatı dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden cemiyet-i İslâmiye’ye dâhil birtakım kavimler İslâm oldukları halde sükûta, sefalete, inhitata maruz kaldılar, mazilerinin sakim ve batıl itiyadat ve itikadatiyle İslamiyet’i teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ettikleri ve bu suretle hakikat-i İslâmiye’den uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.
Bu akvam-ı İslâmiye’nin içinde bizim milletimiz olan Türkler ananat ve teamül-i milli itibariyle sakim şeylere malik değillerdi. Türk ananat-ı içtimaiyesinin pek çoğu hakikat-i İslâmiye’ye mutabık veya yakındı. Lakin Türkler bulundukları saha, yaşadıkları menatık [bölgeler] itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle hâl-i temasta idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletler o zamanki medeniyetleri ise tefessühe [çürümeye, bozulmaya] başlamıştı. Türkler bu milletlerin sakim adatından [hastalıklı âdetlerinden], fena cihetlerinden müteessir olmaktan men-i nefs [kendini koruma] edememişlerdir. Bu hâl kendilerinden müşevveş [karışık, düzensiz, karmakarışık], gayr-i ilmî, gayr-i insanî zihniyetler tevlidinden hâli kalmamıştır. İşte sükûtumuzun belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.
Yine biliyorsunuz ki İslam Âlemi’ne dâhil cemiyat ile Âlem-i Hristiyaniyet kitleleri arasında birbirini kâfir gören bir husumet mevcuttur. İslamlar, Hristiyanların, Hristiyanlar İslamların ebedî düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp nazarıyla baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve husumetle yaşadı. Bu husumetin neticesidir ki İslam Âlemi garbın her asır bir şekil ve reng-i nevin [yepyeni renk] alan terakkiyatından uzak kalmıştı. Çünkü ehl-i İslam o terakkiyata adem-i tenezzülle [tenezzül etmeksizin], nefretle bakıyordu, aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden husumet ilcasiyle [mecbur etmesiyle, zorlamasıyla] İslam Alemi silahını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahla bu iştigal [meşguliyet] daimî, hissî husumetle garbın teceddütatına [yenilenmelerine, yeniliklerine] adem-i iltifat [iltifat etmemek], inhitatımızın [düşüşümüzün, çöküşümüzün] esbap ve avamilinden diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa münevveranımızın çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazar-ı itibara alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar terakki edemeyişimizin, en son kademede kalışımızın, unutmayalım, memleketimizin baştanbaşa bir harabe oluşunun sebeb-i aslisidir. İnhitatımızın bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam Âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden mürekkeptir. Biri ekseriyeti teşkil eden avam, diğeri ekalliyeti teşkil eden münevveran. Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azime başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında zıddiyet-i tamme [tam zıtlık], muhalefet-i tamme [tam muhalefet] vardır. Münevveran kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevk etmek ister, kitle-i halk ve avam ise bu sınıf-ı münevvere tâbi olmak istemez, o da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver telkinle, irşatla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül eder, halka tahakküm ve tecerrübe [zor kullanma] başlar, halkı istibdatta bulundurmaya kalkar. Artık burada asıl tahlil-i noktaya geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz, neden?
Arkadaşlar,
Bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir intibak olmak lazımdır. Yani sınıf-ı münevverin halka telkin edeceği mefkûreler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur. O münevverlerin telkinleri milletimizin amik-i ruhundan [ruhunun derinliğinden] alınmış mefkûreler midir?
Şüphesiz hayır, münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibariyle şu hatamız da vardır ki tetkikat [incelemelerimize] ve tetebbuatımıza [araşrtırmalarımıza] zemin olarak alelekser [çoğunlukla] kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz.
Münevverlerimiz milletimi en mesut millet yapayım der, başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı esbap ve şerait birini mesut ettiği hâlde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lakin unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.
Milletimizin tarihini, ruhunu, ananatını sahih, sâlim, dürüst bir nazarla görmeliyiz. İtiraf edelim ki hâlâ ve hâlâ münevveranımızın gençleri arasında halk ve avama tetabuk [uygunluk] muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki tetabuku [uygunluğu] tevlit etmek lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil [hızlandırma, çabuklaştırma] etmesi, biraz da münevverlerin çok hızlı gitmemesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade münevverlere teveccüh [düşen] eden bir vazifedir.
Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında iyice takarrür [kararlaştırma] ettirmeli, onları halk tarafından iyice kabil-i hazım [hazmedilebilir] ve kabil-i kabul [kabul edilebilir] bir hâle getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitvarım ki gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü elim dersler, yakın senelerin en kesif vakayi ile meşbu [dolu] oluşu, devrimizin gençlerini eski devrin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla vakayiin şahidi, binaenaleyh gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç misli nispetinde vakaya şahit olduğu için, her gencimizi üç misli yaş sahibi addedebilir [sayabilir], onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli telakki [kabul] edebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek faal, memlekete hadim ve azim ve imanla mücehhez [donanmış] olarak vazifelerini bihakkın [hakkıyla, tamamıyla] ifa edeceklerine eminim.
Arkadaşlar,
Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, terakkiye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hadim olduklarına kani olursa her türlü hareketi derhal kabule amadedir. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete emniyet [güven] bahşetmesi [vermesi] lazımdır.
Bunun için de mefkûremizi vuzuhla [açıklıkla] ifade etmeliyiz, onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz. Şahsi menafimizden, hasis emellerimizden tecerrüde [vazgeçmeye, sıyrılmaya, uzaklaşmaya] ancak böyle canlı ve alevli mefkûre sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübedide [tecrübe sahibi] ihtiyarları, ruh-ı İslamiyet’e vakıf hakiki ulemay-ı kiramla beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır.
Fakat bütün hüsn-i niyetlere, gösterilen bütün sebata, azim ve metanete, ibraz edilen bütün vahdet [birlik] ve tesanüte [dayanışmaya] rağmen yine en güzel, en musip [isabetli], en doğru zihniyetleri ve mefkûreleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün efrad-ı millet [millet fertleri] çok şedit mukabelede bulunmalıdır. Hepimiz için öylelerine karşı kahir bir kitle-i vahdet şeklinde tecelli etmekliğimiz en zaruri bir lazıme-i vicdaniyedir.
Zira bu hususta müfsitlik yapacak insanlara müsamaha göstermek, alicenap ibraz etmek [alicenaplık göstermek] eser-i terbiye değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik değildir ve siz de olmamalısınız (Alkışlar).
Arkadaşlar,
Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayan-ı hürmet bir mevki sahibi olması için o milletin yalnız âlim ve mütefennin [teknik bilgi sahibi, fen âlimi] bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lazımdır ki, o da o milletin muayyen [belirli] ve müspet [olumlu] bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan fertler ve böyle fertlerden mürekkep milletler hiçbir dakika hakiki bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler fesat ocağı olurlar. Şunun, bunun oyuncağı ve şunun bunun esiri olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış olan ve elan mukaddes ateşlerle yanan ve alevi her mensup olanın kalp ve vicdanını münevver kılan Türk Ocaklarının esas gayesi, millete böyle müspet bir seciye [karakter] vermektir. Türk Ocakları, milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül [üşenme, tembellik, ilgisizlik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki bir milliyet prensibi vardır, bir de bunu inhilale [dağılmaya] sevk eden nazariyat vardır. Lakin yine bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, milliyet fikrini, milletlerdeki milliyet mefkûresini inhilale [çözülmeye, dağılmaya, erimeye] sai [çalışma, faaliyet] olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat [gözlemler] hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül [bilmezden gelme] edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir [hakaret etme], tezlil [hor görme] ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela biz kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve hareketimizle gösterelim, bilelim ki millî benliğini bilmeyen bu milletler başka milletlerin şikârıdır.
Mevcudiyet-i milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım, böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi [karşı duvardaki levhayı işaret ederek] Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, ikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telakki ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili [engeli] derhal devirdiğimiz gün, hâlas-ı hakikiye [gerçek kurtuluşa] vasıl olacağız ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler sayesinde bu hâlasa vasıl olacağımıza emin olabiliriz.” (Şiddetli alkışlar)
Paşa Hazretlerinin sürekli alkış tutanları içinde hitam bulan bu nutkunu müteakip Türk Ocağı azasından Operatör Eyüp Sabri Bey Paşa Hazretlerine tahriren okuduğu bir sual sordu.
“Milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din irşadiyle mükellef telakki eyleyen bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi tedabir alınmıştır?”
Mealinde olan bu suale Paşa Hazretleri yeniden ayağa kalkarak atideki cevabı verdiler:
“Bu suali soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada tenkit edeceğim, sualleri mühimdir. Vuzuha [açıklığa] malik değildir. Evvela soruyorum. Bu suali sorarken bu ibham [belirsizlik, kapalılık] bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden bahsederken adem-i vuzuha [muğlaklığa] sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve ibhamdan [kapalılıktan] ari [uzak] olarak bahsetmeliyiz. Ben kendilerinin sualini izah edeyim: Buyurdular ki bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir, fakat bazı insanlar vardır ki hakikati idrak edecek kadar mütekâmil [olgun] değildir. Bu sebeple halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka muzır [zararlı, zarar veren] fikirler vererek, halk için müfsit [ifsat eden, bozan] mevkiinde kalabilirler, bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer sual böyle irat edilseydi, işte burada hazırun [hazır bulunanlar] içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, vesair mesleklerden ve sınıflardan zevat var, şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik.
Her şeyden evvel şunu en iptidai [temel] bir hakikat-i diniye olarak bilelim ki bizim dinimizde bir sınıf-ı mahsus [özel sınıf] yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bir din inhisarı [tekelciliği] kabul etmez. Mesela ulema, behemehâl [mutlaka] tenvir [aydınlatma] vazifesi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz bunu katiyetle men eder. O hâlde biz diyemeyiz ki bizde bir sınıf-ı mahsus vardır. Diğerleri dinen tenvir hakkından mahrumdur, böyle telakki edersek kabahat bizde, bizim cehlimizdedir. Hoca olmak için, yani hakayik-i diniyeyi [dini hakikatleri] halka telkin etmek için, mutlaka kisve-i ilmiye [ilmi kisve] şart değildir. Bizim ulvi dinimiz her Müslim ve Müslimiyeye amme taharrisini [ilmin araştırılmasını] farz kılıyor ve Müslim ve Müslime ümmeti tenvir [aydınlatmak] ile mükelleftir.
Efendiler,
Bir fikri daha tashih [düzeltmek] etmek isterim, milletimiz içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin bihakkın iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil kisve-i ilmiye altında hakikat-i ilimden uzak, lüzumu kadar taallüm [öğrenme, öğrenilme] edememiş, tarik-i ilimde [ilim yolunda] layıkı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Seyahatlerimde birçok hakiki, münevver ulemamızla temas ettim. Onları en yeni terbiye-i ilmiye almış, sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. Ruh ve hakikat-i İslamiye’ye [İslam’ın ruh ve hakikatlerine] vakıf olan ulemamızın hepsi bu mertebe-i kemaldedir [olgun mertebededir]. Şüphesiz ki bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlara karıştırmak musip [isabetli] olmaz.
Efendiler,
Hakiki ulema ile dine muzır [zararlı] ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Hazreti Peygamberin zaman-ı saadetlerinde, Peygamberimizin irtihalinden sonra Hulefay-ı Raşidin hazeratının zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazret-i Peygamberin irşadiyle [yol göstermesiyle] İslam olan Hulefay-ı Raşidinin tenviriyle [aydınlatmasıyla] selamette bulunan kitle-i ümmet arasında hakiki nezahet [temizlik], kalb-i hürmet, ulvi bir irtibat vardı. Vakta ki Muaviye ile Hazret-i Ali karşı karşıya geldiler, ne vakit ki Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazret-i Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine mefsedet [fesatlık, münafıklık, bozgunculuk], İslamlar arasına münaferet [nefret etme] girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En mütehakkim [zorba] hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde sıfat-ı hilafeti de takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet ettiler, ihtiras ve istibdatlarını terviç [destekleme] için hep sınıf-ı ulemaya müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün âlimler hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara inkıyat [boyun eğme, kendini teslim etme] etmediler, onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat hakikat-i hâlde âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün, haris [hırslı] ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafık-ı dindir [dine uygundur] diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara [dilencilere, arkasından sürükleyenlere] iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların mebguzu [nefret edilmişi, sevilmemişi, düşmanı] oldu.
Üç buçuk dört sene evveline kadar berhayat [sağ, diri] olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hud’alardan [aldatmalardan, oyunlardan, hilelerden, dalaverelerden] istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller ibrazına [göstermeye] lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun bağiler [serseriler] sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada suali soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Ulema içine böyle hainleri himaye, şeni [aşağılık, fena, kötü] hareketlerini şer’a tatbik, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti izlal [küçük düşürme] ve iğfal [aldatma] eden âlimlerin-onlar için bu tabiri kullanmak istemem-böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki dört halifeden sonra din daima vasıta-i siyaset, vasıta-i menfaat, vasıta-i istibdat yapıldı. Bu hâl Osmanlı tarihinde böyle idi. Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şuray-ı enzar-ı tefekkürünüze [görüşlerinize] arz ederim ki böyle adi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, terzil [rezil] edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Devlet-i Abbasiye’nin sonuncusu biliyorsunuz ki bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara delalet [yol gösteren] eden hoca namlı hainler hep bu akıbete duçar olmuşlardır. Böyle yapan hulefa ve ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize layetenahi [sonsuz] misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin tezvirine ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pekâlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız için bu intibahı [uyanışı], bu teyakkuzu [uyanıklığı], onlara karşı bu nefreti, halası hakiki anına kadar bütün kuvvetiyle hatta mütezayit [çoğalan, artan] bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi [olumsuz] istikamette atacakları bir hatve [adım], yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. (Alkışlar)
Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan bahasına, en nihayet elde ettiği umde-i hayatiyesine kimseyi tecavüz ettirmiyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Teşkilat-ı Esasiyenin mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da fevkinde [üzerinde, üstünde] bir söz söyleyeyim. Farz-ı mahal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” (Şiddetli alkışlar) [2]
—***—
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 1, sütun: 5-6
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 2, sütun: 1-6