Connect with us

Ders Numuneleri

DERS NUMUNE[ÖRNEK]LERİ:

Published

on

İSTANBUL NASIL FETHEDİLDİ?

GİRİŞ

Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası, Türk eğitim tarihi ve eğitim bilimi (pedagojisi) bakımından son derece önemli bir yere sahiptir. Mecmua, Maarif Nezareti adına Dârülmuallimîn öğretmenleri tarafından her ayın on beşinde olmak üzere Şubat 1910 – Mart 1926 tarihleri arasında 69 sayı olarak yayımlanmıştır.

İstanbul Matbaa-i Âmire’de basılan bu Mecmua’nın ilk sayısı Rumi 1325 (Miladi 1910) yılında yayımlanmıştır. Derginin ilk sayısında tarih (gün, ay, yıl) belirtilmediği ve her ayın 15’inde yayımlandığı dikkate alındığında, derginin üçüncü sayısının Rumi 15 Nisan 1326 (Miladi 28 Nisan 1910) tarihinde çıkması sebebiyle Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuasının ilk sayısının 28 Şubat 1910, ikinci sayısının ise 28 Mart 1910 tarihinde yayımlandığı anlaşılmaktadır.

Satı Bey [1], Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası’nın ilk başyazarıdır. Mecmuanın yayımlanma amacı, ilk sayısında “İzah-ı Meslek” başlığı altına açıklanmıştır. [2] Buna göre, mekteplerimizde eskiden beri uygulanan idarî ve eğitim-öğretim yöntemleri ile basmakalıp fikirlere sahip müteşebbis olmayan kişiler yetiştirildiği ifade edilmektedir. Öğrencilerin miskinleşmesine sebep olan ezberci eğitim yöntemlerine son vermek ve mekteplerimizde hür, araştırmacı, girişimci ve haysiyetli kişilikler yetiştirebilmek için mekteplerin idarî ve eğitim-öğretim usullerinde köklü bir değişiklik yapmak gerektiği vurgulanmaktadır. Eğitim sistemimizin düzeltilmesinin kısa sürede mümkün olmayacağı gerçeğinden hareketle bu konuda yoğun bir mesai takip edilmesi gerektiği, hedefe kısa sürede ulaşılabilmesi için her türlü vasıtanın denenmesinin ve azimli bir şekilde çalışılmasının vatanî bir görev olduğu belirtilmektedir.

Tedrisat-ı İptidaiye Mecmuası’nın yayımlanma amacı;  vatanî bir görev olan eğitimimizin ıslahı konusunda basın-yayım aracı olarak faaliyet  göstermek, iptidai eğitiminde takip edilmesi gereken gaye ve bu gayeye ulaşmak için uygulanması gereken yöntemleri herkese tanıtmak ve özellikle sunulacak ders örnekleri ile yeni yöntemlerin uygulama tarzını açıkça ortaya koymak biçiminde ifade edilmiştir.

Mecmua, başlangıçta genel olarak iki ana bölümden meydana gelmiştir. “Malumat-ı Umumiye ve Terbiyeviye” bölümünde bilimsel makalelere yer verilmiştir. “Ders Numuneleri” bölümünde örnek ders etkinlikleri yayımlanmıştır. Ders numuneleri bölümü muhtevasının [içeriğinin] nelerden ibaret olacağı, Mecmuanın ilk sayısında şu şekilde ortaya konulmuştur [3] : “Tedrîsât-ı İbtidâiyye Mecmûası’nın bu kısmı, her derse âid bir takım numûneler ihtivâ edecektir. Bu numûneler hemen kâmilen “Dârülmuallimîn’e mülhak Numûne ve Tatbîkât Mekteb-i İbtidâîsi” derslerinden teşekkül edecek ve yalnız rüşdiyye derslerine âid olan numûneler bu esâsa bir istisnâ teşkil eyleyebilecektir. Bu mektebde, tedrîsât husûsunda “usûl-i keşfî ve tevlîdî”ye riâyet edilmektedir: Öğrenilecek şeylerin takrir edilerek “çocuklara doğrudan doğruya anlatılması” değil, münasip sualler sorula sorula ve bu suallerle muhakemat-ı zihniyeye yollar açıla açıla “bizzat çocuklara buldurulması” usulü takip edilmektedir. Bu usul bizde henüz intişar etmemiş-daha doğrusu, büsbütün meçhul kalmış-olduğu için, bu ders numuneleri-şimdilik-pek mufassal olarak tertip edilecek ve bu suretle tatbikat mektebi derslerinin ruşeni [aydınlık, açıklık] bütün teferruatıyla iraeye [göstermeye] itina olunacaktır.”

Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzeredergide yayımlanacak ders örneklerinin çoğunluğu, Dârülmuallimîn’e bağlı mektepte [uygulama okulunda] uygulanan ve başarılı bulunan çalışmalardır. Daha ilginç ve önemli olan bu ders örneklerinin öğrencilerin buluş yoluyla öğrenmesine imkân sağlayacak nitelik taşımasıdır. Aşağıda, bu ders örneklerinden “İSTANBUL NASIL FETHEDİLDİ?” etkinlikleri sunulmuştur.

—***—

İSTANBUL NASIL FETHEDİLDİ? [4]

Fatih Sultan Mehmet Han

– Siz nerede oturuyorsunuz?

-Yerebatan’da oturuyoruz, efendim.

-Eviniz malınız mıdır yoksa kira evi midir?

-Kendi malımızdır, efendim.

-Öyle ise söyleyiniz bana bakayım. O evi babanız kendisi mi yaptırdı, yoksa hazır mı aldı?

-Efendim, evimiz eskidir, babam yaptırmamış, dedemden kalmış.

-Pekiyi dedeniz kendisi mi yaptırmış, yoksa hazır mı almış?

-Kendisi yaptırmış, efendim. Ninem arada sırada söyler: Bu odanın daha büyük olmasını çok istedimdi. Ama rahmetlik sözümü dinlemedi idi, der.

-Demek ki: Oturduğunuz evi dedeniz kendi yaptırmış. O ev babanıza dedenizden kalmış.

-Şimdi size başka bir şey soracağım: Hepimiz İstanbul’da oturuyoruz, değil mi? Acaba İstanbul bizim malımız mıdır?

-Evet, efendim.

-Hanginizin malı acaba?

-Bütün İstanbulluların…

-İyi düşününüz bakayım! Yalnız İstanbulluların mı?..

-Hayır, efendim. Yalnız İstanbulluların değil, bütün Osmanlıların…

-Öyle ya…  Mesela bütün İstanbullular karar verse… Bu memleketi başka bir devlete satalım dese…

-Hiç der mi, efendim. Onlar vatanlarını sevmez mi?!

-Şüphesiz çocuğum, bu olacak bir şey değil fakat ben söz temsili olarak söylüyorum: Bütün İstanbullular birleşse de İstanbul’u satmak isteseler bile satabilirler mi? Onu soruyorum.

-Yine satamazlar, efendim.

Diğer bir çocuk:

-O vakit bir hareket ordusu gelir, ceza verir.

-Öyle ya, İstanbul yalnız İstanbulluların değil… Selanik de yalnız Selaniklilerin değil… Bursa da yalnız Bursalıların değil… Hiçbir memleket yalnız o memleket ahalisinin değil… Hepsi kimin?

Bütün çocuklar:

-Osmanlıların!..

-Demek ki: İstanbul, bütün Osmanlıların malıdır… Şimdi ne kadar Osmanlı varsa hepsinin İstanbul’da hakkı vardır, hepsi İstanbul’un sahibidir…

-Acaba şimdi yeni Osmanlılar, yani biz, İstanbul’u kendimiz mi yaptık?

-Hayır, efendim. Dedelerimizden bulduk.

-Ya dedeleriniz kendileri mi yaptılar? Bunu da biliyor musunuz, bakayım? Kendileri mi yaptılar, yoksa başka bir devletten mi aldılar?

-Efendim, İstanbul’u Fatih Sultan Mehmet aldı.

-Evet, İstanbul’u dedelerimiz kendileri yapmadı, başka bir devletten aldı. İstanbul, pek eski bir şehirdir. Dünyanın en eski memleketlerinden biridir. İstanbul yapıldığı vakit yeryüzünde daha ne İslam var idi ne de Hristiyan var idi. Tabii Osmanlı Devleti de daha yok idi. İlk Osmanlılar Anadolu’ya geldiği,  Söğüt’te yerleştiği vakit İstanbul’da başka bir devlet var idi. O devletin hali pek berbat idi. Padişahlar, hep eğlencelerle vakit geçirir, ahaliye türlü türlü eziyetler yapardı. Osmanlı padişahlarından birkaçı İstanbul’u almaya uğraştı fakat alamadı. Nihayet Fatih Sultan Mehmet aldı. Acaba nasıl aldı biliyor musunuz?

-Askerle almıştır, efendim.

-Evet, ama asker bir memleketi nasıl alır, bakayım…

-Muharebe ederek alır, efendim.

-Muharebe nedir, nasıl yapılır, orasını biliyor musunuz?

-Asker silah atar, tüfenk atar, top atar, düşman askerini öldürür ve memleketi alır.

-Acaba eski zamanlarda muharebeler böyle mi olurdu? O zamanda top, tüfenk var mı idi?

-Hayır, efendim yok idi. Muharebe hep süngü ile kılınç ile olur idi.

-Bir memleketi almak isteyen askerler o memleketin yanına yaklaşır da içine girmek isterse…

-Memleketindeki askerler bırakmaz, efendim.

-Ne yapar da bırakmaz.

-O da çıkar, kılıncını çeker. Süngüsünü eline alır; gelen askerler muharebe der.

-Ya, asker geceleyin apansız gelirse, herkes uykuda iken memleketi basarsa…

-Efendim, memleketteki asker uyumaz, yine muharebe eder.

-Nasıl olur? Asker de insan değil mi? İnsan uyumadan yaşayabilir mi? Düşmanın ne zaman geleceğini bilse, haydi o zaman bir gece iki gece uykusunu bırakıp düşmanı beklesin… Ama düşmanın ne zaman geleceğini bilir mi ki öyle yapsın?..

-Efendim, asker, yatar ama nöbetçiler yatmaz.

-Aferin çocuğum… Asker yatar ama nöbetçi bırakır, nöbetçiler yatmaz. Düşman gelirse nöbetçiler ne yapar?

-Askere haber verir, onlar kalkar. Silahlanır, düşmanla muharebe eder.

-Ama belki düşman büsbütün apansız gelir; nöbetçiler askeri uyandırıncaya, asker silahlanıp çıkıncaya kadar memlekete girip sokakları tutar… Bu da olabilir ya…

-Efendim, nöbetçi boru çalar, asker hemen silah başına koşar…

-Varsın çalsın, asker silahlanıncaya kadar herhalde vakit geçer. Bu vakit içinde düşman çevik davranırsa etrafı tutabilir.

-Efendim, asker yatmasın… Vatanı muhafaza için uykusuz kalsın… Ne olur?

-Dediğiniz doğru çocuğum. Asker vatanı için yalnız uykusundan değil canından bile geçer. Ama düşmanın ne zaman geleceğini bilmez ki… Belki bir hafta, bir ay, bir sene, birkaç sene geçer de düşman gelmez. Bu kadar vakit asker uykusuz kalabilir mi? Asker düşmanın bir baskın yapmasına meydan bırakmamak için bir çare bulamaz mı?

-….

-Şimdi size başka bir şey sorayım: Gece evinize hırsız girse ne yaparsınız?

-Bağırırız, polis gelir. Alır hapse kor.

-Ya siz bağırmadan evvel hırsız siz öldürürse yahut ağzınızı tıkar da bağırmanıza meydan bırakmazsa?!.

-Efendim, babamın revolveri hırsızı öldürür.

-İyi ama ya hırsız babanız uykuda iken odasına girer de kollarını bağlarsa?

-Efendim, giremez kapı sürmelidir.

-İyi ama hırsız sürmeyi kıramaz mı?

-Kırabilir ama kırarken gürültü olur. Babam uyanır.

-Aferin, demek ki: Evlere geceleyin hırsız girmesin diye ne yapılırmış?

-Kapılar kapanır, sürmelenir.

-Şimdi anladınız mı bakayım: Bir memlekete geceleyin düşman…

-Anladık, efendim: Kapıları kapamalı…

-Ha… İşte öyle yaparlarmış: Şehirlerin etrafını duvar ile sarar, bu duvarda birkaç kapı bırakır, bu kapıları sabahleyin açar, gece oldu mu kaparlarmış. Kapıyı düşman kıramasın diye-pek kuvvetli; duvarı-düşman yıkamasın diye-pek kalın yaparlarmış. Fazla olarak duvarın etrafına-düşman yanaşamasın diye-bir hendek kazar, bunu su ile doldururlarmış. Bundan başka kapıların yanlarına, duvarın şurasında burasında nöbetçi bekletirlermiş. Acaba İstanbul’un etrafında böyle duvar, kapı, hendek var mı?

-…

-İstanbul’un eksi kapılarından hiçbirinin ismini işittiniz mi?

-Edirne kapısı… Ahır kapı..

-Bu kapıların yanında duvar yok mu?

-Var efendim. Hem pek kalın, yüksek…

-Bu duvarlara ne derler bilir misiniz?..  Sur derler, ”kale duvarı” derler..

-Efendim, geçende müzeye giderken gördük. Eski Saray’ın etrafında hep sur var.

-Tamam… Bakınız işte resmi… Bunun gibi daha başka taraflarda da sur var mı, bakayım?

-Kumkapıda da var, efendim.

-Daha…?

-Salkımsöğüt’te de var, efendim.

-Daha başka?.. Kim biliyor?..

-Topkapı’da da var, efendim.

-Daha başka?

-Eyüp’te de var efendim.

-Bu duvarlar, şimdi tamam mıdır, sağlam mıdır?

-Hayır, efendim, yıkıktır. Eski Saray’ınkiler sağlam ama Kumkapı’dakiler yıkık.

Diğer bir çocuk:

-Edirnekapı’dakiler de yıkık, efendim.

-Bunları niçin tamir etmiyorlar acaba?

-Efendim, şimdi surlar işe yaramaz ki… Büyük toplar var, surlar onlara dayanmaz ki…

-Evet, şimdi artık surların, duvarların faidesi kalmadı. Onun için memleketler etrafına sur yapmazlar fakat evveli böyle değil idi; evveli yani toplar daha büyük ve kuvvetli yapılmadan evvel, surların çok ehemmiyeti vardı. Şimdi yıkık gördüğünüz sırların hepsi sağlam idi. İstanbul üç tarafından sur ile çevrili idi. Bu sur, Sarayburnu’ndan başlıyor, Edirnekapı’ya, oradan da Eyüp’e kadar gidiyor idi. İstanbul’un yalnız öbür tarafında-Sarayburnu ile Eyüp arasında sur yok idi; fakat bir taraf deniz olduğu için oradan baskın olmak korkusu da yok idi. O halde İstanbul’u almak kolay mı imiş, dersiniz?

-Hayır, efendim pek zormuş. Üç taraf kale bir taraf deniz!.. Nereden girilecek?

-O vakitler böyle surları ve kaleleri olan bir memleketi almak isteyenler ne yapardı, bilir misiniz? Giderdi, o memleketin her tarafını sarardı, ahalisinin dışarı ile alış verişini keserdi. Acaba niçin böyle yapardı?…

-Onları aç bırakmak için.

-Evet, onları yalnız aç bırakmak, zora sokmak ve böylelikle teslim ettirmek için. Böylelikle bir memleketi sarmaya ne derler bilir misiniz?

-Abluka.

-Abluka, denizden gemilerle sarmaya derler. Karadan sarmaya gelince: Ona muhasara derler. Muhasara.

-Muhasara zamanında iki taraf askeri büsbütün boş durmaz, muharebe eder. Dışarıda olan- yani muhasara eden-asker kapıyı kırarak duvarı yıkarak veyahut duvardan atlayarak içeriye girmeye çalışır; içeride olan-yani muhasara olunan-asker ise taş atarak ateş dökerek bunları yanaştırmamaya çabalar, fazla olarak arada sırada apansız kapıyı açarak dışarıya çıkar, dışarıdaki askerle süngü süngüye muharebe eder, onları püskürtmeye çalışır. Bazen muhasara eden asker başa çıkamaz, muhasaradan vaz geçer, memleketi bırakıp gider. Bazen de muhasara olunan asker aç ve halsiz kalır, kapılarını açıp memleketi teslim eder. Bazen de muhasara eden asker kapıları kırarak veya duvarları yıkarak girer, memleketi alır. Demek ki, o vakte göre bu memleketi almak, o memleketin kapılarını açarak veya yıkarak içine girmek demek idi. Bunun için bir memleketi almaya “feth” yani “açmak” derlerdi. Hala da öyle deniliyor. Onun için İstanbul’un alınmasına “İstanbul’un fethi”, İstanbul’u alan Sultan Mehmet’e de “Fatih Sultan Mehmet” deniliyor.

***

-İstanbul’u fethetmek için de muhasara etmek lazım idi. İstanbul’u fethetmeye karar verdi. Büyük hazırlıklar gördü. İstanbul’u iyice muhasara etmek, İstanbullulara denizden imdat gelmesine meydan bırakmamak için Boğaz içinde de bir kale yaptırdı. O kaleyi biliyor musunuz?

-…

-Rumeli Hisarı’na hiç gittiniz mi?

-Ha, evet efendim. Orada kaleler, duvarlar var.

-İşte resmi. Bakınız onu başta Fatih Sultan Mehmet yaptırdı. Sonra geldi, İstanbul surlarının etrafın asker yerleştirdi. Bir de büyük bir top yaptırdı. Onu da getirdi. İstanbul surlarının önüne yerleştirdi. Bu top pek büyük idi. O vakit yollar şimendiferler olmadığı için bunu ta Edirne’de İstanbul’a kadar getirmek pek zor idi.  Fakat Fatih bu zorluktan kaçmadı. Yüzlerle öküze yüzlerle adama çektire çektire İstanbul’a kadar getirdi. Bakınız resmine: Ne kadar büyük… Ne kadar çok adamlar tarafından çekiliyor! Böylelikle İstanbul’u kara tarafından sardı. Fakat tamam muhasara etmiş oldu mu?

-Deniz tarafı kaldı, efendim.

-Evet, böylelikle deniz tarafı kalmıştı. Orasını da gemilerle sarmak istedi. Gemlerini de getirdi; gemiler. Yüz kadardı fakat onları İstanbul’un önüne geçirmedi. Çünkü İstanbullular Sarayburnu ile Tophane arasına zincir germişlerdi. O vakitki gemiler yelkenli idi, ufak idi. Böyle kalın bir zinciri kıramazdı. Fatih düşündü, taşındı. Bu zincirlerin arka tarafına geçirmek için gemileri, karaya çıkarmaktan ve karada yürütmekten başka bir çare bulamadı. Gemileri Dolmabahçe’den karaya çıkarır ta Kasımpaşa’ya kadar götürürüm, İstanbul’u deniz tarafından da sararım, dedi. Acaba gemileri karadan yürütmek için ne yapmalı idi;  siz olsa idiniz ne yapardınız?

-Efendim, karadan kuyu kazarız, yol açarız, su ile doldururuz. Gemileri yüzdüre yüzdüre geçiririz.

-İyi ama… Böyle büyük bir suyolu kazmak kolay mı? Bunun için ne kadar vakit, ne kadar zahmet lazım, düşünsenize… Gemilerin geçtiği yerler düzlük olsa idi. Haydi ne ise, hâlbuki arada tepeler var. Resme bakınız, buralar ne kadar yüksek… Böylelikle başa çıkılamazdı ki siz olsa idiniz ne yapardınız?..

-Efendim, gemileri kaldırmalı, altlarına tekerlek koymalı, sonra araba gibi çekip yürütmeli…

-Bu da iyi bir fikir… Fakat bunun için kaç bin tekerlek lazım. Geminin ağırlığına dayanabilmek için ne kadar büyük ve ne kadar kuvvetli olmalı…  Fazla  olarak gemilerin altına tekerlek geçirmek, onları havaya kaldırmak kolay mı!..  Hiç kayıkhanelerde gördünüz mü, tamir yapacakları vakit kayıkları karaya nasıl çıkarırlar?

-Efendim, tahtalar kırarlar, gemileri onların üstünde iter, kaydıra kaydıra yürütürler…

-Hah, işte Fatih de öyle yaptı.

Fatih Sultan Mehmet’in karadan gemileri yürütmesi

Bir çocuk:

-Efendim, kolay kaysın diye yağ da sürerler.

-Tamam, Fatih de öyle yaptı. Bir gece o yüzlerce gemiyi karaya çıkarttı. Tahtalar üzerinde kaydıra kaydıra Kasımpaşa’ya kadar götürdü. Oradan tekrar denize indirtti. Bu kolay bir şey mi idi?

-Hayır, efendim, pek zor.

-Öyle ya, adi kayıkları bile çekmek kaydırmak için ne kadar zahmet çekerler, elbette görmüşsünüzdür. Buna göre düşününüz: Yüz kere büyük gemiyi kaydırmak, hem de o kadar uzun bir yoldan geçirmek için ne kadar zahmet çekilmiş olacak! Böylelikle Osmanlılar İstanbul’u deniz tarafından da sarmış oldular. Fatih, karadan top attırıyor, duvarları gülle ile dövdürüyor, duvarların bazı yerlerini biraz yıkıyordu. Fakat İstanbullular da çok uğraşıyor, Osmanlı askeri üzerine ateşli fıçılar atıyor, askerin bu deliklere yanaşmasına meydan bırakmıyorlardı. Sonra gece oldu. O delikleri tekrar taş ile örüyor, duvarı tekrar tamamlıyorlardı. Delikler büyüse asker içeriye daha kolay girecekti. Fakat delikleri büyütmek kabil olmuyordu. Çünkü o vakitki toplar kuvvetsiz idi. Deliği büyütmek için gülle lazım idi. Büyütünceye kadar akşam oluyor, gece geliyor idi. Ertesi gün delik kapanmış bulunuyor, işe yeniden başlamak lazım geliyordu. Fatih düşündü, böyle giderse başa çıkamayacak. Onun için bir gün büyük hazırlıklar gördü. Gündüzden kaleyi top ile iyice döğdürdü. Gece olunca her tarafta ateşler yaktırdı. Ortalığı aydınlattı. Bu aydınlık sayesinde yine gülleler attırdı. Her taraftaki askere hücum emri verdi. Asker uğraşa uğraşa bir delikten içeriye girdi. Kılınç kılınca muharebe etti. Ama nihayet teslim olmaya mecbur oldu. İşte böylece İstanbul Osmanlıların eline geçti.

Fatih Sultan Mehmet İstanbul surları önünde

-Gördünüz mü? İstanbul’u fethetmek ele geçirmek için dedelerimiz ne kadar uğraşmışlar, ne kadar zahmet çekmişler!.. Şimdi biz bu güzel İstanbul’da onların sayesinde yaşıyoruz değil mi?

Bir çocuk:

-Efendim, onlar bize iyilik etmişler, biz onlara Allah rahmet etsin diyeceğiz.

Diğer bir çocuk:

-Efendim ben, Fatih Sultan Mehmet’in türbesini gördüm. Fatih Camiinin yanına babam götürmüştü. Fatiha okumuştu. Ben de Allah rahmet etsin demiştim.

-Acaba İstanbul, fethedildiği vakit böyle mi idi, zannedersiniz?

-…

-İhtiyarlardan işitmediniz mi? Otuz kırk sene evvel İstanbul böyle mi idi?

İstanbul’un kuşbakışı manzara-ı umumiyesi

-Hayır, efendim, o vakit büyük caddeler yokmuş, tramvay yokmuş, bunlar sonradan yapılmış.

-Evet, otuz kırk sene evvel bile İstanbul şimdikinden daha fena imiş, hele yeni fethedildiği vakit ne şimdiki kadar büyükmüş ne de şimdiki kadar güzelmiş. Demek ki: İstanbul’un fethinden sonra dünyaya gelen dedelerimiz de çalışmışlar, İstanbul’u güzelleştirmişler, öyle değil mi?

-Efendim, geçende müzeye gitmiştik, gördük. Eskiler çok akıllı imiş, çok çalışmışlarmış efendim.

-Evet, onlar da çok çalışmışlar, çok akıllı imişler, ama acaba bizden akıllı mı imişler, dersiniz?

-Daha akıllı imişler, efendim. Taşı almışlar, tıpkı insan gibi yapmışlar, burnunu, gözünü, kaşını bile yapmışlar…

-Bakınız, şimdi de şimendiferler, vapurlar yapılıyor; bunlar makine ile yürüyor, uçarcasına gidiyor.  Acaba taşı insan yapımında yontmak mı daha zor, yoksa şimendifer yapmak, katarı kendi kendine yürütmek mi daha zor?

-Evet, şimendifer yapmak daha zor.

-Demek ki: Şimdiki insanlar eskilerden daha akıllıdır. Bizim bildiğimiz şeyler dedelerimizin bildiklerinden daha çoktur. O halde bizden sonra gelecek insanlar da bizden daha akıllı olmalıdır. Mesela siz büyüdüğünüz vakit bizden daha çok şey bilmeli, bizden daha çok şey yapmalısınız, öyle değil mi?

-Ah, efendim. Biz sizin gibi olamayız ki…

-Niçin olamayasınız… Biz isteriz ki siz, çocuklar bizden daha akıllı olsunlar, bizden daha çok iş görsünler.

Bir çocuk:

-Efendim, öyle ise bizim çocuklarımız da bizden daha akıllı olacak…

-Elbette, siz bizden daha iyi olmaya çalışacaksınız, çocuklarınızın da kendinizden daha iyi olmasını isteyeceksiniz. Böyle yaparsanız devletimizin gittikçe ilerlemesine, vatanımızın gittikçe kuvvetlenmesine hizmet etmiş olacaksınız. Devletinin, vatanının ilerlemesine hizmet etmek herkesin borcu değil mi?

-Evet, efendim, hepimizin borcudur.

-Pekiyi, vatanınıza siz büyüyünce bu borcunuzu ödeyebilmek, vatanınıza hizmet edebilmek için şimdiden ne yapmalısınız?

-Çalışmalıyız, efendim.

-Çalışacağız, efendim.

Satı [1]

DİPNOTLAR:

[1]  https://www.biyografya.com/biyografi/13342

https://www.academia.edu/44674941/_Mustafa_Sat%C4%B1_Bey_Sat%C4%B1_el_Husri_BUYUK_EGITIMCILER

[2]  Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası, Rumi:15 Şubat 1326 (Miladi:28 Şubat 1910), Sene: 1, No: 1, s. 1-2, Matbaa-i Amire, İstanbul

http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU2197-01/index.djvu

[3] Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası, Rumi:15 Şubat 1326 (Miladi:28 Şubat 1910), Sene: 1, No: 1, s. 1 (37), Matbaa-i Amire, İstanbul

http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU2197-01/index.djvu

[4] Tedrisat-ı İbtidaiye Mecmuası, Rumi:15 Nisan 1326 (Miladi:28 Nisan 1910), Sene: 1, No: 3, s. 97-105, Matbaa-i Amire, İstanbulhttp://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU2197-01/index.djvu

En Çok Okunanlar