Connect with us

Türk İnanç ve Gelenekleri

DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE KADIN TİPLERİ (2)

Published

on

4. Kadına Sevgi ve Saygı

a. Dede Korkut’ta yer alan erkeklerin, kadınlara karşı derin bir sevgi beslediği, bu derin sevginin göstergesi olarak kadınlara iltifatlar yaptığı görülmektedir. Bu iltifat sözlerinden, kadınların el üstünde tutulduğu ve her zaman güzellikle anıldığı anlaşmaktadır. Bu iltifatların birçok örneği bulunmakta ve en çarpıcısı Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanında görülmektedir:

“Dirse Han evine geldi. Çağırıp hatununa söyler, görelim hanım ne söyler:

Beri gel başımın bahtı evimin tahtı

Evden çıkıp yürüyünce servi boylum

Topuğunda sarmaşınca kara saçlım

Kurulu yaya benzer çatma kaşlım

Çift badem sığmayan dar ağızlım

Kavunum yemişim düvleğim [küçük kavun, güzel kokan küçük kavun]

Görüyor musun neler oldu” (Ergin, 1971, s. 10)

b. Kadına karşı duyulan/gösterilen sevginin diğer bir göstergesi eş/koca baskısının görülmemesi/olmamasıdır. Eş/koca/nişanlı ölme ihtimalinin olduğu bir olaya karışmadan önce kadının üstündeki haklarını/hükümlerini kaldırmaktadır. Erkek, eğer ölürse eşinin normal hayatına devam etmesi yönünde tavsiyelerde bulunmaktadır. Kadının aile ve toplum hayatındaki vazgeçilmezliğini gösteren bencillikten uzak bu anlayış/davranış, Dede Korkut’ta üç defa yer almaktadır.

Birincisi, Kazan Bey’in Oğlu Uruz Bey’in Esir Düştüğü Destan’da, Uruz helalliğinin üstündeki hükmü, bencillik yapmadan kaldırmakta ve kadının normal hayatına devam etmesini istemektedir. Koca baskısı yoktur:

“Üç ayda varmazsam öldüğümü o vakit bilsin

Aygır atımı boğazlayıp aşımı versin

El kızı helâllime izin versin

Bana sakladığı gelin odasına başkası girsin

Anam benim için mavi giyip kara sarınsın

Kudretli Oğuz ilinde yasımı tutsun” (Ergin, 1971, s. 113)

İkincisi, Uşun Koca Oğlu Segrek’in Destanı‘nda, Segrek eşinin üstündeki hakkı/hükmü kaldırmaktadır. Burada koca baskısının olmadığı görülmektedir:

“Kız sen beni bir yıl bekle, bir yılda gelmezsem iki yıl bekle, iki yılda gelmezsem üç yıl bekle, gelmezsem o vakit benim öldüğümü bilesin, aygır atımı boğazlayıp aşımı ver, gözün kimi tutarsa, gönlün kimi severse ona var dedi.” (Ergin, 1971, s. 207)

Üçüncüsü, Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Destanında, Deli Dumrul öldükten sonra eşinin yalnız kalmamasını öğütlemekte ve bütün malını mülkünü başka biriyle rahat yaşaması için eşine bırakmaktadır. Eşinden çocuklarını babasız büyütmemesini dilemektedir. Deli Dumrul, öldükten sonra eşinin ve çocuklarının rahat yaşamasını düşünmektedir. Burada, koca baskısının olmadığı açıkça görülmektedir:

“Sürdü helâllisinin yanına geldi, der:

Biliyor musun neler oldu

Gökyüzünden al kanatlı Azrail uçup geldi

Benim beyaz göğsümü bastırıp kondu

Benim tatlı canımı alır oldu

Babama ver dedim can vermedi

Anama vardım can vermedi

Dünya şirin can tatlı dediler

Şimdi

Yüksek yüksek kara dağlarım sana yaylak olsun

Soğuk soğuk sularım sana içme olsun

Tavla tavla koç atlarım sana binek olsun

Penceresi altın otağım sana gölge olsun

Katar katar develerim sana yük taşıyıcı olsun

Ağıllarda beyaz koyunum sana şölen olsun

Gözün kimi tutarsa

Gönlün kimi severse

Sen ona var

İki oğlancığı öksüz koyma” (Ergin, 1971, s. 130)

Verilen üç örnekte görüldüğü gibi kocalar, baskı ve bencillik yapmadan sevdiklerinin kendilerinden sonra da rahat yaşamasını dilemektedir. Bu durum kadına duyulan sevgi ve saygının bir göstergesi olarak görülmektedir.

c. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı‘nda; kadına duyulan saygının ortaya çıktığı sözler yer almaktadır: Çocuğu olmayan Dirse Han, Tanrı tarafından lanetlendiğini düşünmektedir Bu lanetin sebebini ise sadece karısına yüklemediğinden, lanetin kendisinden ötürü de olabileceğini düşünmektedir. Dirse Han, sadece kadını suçlu görebileceği yerde, bunu yapmamakta ve sorumluluğu paylaşmaktadır. Buradaki kadın-erkek eşitliği anlayışı/davranışı, sağlıklı aile ve toplum hayatının önemli bir göstergesidir.

“… oğlu kızı olmayana Tanrı Teâlâ beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bil dediler. Senden midir, benden midir, Tanrı Teâlâ bize bir topaç gibi oğul vermez nedendir dedi, …” (Ergin, 1971, s. 11)

5. Güçlükleri Çözümleyici Kadın

a. Dede Korkut’ta kadın, aile ve toplum hayatında karşılaşılan güçlüklerin çözümlenmesinde etkin rol oynamaktadır. Erkek, bir güçlükle karşılaştığında kadını danışılacak bir makam olarak görmektedir. Güçlüğün çözümünde, kadının gösterdiği yolu/yöntemi uygulamaktadır. Örneğin; Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı‘nda, Dirse Han üzerlerindeki laneti nasıl kaldırmaları gerektiği konusunda karısına danışmaktadır. Kadın, bilgisi ile Dirse Han’a çözümünü sunmakta ve Dirse Han bu çözümü uygulmaktadır. Ardından kadının getirdiği çözüm ile güçlük ortadan kalkmakta ve lanet bozulmaktadır:

“… oğlu kızı olmayanı kara otağa kondurun, kara keçe altına doşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin, onun ki oğlu kızı olmaya Tanrı Teâlâ  ona beddua etmiştir, biz de beddua ederiz demiş. Ben varınca gelerek karşıladılar kara otağa kondurdular, kara keçe altıma döşediler, kara koyun yahnisinden önüme getirdiler, oğlu kızı olmayana Tanrı Teâlâ beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bil dediler. Senden midir, benden midir, Tanrı Teâlâ bize bir topaç gibi oğul vermez nedendir dedi. Söyledi:

Han kızı yerimden kalkayım mı

Yakan ile boğazından tutayım mı

Kaba ökçemin altına atayım mı

Kara çelik öz kılıcımı elime alayım mı

Öz gövdenden başını keseyim mi

Can tatlılığını sana bildireyim mi

Alca kanını yer yüzüne dökeyim mi

Han kızı sebebi nedir söyle bana

Müthiş gazap ederim şimdi sana

Dedi.

Dirse Hanın hatunu söylemiş, görelim ne söylemiş. Der: Hey Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme, yerinden kalk, alaca çadırını yer yüzüne diktir, attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kes, İç Oğuzun Dış Oğuzun beylerini başına topla, aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar, tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver, dilek dile, olur ki bir ağzı dualının hayır duası ile Tanrı bize bir topaç gibi çocuk verir dedi.

Dirse Han dişi ehlinin sözü ile büyük bir ziyafet verdi, dilek diledi. Attan aygır, deveden erkek deve, koyundan koç kestirdi. İç Oğuz, Dış Oğuz beylerini başına topladı. Aç görse doyurdu. Çıplak görse donattı. Borçluyu borcundan kurtardı. Tepe gibi et yığdı, göl gibi kımız sağdırdı. El kaldırdılar, dilek dilediler. Bir ağzı dualının hayır duası ile Allah Teâlâ bir çocuk verdi. Hatunu hamile oldu. Bir nice müddetten sonra bir oğlan doğurdu.” (Ergin, 1971, s. 10-12)

Burada, aile hayatında sadece erkeğin sözünün geçmediği, aynı zamanda kadının da en az erkek kadar sözünün geçtiği görülmektedir. Özellikle kadının çözüm yolunu göstermesi ile güçlüğün çözümlenmesi, kadının bilgeliğini pekiştirmektedir.

b. Begil Oğlu Emren’in Destanı‘nda; Begil, Han’ı ile yaşadığı sıkıntıyı eşine anlatmaktadır. Bu sıkıntı karşısında eşinin kendisine sunduğu yolu/yöntemi uygulamakta ve sıkıntıyı çözmektedir. Bu örnek, kadının bilgeliğini pekiştirmesi bakımından dikkat çekmektedir.

“Hatun der: Yiğidim bey yiğidim, padişahlar Tanrının gölgesidir, padişahına asi olanın işi rast gelmez, arı gönülde pas olsa şarap açar, sen gideli hanım çapraz yatan alaca dağların avlanmamıştır, ava bin gönlün açılsın dedi. Begil baktı hatun kişinin aklı, sözü iyidir. Cins atını çektirip sıçradı bindi, ava gitti.” (Ergin, 1971, s. 188)

6. Alp Kadın

a. Dede Korkut’ta kadın, aile ve toplum hayatında anneliği, fedakârlığı, hoşgörüsü ve kahramanlığı ile kendisini göstermektedir. Kadın, erkeklere söz geçirmesi, kılıç kuşanması ve kendi başına karar verebilmesi ile erkekten bağımsız etkin bir karakter olarak görünmektedir. Bu özelliklere sahip kadın, “alp kadın” olarak adlandırılmaktadır. Alp kadın tipi ilk olarak Dirse Han Oğlu Buğaç Han Destanında yer almaktadır. Dirse Han ile gönderdiği oğlunu dönüşte Dirse Han’ın yanında göremeyen anne üzüntü içine düşmektedir. Ne olduğunu araştırmakta ve gerekirse kendisinin harekete geçebileceğini ifade etmektedir:

“… Dirse Hanın yüzüne baktı. Sağ ile soluna göz gezdirdi, oğlancığını görmedi. Kara bağrı sarsıldı, bütün yüreği oynadı, kara süzme gözleri kan yaş doldu. Çağırıp Dirse Hana söyler, görelim hanım ne söyler:

Beri gel başımın bahtı evimin tahtı

Han babamın güveyisi

Kadın anamın sevgisi

Babamın anamın verdiği

Göz açıp da gördüğüm

Gönül verip sevdiğim

A Dirse Han

Kalkarak yerinden doğruldun

Yelesi kara cins atına sıçrayıp bindin

Göğsü güzel koca dağa ava çıktın

İki vardın bir geliyorsun yavrum hani

Karanlık gecede bulduğum oğul hani

Çıksın benim görür gözüm a Dirse Han yaman seğiriyor

Kesilsin oğlanın emdiği süt damarım yaman sızlıyor

Sarı yılan sokmadan akça tenim kalkıp şişiyor

Yalnızca oğul görünmüyor bağrım yanıyor

Kuru kuru çaylara su saldım

Kara elbiseli dervişlere adaklar verdim

Aç görsem doyurdum çıplak görsem donattım

Tepe gibi et yığdım göl gibi kımız sağdırdım

Dilek ile bir oğul zorla buldum

Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana

Karşı yatan Ala Dağdan bir oğul uçurdunsa söyle bana

Taşkın akan koşan sudan bir oğul akıttınsa söyle bana

Aslan ile kaplana bir oğul yedirdinse söyle bana

Kara giyimli azgın dinli kâfirlere bir oğul aldırdınsa söyle bana

Han babanım katına ben varayım

Ağır hazine bol asker alayım

Azgın dinli kâfire ben varayım

Paralanıp cins atımdan inmeyince

Yenim ile alca kanımı silmeyince

Kol but olup yer üstüne düşmeyince

Yalnız oğul yollarından dönmeyeyim

Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana

Kara başım kurban olsun bugün sana” (Ergin, 1971, s. 18-19)

Dirse Hanın hatunu bu sözlerinden sonra, hiçbir erkekten yardım almadan oğlunu aramaya gider. Kırk ince kızı yanına alarak sorumluluk üstlenir. Bu kadın, yeri geldiğinde ince anne, yeri geldiğinde savaşçı olmaktadır. Oğlu için her şeyi göze alabileceği ve karşısında kimsenin duramayacağı anlaşılmaktadır:

“Dirse Hanın hatunu çekildi geri döndü. Dayanamadı, kırk ince kızı beraberine aldı, büyük cins ata binip oğlancığını aramağa gitti. Kışta yazda karı buzu erimeyen Kazılık Dağına geldi çıktı.  Alçaktan yüce yerlere koşturup çıktı.” (Ergin, 1971, s. 19)

Kimseden yardım almadan kendi işini kendi gören ve söz konusu oğlu olunca tehlikeye atılmaktan çekinmeyen Dirse Han’ın hanımı, alp kadın tipini temsil etmektedir.

b.Kam Püre Oğlu Bamsı Beyrek Destanında; başka bir alp kadın yer almaktadır. Banı Çiçek bilgeliği ile Beyrek’i, Banı Çiçek’in dadısıyım diye kandırır ve alp olup olmadığını denemektedir. Beyrek ile ok atmakta ve çekişmektedir. Banı Çiçek’in, bir erkekten geri kalmadığı, bilgeliği, becerisi, cesareti ve kahramanlığı aşağıdaki ifadelerden anlaşılmaktadır:

“Kız der: O öyle insan değildir ki sana görünsün dedi, amma ben Banı Çiçeğin dadısıyım, gel şimdi seninle ava çıkalım, eğer senin atın benim atımı geçerse onun atını da geçersin, hem seninle ok atalım, beni geçersen onu da geçersin ve hem seninle güreşelim, beni yenersen onu da yenersin dedi. Beyrek der: Pekâlâ, şimdi atlanın.

İkisi atlandılar, meydana çıktılar. At teptiler, Beyreğin atı kızın atını geçti. Ok attılar, Beyrek kızın okunu geride bıraktı. Kız der: Bre yiğit benim atımı kimsenin geçtiği yok, okumu kimsenin geride bıraktığı yok, şimdi gel seninle güreş tutalım dedi.

Hemen Beyrek attan indi. Kavuştular, iki pehlivan olup birbirine sarmaştılar.” (Ergin, 1971, s. 61)

Bamsı Beyrek, aile ve toplum hayatında etkin ve yiğitlikte kendisinden geri kalmayacak bir alp kadın istemektedir. Bu durumda, alp kadınların beyler tarafından istendiği ve kadında alplığın beklenilen bir özellik olduğu anlaşılmaktadır.

“Beyrek der: Baba bana bir kız alı ver ki ben yerimden kalkmadan o kalkmalı, ben kara koç atıma binmeden o binmeli, ben hasmıma varmadan o bana baş getirmeli, böyle kız alı ver baba bana dedi.” (Ergin, 1971, s. 62)

c. Bir başka alp kadın, Kazan Bey’in Oğlu Uruz Bey’in Esir Olduğu Destanında yer almaktadır. Burla Hatun eşine sevgi ve sadakatle bağlıdır. Buna karşılık oğlundan haber vermezse Kazan’ı “karalamak” ile tehdit etmektedir. Oğlu için kocasını dahi karşısına alan Burla Hatun oğlu için hiçbir şeyi yapmaktan kaçınmamaktadır. Aktif bir rol oynayarak kendi başına; hiçbir erkekten yardım almadan, kâfirden bile korkmadan oğlu için harekete geçeceğini bildirmektedir:

“Beri gel Salur beyi Salur güzelliği

Başımın bahtı evimin tahtı

Han babamın güveyisi

Kadın anamın sevgisi

Babamın anamın verdiği

Göz açıp da gördüğüm

Gönül verip sevdiğim

Bey yiğidim Kazan

Kalkarak yerinden doğruldun

Oğlun ile yelesi kara cins atına sıçrayıp bindin

Göğse güzel koca dağlar önüne ava çıktın

Boynu uzun büyük geyiğini tutup yıktın

Semiz etini yüklettin geri döndün

İki vardın bir gelirsin yavrum hani

Karanlık gecede bulduğum oğlum hani

Bir beyim görünmez bağrım yanar

Asılan asılan kayalardan Kazan oğlan uçurdun mu

Talı Sazın aslanına yedirdin mi

Yoksa kara dinli kafire uğrattın mı

Ak ellerini kollarından bağlattın mı

Kafirin önünce yürüttün mü

Dili damağı kuruyup dört yanına baktırdın mı

Kara gözden acı yaşını döktürdün mü

Kadın ana bey baba diye bağırttın mı (Ergin, 1971, s. 105-106)

…..

Azgın dinli kâfirlere

Bir oğul tutturdunsa söyle bana

Han babamın yanma ben varayım

Ağır asker bol hazine alayım

Paralanıp cins atımdan inmeyince

Yenim ile alca kanımı silmeyince

Kol but olup yeryüzüne düşmeyince

Yalnız oğul haberini almayınca

Kâfir yollarından dönmeyeyim, dedi.” (Ergin, 1971, s. 108)

Burla Hatun, oğlunu kurtarmak ve Kazan’ a yardım için kızlarını da yanına alarak kılıç kuşanıp savaşa girmektedir. Kâfirlerin peşinde kılıç sallayarak, beyi Kazan’ı zor durumdan kurtarmakta ve savaşın kazanılmasında etkili rol oynamaktadır:

“Meğer hanım boyu uzun Burla Hatun oğlancığını andı, kararı kalmadı. Kırk ince belli kız çocuğu ile kara aygırını çektirdi, sıçrayıp bindi, kara kılıcını kuşandı. Başımın tacı Kazan gelmedi diye izini izledi gitti. Gele gele Kazan’a yakın geldi. Kazan helâllisini tanımadı. Han kızının üzerine geldi.

At üstünde beklemeyip koşturan Kazan

Senin belin olmuş

Üzengiyi toplamayan dizin olmuş

Han kızı helâllini tanımayan gözün ölmüş

Bunalmışsın sana nolmuş

Çal kılıcını yetiştim Kazan” (Ergin, 1971, s. 116-117)

Burla Hatun, savaştan ve savaşmaktan korkmamaktadır. Burla Hatun örneği, kadının toplumda arka planda ve bir erkekten geri kalmadığını, oğlu veya eşine yardım için düşünmeden tehlikeye atılabildiğini göstermektedir.

ç. Bir diğer alp kadın, Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı Destanı‘nda görülmektedir. Kanlı Koca yurdunu bırakacağı soyunu sürdüreceği oğlu Kan Turalı’yı evlendirmek istemektedir. Kan Turalı bu isteği kabul etmekte fakat bir şartı olduğunu ileri sürmektedir. Kan Turalı alp kadın ile evlenmek istemektedir. Bu durumda, alp kadın – normal kadın ayrımı ve alp kadının diğer kadınlardan daha üstün ve istenen kadın olduğu ortaya çıkmaktadır:

“Oğlan der: Baba mademki beni evlendireyim diyorsun, bana lâyık kız nasıl olur? Kan Turalı der: Baba ben yerimden kalkmadan o kalkmış olmalı, ben kara koç atıma binmeden o binmiş olmalı, ben kanlı kâfir eline varmadan o varmış bana baş getirmiş olmalı dedi. Kanglı Koca der: Oğul sen kız istemezmişsin, bir yiğit bahadır istermişsin.” (Ergin, 1971, s. 134)

Aynı destanda, alp kadın tipine örnek olarak Selcen Hatun yer almaktadır. Selcen Hatun, Kan Turalı’nın tam istediği gibidir fakat Kan Turalı’nın, bu alp hatuna ulaşabilmesi için çeşitli engelleri/güçlükleri aşması beklenmektedir. Kısacası erkeğin, bu alp kadını hak etmesi gerekli görülmektedir. Aile ve toplum hayatında, alp kadına ulaşma yolunda engellerin ortaya çıkması ve bu engellerin aşılması mecburiyeti, alp kadının ne kadar değerli olduğunu gösteren bir gerçektir.

“Meğer Tırabuzan tekürünün [tekfurunun] bir fevkalâde güzel dilber kızı var idi. Sağına soluna iki çift yay çekerdi. Attığı ok yere düşmezdi. O kızın üç canavar kalınlığı kaftanlığı [başlığı, çeyizliği] var idi. Kim o üç canavarı bastırsa yense öldürse kızımı ona veririm diye vâd eylemişti.” (Ergin, 1971, 135-136)

Destanda yer alan Seken Hatun alp kadın tipinin güçlü örneklerinden biridir. Öngörüsü yüksek, savaşçılık özelliği güçlü olan bir karakteri temsil etmektedir. Selcen Hatun, erkeğin uyuyarak ortaya çıkardığı aksaklığı, öngörüsü ve savaşçılığı ile tamamlamakta ve eviyle erkeğini korumaktadır. Altı yüz kâfirin karşısında Selcen Hatun yer almaktadır:

O zamanda Oğuz yiğitlerine ne kaza gelse uykudan gelirdi. Kan Turalı’nın uykusu geldi, uyudu. Uyurken kız der: Benim âşıklarım çoktur, ansızın dörtnala gelmesin, tutup yiğidimi öldürmesinler, akça yüzlü ben gelini tutup babamın anamın evine iletmesinler dedi. Kan Turalı’nın atının giyimini sessizce tuttu giydirdi. Kendisi de giyimini sessizce tuttu giyindi. Mızrağını eline aldı, bir yüksek yere çıktı, bekledi. (Ergin, 1971, s. 149-150)

Selcen Hatun at oynattı Kan Turalı’nın önüne geçti.

Burada Selcen Hatun at sürdü. Hasmını bastırdı. Kaçanını kovalamadı, aman diyeni öldürmedi. Öyle sandı ki düşman bastırıldı. Kılıcının kabzası kan içinde otağa geldi.” (Ergin, 1971, s. 151)

Bu olaylar sonucunda, kurtarılmayı kendine yediremeyen Kan Turalı, Selcen Hatun’a meydan okumaktadır. Selcen Hatun’un kahramanlıklarını anlatıp kendisini küçük düşüreceğini zannederek onu öldürmek istemektedir. Bu durumu alçakgönüllülükle karşılayan Seken Hatun, Kan Turalı’yı ikna etmeye çalışmaktadır. Bir türlü ikna olmayan Kan Turalı karşısında, Selcen Hatun da çekişmeyi kabul etmekte ve ilk oku atmaktadır. Selcen Hatun, öyle usta ok atıcısıdır ki Kan Turalı’nın başındaki bitler korkudan ayağına kadar inmektedir. Bu usta ok atışından sonra Selcen Hatun Kan Turalı’nın kendisiyle barışmasını sağlamaktadır:

“Selcen Hatun Kan Turalı’yı at arkasına aldı çıktı. Giderken Kan Turalı’nın fikrine bu geldi ki:

Kalkıp ey Selcen Hatun doğrulduğunda

Yelesi kara cins atına bindiğinde

Babamın ak otağının eşiğine indiğinde

Oğuzun ela gözlü kızı gelini destan anlattığında

Herkes sözünü söylediğinde

Sen orada durasın övünesin

Kan Turalı perişan oldu

At arkasına aldım çıktım diyesin

Gözüm döndü gönlüm gitti

Öldürürüm seni

dedi. Selcen Hatun durumun ne olduğunu bilip söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Der:

Bey yiğit

Övünürse erkek ovunsun aslandır

Övünmeklik kadınlara bühtandır

Övünmekle kadın erkek olmaz

Alaca yorgan içinde seninle sarmaşmadım

Tatlı damak tutarak emişmedim

Al duvağımın altından söyleşmedim

Tez sevdin tez usandın kavat oğlu kavat

Kadir Allah bilir ben sana

Munisim yarım kıyma bana

dedi. Kan Turalı der: Yok, elbette öldürmem gerektir dedi. Kız hiddetlendi, der: Bre kavat oğlu kavat, ben aşağı kulpa yapışıyorum, sen yukarı kulpa yapışıyorsun, bre kavat oğlu, okunla mı, kılıcınla mı, gel beri konuşalım dedi.

Kız bir oku Kan Turalı’ya attı. Şöyle ki başında olan bit ayağına indi. İleri gelip Selcen Hatunu kucaklayıp barışmışlar, emişmişler.” (Ergin, 1971, s. 155-156)

Selcen Hatun, Kazan’ın hatunundan bir derece daha ileri alplık özelliği göstermektedir. Kazan ve Kan Turalı, en büyük düşman olan uyku gafletine yakalanmışlardır. Kan Turalı uyusa da hatunu uyanık olduğundan esir düşmekten kurtulmuştur. Kazan’ın hatununun böyle bir davranışı olmadığından Kazan esir düşmüştür. Selcen Hatun’un öngörüsü ve uyanıklığı ile diğer alp kadınlardan bir derece daha önde olduğu anlaşılmaktadır.

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk İnanç ve Gelenekleri

DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE KADIN TİPLERİ (1)

Published

on

GİRİŞ

Dede Korkut Hikâyeleri, XII, XIII ve XIV. yüzyıllarda önce Türkistan’da, sonra batıda Kuzey-Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da; bu yüzyıllar süresince, buraya gelip yerleşmiş, buralarda vatan tutmuş Oğuz Türkleri arasında yaşanmış, işlenmiş ve yayılmış hikâyelerdir.

Bu hikâyelerde Oğuz Türklerinin Gürcüler, Abazalar, Trabzon Rumları ile yaptıkları dış savaşlar anlatılmakta; yeni vatanda yerleşen Türk boylarının kendi iç çarpışmaları hikâye edilmektedir. Fakat aynı hikâyeler, Oğuzların eski destanlarından kalma zengin hatıraları da içermektedir.

Bu hikâyelerin aslı, belki de, eski Oğuz Destanı’nın vakalarıdır. Fakat bu vakalar, zamanla coğrafya değiştirmiş; kahraman değiştirmiş ve yeni vatan coğrafyasının hayatı ve hareketleriyle birleşip işlenerek Anadolu’nun yerli hikâyeleri olmuştur. Dede Korkut kahramanları arasında, yer yer, Türkistan Oğuzlarına ait vakaların hatıraları ve özelliklerinin bulunması bundandır. Esasen bu hikâyeler, elimizdeki yazılı şekilleriyle hikâye ve masal karakteri göstermekle beraber, daha çok, destan etkisi bırakan özellikler taşımakta ve hikâye-roman edebiyatında “destandan hikâyeye geçiş” devirlerinin en karakteristik örnekleri arasında yer almaktadır. ( Banarlı, 1983, 399-400)

Türk destanlarında ve gerçek hayatta kadının yeri; aile içinde, sosyal ve siyasi hayatta bulunduğu şerefli ve üstün konumun aynıdır. Türk toplumunda kadın bazen aile reisi, her zaman Türk evinin direği, erkeğinin vefalı arkadaşı, en önemli olarak da kutlu Türk çocuklarının annesidir.

Türk kadın anlayışının destanlara işlenmiş özellikleri/göstergeleri, Dede Korkut Hikâyelerindeki kadın anlayışı ile devam etmektedir.

Dede Korkut Kitabı’nın içeriği şöyledir:

Mukaddime

1-Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı

2-Salu Kazan’ın Evinin Yağmalandığı Destan

3-Kam Püre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı

4-Kazan Bey’in Oğlu Uruz Bey’in Esir Olduğu Destan

5-Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Destanı

6-Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı Destanı

7-Kazılık Koca Oğlu Yigenek Destanı

8-Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Destan

9-Begil Oğlu Emren’in Destanı

10-Uşun Koca Oğlu Segrek Destanı

11-Salur Kazan Esir Olup Oğlu Uruz’un Çıkardığı Destan

12-İç Oğuza Dış Oğuz’un Asi Olup Beyrek’in Öldüğü Destan

Bu çalışmada, Dede Korkut hikâyelerindeki kadınlar incelenmiştir. Kadınların, aile toplum hayatındaki konumları, erkekler ve çocuklarıyla ilişkileri ve değerleri örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır.

DEDE KORKUT KİTABI’NDAN TESPİTLER

1. Soyun Devamı ve Annelik Makamı

a. Dede Korkut Kitabı’nın Mukaddime bölümünde soyun sürmesinde esas unsurun kadın olduğu görülmektedir. Sağlıklı soyun sürekliliğinin öz evlat ile sağlanacağı ve evladın öz olup olmadığının da annesi tarafından bilineceği Mukaddime bölümünde yer verilen “El oğlunu beslemekle oğul olmaz, büyüyünce bırakır gider, gördüm demez. Kül tepecik olmaz, güveyi oğul olmaz.” (Ergin, 1971, s. 2) sözleriyle öz oğul ve üvey oğul arasındaki farkın kesin hatlarla belirlenmiş ve damattan oğul olamayacağı ifade edilmiştir.

“Oğulun kimden olduğunu ana bilir.” (Ergin, 1971, s. 3) ifadesinde, evladın öz veya üvey olup olmadığının annesi tarafından bilineceği bildirilmektedir.

b. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Destanı‘nda; oğlu ve kızı olanların kutlu, oğlu veya kızı olmayanların Tanrı’nın lanetlediği kişiler olduğu ifade edilmektedir. Toplum bu kişilerin Tanrı tarafından lanetlendiğine inanmakta ve sosyal hayatta bu kişileri dışlamaktadır. Bu kişiler toplumda ikinci sınıf insan muamelesi görmektedir. Toplum hayatında, anne ve çocuklu bir aile olmanın ne kadar önemli olduğu anlaşılmaktadır:

“Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuştu. Kimin ki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin demişti. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun, oğlu kızı olmayana Allah Taala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, belli bilsin demiş idi.” (Ergin, 1971, s. 8)

“Oğuz beyleri bir bir gelip toplanmağa başladı. Meğer Dirse Han derlerdi bir beyin oğlu kızı yok idi.

Bayındır Hanın yiğitleri Dirse Hanı karşıladılar. Getirip kara otağa kondurdular. Kara keçe, altına döşediler. Kara koyun yahnisinden önüne getirdiler.” (Ergin, 1971, s. 8-9)

 c. Kam Püre Oğlu Bamsı Beyrek Destanı‘nda; Kam Püre çocuksuzluk sebebiyle kendisinin lanetlendiğini düşünmekte ve öldükten sonra soyunun kesileceğinden korkmaktadır. Bu anlayış, soyun sürmesinin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir:

“Pay Püre Bey ne ağlayıp bağırıyorsun? Pay Püre Bey der: Han Kazan nasıl ağlamayayım, nasıl bağırmayayım, oğulda nasibim yok, kardeşte kaderim yok, Allah Teâlâ bana beddua etmiştir, beyler tacım tahtım için ağlarım, bir gün olacak düşeceğim öleceğim, yerimde yurdumda kimse kalmayacak dedi.” (Ergin, 1971, s. 53-54)

Bu destanda, soyu sürdürme gücü olan kadın ile kısır kadın arasında bir ayrım yapılmaktadır. Anne olma gücü olan kadınlar değerli bir varlık olarak saklanmakta, anne olma ihtimali olmayan kadınların değerli bir varlık olarak saklanmasına ihtiyaç duyulmamaktadır. Anne olamamak eksiklik olarak görülmekte ve bu kadınların erkeklerle teklifsizce görüşebilmesi anlayışla karşılanmaktadır. Banı Çiçek içeride beklerken, kısır yenge Beyrek ile teklifsizce görüşebilmektedir:

“Kısırca Yenge derler bir hatun var idi, ileri vardı pay istedi: Hey bey yiğit, bize de bu geyikten pay ver dedi. Beyrek der: Bre dadı, ben avcı değilim, bey oğlu beyim, hepsi size dedi, amma sormak ayıp olmasın bu otağ kimindir dedi. Kısırca Yenge der: Bey yiğidim, bu otağ Pay Piçen Bey kızı Banı Çiçeğindir dedi. Bunun üzerine hanım, Beyreğin kanı kaynadı, edeple usul usul geri döndü.” (Ergin, 1971, s. 60)

ç. Soyun sürmesini sağlayan annelik, Dede Korkut’ta kutsal bir makamdır. Anneliğin kutsal bir makam olduğu, ilk olarak Mukaddime’de görülmektedir:

“Ak sütünü doya doya emzirse ana güzel.” (Ergin, 1971, s. 4)

d. Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Destanı‘nda; anneliği yücelten sözlerin yer aldığı bir bölüm bulunmaktadır. Bu bölümde; Kazan kâfirden ilk olarak annesini istemekte ve annesinin uğrunda her şeyini, servetini, hizmetçilerini hatta eşini ve oğlunu bile feda edebileceğini ifade etmektedir:

“Kazan der: Karacık Çoban anamı kâfirden dileyeyim, at ayağı altında kalmasın dedi. At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Kazan kâfire çağırıp söylemiş, görelim hanım ne söylemiş:

Der:

Bre Şökli Melik

Penceresi altın otağlarımı getirmişsin

Sana gölge olsun

Ağır hazinemi bol akçemi getirmişsin

Sana harçlık olsun

Kırk ince belli kız ile Burla Hatunu gelirmişsin

Sana esir olsun

Kırk yiğit ile oğlum Uruzu getirmişsin

Kulun olsun

Tavla tavla koç atlarımı getirmişsin

Sana binek otsun

Katar katar develerimi getirmişsin

Sana yük taşıyıcı olsun

İhtiyarcık anamı getirmişsin

Bre kâfir anamı ver bana

Savaşmadan vuruşmadan çekileyim

Geri döneyim gideyim belli bil”

dedi. (Ergin, 1971, s. 45-46)

Aynı bölümün ilerleyen dizelerinde kâfir Kazan’ın canını yakmak için onun en değer verdiği varlık üzerinden küfretmektedir. Kazan’ı aşağılamak için annesini kullanmaktadır. Bu bölümde, bir kişiyi kızdırmak için onun en değer verdiği varlığa dil uzatıldığı ve bu varlığın da anne olduğu anlaşılmaktadır:

“Kâfir der:

Bre Kazan

Penceresi altın otağını getirmişiz

Bizimdir

Kırk ince belli kız ile

Boyu uzun Burla Hatunu getirmişiz

Bizimdir

Kırk yiğit ile oğlun Uruzu getirmişiz

Bizimdir

Tavla tavla koç atlarını

Katar katar develerini getirmişiz

Bizimdir

İhtiyarcık ananı getirmişiz

Bizimdir

Sana vermeyiz, Yayhan Keşiş oğluna veririz, Yayhan Keşiş oğlundan oğlu doğar, biz onu sana hasım koruz dediler.” (Ergin, 1971, s. 46)

2. Çocuk Eğitimde Anne

Dede Korkut incelendiğinde eğitim alanında annenin üzerine de sorumluluk düştüğü görülmektedir. Nasıl ki erkek çocuklar babaları tarafından eğitiliyorsa kız çocuklar da anneleri tarafından eğitilmektedir. Mukaddime kısmında kız çocuklarının eğitiminin önemsendiği ve bu önemli görevin de anneye verildiği görülmektedir.

Annenin eğitim alanında baba ile eş değer bir göreve sahip olduğu, arka plana atılmadığı aksine aktif bir rol üstlendiği görülmektedir. Anne ve babanın eğitim konusunda üzerine eşit sorumluluk düşmektedir:

“Kız anadan görmeyince öğüt almaz, oğul babadan görmeyince sofra çekmez.” (Ergin, 1971, s. 2)

3. İdeal Kadın

Dede Korkut’un Mukaddime bölümünde, istenen/ideal kadın ve topluma zararlı olabilecek istenmeyen/kadın tiplerinin özelliklerine yer verilmiştir:

“Dede Korkut dilinden ozan der: Karılar dört türlüdür. Birisi solduran soptur. Birisi dolduran toptur. Birisi evin dayağıdır. Birisi ne kadar dersen bayağıdır.

 Ozan, evin dayağı odur ki kırdan yabandan eve bir misafir gelse, kocası evde olmasa, o onu yedirir içirir, ağırlar azizler gönderir. O Ayişe, Fatıma soyundandır hanım. Onun bebekleri yetişsin. Ocağına bunun gibi kadın gelsin.

 Geldik o ki solduran soptur..   Sabahleyin yerinden kalkar, elini yüzünü yıkamadan dokuz bazlama ile bir külek yoğurt bekler, doyuncaya kadar tıka basa yer, elini böğrüne koyar, der: Bu evi harap olası kocaya varalıdan beri daha karnım doymadı, yüzüm gülmedi, ayağım pabuç, yüzüm yaşmak görmedi der, ah nolaydı, bu öleydi, birine daha varaydım, umduğumdan daha uygun olaydı der. Onun gibisinin, hanım, bebekleri yetişmesin. Ocağına bunun gibi kadın gelmesin.

 Geldik o ki dolduran toptur..  Dürtükleyince yerinden kalktı, elini yüzünü yıkamadan obanın o ucundan bu ucuna, bu ucundan o ucuna çırpıştırdı, dedikodu yaptı, kapı dinledi, öğleye kadar gezdi; öğleden sonra evine geldi, gördü ki hırsız köpek, büyük dana evini birbirine katmış, tavuk kümesine sığır damına dönmüş; komşularına seslenir ki: kız Zeliha, Zübeyde, Ürüveyde, Can Kız, Can Paşa, Ayna Melek, Kutlu Melek ölmeğe yitmeğe gitmemiştim, yatacak yerim gene bu harap olası idi, nolaydı benim evime birazcık bakaydınız, komşu hakkı Tanrı hakkı diye söyler. Bunun gibisinin, hanım, bebekleri yetişmesin. Ocağına bunun gibi kadın gelmesin.

 Geldik o ki ne kadar dersen bayağıdır: Uzak kırdan yabandan bir edepli misafir gelse, kocası evde olsa, ona dese ki: kalk ekmek getir yiyelim, bu da yesin dese, pişmiş ekmeğin bekası olmaz, yemek gerektir; kadın der: Neyleyeyim, bu yıkılacak evde un yok elek yok, deve değirmeninden gelmedi der; ne gelirse benim kalçama gelsin diye elini arkasına vurur, yönünü öteye kalçasını kocasına döndürür; bir söylersen birisini koymaz, kocanın sözünü kulağına koymaz.” (Ergin, 1971, s. 5-6)

Bu bölümde, aile ve toplum hayatında kadında olması istenen ve istenmeyen özellikler ifade edilmiştir. “Solduran sop” olarak adlandırılan kadın, evde ne kadar iyilik görseler de tatmin olmamakta ve nankörlük yaparak aile düzenini bozmaktadır. “Dolduran top” olarak adlandırılan kadın, dedikoducu ve kavgacı olup aile düzeni için zararlıdır. “Bayağı” olarak adlandırılan kadın, hiçbir konuda uzlaşmamakta, geçimsizlik göstermekte, evin huzuru için gerekli hiçbir şeyi yapmadan sürekli tartışma çıkarmaktadır. Bu tip kadınlar, aile ve toplum hayatı için zararlı olduğundan istenmemektedir. Aile ve toplum hayatı düzeninin sürekliliği için, bu üç tip kadının evlere eş olarak gelmemesi şu şekilde dillendirilmektedir: “Bunun gibisinin, hanım, bebekleri yetişmesin. Ocağına bunun gibi kadın gelmesin.”

Bu bölümde, ideal kadın olarak “evin dayağı” olarak adlandırılan “Ayişe, Fatıma soyu“ndan istenen özelliklere sahip kadına yer verilmiştir. Bu kadın, “evin dayağı” özelliğine sahip olduğundan aile ve toplumu bir arada tutmakta, aile ve toplumun sağlığını korumaktadır. Toplum yapısının temeli/çekirdeği ailedir. Sağlıklı bir toplum için sağlıklı bir aile, sağlıklı bir aile için de istenen özelliklere sahip bir kadın gereklidir. Aileyi ayakta tutan ana direğin kadın olduğunun ifade edilmesi, sağlıklı toplum hayatında ana direğin kadın olduğunu göstermektedir. Kadın, istenen/olumlu özelliklere sahip olduğunda, aile kurumu güçlü kurulacaktır. Aile kurumu güçlü olduğunda toplum sağlıklı gelişme gösterecektir.

 

Continue Reading

Türk İnanç ve Gelenekleri

TÜRK DESTANLARI 1: YARATILIŞ DESTANI

Published

on

GİRİŞ

Destanlar, milletlerin din, fazilet ve milli kahramanlık maceralarının manzum hikâyeleridir. Bu maceralar, milletlerin tarihten önceki devirlerinde veya tarihlerinin kuruluşu asırlarında başlar; bazan tarih boyunca devam eder.

Kahramanları arasında; tanrılar, tanrıçalar; gün ışığından, su köpüğünden yaratılmış; bir Bozkurt’un çocuğu olmuş veya ağaç karnında doğmuş, mukaddes insanlar bulunan bu destanlar; ilk bakışta, ilk insanların hayal âlemini tanıtan masallar gibi görünür. Ancak, derin görenler, bu masalların yapılarında, milletleri, faziletleri, fikir ve sanatları meydana getiren büyük medeniyet inşasının temel taşlarını bulurlar; insanlık tarihinin nasıl başlayıp nasıl geliştiğini bir masal atmosferi içinde öğrenirler.

Eski milletlerin destan devirlerinde mitoslarla destanlar yan yana yahut art arda doğar. Destanların meydana gelişinde efsanelerin ve efsane devirlerinin büyük tesiri olur. Destanlar içinde zengin mitoloji unsurları bulunur.

[Tarih öncesi çağlarda tanrılar veya tanrılaştırılmış insanlar hakkında söylenerek zamanla inanış haline gelen efsaneye mitos (mythos) denilmektedir. Mitoslarda tanrılar ve insanlarla birlikte devlerin, cinlerin, perilerin ve diğer masal yaratıklarının da hikâyeleri yer alır. (Bu kelimenin aslı Yunancadır.) Bir milletin mitoslarını inceleyen bilime mitoloji (mythologie), bir milletin mitoslarının bütününe de o milletin mitolojisi denir. Türk mitolojisi, Yunan mitolojisi, Mısır mitolojisi gibi.]

Destanlar, gerek tarih, gerek fikir ve sanat bakımından büyük değer taşırlar; tarihi aydınlatır, fikir ve sanat hayatına kaynaklık ederler. Bazı milletlerin millet haline gelmeleri tarihin çok eski çağlarında olmuştur. Bunların hayatı, tarihten önceki zamanlara uzanır. Böyle milletlerin tarihlerinin başlangıcını bulmak ekseriya mümkün değildir.

Destanlar, tarihleri bu ölçüde eskilere uzanan milletlerin ilk çağlarını bize birtakım mitolojik menkıbeler halinde anlatırlar. Bunlar gerçek olmasalar, hatta gerçeğe uymasalar bile, milletlerin kendi milli mazileri hakkında neler bilip neler düşündüklerini haber vermek bakımından önemlidirler.

Bununla beraber, destan, tarih demek değildir. Destan, kökü tarihe dayanan, ilhamını tarihten alan bir halk edebiyatı ürünüdür. Destanlar, halk şairleri, saz şairleri tarafından, sazlarla birlikte söylenir bir sözlü edebiyat ürünüdür ki, genellikle aydınlar tarafından yazılan tarihler yanında ve tarihi olaylar karşısında halk kütlelerinin duygu ve düşüncelerini yansıtırlar. Bir başka söyleyişle destanlar, halk gözüyle görülen, halk ruhuyla duyulan ve halk hayalinde masallaştırılan tarihlerdir. Bazı milletler, milli mizaçları icabı, destanlarında tarih gerçeklerinden uzaklaşmaz ve halk diliyle söylenmiş birer tarih gibi, destanlarını tarihe uyan bir ifade ile söylerler. Türk milletinin destanlarında bu vasıflar üstündür. Böyle destanların tarihe yardımı tarihi aydınlatması daha kuvvetli olur.

Destanların, hele mitosların fikir ve sanat hayatına kaynak oluşları daha önemlidir.

Destanlarda milletlerin dinleri, türlü inanışları, Tanrı veya tanrılar karşısındaki davranışları; yaşadıkları coğrafyanın özellikleriyle birleşmiş duygu ve düşünceleri yer alır.

Yine destanlarda, insanların iyilikleri faziletleri yanında kötülükleri, fesat ve ihtirasları hatta tanrıların bile bir takım beşeri yanılmalara benzer uygunsuz hareketleri, kıskançlıkları, aşk, ihtiras ve cinayet vak’alarına katılışları görülmektedir. Böyle destanlarda insanlık komedyası veya insanlık dramı kudretle yankılanır.

Destanlar, milletlerin, büyük işler yapmak için kendilerine güven duymalarında; türlü sosyal ve tarihi sebeplerle uzaklaştıkları milli benliklerine dönmelerinde; yeniden büyük millet olmak, hürriyet ve istiklallerini korumak için davranıp kalkınmalarında da rol oynamaktadır.

Her milletin destanı yoktur. Bazı milletler, destan edebiyatına yapma destanlar(epopée artificielle)la katılmışlardır. Değişik Avrupa milletlerine mensup fikir ve sanat adamlarının da birçoğu, ilhamlarını eski Yunan, Latin ve Şark milletlerinin destanlarından veya mitolojilerinden almışlardır.

Çünkü bir milletin destanı, tabii (epopée natürelle) ve milli destanı olabilmesi için o milletin tarihinde şu şartların bulunması gerekir:

  1. Millet, halk hayalinin efsaneler yaratmaya elverişli bulunduğu, en eski ve iptidai devirlerde yaşamış olmalıdır.
  2. O milletin tarihinde unutulmaz tabiat olayları, büyük savaşlar, göçler, istilalar, yeni coğrafyalarda vatan kuruşlar gibi halk hayat ve hafızasını nesillerce meşgul edecek hadiseler bulunmalıdır.

Çünkü insanlar, insanlığın bu ilk devirlerinde cemiyet ve tabiat olaylarını ya derin bir korku, ya büyük hayranlıkla seyrederlerdi. Hiçbir hadisenin sebebi bilinmeyen bu çağlarda her olay çok mühim, çok meraklı ve mutlaka Tanrıyı düşündüren; esrarla, hikmetli bir mana taşırdı: Gök gürlemesi Tanrının hiddetiydi; yıldırımlar, tufanlar veya susuzluklar Tanrının cezasıydı. İnsanlar, Tanrı diye, güneşe, ateşe tapıyorlar; kendilerinin bir ağaç karnından çıktıklarına, bir Bozkurt’tan türediklerine inanıyorlardı. Böyle çağlar, acı tatlı, bütün gerçeklerin türlü hayallerle süslenip efsaneleştiği zamanlardı.

Topluluk arasında ateş yakmayı bulmak, maden eritmek, canavar öldürmek gibi yararlıklar gösterenlere “tabii insan” gözüyle bakılmıyordu. Onlarda Tanrı kanı, Tanrı kudreti bulunduğu düşünülüyor; tanrılardan yardım gördükleri söyleniyordu.

Bu ölçüde zengin bir hayal içinde yaşayan insanların başına geçerek, başka kabileler veya başka milletlerle savaşan; zaferler ve ülkeler kazanan kahramanların da rütbesi yalnız serdarlık veya hükümdarlık değildi. Böyle kahramanların tanrılığına, tanrılarla olan yakınlığına hele Tanrı yardımı gördüklerine dair derin inanış vardı.

İşte hakikat dünyasında böyle bir hayal âlemi yaratan ilk insanlar, önemli buldukları her vak’ayı türlü hayallerle süsleyerek birbirlerine anlattılar. Meraklı vak’alar anlatmak, meraklı vak’alar dinlemek ve bunların sebeplerini öğrenmek eski bir ihtiyaçtır.

Bunun içindir ki ilk şairler her şeyden çok kahramanlık şiirleri şöylemiş, böyle vak’alarda yararlıkları görülen din ve savaş kahramanlarını öven türküler sıralamışlardır.

Bu şiirler, bol vak’alı, bol maceralı ve çok defa olandan ziyade hayal edileni dillendiren, küçük manzum efsanelerdir.

Bunlar, manzum oldukları, musikiyle söylendikleri için halk dilinde ve halk hafızasında uzun müddet yaşamışlardır. Aynı vak’alar, yeni ve benzer hadiselerle büyüyüp tazelenmiştir. O kadar ki destan şiiri, nice hadiselerin sebepleri anlaşıldığı; tabiiliğine alışıldığı devirlerde bile, yer yer aynı kuvvetle devam etmiş; milletlerin hayatında büyük ve devamla bir destan geleneği yaratmıştır.

Dağlık yerlerin, ormanların hayat kaygısı, destan duygusu başka; bozkırlarla çöllerin insanları ve destanları başkadır. Deniz kıyılarının insanlara duyurduğu, düşündürdüğü, hayal ettirdiği destan maceraları, sularla, köpüklerle; yontulmuş kayalarla düşünülen maceralardır. Bozkır destanları, bu iklimlerin sertliğini, bu iklimlerde yaşayan insanların hür duygularını söyler. Coğrafya, üzerinde taşıdığı milletlerin dillerini de işler.

Bazı milletlerin kelimeleri, çevik hareketler, kesin emirler kadar tok seslerle işlenir. O kadar ki milletlerin destanları; dillerini meydana getiren musikiyle birleşerek ve birbirini bütünleyerek söylenir.

*

Destanlar, tarih boyunca, milletlerin halk şairleri tarafından, gerek dil, gerek nazım yapısı bakımından, önce, iptidai terennümler halinde söylendi. Destan devrinin diğer şiirleriyle birlikte, yazı olmadığı için, bir sözlü edebiyat geleneği meydana getirerek gelişti.

Destan türküleri, halk arasında yayılıp söylenirken yeni ilavelerle zenginleşip büyüyerek bir tek şairin değil, bütün bir milletin ortak eseri haline girdi. Her yeni ağız, her yeni hayal, bu destanlara yalnız vak’a olarak değil, dil ve söyleyiş bakımından da gittikçe güzelleşen parçalar katıyordu.

Zaman ilerledikçe destan hayatları, destan gelenekleri zenginleşen milletlerin aydınlan arasında büyük destan şairleri yetişti.

Destan şairleri, milletlerinin efsane çağlarında, destan devirlerinde, bu devirlerin zafer ve şeref sahifelerinde yaşayan şairlerdir: Kendileri, daha ileri, daha yeni çağlarda yetiştikleri halde ruhları, geçmiş zamanda dolaşır; insanlığın destan devirlerini o günlerde yaşamış gibi duyar yahut hatırlarlar.

Bu şairler halk hafızasında ölmezleşen destan şiirlerini toplar, onlara kendi hafızalarında büyük yer ayırırlar. Tarih vak’alarından, eşsiz duygu, düşünce efsaneleri yaratan halk dehasının hayranıdırlar. Bütün varlıklarıyla destanların büyüsüne tutulur, onları hem asıllarına sadık kalmak, hem daha ileri diller ve şekillerle bir bütün halinde söylemek için harekete geçerler; milletlerin efsanevi tarihi manasındaki milli destanları söyler yahut yazarlar. [1]

*

YARATILIŞ DESTANI

Daha hiçbir şey yokken Tanrı Kayra Han’la uçsuz bucaksız su vardı. Kayra Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Ay, yıldızlar, gök ve toprak yaratılmamıştı. Bütün tanrıların en büyüğü, varlıkların başlangıcı, insanoğullarının da ilk atası, Tanrı Kayra Han’ın bu sade sudan âlemde canı sıkılıyordu. O, yalnızlık içinde düşünürken suda bir dalga belirdi. (Akine) Ak Ana (denilen bir kadın hayali görünerek) Tanrı’ya “Yarat! dedi, yine suya gömüldü.

Bunun üzerine Kayra Han, kendine benzer bir varlık yaratarak Kişi adını koydu. Kayra Han’la Kişi, sonsuz suyun semasında iki siyah kaz gibi, rahatça uçmaya koyuldular. Fakat Kişi bundan memnun olmadı. Hayatında değişiklik aradı. İlk olarak kendisini yaratandan daha yüksekte uçmaya kalktı. Onun bu duygusunu sezen Tanrı, Kişi’den uçma gücünü aldı. Kişi suya yuvarlandı. Boğulmak üzereyken yaptığına pişman olarak Tanrıdan imdat diledi.

Tanrı “Yüksel!” emrini verdi. Kişi suyun derinliğinden çıktı ve Tanrının yine suyun içinden yükselttiği bir yıldıza oturarak batmaktan ve boğulmaktan kurtuldu.

Kişi, artık uçamaz diye, Tanrı Kayra Han dünyayı yaratmayı düşündü. Kişi’ye suyun dibine dalıp bir avuç toprak çıkarmayı emretti. Fakat o, bu toprağı çıkarırken de kötülükler düşündü: Toprağın bir kısmını ağzına saklayarak ileride kendisi için gizli bir dünya yaratmayı tasarladı. Avcundaki toprağı su yüzüne serpince Tanrı Kayra Han, toprağa “Büyü!” emrini verdi. Bu toprak dünya oldu. Fakat “Büyü!” emrini alınca Kişi’nin ağzındaki toprak da büyümeğe başladı. O kadar büyüdü ki Tanrı “Tükür!” buyurmasaydı kişi boğulacaktı.

Kayra Han’ın tasarladığı dünya önce dümdüz topraktı. Fakat Kişi’nin ağzından dökülen ıslak toprak dünyaya fırlayarak yeryüzünü bataklıklar ve tepeciklerle örttü. Buna çok kızan Tanrı, Kişi’yi kendi ışık âleminden kovdu ve ona Şeytan: Erlig adını verdi.

Sonra, yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek her dalın altında ayrı bir adam yarattı. Bunlar dünyadaki dokuz insan cinsinin ataları oldular.

Toprağın yeni insanları güzel ve iyiydiler. Erlig onları kıskandı. Kayra Han’dan onları kendine vermesini istedi. Tanrı razı olmadı. Fakat şeytan, onları kötülüğe sürükleyerek, kendine çekmeyi biliyordu. Kayra Han, şeytana kapılan insanların bu akılsızlığına kızarak onları kendi hallerine bıraktı. Erlig’i yeniden lanetliyerek, toprak altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına sürdü. Kendisi için de göğün on yedinci katında bir nur âlemi yaratarak oraya çekildi. İnsanları büsbütün baş boş bırakmamak için de onlara doğru yolu gösterecek bir melek gönderdi.

Erlig, Tanrı Kayra Han’ın semasını görünce, o da kendisi için bir gök yaratmak istedi ve (birçok yalvarışlarla) Tanrıdan bu izni aldı.

Erlig’in tebaası, yani kandırdığı fena ruhlar, gökle yer arasındaki yeni dünyada Kayra Han’ın dünyasındaki insanlardan daha iyi (daha serbest) yaşıyorlardı. Bu durum Kayra Han’ın canını sıktı. Erlig’in dünyasını yıkmak için oraya kahraman Mandişere‘yi gönderdi. O, kuvvetli mızrağıyla vurarak, korkunç gök gürültüleri arasında bu dünyayı parça parça etti.

Parçalanan bu dünya aynı gürültülerle, Erlig ve insanlar için yaratılan ilk dünyanın üzerine yıkıldı. İri, dünya parçaları yeryüzünün biçimini bütün bütün bozdular. Eski düz dünya, şimdi yüksek dağlar, derin boğazlar, balta girmez ormanlarla dolmuştu.

Kayra Han, Erlig’i dünyanın en alt katına sürdü. Orada ne güneş, ne ay, ne de yıldız ışığı vardı. Tanrı, Erlig’e dünyanın sonuna kadar orada oturmayı emretti.

Tanrı Kayra Han, şimdi, on yedinci kat gökten kâinatı idare etmektedir. Diğer gök katlarından yedinci katta Gün Ana, altıncı katta Ay Ata oturmaktadır.

*

Yaratılış destanının ana çizgileri bunlardır. Bu masal XIX. asırda Prof. W. Radloff tarafından, Şamani Altay Türkleri arasında derlenmiştir. [Wilhelm Radloff, Sibirya’dan, Çeviren: Prof. Dr. Ahmed TEMİR, Cilt 1, İstanbul 1954-1956] Henüz diğer Asya ve dünya mitolojisiyle mukayeseli ciddi bir tetkiki yapılmamış olan bu Yaratılış Destanında Türk mitolojisi, Türk düşünüş ve inanışı bakımından mühim çizgiler vardır.

Bunlar arasında Kişi’nin, kendisini yaratandan daha yükseklerde uçmaya kalkması ve hayatında durmaksızın değişiklik arayan ruhta olması, derin bir insanlık görüşünün ifadesidir.

Fakat bundan daha mühim bir çizgi, Tanrı’ya bile yaratma ilhamının bir kadın hayali tarafından verildiğini düşünen fikri ve estetik görüştür.

Yalnız bu görüş, üzerinde hassasiyetle durmağa değer bir manaya sahiptir. Yunan mitolojisinde kadının ve kadın tanrıların gerek doğuşları gerek çevrelerinde yarattıkları aşk, ihtiras ve sanat hayatlarıyla nasıl âlemler dolduran bir vazife gördükleri çok iyi bilinir.

Bir misal olarak Aphrodite‘nin doğuşu böyle bir mana taşır. Latinlerin Venus dedikleri bu güzellik tanrıçası, tanrı kanıyla deniz köpüğünden doğmuştur: Semada iki Tanrı vuruşmuşlar, bunlardan birinin kanı Akdeniz’in sularına dökülmüş; deniz, Tanrı kanını saygıyla taşıyarak, onu köpüren dalgalarıyla itip sahile götürmüştür. Kıbrıs kıyılarına yaklaşınca da yolda Tanrı kanıyla deniz köpüğünün birleşmesinden bedenlenen Aphrodite, kanatlı meleklerin ihtiramla karşıladıkları bir ilahe olarak karaya ayak basmıştır. Eski Yunan hayaline, kadın güzelliği ve Tanrı fikriyle Akdeniz estetiğinin verdiği ilhamla işlenen bu efsane, XV. asır İtalyan ressamı Botticelli‘nin Venüs’ün Doğuşu tablosunda bütün güzelliğiyle canlıdır. Aynı konuda Batı sanatının her bölümünde pek çok eser verilmiştir.

Buna mukabil, Türk yaratılış masalında Tanrı’nın hayalinde canlanıp ona yaratma ilhamı veren kadın için gerek dünya, gerek Türk sanat ve tefekkürü hareketsiz kalmıştır.

Yaratılış efsanesinde eski Türkler’in Tanrı Kayra Han tasavvurundaki tek tanrı inanışı; bütün varlıkları ve diğer tanrıları, tek ve büyük bir kudretin yarattığı inancı, bilhassa Türk iman hayatının sonraki asırları bakımından ayrıca mühimdir.

İlk insanların dokuz dallı bir ağaç altında, dokuz insan soyunun ataları olarak yaratıldığını belirten, gerek sayı gerek hayal bakımından çok manalı kompozisyon da, muhteşem bir ağaç ve insan tablosudur.

Yaratılış masalının türlü rivayetlerinde, bunlardan başka, Türkler tarafından kabul edilmiş çeşitli dinlerin; eski ve yeni, türlü inanışların izleri vardır. [2]

DİPNOTLAR

[1] Nihad Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, M.E.B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1983, s. 1-8

[2] A. g. e., s. 12-13

Continue Reading

En Çok Okunanlar