Tarihi Konuşmalar
TARİHTEN FIKRALAR 1. Bölüm
Published
2 yıl agoon
By
drkemalkocakESKİ KAFA YENİ KAFA…
1799-1857 seneleri arasında yaşayan Mustafa Reşit Paşa Sultan Abdülmecit tahta çıktığı sırada Hariciye Nazırı olmakla beraber Londra’da elçi bulunuyordu.
Sadrazam Hüsrev Paşa eski kafalı bir adamdı; henüz on sekiz yaşındaki yeni padişahı aldatarak yeni kafalı bir adam olan Reşit Paşayı idama karar verdi. Onu güler yüzle karşıladı. Sonra padişaha tezkere yazarak kapattı ve ona verdi:
— İstanbul’a geldiğinizi ve hariciye nazırlığını eskisi gibi idareye başlayacağınızı bildiriyorum. Kendiniz saraya götürürsünüz ve hem de padişahımıza kulluğunuzu arz edersiniz!..
Hâlbuki tezkerede, memleketin adetlerini bozduğu ve her hususta saygısızlığa cesaret ettiği için Reşit Paşanın idamına izin istiyordu.
Reşit Paşa, Beşiktaş sarayına gitti; tezkereyi mabeyinci vasıtasıyla padişaha gönderdi. Sultan Abdülmecit onu okur okumaz hiddetinden yere attı ve Reşit Paşayı çağırdı. Avrupa’nın vaziyetini sordu; memleketin selameti için ne yapmak lazım geldiği hakkında konuştu. Sonra sadrazamın tezkeresini gösterdi. Reşit Paşa hayretini gizleyemedi. Padişah ona:
— Tamamıyla emin ve müsterih olunuz. Sizi takdir ediyorum. İnşallah dediklerinizin hepsi yapılacaktır.
Dedi. Vazifesinde ipka edildiğini bildiren bir emirle Hüsrev Paşaya yolladı. Çok geçmeden de sadrazam yaptı.
*
HÜKÜMDARLARI SUSTURAN ADAM!..
1814-1868 senelerinde yaşayan Keçecizade Fuat Paşa Osmanlı İmparatorluğunu batmaktan kurtarmanın tek çaresinin Avrupalılaşmak olduğunu Sultan Abdülaziz’e açıkça anlatan vasiyetnamesiyle meşhurdur. Softalar ve geri kafalılar onun hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sadrazam bulunduğu sırada İstanbul’da yaptırdığı kaldırımları metheden birine:
— O kaldırımlar bize atılan taşlardan yapılıyor!
Demişti.
Bir aralık para sıkıntısı vardı; saraydaki altın eşyanın eritilmesi ve paraya çevrilmesi düşünüldü. Bunu padişaha söylemek cesaretini yalnız o gösterdi.
Sultan Abdülaziz kızdı:
— Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları çok görüyorsunuz!
— Padişahım, yarın, Allah esirgesin, buraya düşman girince bizler efendimizin üzengisine sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar da o altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?
Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Paris’te III. Napolyon’un sofrasında bulunuyordu. Girit isyanlarından bahsedilirken Napolyon bir aralık Fuat Paşaya takıldı:
— Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanız!
— Güzel bir fikir!..
— Kaça satarsınız?
— Aldığımız fiyata!..
Girit’i almayı tasarlayan mağrur Napolyon Türklerin orayı yirmi beş sene dövüşerek aldıklarını biliyordu. Kızardı ve artık bir daha bu bahse yanaşmadı.
Fuat Paşa Petersburg’da elçi iken Osmanlı İmparatorluğuna “hasta adam” diyen ve İslam düşmanı olan car I. Nikola güya alay etmek istedi; peygamberin miracından bahis olunurken sordu:
— Acaba gökyüzüne hangi merdivenden çıktı?
Hâlbuki gerek Müslümanlar ve gerek Hristiyanlar, ölmeden evvel veya sonra İsa’nın da göğe çıktığına inanırlar. Fuat Paşa cevap verdi:
— İsa’nın çıktığı merdivenden…
*
MISIR KOÇANI VE MEZAR TAŞI…
1843-1911 senelerinde yaşayan şair Eşref, Türk edebiyatında hicivle meşhur olanların ön safında gelir. Bu yüzden hapiste yattı, sürüldü; gurbete çıktı; sefalet çekti.
II. Abdülhamit zamanında “Mısır”ın büsbütün elden gitmesi üzerine söylediği kıt’a meşhurdur:
Vakti fırsat gözetir şahı cihan,
Tutar elbette elinden kaçanı…
Gene sahip olur inşallah,
Mısır’ın kaldı elinde koçanı…
Mezar taşına yazılmak üzere söylediği kıt’a, onun hayatta iken insanlardan çektiklerini anlatmak itibariyle değerlidir:
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı.
Gözlerim ebnayi âdemden o rütbe yıldı ki,
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı…
Bir rivayete gore Kırkağaç’ta bulunan mezarının taşı gerçekten çalınmıştır. Yoksa bunu Eşref’e hayran olanlardan biri, onun tahmin ve korkusunu haklı göstermek için, mahsus mu yaptı?
***
You may like
Özel Günler ve Anlamları
Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)
Published
1 yıl agoon
Temmuz 20, 2023By
drkemalkocakGİRİŞ
Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.
23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.
23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 23-31 Ağustos 1925 tarihleri arasındaki Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 1 Eylül 1925 tarihli sayısında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin Kastamonu Halk Fırkasını Ziyareti bölümü araştırmacı tarafından çevrilerek aşağıda sunulmuştur.
***
KASTAMONU HALKI ARASINDA BÜYÜK MÜNCİ [KURTARICI]
Reisicumhurumuz münevver [aydın] ve müteceddit [yenilenen, yenileşen] Kastamonu halkının yine kendi mümessilleri tarafından başka şekilde gösterildiğini açıkça izah eylemiştir.
Kastamonu: 31 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri bugün saat altıda Kastamonu’ya avdet buyurmuşlardır. Kadın erkek binlerce halk tarafından heyecan ve samimiyetle istikbal olunmuşlardır. Gazi Paşa Hazretlerinin geçtiği yollarda bütün Kastamonu halkı aziz kurtarıcıyı bütün hararet ve heyecanıyla alkışladı. Paşa Hazretleri doğruca Türk Ocağı’nı teşrif etmişler ve Ocaklılar tarafından kemal-i hürmetle karşılanmışlardır. Ocak’ta kadın erkek iki yüze yakın Ocaklı hazır bulunuyordu. Paşa Hazretleri biraz istirahatten sonra azalar ezcümle hanımlar ile musahabette bulunmuşlar [sohbet etmişler], Ocak heyetinden Ocak binası hakkında izahat alarak:
“Bütün Ocaklı kardeşleri bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi [dolayı] sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar Türk hakikatinin pişvası [öncüsü] olacaklardır.” buyurmuşlardır.
Gazi Paşa Hazretleri müteakiben Cumhuriyet Halk Fırkasını teşrif etmişlerdir. Fırkanın bahçesi hanım ve erkek binlerce halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi Paşa Hazretlerine bina balkonunda bir mevkii mahsus ihzar edilmişti. Halk, Büyük Gazi’nin Türk milletine feyzi inkılap tebşir eden sözleri bizzat kendi ağzından işitmek için sabırsızlık gösteriyordu. Reisicumhur Hazretleri bir parça istirahatten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüsnü Bey, Gazi Paşa Hazretlerine hitaben kısa bir nutuk irat ederek Gazi Hazretlerine senelerden beri münhasır bulunan Kastamonu halkının hissiyatına tercüman olmak istediğini beyan eylemiş, vatanın altı sene evvel düşmüş olduğu felaketengiz vaziyeti izah ve sırf Gazi’nin kudreti dâhiyanesi sayesinde vatan ve milletin yeniden hayat bulduğunu söyleyerek nutkuna şu suretle devam eylemiştir:
“Altı sene memleket ümitsiz bir halde iken, karanlıklar içerisinde yüzerken Şark’tan doğan büyük güneş siz idiniz. Sizin nam-ı bülendinizi hiçbir vakit unutmayacak ve bu millet yaşadıkça sine-i fahr mübahatında sizi daima yaşatacaktır.”
Müteakiben Hüsnü Bey, sultan ve halifelerin bu millete yapmış olduğu zulümleri ve fenalıkları izah ederek Kastamonuluların ve bütün milletin Cumhuriyeti muhafazaya ve tamamıyla asri bir Türkiye vücuda getirmeye kemal-i katiyetle azmetmiş olduklarına işaret ettikten sonra sözlerini şu suretle bitirmiştir:
“Memleketimizde bulunduğunuz müddetçe vazife-i şükranı hakkıyla yapamadığımız için kusurlarımızı affedin. Ayrılık zamanı yaklaştığı için mahzun oluyor ve bizi şerefli ve saadetli huzurunuzdan ayırmamanızı istirham ediyoruz. Bugün şerefli Dumlupınar Zaferi’ni huzurunuzda tesitle mesuduz. Bu zaferin büyük kahramanına bütün hemşehrilerimin nihayetsiz şükranlarını arz ve size binihaye sıhhat ve afiyetler temenni eylerim.”
Reisicumhur Hazretleri mukabeleten irat buyurdukları nutukta teşekkür ve hissiyatı munzamen bir mukaddemeden sonra hasbıhallerine ber-vech-i ati [aşağıda olduğu gibi] devam buyurdular:
“Meşhudatımın [gördüklerimin] en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki, bu seyahatimden evvelki malumatım, meşhudatımın [gördüklerimin] hâsıl ettiği kanaatlerden çok kısa [başka] idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydı, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanıtmak için çalışanlar ezhanı teşevvüşte [zihinleri bulandırmakta] kim bilir ne kadar ileri gitmeye muvaffak olacaklardı. Asar-ı fiiliyatını [fiili eserlerini] memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız [yüksek anlayışınız] bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi [meydana gelemezdi]. Böyle bir iddia serdetmek [iddiada bulunmak] aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekâmülün [gelişmenin] silsile-i tabiiyesi [tabii silsilesi] üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben o tekâmülün tabii tecelliyatının mesut bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatin aksini ifade ve izah ederek müceddit hatvelerinizi [yenileşme adımlarımızı] felce uğratmaya yeltenen sebük-mağzanın [beyinsizlerin] hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, na-kâfi [yetersiz] akıllarına istinat etmiş [dayanmış] olduklarına zahip oluyorum [zannediyorum]. O zavallı hodbinler [benciller] böyle yapacaklarına halkın hiss-i selimine [sağduyusuna] müracaat etselerdi, ondan feyiz ve ilham alsalardı, kendilerini bugün şayan-ı hende [gülünecek] ve hacil [utanılacak] vaziyette bırakan bu kadar müstekreh [iğrenç] hatalara düşmezlerdi. Fakat hiss-i selimin [sağduyunun], akıl, mantık ve marifetin fevkinde [üstünde] haiz-i ehemmiyet [ehemmiyete sahip] olduğunu takdir etmek yalancı âlimlerin işine gelmez.
Arkadaşlar, milletimizin sağlam bir şuura malik [sahip] olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fiili asar [eserler] ve hadisattan [hadiselerden] sonra kimsenin şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Şuur, daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileri ve teceddüte [yeniliğe] uzun hatvelerle [adımlarla] yürümeye devam edecektir. Şuura illet tarı olmadıkça [bulaşmadıkça] geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelemez. Asırlardan beri sarf olunan iğrenç çaba ve gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber, milletin şuurunu felce uğratmaya asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat, milletin bugün gösterdiği asar-ı şuur [şuurlu eserler] ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet [sakatlık, hastalık] olsaydı, onu [1] bugünkü hayatta ihya etmek [canlandırmak] desti kudretten bile muntazır değildir [beklenemez].
Efendiler, bu millet temayül-i hakikiyesi [hakiki eğilimi] hilafında zehaplarda [zanlarda] bulunanlara iltifat etmemektedir. Bununla bilhassa bugün çok müftehirim [iftihar ediyorum]. Bundaki sırr-ı isabeti [isabet sırrını] izah için derhal arz etmeliyim ki, bizim ilham menbamız [kaynağımız] doğrudan doğruya bütün Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı-ı milliden [milli vicdandan] aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin hiss-i selimini [sağduyusunu] rehber ittihaz [kabul] ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere isal edeceğimize [ulaştıracağımıza] imanımız kavidir [kuvvetlidir].
Hakiki inkılapçılar onlardır ki, terakki [ilerleme] ve teceddüt [yenileşme] inkılabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye [hakiki eğilime] nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai [toplumsal] inkılapların sahib-i hakikiyesi [hakiki sahibi] kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu istidat ve tekâmül [kabiliyet ve gelişme, gelişme kabiliyeti] mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi [kâfi gelemezdi]. Herhangi bir vaz-ı tekâmülde [gelişme vaziyetinde] bulunan bir kitle-i beşeri [insan kitlesini] bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebe-i tekâmüle [gelişme mertebesine] isal etmenin [ulaştırmanın] tabii imkânsızlığı muhtaç-ı izah [izaha muhtaç] değildir.
Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle [şekilleriyle] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] haline isal etmektir [kavuşturmaktır]. İnkılabatımızın [inkılaplarımızın] umde-i asliyesi [asli ilkesi] budur.
Bu noktada ısrar ile izahat verdikten sonra:
Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını [beynini] paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen [tamamen] tard olunacaktır [kovulacaktır]. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek [nüfuz ettirmek] imkânsızdır.”
Paşa Hazretleri hurafelere dair misallerle tafsilat verdiler. Türbelerden, yalancı evliyalardan bahsederek: “Ölülerden istimdat etmek [yardım istemek] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] için şenidir [lekedir, ayıptır]” dediler. Sonra tekyelere intikal ederek ber-vech-i ati [aşağıdaki] beyanatta bulundular:
“Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet [saadete mazhar] kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle [kapsamıyla] medeniyetin [yaydığı] mevacihe-i şule [ışık karşısında] filan ve falan şeyhin irşadıyla [yol göstericiliğiyle] saadet-i maddiye ve maneviye [maddi ve manevi saadet] arayacak kadar iptidai [ilkel] insanların Türkiye camia-ı medeniyesinde [medeni camiasında] mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar)
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir [medeniyet tarikatıdır]. (Sürekli alkışlar) Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Rusay-ı tarikat [tarikat reisleri] bu dediğim hakikati bütün vuzuhuyla [açıklığıyla] idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekyelerini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”
Reisicumhur Hazretleri, müteakiben [bundan sonra]:
“Arkadaşlar, huzurunuzda, mevacihe-i millette [millet karşısında] beyan-ı fikir [fikir beyan] ederken hissettiğim ve gördüğüm hususları olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.”
Mukaddemesiyle [sözleriyle] diğer bir zemine intikal ederek demişlerdir ki:
“Hükûmet-i Cumhuriyemizin [Cumhuriyet hükûmetimizin] bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut [bağlı] müftü, hatip, imam gibi muvazzaf [vazifeli] birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın [vazifeli kişilerin] ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar [vazifeli] olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti iktisasında [giymekte] berdevamdırlar [devam etmektedirler]. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela [cahiller], bazı yerlerde halkın mümessilleri [temsilcileri] imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden ve nereden almışlardır? Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri [seçtikleri] mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in itimadına mazhar hükûmet-i Cumhuriyedir [Cumhuriyet hükûmetidir]. Bir de mahalli müntehip [seçilmiş] belediye reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahib-i salahiyet [salahiyet sahibi] olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükûmetin nazarı dikkatine vaz edeceğim [koyacağım].
Reisicumhur Hazretleri bu zemin üzerinde çok ciddi nokta-i nazarlar [görüşler] dermeyanından [ortaya koyduktan] sonra kıyafet meselesine intikal ederek buyurdular ki:
“İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edilebileceğinden [değerlendirilebileceğinden] burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayr-i kabil-i inkârdır [inkâr edilemez] ki, taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan, bu acayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” (Hayır, güldürmez sesleri)
Gazi Hazretleri kıyafet hakkında mufassal [tafsilatlı] izahat ve malumat vererek sözü şu neticeye getirdi:
“Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir [düzeltecektir]. Fen ve sıhhat nokta-i nazarından [bakımından] ameli [pratik] olmak itibariyle, her nokta-i nazardan [bakımdan] tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir [giyilecektir]. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu ispat etmek ve izhar [göstermek] için icap edeni yapmakta inat etmek adamlıkla kabil-i telif değildir [bağdaşmaz].
“Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla ispat etti ki, müceddit [yenilikçi] ve inkılapçı bir millettir. Son senelerden mukaddem [önce] de milletimiz müceddit [yenileşme] yolları üzerinde yürümeye, içtima-i inkılaba [toplumsal inkılaba] teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeyim: Bir toplum, bir heyet-i içtimaiye [millet], erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir [meydana gelir]. Kabil midir [mümkün müdür] ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim [ilerletelim], diğerini müsamaha [ihmal] edelim de kitlenin heyet-i umumiyesi [tamamı] mazhar-ı terakki [ilerlemeye mazhar] olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki [ilerleme] adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve saha-i terakki ve teceddütte [ilerleme ve yenileşme sahasında] birlikte kat merahet [merhaleler kat] edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffak olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır [görmekteyiz] ki bugünkü gidişatımız hakiki icaba takarrüp etmektedir [yaklaşmaktadır]. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikârdır.”
Bu husustaki cesaret ve adem-i cesaret esbap ve avamilini [cesaret ve cesaretsizliğin sebeplerini ve etkenlerini ilerleme] izah ettikten sonra derhal tashihi [düzeltilmesi] elzem bir misal zikretti:
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil [benzer] bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü [ifadesi] nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, bir millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi [düzeltilmesi] lazımdır.”
Müteakiben [sonra], memlekette mevcut cemiyetlerin milleti tenvir [aydınlatmakta] ve irşatta [uyarmakta] ciddi surette alakadar olmalarını tavsiye etti. Badehu [daha sonra] milletle temastan aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen muhabbet [sevgi] ve itimadı [güveni] hüsn-i istimal etmeye [güzel, iyi kullanmaya] çok dikkat sarf edeceğinden ve gayenin milleti mesut ve müreffeh [refah içinde] ve medeni dünyada evsafı [vasıfları] takdir olunmuş mütekâmil [gelişmiş] bir millet görmekten ibaret olduğunu izah ederek çok hararetli ve heyecanlı nutkuna hitam [son] verdi ve pek şiddetli alkışlandı.
Halk Fırkasında Coşkun Bir İçtima [Toplantı]
Kastamonu: 31 [Ağustos] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretlerinin Halk Fırkasında irat buyurdukları çok kıymettar ve tarihi nutka mukabeleten Taşköprü’nün Kurtiye karyesi Muallimi Sabri Bey, bütün Kastamonu halkı şimdiye kadar yapılan inkılabatta Gazi’nin yürüdüğü yoldan, işaret ettiği noktadan nasıl yürüdü ise bundan sonra da kemal-i metanetle ve süratle aynı yoldan yürüyeceğini ve halkın Gazi’nin emir ve işaretine amade olduğunu söyleyerek Gazi Paşa Hazretlerine arz-ı şükran eylemiştir. Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri bu nutuktan pek mütehassis olarak ayağa kalkmış ve demişlerdir ki:
“Efendiler, gösterdiğiniz kıymettar teyakkuz [dikkat] ve intibahtan [uyanıklıktan] çok mütehassisim. Sesim müsait değil, bu nutka da müsaade ederseniz bir beyitle cevap vereyim:
Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi.” [2] [3, 4]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 1, sütun: 3-4
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 2, sütun: 3-5
[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 223(667)-227(671)
[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, 2005, İstanbul, s. 292-296
CAN KURTARAN KALLAVİ…
Sultan II. Mahmut’un vezirlerinden [Mehmet Emin] Rauf Paşa [1] zeki, çalışkan, yakışıklı bir adamdı; ilk sadrazamlığında ancak otuz beşinde vardı.
[Mehmet Said] Halet Efendi [2] ona kancayı taktı, azlettirdi; idamına ferman istedi, fakat padişah:
— Hayır, kallavi başına çok yakışıyor; ben o güzel başa kıyamam!
Dedi, Sakız adasına sürmekle kaldı.
Daha sonra affedilerek valiliklerde, hatta sadrazamlıkta bulunan Rauf Paşa mesuliyetten çok korktuğu için savsaklama siyasetini tuttu. Fikirlerini niçin açıkça söylemediği sorulunca şu cevabı verdi:
— Kallavi [sadrazam ve vezirlerin giydikleri, sivri bir koni biçiminde olan ve üzerine tülbent sarılan uzun kavuk] her zaman insanı kurtaramaz!
Son sadrazamlığı sırasında savsaklama siyaseti o kadar almış yürümüştü ki makamı olan ve “yüksek kapı” manasına gelen “Bâbıâli” nin ismini “boş kapı” demek olan “Bâbıhâli”ye çevirmişlerdi.
*
MEZAR HALKI DAYANSIN!..
1820 senelerinde darphane nazırı olup Halet Efendinin idam ettirdiği Abdurrahman beyin adamlarından Reşit Efendi, İstanbul’da münzevi yaşıyordu; hiç suçu yokken idamı emir olundu.
Merhametli adamlardan biri Halet Efendiye yalvardı:
— Efendim, bu Reşit genç bir adamdır; başka türlü cezalandırılsa!..
— Genci öldürmek yazık, ihtiyarı öldürmek günah; her zaman idam için orta yaşlı adamı nereden bulmalı?
Halet Efendinin ne kötü nasihatçi olduğunu Sultan Mahmut da anladı; 1822’de Konya’ya sürüldü; orada kesilen başı İstanbul’a getirildi. Bu hadise hakkında söylenen şu beyit meşhurdur:
Ne kendi eyledi rahat ne verdi halka huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!
*
EŞREF SAAT…
Sultan II. Mahmut, batıl itikatlarla ilgili olmayan padişahtı. Bir gün tersanede bir gemi denize indirilecekti. Padişah “eşref saat” yani uğurlu zaman gibi şeylere inanmazdı ama herhalde halkın düşünüşüne hürmet için olacak, müneccimbaşıya:
— Münasip bir zaman tayin etsin!
Diye haber yolladı. Zira böyle yapmasa ve gemi de bir kazaya uğrasa halk bahane sayabilirdi.
Müneccimbaşı “eşref saat”i tayin etti; lakin padişahın yemek zamanına rastladı. Padişah onu çağırdı ve azarladı:
—- Benim yemek yiyeceğim zamandan başka “eşref saat” yok mudur?
Müneccimbaşı affını diledi; hem yıldızların vaziyetine, hem de padişahın arzusuna uygun başka bir saat tayin etti.
*
DİPNOTLAR
[1] 5 Eylûl 1812’de Ahmed Paşa, 1 yıl, 4 ay, 25 gün süren bir sadâretten sonra azledildi. Sofya seraskeri Ahmed Hurşid Paşa, sadrâzam oldu. 1 Nisan 1815’e kadar 2 yıl, 6 ay, 27 gün sadârette kaldı. Mehmed Emin Rauf Paşa, sadârete getirildi. Başdefterdârlıktan (maliye bakanlığı) sadrâzam olan bu zat, Çavuşbaşı Said Mehmed Efendi’nin oğludur. İlk sadâretinde 2 yıl, 9 ay, 4 gün kaldı. 5 Ocak 1818’de Hudâvendigâr (Bursa) valisi Derviş Mehmed Paşa, sadrâzam oldu. Bu zat, 2 yıl ve 1 gün sadârette kaldı. 5 Ocak 1820’de Ispartalı Ali Paşa, Hudâvendigâr valiliğinden sadrâzamlığa çağırıldı. Ali Paşa, Koca Mustafa Reşid Paşa’nın eniştesi (ablasının zevci) olup, bu sırada 20 yaşında bulunan Mustafa Reşid Bey, onun yanında ilk devlet adamlığı tecrübelerini edinmiştir. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 47]
[2] Sultan Mahmud’un danışmanı Hâlet Efendi, 13 yıl kadar “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk danışmanı” unvânı ile anıldı. Sultan Mahmud bu adamı Yeniçeri ocağını ve muhafazakârları yanında tutmak, her türlü fitneden haber almak için kullanırdı. Sultan Mahmud bu zümrelere karşı idi, fakat 1826’ya kadar açıkça cephe alamadı, 1826’da ise darbesini amansız biçimde vurdu. Sonunda Mehmed Saîd Hâlet Efendi diktatör tavırları almaya başladı ve 1822 Aralığında Konya’da kellesi kesildi. Üçüncü Selim zamanında Paris büyükelçisi (1802-1807), 2 defa nişancı (devlet nâzırı), vekâleten reîsülküttâb ve kethudâ (dış ve iç işleri bakanı), bir ara musâhib-i şehryârî (padişah nedîmi) olmuştu. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 16]
Mustafa Kemal Atatürk
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (8)
Published
2 yıl agoon
Haziran 10, 2022By
drkemalkocak(2 Şubat1923)
GİRİŞ
T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu. Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey, Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını; açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti, Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.
—***—
[Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi]
Bir arkadaşımız seçimlerden bahsederek hâlâ eskisi gibi mi seçim olacak, buyurdular. Görüyorsunuz ki, hâlâ aynen eski usul caridir [yürürlüktedir], daha cari olacaktır. Arkadaşlar, o zamana kadar ki bütün millet fertleri sizin düşündüğünüzü düşünecektir. Bu seyahatim esnasında Bursa’ya giderken bir köy kahvehanesine girdim. Köylü ile orada kahve ve sigara içtik. Kendilerine sordum: “Sizin muhtarınız var mıdır?” “Var” dediler. “Nasıl seçersiniz muhtarı?” “Pazarlıkla” dedi. “Hangisi daha az para ile olursa onu seçeriz.” “E… muhtarın seçilmesi lâzım değil mi?” “Evet.” “Nasıl seçim yaparsınız?” “Köylü toplanırız; birtakım adamlar çıkar, derler ki, ben daha az para ile yaparım. Onun üzerinde ittifak ederiz.” Bu bir seçimdir ve muhtar seçiminin böyle olması lâzım geleceğine o köylü kanidir. Sebebi, köyün muhtarı olmak, o köyün, o mahallenin uşağı demektir.
Zira hükûmet, köyden veyahut mahalleden ne gasp etmek istiyorsa, köye veya mahalleye bütün vasıtalar, hükûmet ile ne gibi tecavüzler, taarruzlar yapmak istiyorsa, bunları yapabilecek olan, yol gösterecek olan muhtardır. Ve bu itibarla umumiyetle muhtar çok dayak yer. Ve bu itibarladır ki, köylünün namus erbabı [namus ve izzet sahipleri], böyle bir vazifeyi üstlenmek istemeyebilir. Zira bunun karşılığında dayak vardır. Dayaktan hâsıl olan acıyı telafi edecek şey de muhtarın köylüyü soymasıdır; diğer soyanlarla beraber. Kurtulabilmek için iki şey lâzımdır. Birisi ve en esaslısı evvela o köylünün muhtarın ne demek olduğunu ve muhtarın niçin seçildiğini bilmesi lâzımdır. Ve nasıl seçildiğini bilmesi lâzımdır. Bu, siyasî terbiye ile olur. İkincisi hükûmetin köylüye ve muhtara ve muhtar vasıtasıyla köylüye yapılmakta olduğunu bildiğimiz muamelelere son vermek lâzımdır. Bugünkü hükûmetimizin mahiyeti buna son vermiştir.
Fakat efendiler, itiraf etmek mecburiyetindeyiz ki, henüz Teşkilatı Esasiye’nin dokuz maddesi yapılmıştır. Dokuz maddesi de üç fikirden ibarettir. Bütün bunun delaleti ve şümulü memlekette henüz tatbik olunmamıştır. Halk hükûmetinden bahsettiğimiz zaman, henüz bir halk hükûmetinin memleketin her yerinde tesis olunduğunu söylersek büyük yalancılık etmiş oluruz. O zaman hiçbir şey yapılmamış olduğunu… daha birçok şeyler vardır ki yapılacaktır.
Bu manaları bütün açıklığı ve şümulü [kapsamı] ile memleketin içinde tatbik etmek lâzımdır. İşte bunun için millete siyasî terbiyeyi vermek lâzımdır. Siyasî terbiye vermek için mektepler mi açacağız; siyasî ilimler mi okutalım? İstediğimiz kadar okutalım veya Avrupa’ya gönderelim. İstedikleri kadar okusunlar. Hayır, olmaz! Ben düşünüyorum ki, böyle bir siyasî fırka her seçim dairesinin mebusunu ihtiva edecek olan böyle bir siyasî fırka başlı başına bir mektep hâlinde tesis olunmalıdır. Birlik ve dayanışma içinde, programı usulü dairesinde ve süratle takibe alışmış bir hâle getirilebilir. Ve her seçim dairesinin bu suretle siyasî terbiye alacak olan mebuslarının yol göstericiliği ile kendi seçim dairelerindeki bütün muameleler -bu bakımdan evvela muameleler- iyi hâle doğru sevk edilebilir.
Efendiler zannediyorum ki, çok beni dinlemek külfetine katlanıyorsunuz. (Estağfurullah sesleri) Ve daha çok zamanda görüşecek dertlerimiz vardır. Bir defa ile yüz defa ile birbirimizi tatmin edeceğimizi zannetmem. Onun için çok ve çok görüşmek mecburiyetindeyiz. Her fırsattan istifade ederek açık ve samimi görüşmek mecburiyetindeyiz. Bildiklerimizi, duyduklarımızı, gördüklerimizi çok açık birbirimize anlatmak mecburiyetindeyiz.
Biliyorsunuz ki umumiyetle böyle siyasî fırkalardan bahsedenler ve siyasî fırka yapmak sevdasında bulunanlar, çok şey yapacaklarını ve yapabileceklerini ve programlarının çok güzel olduğunu, milleti aldatmaktan çekinmeyerek söylerler. Bittabi bizim meslek ve meşrebimiz buna müsait değildir. Biz millete karşı, bilhassa millete karşı çok namuslu kalmak isteriz. Dolayısıyla yapmayı tasavvur ettiğim hususları arz ettiğim vakit, bunları yapabileceğime dair ilmen, fikren, kanaat ve tecrübe ile itimat ettiğim şeyler olduğunu kabul buyurunuz. Demin demiştim ki, şimdiye kadar yapılabilir dediğim şeyler yapılmıştır. Hadiseler bizi yalanlamadı. Bundan sonra da diyorum ki, yapılabilecek şeyler vardır. Ve dediğim şeyler, bu yapılacak şeylerin içindedir. Bunları dahi büyük bir muvaffakiyetle bu millet yapacaktır. (Alkışlar)
Ancak şimdiye kadar bütün teşebbüslerde bizi muvaffak eden hakiki sebebi hiçbir vakitte unutmamak ve onu daima ve daima tekrar etmek lâzımdır. O hakiki sebep, her şeyin yardımcı ve müzahiri [destekçisi] olacak olan milletin kendisidir. Yapacağız dediğim zaman benim yapacağımı zannetmeyiniz. Milletimizin yapacağını kastediyorum. Bunda kimsenin şüphesi kalmasın. (Alkışlar)
Son iki kelime arz edeyim. Sulh istiyoruz. Harbi, sulhu temin için yaptık. Mecbur ederlerse yaparız ve yapmaya muktediriz. Fakat böyle bir mecburiyet karşısında bırakmadıkları takdirde, böyle bir mecburiyetten millet kendini azade gördüğü dakikadan itibaren, yeni bir azim ve imanla memleketi, hayatını ve bütün mevcudiyetini en yeni, en zengin kisvelerle süsleyecektir, yüceltecektir. (Alkışlar, inşallah sesleri)
Bu devleti, yeni Türkiye Devleti’ni tesis eden bir aslî unsur vardır. Ve bu aslî unsur ile mesailerini birleştirmiş, talihini birleştirmiş unsurlar dahi vardır. Bu unsurlardan vatandaş da vardır. Başka başka din ve mezhepte bulunanlar vardır. Bu memlekete ve bu devletin hakiki dayanağına daima iyi, alicenabane hislerle mütehassis olmuş ve fiilleri ve hareketleri daima bu hissiyat dahilinde geçmiş bulunan ırkların aynı dinden olması şart değildir; mesela Musevi vatandaşlarımız gibi. Şüphe yok ki, Musevi vatandaşlarımız hiçbir vakitte bu memlekette olduğundan daha çok refah ve saadete malik olamazlar. Şimdiye kadar böyle olmuştur. Yeni Türkiye, bu suretle kendilerine daha çok güven verici olur. (Alkışlar) Diğer unsurlar dahi, gayrimüslim unsurlar dahi mübadeleden sonra memleketimizde kalmış olacaklar dahi emin olabilirler ki, şimdiye kadar kapıldıkları teşviklerin ve kışkırtmaların artık bundan sonra hiçbir faydası, tesiri, hükmü olmadığını takdir eder ve tam bir sadakatle bu milletin içinde yaşamaya karar verirlerse, hiçbir vakitte bu millet tarafından kötü muameleye maruz kalmayacaklardır. İnsaniyetin icap ettirdiği bütün hususların kendileri hakkında tatbik edilmiş olduğunu göreceklerdir. (Alkışlar)
Efendim, çok mühim ve sevgili İzmir’imizin aziz halkıyla, hanımlarıyla, beyleriyle -deminki sözümü tekrar edeyim ve daima kolaylaştırıcı olacaktır, hanım ve beyefendileriyle- vuku bulan [yapılan] bu hasbıhâlim [halleşmem, sohbetim] bende çok güzel hisler uyandırdı. (Allah ömürler versin Paşam sesleri) Ancak sabrınızı da suiistimal etmiş olmak [kötüye kullanmak] istemem. Beni dinlemiş olduğunuzdan dolayı çok teşekkür ederim. Ve bundan sonraki millî gayemizi kolaylıkla elde etmekte bana vaat edeceğiniz yardım ve desteği, kuvvetli bir istinat [dayanak] dayanak noktası ve kalp kuvveti veren bir vaat olmak üzere kabul edeceğim ve yüksek heyetinize veda eyleyeceğim. (Sürekli alkışlar)
KAYNAKLAR:
Hâkimiyet-i Milliyei4 Şubat 1923, No: 730, s. 1, sütun: 1-6
Hâkimiyet-i Milliye, 5 Şubat 1923, No: 731, s. 1, sütun: 5-6
Hâkimiyet-i Milliye, 5 Şubat 1923, No: 731, s. 2, sütun: 1-6
Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı Beyaz, İstanbul, 2004, s. 198-282
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul 2005, s. 50-103
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi2 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar2 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk2 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)