Connect with us

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-5

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Eğer Garpta olduğu gibi, Şarkta da dil dinden daha kuvvetli bir unsur olsaydı onlar, eski kiliselerin ve yeni mekteplerin neşrettikleri ayrılık cereyanlarına kapılmazlar ve memleketimizin bir asırdır, gitgide daha büyüyen buhranlar ortasında çektiği mihnetler, felâketler, değil başımıza gelmek hatta hatırımıza gelmezdi. Emin olabilirsiniz ki inanılmaz ve affedilmez bir gafletle, kiliselerin ve mekteplerin, ayrıcı telkinatına terk ettiğimiz bu Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle fiilen ancak Türk’türler. Onların Türk olduklarını iddia etmekte hiçbir menfaati olmayan bazı müverrihler vardır ki, vaktiyle yazdıklarının bir gün bizim elimizde, Rum milliyeti aleyhine bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünmüş olsalardı kalemlerini kırar ve bize bu noktada şehadetlerini bırakmazlardı.

Akdeniz adaları ile en sıkı bir teması olan sahillerde meselâ Antalya, Alâiye’de Ortodokslar arasında yayılmış olan en eski Türkçe kelimeleri ve Türk lisanını ne ile izah edebiliriz? Bütün eşraf ve ayanın şecerelerini Araplığa raptetmek için uydurma cetler icat ettikleri asırlarda Rumca gibi dünyanın en girgin ve en mukavim bir lisanını ortadan kaldıran kuvvet nerededir? Anadolu’da Osmanlı ve Selçuk istilâları, nihayet ve nihayet adedi, tarihin tasrih ve tespit ettiği küçücük bir yekûna baliğ olan bir askeri istilâ ile bir kabile muhaceretinden başka bir şey değildir.

Hamdullah Suphi Bey’in konferansından mabad [devam] :

Kilise ve mekteplerin ayırıcı telkinatına terk ettiğimiz Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle hâlâ Türk’tür.

—***—

-5-

Garpta lisan, dinden daha mühim bir milliyet unsurudur. Şarkta ise din dilden daha mühimdir. Meselâ Girit ihtilalleri üzerine yerli Rumlardan tazyik gören Müslümanlar Anadolu sahillerine sığındılar. Bunlar, lisanlarına göre bir taksime uğrasalardı anadilleri Rumca olduğu için onların sığınacakları yer, ancak Yunanistan olabilirdi. Fakat bize geldiler. Ben bu sebeple, Antalya sahillerinde çocuklarına Rumca söyleyen muhacir Müslüman kadınlara tesadüf ettim. Aynı sahillerde çocuklarına Türkçe ninni söyleyen Ortodoks kadınlar, yine din hissiyle Yunanistan’a gittiler. Hiç unutmam, oturduğum evin karşısında bir açık pencereden ninni sesleri geliyordu. Başlarından, taassupla taşıdıkları fesleri asla çıkarmayan kış ve yaz, sırtlarında, ince ve kalın dikişli hırkaları eksik olmayan, daima arkalarına on, on iki ince örgülü saç bırakan bu Ortodoks kadınlar, kıyafet hususunda Avrupalılıktan son derece çekinirlerdi. Avrupa modalarını takip eden bir genç kadın yabancı fistanıyla, bunlar nazarında faziletten ayrılmış, fahişe doğru giden kötü bir kadın vaziyetinde idi. Komşum, Ortodoks kadın fesli başını eski Türk beşiğiyle beraber sallayarak ninni söylüyordu:

Uyusun yavrucuk ninni

Uyusun has tomurcuk ninni

Annenin, en güzel, en temiz Türkçe ile “has gül goncası” diye sallayarak uyuttuğu çocuk sekiz aylıktı ve ismi Yani idi. İtiraf ederim ki ben Antalya’nın bu Ortodoks kadınlarından yüzlerce eski Türk kelimesi öğrendim. Siz bu kadınları, Pire’de, Atina sokaklarında tasavvur ediniz. Papasın telkiniyle, sevap olsun diye söyledikleri, sabahın akşamın hayırlı olmasına ait bir iki temenni sözünden maada, Rumca bir kelime bilmeyen bütün bu Ortodoks halk orada ne kadar acemidir, yabancıdır. Dillerine bakılırsa en eski Türklerdir, dinlerine bakılırsa, onların hislerine ve bizim hislerimize nazaran Rum’dur ve bizden kopmuştur, ayrılmıştır.

Arkadaşlar! İç Anadolu Hristiyanları ve mühim bir kısım sahil Hristiyanları, dil vahdeti itibariyle ve dilin temin ettiği terbiye vahdeti itibariyle en yakın zamana gelinceye kadar ancak bir isim alabilirlerdi. Bunlar Hristiyan Türklerdi, onlarla bizim aramızda âdetler müşterektir. Darbımeseller, şarkılar müşterektir, masallar, hurafeler müşterektir. Bütün sanayi-i nefise ve bilhassa musiki müşterektir. Aralarında şairler yetişmiştir. Şiirlerini okuduğunuz vakit bir Türk’tür. Fark etmenizin imkânı yoktur. Bizimle beraber aynı tasavvufa (?) dalmışlardır. Bestekârdırlar. Onların elinden çıkmış hâlâ dillerde dönen maruf bestelerimiz vardır. Mimari gibi en mühim merkezi sanatımızdan başlayarak en hurda tezyini sanatlarımıza kadar, Türk eliyle ve Hristiyanlık eli yan yana ve beraber çalışmıştır. Ölülerimizi örten sandukaların üstündeki örtülerden, camilerin kürsülerine, minberlerine ve kalplerimizi teheyyüç eden halk şiirlerine, musiki nağmelerine kadar her işe her sahada o Türk gibi çalışmış, Türk gibi duymuştur.

Eğer Garpta olduğu gibi, Şarkta da dil dinden daha kuvvetli bir unsur olsaydı onlar, eski kiliselerin ve yeni mekteplerin neşrettikleri ayrılık cereyanlarına kapılmazlar ve memleketimizin bir asırdır, gitgide daha büyüyen buhranlar ortasında çektiği mihnetler, felâketler, değil başımıza gelmek hatta hatırımıza gelmezdi. Emin olabilirsiniz ki inanılmaz ve affedilmez bir gafletle, kiliselerin ve mekteplerin, ayrıcı telkinatına terk ettiğimiz bu Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle fiilen ancak Türk’türler. Onların Türk olduklarını iddia etmekte hiçbir menfaati olmayan bazı müverrihler vardır ki, vaktiyle yazdıklarının bir gün bizim elimizde, Rum milliyeti aleyhine bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünmüş olsalardı kalemlerini kırar ve bize bu noktada şehadetlerini bırakmazlardı. Türkler, Çin dâhilinde ve Çin hudutlarında ücretli asker olarak hizmette bulundular. İslâm’dan evvel ve İslâm’dan sonra İran’da Türkleri aynı vazifeyi ifa ederken görüyoruz. Türk, Emevî ve Abbasî hilafetleri nezdinde birçok vazifelerin fevkinde ve haricinde bilhassa askerdir. Mısır Fatımileri, hizmetine girdiği hükumetleri çok defa devirip, yerlerine kendi geçen Türk’ü, çağırmaktan vaz geçememişlerdir. Türk, eski Moskova çarları yanında, Bağdat’ta, Şam’da, Kahire’de nasıl bir vaziyette ise aynı vaziyette, tarihin kayıt ve zaptına geçmiştir. Bizans kayserlerinin, askerliği kendine sanat ittihaz eden bu çetin unsuru, nasıl davet edip imparatorluğun her tarafına yerleştirdiğine dair lâzım gelen malumatı bize veren Bizans müverrihleridir. Osmanlılardan hatta Selçukilerden evvel dokuzuncu asrın ortalarına doğru bazı Türklerin İmparator Nekofil’in tasvibiyle Vardar boyuna nasıl yerleştiklerini bize “Kodinos” anlatır ve der ki: Ovaya yerleştikten sonra onlar Hristiyan dinini kabul ettiler, fakat askeri âdetlerini ve yarı bedevi hayatlarını daima muhafaza ettiler. 1065 tarihinde Oğuzlar Tuna’yı geçtiler ve 600 bin tahmin edilen bir kalabalıkla Rumlardan ve Bulgarlardan mürekkep bir orduyu parça parça ettikten sonra, Selânik’e kadar tuğyan hâlinde istilâ ettiler.  1123’te diğer bir Türk kavmi olan Peçenekler, aynı yollardan gelerek Adalar denizi dâhil olmak üzere karada ve denizde ne varsa hepsini zapt ettiler. Oğuz istilasını “Sedrenos”’tan naklen anlatan Jan Sikilinzes, Peçenek istilâsını anlatan “Niketas”’tır.

1243’te yine bir Türk istilâsı “Kuman”ların imparatorluk içine akmasıyla başlıyor. Bu “Kuman”ların Anadolu’ya nasıl dağıtıldıklarına dair lâzım gelen tafsilâtı bize veren Nikefor Gregoras’tır. İslâm dinini elan kabul etmemiş olan putperest Türkler evvela Hristiyan oluyorlardı. Hristiyan olmak Rumlaşmaya doğru bir adım atmak demekti.  Bu, Kumanlardan kaçı Bizans meclis ayanında ve Bizans sarayında en yüksek memuriyetlere kadar çıktığını bize hikâye eden müellifler var. “Pokoyl” Yunanistan’da Seyahat ismi taşıyan kitabında, İncilleri Türkçe yazılmış Hristiyan Türklerden bahseder. Efendiler, sıbyan mekteplerinin, medreselerin Türkçe’yi hatta Türklere öğretmediği asırlarda Anadolu Hristiyanlarına Türkçe’yi kim öğretti? Daima Rumluğun bir vatanı kalmış olan Akdeniz adaları ile en sıkı bir teması olan sahillerde meselâ Antalya, Alâiye’de Ortodokslar arasında yayılmış olan en eski Türkçe kelimeleri ve Türk lisanını ne ile izah edebiliriz? Bütün eşraf ve ayanın şecerelerini Araplığa raptetmek için uydurma cetler icat ettikleri asırlarda Rumca gibi dünyanın en girgin ve en mukavim bir lisanını ortadan kaldıran kuvvet nerededir? Anadolu’da Osmanlı ve Selçuk istilâları, nihayet ve nihayet adedi, tarihin tasrih ve tespit ettiği küçücük bir yekûna baliğ olan bir askeri istilâ ile bir kabile muhaceretinden başka bir şey değildir. [*]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu beş paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 24 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 694, s. 2, sütun: 1-2

 

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-7

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Musâhabeme [sohbetime]  başlarken birbirine muârız [karşı] telâkki edilen milliyet ve dinin birçok defalar birbirine yardımcı olduğunu iddia etmiştim.  Umarım ki muhtelif memleketlerde, dinin vücuda getirdiği terkip [uzlaştırma]  ve tevhit [birlik]  hareketi, bir milliyetin doğmasına veya doğmuş bir milliyetin süratle inkişafına nasıl yardım ettiğini göstermek için aldığım misaller, kâfi gelmiştir. Unutmamalı ki, hem dil hem din için, atılması, kaldırılması müşkül birtakım hudutlar vardır. Din, çok büyük bir tevhit hareketi vücuda getirmek istedi mi, mezhepler zuhur ederek onu tahlil ve taksime uğratıyor. Dil, pek büyük sahaları kucaklamak, birleştirmek iddiasına kalktı mı, bazen İslav âleminde gördüğümüz üzere, bu birleştirme hareketine lehçelerin hudutları mâni oluyor.

DİL BİRLİĞİ, DİN BİRLİĞİ

—***—

Türk kimdir? Türk’te ne arıyoruz? Türkçe konuşan, Müslüman ve Türk’ün sevgisini taşıyan Türk’tür. Dil birliği, din birliği arıyoruz.

—***—

Hamdullah Suphi Beyin konferansından son kısım

-7-

Medeniyetlerin doğmasında ve milletlerin terbiyesinde dinin haiz olduğu mühim mevki, milliyet rabıtası olmak üzere, ona nasıl bir ehemmiyet vermek icap ettiğini bize gösterir. Dil ruhları barıştırdığı, anlaştırdığı kadar, din de ruhları müşterek hisler, müşterek düşünceler içinde birbirine vasıl eder.  Bir dil ve bir din ruhları tam bir vahdet için en esaslı iki şarttır. Aynı din ve aynı dil, bir halkın fertlerini kucaklamasından sonra, milliyet en kuvvetli temellere istinat etmiştir. Fertleri ayrı ayrı dinlere mensup aileleri Bosna Hersek’te, Gürcistan’da, Arnavutluk’ta bulabilirsiniz. Yalnız kavmiyet itibariyle değil, aile itibariyle de kardeş olan bu fertler birbirine yabancıdır, şimdi birbirine yabancıdır, evvelce birbirine düşmandılar. Milliyet hissinin garpte olduğu kadar kemale gelmesi din ayrılığından hâsıl olan yabancılığı derece derece azaltacaktır. Kendi memleketimizde hatta oturduğumuz şehirde Katolikliği bir milliyet ismi gibi kullanan Hristiyanlara tesadüf etmiyor muyuz? Hatta Musevilik bir din olduğu kadar bir milliyet değil midir? Museviliğe en kuvvetli bir milliyet dini demek doğru olmaz mı? Bütün imparatorlukların tarihinde, sayısız milletler, din siperi arkasında, din ayrılığı sayesinde benliklerini muhafaza ediyorlar. Eski Roma’dan bugüne gelinceye kadar, bütün fatih milletler, teşkil ettikleri geniş hakanlıklar içinde dinin tecrit ve muhafaza kuvvetini kendi aleyhlerine olarak tecrübe ettiler.

Eski Roma’da, Yunanlılar, Museviler ve bütün barbarlar, Romalının din hususundaki müsaadekârlığından istifade ederek benliklerini saklamak imkânını bulmuşlardır. Evvelce de söylediğim üzere, Romalılık vahdeti, din içinde hâsıl olmamış, mabutların makarrı olan Panteon etrafında toplanmamıştı. Fakat bunun fevkinde adil ve kanun ile temin edilmişti. Bütün İslâm devletlerinin teşekkülünde, dinin ika ettiği [meydana getirdiği] büyük tesiri ve o devletlerin tabiiyeti altına girenlerin, din birliği ile nasıl bir terkip ve tahlile uğradıklarını bir daha düşünmekte fayda görüyorum. Makedonya gibi hatta Kafkasya gibi muhtelif birçok kavimlerle dolu olan Suriye’de, cenuptan İslâmiyet’le beraber şimale doğru çıkan Araplık, yeni dinin mezc [katma, karıştırma] ve terkip kuvveti sayesinde bugün gördüğümüz muhaddes [haber verilmiş] Suriye Araplığını elde etmiştir. Garpta, Kurunu Vusta’nın, muharebe ile fütuhatla dinle vücuda getirdiği yeni milletler gibi İslâm’ın bütün fütuhat devirlerinde, aynı sebeplerin başka bir din ve başka lisanlar lehine çalıştığını, hem umumiyetle dinin hem de hususiyetle Araplığın, Türklüğün menfaatine gayet mühim yoğrulmalar ve kaynaşmalar hâsıl ettiğini görüyoruz. İspanya Katoliklerini, gözlerini kan bürümüş ve taassupla Müslümanların aleyhine kaldıran dindi. İspanyol milleti bu dini isyanın neticesinde bir daha tesis imkânını bulmuştur. Rusya Türkleri, Müslümanlık sayesinde, Türkiye Hristiyanları Hristiyanlık sayesinde, hâkim anasırların kesafeti içinde eriyip dağılmak zaruretini bertaraf etmişlerdir. Rus idaresi altına düşen Lehlilerin, Letonyalıların ve İngilizlere karşı, asırlardan beri İrlanda “Kelt”lerinin gösterdikleri isyan ve mukavemeti, büyük bir nispette ancak mezhep farkıyla yani din farkıyla izah edebiliriz. Uzun saçları, mütevazı, çekingen tavırları, her emre itaat etmeye bin kere hazır duruşları ve dinleyişleri ile Rum ve Ermeni papazları, milletlerinin istiklâlini bir gün iade ettirmek için ellerindeki din teşkilâtından ne kadar istifade etmişlerdir, biliriz. Yalnız biz, dinin mağlup unsurları harekete getirmek için, hâsıl edeceği tesirleri, bu tehlike, vaka hâlinde karşımıza çıkıncaya kadar anlamamışızdır. Başka milletler, daima kiliseleri ve camileri en büyük teftiş ve murakabeleri altında tutmuşlar ve din işlerine son derece itimatları olan adamları geçirtmişlerdir. İstilâya uğrayan bütün İslâm memleketlerinde, din teşkilâtının nasıl ziyansız bir hâle getirildiğini, hatta İslâmları uyutmak, izlâl [hakir görme, küçük görme, alçaltma] etmek için nasıl şer vasıtası olarak kullanıldığını uzak ve bilhassa yakın pek acı misâllerle hepimiz biliriz. Aynı İstanbul’un içinde üç büyük din makamının çalışma farklarını bütün fecaatiyle ve ibretle görmedik mi?

Vatikan’la sıkı münasebette bulunan son Katolik hükümdar, Avusturya İmparatoru, Trantede’ki İtalyanlar, Avusturya Almanları, Bohemya Çekleri ve Macarlar gibi Katolik tebaası dolayısıyla kuvvetli Katolik görünmek için her ne mümkünse yapmıyor muydu ve bilhassa Arnavutluk’a gönderdiği sürü sürü misyonerler için büyük külfetlerden masraflardan çekiniyor muydu? Rus Çarı bütün İslâvların reisi ve Ortodoksluğun hamisi sıfatıyla elinin altındaki “Sen Sinod”la Finlandiya’da, Lehistan’da, Gürcistan’da, Ermenistan’da din vasıtasıyla, papazlarla Ruslaştırmak için hiçbir gayretten çekinmezdi.

Musâhabeme [sohbetime]  başlarken birbirine muârız [karşı] telâkki edilen milliyet ve dinin birçok defalar birbirine yardımcı olduğunu iddia etmiştim.  Umarım ki muhtelif memleketlerde, dinin vücuda getirdiği terkip [uzlaştırma]  ve tevhit [birlik]  hareketi, bir milliyetin doğmasına veya doğmuş bir milliyetin süratle inkişafına nasıl yardım ettiğini göstermek için aldığım misaller, kâfi gelmiştir. Unutmamalı ki, hem dil hem din için, atılması, kaldırılması müşkül birtakım hudutlar vardır. Din, çok büyük bir tevhit hareketi vücuda getirmek istedi mi, mezhepler zuhur ederek onu tahlil ve taksime uğratıyor. Dil, pek büyük sahaları kucaklamak, birleştirmek iddiasına kalktı mı, bazen İslav âleminde gördüğümüz üzere, bu birleştirme hareketine lehçelerin hudutları mâni oluyor.

Efendiler, milliyetin doğmasında, tarihin, edebiyatın ika ettiği uyandırıcı, yaratıcı tesiri, ayrıca anlatmak istedim. Fakat musahabem esnasında birçok defalar bu noktalara temas ettiğim için şimdiye kadar söylediklerimle kalmayı tercih ediyorum. O hâlde, mademki milliyetin belli başlı bütün unsurlarını birer birer tahlil ettik, şimdi sualimizi soralım:

-Türk kimdir?

Biz Türklüğün çerçevesinin içine kimleri alacağız ve kimleri almayacağız, kim bizdendir ve bizden ayrıdır?

Bütün milletler muhitten merkeze doğru hareket yaparlar. Etraftan toplayıp kendine çekerler, biz, merkezden, muhitten bir hareket yaparız, kendimizden alır, dağıtır, uzaklaştırırız. Biri Karadeniz sahalarından geldi mi o, Laz’dır. Hâlbuki Lazlık, Rize’den daha öte, Kemer Burnu’ndan daha sonra başlar. İki kaza, iki üç nahiyeden ibaret bir avuçluk bir halktır.  Koskoca Karadeniz Türklüğünün bu kadar yanlış anlaşılması, en hafif bir tabir ile söylüyorum, acıdır, fecidir. Biri cenup havalisinden geldi mi, Arap’tır. Lisan hudutlarında yaşadıkları için Türklük hissini en hakiki bir ateşle duyan Maraş, Birecik, Ayıntap ve bütün Antakya Türkleri zorla, Türk kalmaktaki bütün ısrarlarına, milliyetlerindeki bütün aşk ve kuvvete rağmen Arap’tırlar.

Biz onları Araplığa doğru iteriz. Şark vilâyetlerinden gelenler, Kürt’türler. Hâlâ Rumeli’nden geldiniz mi Arnavut olmaktan kurtulamazsınız. Milliyetleri, böyle arazi taksimine göre ayıran kimselere sorsak, Türk nerede oturur, bunu tayin etseler de hep oraya gitsek, olmaz mı? Galiba Türk’e, Anadolu ortasında üç dört vilâyetten başka bir şey kalmayacak.

Efendiler, şüphe yok bunlar gülünçtür. Biz, kısa bir cümle içinde, bir düstur hâlinde Türk’ü tarif etmek mümkün olduğunu düşünüyoruz. Dilleri ve dinleri bizden olduğu halde, bir maksadın cazibesine kapılmış olanlar, bizim sevdiğimiz, hürmet ettiğimiz şeylere karşı kayıtsız kalanlar bizden değildir. Topraklarımızın içinde iğreti bir adam vaziyetinde oturarak, ilk felâkette nesi varsa toplayacak, Türk vatanının haricinde kendine hususi bir vatan arayabilecek olanlar bizden değildir. Uzak ve yakın mazilerinde, Türk milleti ve Türk vatanı aleyhine düşündüklerini sözleriyle veya işleriyle gösterenler, hususi bir milliyet için çalıştıklarını her ne suretle olursa olsun ifşa etmiş olanlar bizden değildirler.

Fakat Efendiler, diliyle diniyle bizden olduğu gibi emeliyle de bizden olduğunu bütün mazisi ile gösteren bir kimseye, biz nasıl seni reddediyoruz, diyebiliriz. Biz aramızda yerleşerek evinde Türkçe konuşan çocuklarını Türk mekteplerinde okutan, kızını, oğlunu Türklerle evlendiren ve en halis Türk’ten beklediğiniz memleket sadakatini, kendi hayatında gösteren bir adama soy sop mülâhazasıyla biz nasıl yabancılık istinat edebiliriz? Bu, yollara gittik mi, kendi kuvvetimizi biz dağıtıyor, bizden olanları biz uzaklaştırıyoruz, olmaz mıyız?

Türk milliyetinin tarifinde dil ve dinden maada, Türklüğü benimseyen bir irade ve ihtiyara lüzum vardır. Onu da ifade etmeliyiz. Şimdi tekrar soralım:

-Türk kimdir ve Türk’te ne arıyoruz?

-Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisini taşıyan Türk’tür. Biz onda, dil birliği, din birliği ve dilek birliği arıyoruz. [1, 2]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 696, s. 2, sütun: 1-2

[2] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 149-154

Continue Reading

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-6

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Lisanın, milliyetlerin doğmasında nasıl bir müessir olduğunu bize gösteren en beliğ misal, Balkanlarda Rum, Bulgar, Sırp, Ulah; Anadolu’da Rum ve Ermeni kilise ve mekteplerinin kendi aralarında ve bize karşı açmış oldukları mücadeledir. Bir kelime ile hülâsa edeyim, Garp telakkiyatına göre bizden olanlar, Şark Müslümanları ve Hristiyanları arasında mevcut telakkiyata göre, bizden ayrılarak, kendilerine asla benzemediklerini derhal fark edebilecekleri birtakım milletlerin topraklarına gidiyorlar. Milliyet duygularını duymakta çok geciktik, milliyet esaslarını anlamakta çok geri kaldık! Yollarımızı gördük, fakat memleket yangınlarının ışığında!

Efendiler! Bir defa daha kendi Türkçemize dönelim. Biz Türk lisanının bir yeni doğuşuna şahit oluyoruz. Türk lisanı kendini eriten sahte süslerden, ağacına dolanan boğucu sarmaşıklardan sıyrılarak, karanlığın ağarması gibi açıklığa, çıplaklığa, güzelliğe, aydınlığa doğru gidiyor.  Irak hudutlarında, Kafkas ve İran Azerbaycanlarında Acemce ve Arapçaya karşı Azeri Türkçesinin sihri içinde hudut bekçiliği eden Fuzulî’yi unutabilir miyiz? Acemceyi nisyandan söküp çıkaran, Acem mefahirini anlatarak Acem milliyetini hülleden saklayan büyük Firdevsî’nin mekteplerde okunan lisanına mukabil, mektepsiz İran Türklerini anavatana, Türk diline çeken büyük Fuzulî’yi unutabilir miyiz?

—***—

Hamdullah Suphi Bey’in konferansından mabad [devam] :

Lisanımız sahte süslerden, ağacına dolaşan boğucu sarmaşıklardan sıyrılarak karanlığın ağarması gibi açıklığa, güzelliğe ve aydınlığa doğru gidiyor.

—***—

-6-

Dokuz asırdır, Asya içlerinden ve Avrupa’dan gelen mütemadi hücumlara karşı, koskoca imparatorluğun her köşesinde sayısız isyanlara karşı, harp eden Türklüğün kuvvet ve kesretini yalnız temsil ile izah etmek mümkün değildir. Selçuk ve Osmanlı saltanatlarının istinat ettiği kesif Türklük tabakalarını anlamak için, daha evvelki muhaceretlere inanmak lâzımdır. Bunun içindir ki Garpte, Anadolu’ya gelen Türk akının milâttan üç bin sene evvele kadar çıkaran yeni nazariyelere tesadüf ediyoruz. Bunun içindir ki, Osmanlı tarihinin başında, Hristiyanlık isimlerini muhafaza ederek yalnız lisanın,  terbiyenin vücuda getirdiği vahdete istinat ederek Türklerle beraber Rumluğa karşı gaza eden ve Hristiyan Türk oldukları muhakkak olan Gazi Mihal’lara, Gazi Evrenos’lara rast geliyoruz. Bizans kayserlerinin kendi hudutları dâhilinde hükümran oldukları zamanlarda, Rum olmayan anasırı Rumlaştırmak için dil ve dinle ne yapmışlarsa, Osmanlı padişahları zamanında bizim hükumetimizin zaptiyesi, memuru himayesinde Rum Patrikhanesi aynı şeyi yapmış ve azami muvaffakiyetle yüz binlerce Arnavut’u, Ulah’ı, Sırp’ı, Bulgar’ı, Türk’ü Rumlaştırmıştır.

Dil ve millet birdir, nazariyesi bütün düşüncelerinin esası olan meşihat, kubbe vüzerası ve Bab-ı Ali ve bunların fevkinde saray kendi kuvvetleriyle himaye ettiği ve emirlerini infaz ettirdiği Patrikhanenin, bir ilim ve sanat payitahtı olacak Atina, bir siyaset payitahtı olacak Kostantiniyye, bir din payitahtı olacak Kudus-i Şerif hudutları içine alacak bir Bizans İmparatorluğunu kurmak için nasıl çalıştığını elbette anlamaktan aciz kalırdı. [*]

Lisanın, milliyetlerin doğmasında nasıl bir müessir olduğunu bize gösteren en beliğ misal, Balkanlarda Rum, Bulgar, Sırp, Ulah; Anadolu’da Rum ve Ermeni kilise ve mekteplerinin kendi aralarında ve bize karşı açmış oldukları mücadeledir. Bir kelime ile hülâsa edeyim, Garp telakkiyatına göre bizden olanlar, Şark Müslümanları ve Hristiyanları arasında mevcut telakkiyata göre, bizden ayrılarak, kendilerine asla benzemediklerini derhal fark edebilecekleri birtakım milletlerin topraklarına gidiyorlar. Milliyet duygularını duymakta çok geciktik, milliyet esaslarını anlamakta çok geri kaldık! Yollarımızı gördük, fakat memleket yangınlarının ışığında!

Efendiler, Bulgar milletinin yeniden doğmasına başlangıç olan hareketi bulmak için, ne kadar evvele gitmek lâzımdır, biliyor musunuz? Tam yüz elli sekiz sene, Pezi isminde bir Bulgar papazı, Aynaroz’un her köşesi Bizans kokan, Rumluk kokan manastırları içinde, Bulgar tarihini düşündüğü vakit, Bulgarlığı yeniden milletler arasına sokacak fikri ortaya atmak için hazırlandığı vakit, nasıl gözyaşları döktüğünü müellifin kendi lisanından dinlemeli. Rum Patrikhanesi’nin cebir ve tasallutu, Rumcayı herkes için ibadet lisanı olarak tutmakta inadı, millî şuura varan ve vicdanını sevk ve idare etmeye memur olduğu halk sürülerine karşı mesuliyetini duyan asil bir ruh üzerinde nasıl asi kılan, çıldırtan bir tesir hâsıl ediyor, biz onun kaleminden çıkan satırlarda okumalıyız. Bereket versin ki, Balkanların bütün Hristiyan milletleri, birer birer kiliselerini ayırarak, Rum Patrikhanesi’nin aforozuna zerre kadar ehemmiyet vermeyerek, kuvvedeki büyük Bizans’ı daha doğmadan parçaladılar. Yoksa Patrikhane ve biz, müştereken çalışarak bütün Balkanları Rumlaştıracak ve başımıza şimdiki Yunanistan’dan üç dört misli daha büyük bir belâ çıkaracaktık. Bizi parçalayan milliyet cereyanları, aleyhimize yeniden kurulacak büyük Bizans’ı da parçaladı.

Lisan hakkında şimdiye kadar söylediklerimiz, hakikatin yalnız bir zaviyeden görünüşüdür.  Diyebilir miyiz ki lisan, her yerde aynı ehemmiyetle milliyetin belli başlı umdelerinden biridir? Gözümüzün önünde arzın en bahtiyar köşelerinden biri İsviçre’dir değil mi? Halkı ahenk ve refah içinde yaşayan bu topraklar, belli başlı üç lisan arasında taksim edilmiştir. İsviçre’nin lisan itibariyle bir Alman kısmı, bir Fransız kısmı ve bir İtalyan kısmı vardır. İsviçre’de mezhepler muhteliftir. Orada Protestanlar ve Katolikler vardır. Bu ayrı diller, bu ayrı mezhepler, bir milliyet vücuda getirmiştir. Dağlara, taşlara, derelere, göllere yani coğrafyaya izafe edilmiş bir milliyet! Müşterek mücadelelerden, müşterek tehlikelerden, müşterek tarihten ve müşterek menfaatten doğan bir idrak ile dünyanın en güzel manzaralarından gelen bir aşk birleşerek, yoğrularak İsviçrelilik dediğimiz milliyeti doğurmuştur.

Yalnız İsviçre milleti, Harbi Umumi esnasında ilk defa korkuların en müthişini vicdanında hâsıl olan bir şüphe ile duydu. İsviçre’nin her parçası, konuştuğu lisana göre Almanya’ya veya Fransa’ya karşı temayülünü hissetmeye başladı. İsviçre gazeteleri bunu sarahatle ispat ettiler.  Bu suretle anlaşıldı ki, İsviçreliliğin içinde lisan tesirleri, o derin tesirler kaybolmamıştır. Belçika’da Vallonlar ve Filaminganlar da böyle. En şaşaalı misâllerini gördüğümüz Belçika vatanperverliği, milliyetperverliği içinde iki ayrı esasa mensup olan lehçelerin farkı eriyip ortadan kalkmamıştır.

Lisanı İngilizce ve mezhebi Protestan olan ve içinde yüzlerce milleti eriten, Amerikalılaştıran müthiş Amerika milliyetine ne dersiniz? Bu da başka bir misâl, bunu anlamak için Amerika’yı İngiltere’den ayıran mücadele tarihine kadar çıkmak lâzım.

Efendiler! Bir defa daha kendi Türkçemize dönelim. Biz Türk lisanının bir yeni doğuşuna şahit oluyoruz. Türk lisanı kendini eriten sahte süslerden, ağacına dolanan boğucu sarmaşıklardan sıyrılarak, karanlığın ağarması gibi açıklığa, çıplaklığa, güzelliğe, aydınlığa doğru gidiyor.  Irak hudutlarında, Kafkas ve İran Azerbaycanlarında Acemce ve Arapçaya karşı Azeri Türkçesinin sihri içinde hudut bekçiliği eden Fuzulî’yi unutabilir miyiz? Acemceyi nisyandan söküp çıkaran, Acem mefahirini anlatarak Acem milliyetini hülleden saklayan büyük Firdevsî’nin mekteplerde okunan lisanına mukabil, mektepsiz İran Türklerini anavatana, Türk diline çeken büyük Fuzulî’yi unutabilir miyiz? [1,2]

Edebiyatımızın daracık çerçevesini kırarak tevhitler, naatlar, kasideler ve gazellerle yere göğe yalnız hayranlığını söyleyen şairlerimizi terk eden, köylerin, zenginlerin malikânesi olan şiirimize, sefaletiyle, ızdırabıyla, vatan aşkıyla ve isyanıyla bütün halkı ve milleti sokan, Namık Kemalleri, Hamitleri unutabilir miyiz? Onların geçtiği yollardan geçmeden bugüne vasıl olmak mümkün olur muydu? [*]

Bunların hepsinden sonra, Türk milleti için onun doğmuş ve doğacak bütün ruhlara doğru yükselmesine sebep olan milliyetimizin ilk mübeşşiri olan (Mehmet Emin)’i unutabilir miyiz? [*]

İtalya’da Dante, Almanya’da Arnd, Rusya’da Puşkin, Macaristan’da Petofi, Lehistan’da Mykikeviç ne ise, Mehmet Emin bizde odur. [*]

Türk dili içinde, binlerce senelerden beri sönerek, yanarak devam eden Türklük fikrini, nihayet bir ateş halinde çıkaran, Türk ufuklarına doğru yol gösterici bir meşale, bir fener gibi yükselten, onun elidir. [*]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu beş paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 695, s. 2, sütun: 1-2

[2] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 146-149

Continue Reading

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-4

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Vasıl oldukları yerlerde ise Türkler yerleşmiş ve kökleşmiştir. Bu bir sel değildir. Kaynağı dünyanın en yüksek yaylasında hâlâ kaynayan bir nehirdir.  Dolandığı ve döküldüğü memleketler ortasında uzun asırlardan beri kesilmeden, kurumadan duruyor. Çin’in bir kısmını koparmış, Türkistan Çin’i yapmıştır. Afganistan’ın şimalini doldurmuş, İran’ın koskoca bir parçasını kendine ayırmış, Kafkasya’da bir Azerbaycan vücuda getirmiş, Irak’ın ve Suriye’nin şimalini yutmuş, Romalının ve Bizanslının, dillerini ve dinlerini yaymaya muvaffak olamadıkları Anadolu’da, dil birliği, din birliği içinde en kuvvetli bir Türk’ün vatanını kurmuştur.

Din değiştikçe milliyet din içine sığınıyor ve onun kelimelerinde mahfuz kalarak yaşamakta devam ediyordu. Biz dilimizin kelimeleri içinde millî tarihimizin en eski seslerini duyuyoruz. Yavrularımızın hâfızasına Türkçe kelimeler birer birer nefes oldukça, onların ruhuna binlerce seneden beri cetlerin tecrübelerinden, felâketlerinden, zaferlerinden, hayat hakkındaki felsefelerinden süzülüp gelen bir hülâsa, damla damla akmış oluyor. Deniz kıyılarında, sedef kabuklarının kovuğu içinden gelen uğultuyu dinlemişsinizdir. Şair der ki:

Bu sedef kabuklarında duyduğumuz gürültüler, denizin geçmiş fırtınalarına ait hâtıralardır.

Arkadaşlar! Kelimeler bu sedef kabuklarına benzer. İçlerinde uğultular vardır. Duyduğumuz uğultular babaların, cetlerin uğultusu, onların nefesleridir. Kelimelerde onların ruhu yaşıyor. Onlar bize verdikleri lisanla bizim içimize giriyor. Nesilden nesile yaşıyor, intikal ediyorlar.

—***—

Hamdullah Suphi Beyin konferansından mabad [devam]:

Kelimeler çukur sedef kabuklarına benzer, içlerinde uğultular vardır. Onlarla cetlerin sesini duyarız.

—***—

-4-

Efendiler!

Müstevli, fâtih Cermen ırkıyla Türk ırkı arasında birçok müşabehet [benzerlik] noktaları vardır. Şüphe yok ki her ikisi mütekabilen [olgunlukla, olgunluk göstererek] Avrupa ve Asya tarihinde birinci derecede mühim bir tesir ika etmişlerdir. Her ikisi, harsen kuvvetli fakat medeniyet dûn [aşağı] olarak daha eski medeniyetlerin havzaları içine döküldüler. Her iki ırk sayısız taç ve taht devirmiş, aralarına karıştıkları milletleri yenilemişler, değiştirmişlerdir. Eski milletlerin yorgun kanları içine usanç nedir bilmeyen, ye’s [ümitsizlik, elem, keder] tanımayan kıpkızıl bir gençlik kanı akıtmışlardır. Bu iki muharip ve coşkun ırk arasında yapılacak bir mukayese pek açıktır. Biz, bu bahis için elzem olan noktaları alacağız. Türk ve Cermen ırkları dünyanın en belli başlı tahtlarını kendi aralarında taksim etmişlerdir. Meselâ Avrupa’da yakın zamanlara gelinceye kadar Rus, İsveç Buruç, Danimarka, Belçika, İngiltere, Almanya, Avusturya, Hollanda, Romanya, Yunanistan tahtları Cermen milletlere mensup hükümdar ailelerinin elinde idi.  Türkiye, Arabistan, İran, Kafkas, Kırım, Kazan, Hıve, Buhara, Hokent, Afganistan, Hindistan ve Çin, hatta Afrika’nın bazı şimal memleketleri asırlarca müddet Türk ırkına mensup muhtelif hanedanların elinde kalmıştır. “Muhaceret-i Akvam” denilen, Asya’yı Garbe doğru yürüten ve Avrupa kabını Asya dalgalarıyla dolduran uzun hareketin içinde, Türk ve Cermen milletler en büyük sarsıntılara ve en derin inkılâplara sebep olmuşlardır. [*]

Bize, Türk ırkının nereden çıktığını, nerelerden geçtiğini ve nerelere vasıl olduğu sorulursa, cevabımız kolaydır. Çünkü Türk hâlâ bugün kaynağı olan eski vatanında yaşıyor, geçit olarak intihap ettiği bütün yollar üzerinde yaşıyor, son vasıl olduğu noktalarda yaşıyor. Türkü bir ırk olarak bulmak için, tarih arasında eski devirlere doğru bir ilim seyahatine ihtiyaç yoktur. Mesafeler arasında ihtiyar edeceğiniz bir seyahat, onu eski vatanında birkaç bin senelik hususiyetleri içinde, en kadim cetler gibi karşımıza çıkarır. Bozkırların üstünde nihayetsiz otlakların, dalgalanan çiçek ve renk denizlerine bakarak sürülerini güden çoban Türkler, binlerce seneden beri değişmeyen örneklerdir. İşte Türkler, hâlâ orada, kaynaklarında bugün de duruyorlar. İran’ın şimalinden mi geçtiler, Kafkasya yolları arasından mı aktılar, Kuzgun denizinin üstünden mi bir geçit buldular? Türkleri oralarda da görürsünüz. Vasıl oldukları yerlerde ise Türkler yerleşmiş ve kökleşmiştir. Bu bir sel değildir. Kaynağı dünyanın en yüksek yaylasında hâlâ kaynayan bir nehirdir.  Dolandığı ve döküldüğü memleketler ortasında uzun asırlardan beri kesilmeden, kurumadan duruyor. Çin’in bir kısmını koparmış, Türkistan Çin’i yapmıştır. Afganistan’ın şimalini doldurmuş, İran’ın koskoca bir parçasını kendine ayırmış, Kafkasya’da bir Azerbaycan vücuda getirmiş, Irak’ın ve Suriye’nin şimalini yutmuş, Romalının ve Bizanslının, dillerini ve dinlerini yaymaya muvaffak olamadıkları Anadolu’da, dil birliği, din birliği içinde en kuvvetli bir Türk’ün vatanını kurmuştur. Romanya Dobriçesini kendine tahsis etmiş ve Bulgaristan’da birçok muhaceretlerden sonra hâlâ bugün sekiz yüz bin kişilik bir Türk kalabalığının kalmasını mümkün kılarak bir kesafet toplamış, Şarkî ve Garbî Trakya’dan Makedonya’ya kadar her bucağı, kahir bir Türk ekseriyetine mazhar kılmış ve nihayet şimal yollarına, Bosna ve Hersek içerilerine doğru, Rumeli’de Türk hâkimiyetine istinatgâh olacak Manastır gibi Köprülü gibi merkezler tesis etmiş; Mora’yı, Yunanistan’ı emniyet altında tutmak için Tesalya ortalarına, Anadolu’dan nakledilen Türkleri yerleştirmiştir. Bütün bu saydıklarıma, Fergana, Türkistan, Buhara ve Hıve’den başlayarak Kazan ve Kırım’a kadar yayılıp giden sahalarda münteşir ırkdaşlarımızı ilâve edebilirsiniz.

Bir de Cermenleri alınız. Cermenler nereden çıktılar, kaynakları nerededir? Bunu bize ancak bir tarih nazariyesi, bir tahmin söyleyebilir. Nerelerden geçtiler?  Muhaceret yollarında onlara bugün tesadüf etmiyoruz. İkamet noktalarına gelince, bazı yerlerde büyük birikintiler vücuda getirmişlerdir.  Bazı yerlerde büsbütün eriyip kaybolmuşlardır.

İspanya’da hükümran olan Vizigotlar, İtalya’da yerleşen, hükûmet eden Ostrogotlar, Fransa’ya dökülen birçok diğer Cermenler, tamamı ile yutulmuş, Lâtinlik içinde erimişlerdir. Garbî Roma’yı deviren Cermenler, Roma’da bugün yoktur.  Şarkî Roma’yı deviren Türkler, biz, hâlâ bugün Şarkî Roma’nın içinde dilimizle, dinimizle ve bütün müesseselerimiz ve teşkilâtımızla hâkimiz.

Bu nokta, bu fark üzerine bilhassa dikkatinizi celp etmek isterim. Biz, bütün uğradığımız, benimsediğimiz ve yerleştiğimiz memleketlerde, milliyetimizin en kuvvetli umdesi olan dilimizle kök saldık.  Demin saydığım kaç memleket tamamen veya kısmen Türkçe konuşuyor? Bunu bir saniye tekrar düşünürseniz, Türk dilinin kuvvetini bütün şümulüyle takdir edersiniz. Halbuki temasa geldiğimiz medeniyetler arasında Çinlilerin, Acemlerin, Arapların, Rumların ve Rusların medeniyeti gibi mücadele ve temsil kuvveti en büyük dereceye varan medeniyetler vardı.  Yüz milyonlardan mürekkep Çin dünyası içinde Türkçeyi muhafaza etmek çok güçtü. Asya’da, Avrupa’nın eski Yunanistan’ına muadil olan Acemistan’da, Acemce’nin o kadar işlenmiş, o kadar kudretli bir edebiyata istinat eden Acemce’nin mağlubu ve mahkûmu olmamak çok güçtü. Arap lisanı gibi Suriye’yi, Irak’ı ve Afrika’nın şimalini yutmuş; din gibi bir menbadan kuvvet alan, son derece nüfuz edici bir lisan önünde, Irak’ın koca bir parçasını, Suriye’nin şimalinde Antakya ve havalisini tutmak ve elden çıkarmamak güçtü. Arap lisanının yuttuğu Suriye ve Irak’a mukabil, Anadolu’yu Türk dilinin rakipsiz hâkimiyeti altına almak, lisan mücadeleleri itibariyle ne üstadane bir zaferdir. Bilir misiniz, İran içinde Türkçe ve Acemce arasında kendi kendine cereyan eden uzun mübareze, hangi tarafın lehine dönmüştür? Size tavsiye ederim, Şark işlerini anlamakta ve vukufu şüpheli olmayan Viktor Berar’ın, “Asya’nın İsyanı” ismindeki kitabını okuyunuz. Bakımsız Türkçe, hiçbir mektebi olmayan Türkçe, hiçbir tarafta intişarı için en küçük bir yardım görmeyen Türkçe, Acemce’yi serahatle yenmiştir.  Türkçe Acemce’yi ite ite, mütemadi cenuba iniyor. Zaten Acemistan’ın yaşayan, siyaset yapan, ihtilâl yapan, uğraşan ve boğuşan, bir kelime ile yaşayan kısmı Türk kısmıdır. Kafkasya’da Türkçe beynelmilel lisandır. Onu yalnız Azeriler konuşmazlar. Kısmen Dağıstanlılar da konuşur, Acaralılar da konuşur, Ermeniler konuşur, Rumlar konuşur. Orada bir müddet hizmet eden halkla teması çok olan Rus memuru, Rus zabiti konuşur. Ben, kendim Tiflis’te, arabacılara derdimizi nasıl anlatacağız diye arkadaşıma soruyordum. Bu sözü işiten arabacılar Türkçe cevap verdiler. Biz sizi götürürüz. Tiflis’te, yüzde seksen, yalnız Türkçe söyleyerek derdimizi anlatabiliyor, istediklerimizi buluyor, sorduğumuz suallere icap eden cevapları alıyorduk. Hele orada şehrin Şeytan Pazarı denilen kısmına giderseniz, kendinizi herhangi bir Türk memleketinde farz edersiniz. Hele Batum bizim Galata’dan başka bir şey değildir. Türkçe’nin farkını görüyor musunuz? Bu lisan bahsi üzerinde daha bir müddet duracağım. Çünkü bu, milliyeti terkip eden en büyük iki umdeden biridir.

Efendiler, milliyetimiz her şeyden fazla dilimiz içindedir. Dilimiz, cetlerin bize miras bıraktığı en büyük servet, en büyük vediadır. Çok kısa bir müddet zarfında, Şamanilikten Buda mezhebine, Buda mezhebinden Nasturî Hristiyanlığına, Nasturî Hristiyanlığından Müslümanlığa geçtiğimiz oldu.  Fakat dilimizi bir defa değiştirmedik. Din değiştikçe milliyet din içine sığınıyor ve onun kelimelerinde mahfuz kalarak yaşamakta devam ediyordu. Biz dilimizin kelimeleri içinde millî tarihimizin en eski seslerini duyuyoruz. Yavrularımızın hâfızasına Türkçe kelimeler birer birer nefes oldukça, onların ruhuna binlerce seneden beri cetlerin tecrübelerinden, felâketlerinden, zaferlerinden, hayat hakkındaki felsefelerinden süzülüp gelen bir hülâsa, damla damla akmış oluyor. Deniz kıyılarında, sedef kabuklarının kovuğu içinden gelen uğultuyu dinlemişsinizdir. Şair der ki:

Bu sedef kabuklarında duyduğumuz gürültüler, denizin geçmiş fırtınalarına ait hâtıralardır.

Arkadaşlar! Kelimeler bu sedef kabuklarına benzer. İçlerinde uğultular vardır. Duyduğumuz uğultular babaların, cetlerin uğultusu, onların nefesleridir. Kelimelerde onların ruhu yaşıyor. Onlar bize verdikleri lisanla bizim içimize giriyor. Nesilden nesile yaşıyor, intikal ediyorlar. [1, 2]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 22 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 693, s. 2, sütun: 1-2

[2] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 142-146

Continue Reading

En Çok Okunanlar