Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)
Eğer Garpta olduğu gibi, Şarkta da dil dinden daha kuvvetli bir unsur olsaydı onlar, eski kiliselerin ve yeni mekteplerin neşrettikleri ayrılık cereyanlarına kapılmazlar ve memleketimizin bir asırdır, gitgide daha büyüyen buhranlar ortasında çektiği mihnetler, felâketler, değil başımıza gelmek hatta hatırımıza gelmezdi. Emin olabilirsiniz ki inanılmaz ve affedilmez bir gafletle, kiliselerin ve mekteplerin, ayrıcı telkinatına terk ettiğimiz bu Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle fiilen ancak Türk’türler. Onların Türk olduklarını iddia etmekte hiçbir menfaati olmayan bazı müverrihler vardır ki, vaktiyle yazdıklarının bir gün bizim elimizde, Rum milliyeti aleyhine bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünmüş olsalardı kalemlerini kırar ve bize bu noktada şehadetlerini bırakmazlardı.
Akdeniz adaları ile en sıkı bir teması olan sahillerde meselâ Antalya, Alâiye’de Ortodokslar arasında yayılmış olan en eski Türkçe kelimeleri ve Türk lisanını ne ile izah edebiliriz? Bütün eşraf ve ayanın şecerelerini Araplığa raptetmek için uydurma cetler icat ettikleri asırlarda Rumca gibi dünyanın en girgin ve en mukavim bir lisanını ortadan kaldıran kuvvet nerededir? Anadolu’da Osmanlı ve Selçuk istilâları, nihayet ve nihayet adedi, tarihin tasrih ve tespit ettiği küçücük bir yekûna baliğ olan bir askeri istilâ ile bir kabile muhaceretinden başka bir şey değildir.
Hamdullah Suphi Bey’in konferansından mabad [devam] :
Kilise ve mekteplerin ayırıcı telkinatına terk ettiğimiz Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle hâlâ Türk’tür.
—***—
-5-
Garpta lisan, dinden daha mühim bir milliyet unsurudur. Şarkta ise din dilden daha mühimdir. Meselâ Girit ihtilalleri üzerine yerli Rumlardan tazyik gören Müslümanlar Anadolu sahillerine sığındılar. Bunlar, lisanlarına göre bir taksime uğrasalardı anadilleri Rumca olduğu için onların sığınacakları yer, ancak Yunanistan olabilirdi. Fakat bize geldiler. Ben bu sebeple, Antalya sahillerinde çocuklarına Rumca söyleyen muhacir Müslüman kadınlara tesadüf ettim. Aynı sahillerde çocuklarına Türkçe ninni söyleyen Ortodoks kadınlar, yine din hissiyle Yunanistan’a gittiler. Hiç unutmam, oturduğum evin karşısında bir açık pencereden ninni sesleri geliyordu. Başlarından, taassupla taşıdıkları fesleri asla çıkarmayan kış ve yaz, sırtlarında, ince ve kalın dikişli hırkaları eksik olmayan, daima arkalarına on, on iki ince örgülü saç bırakan bu Ortodoks kadınlar, kıyafet hususunda Avrupalılıktan son derece çekinirlerdi. Avrupa modalarını takip eden bir genç kadın yabancı fistanıyla, bunlar nazarında faziletten ayrılmış, fahişe doğru giden kötü bir kadın vaziyetinde idi. Komşum, Ortodoks kadın fesli başını eski Türk beşiğiyle beraber sallayarak ninni söylüyordu:
Uyusun yavrucuk ninni
Uyusun has tomurcuk ninni
Annenin, en güzel, en temiz Türkçe ile “has gül goncası” diye sallayarak uyuttuğu çocuk sekiz aylıktı ve ismi Yani idi. İtiraf ederim ki ben Antalya’nın bu Ortodoks kadınlarından yüzlerce eski Türk kelimesi öğrendim. Siz bu kadınları, Pire’de, Atina sokaklarında tasavvur ediniz. Papasın telkiniyle, sevap olsun diye söyledikleri, sabahın akşamın hayırlı olmasına ait bir iki temenni sözünden maada, Rumca bir kelime bilmeyen bütün bu Ortodoks halk orada ne kadar acemidir, yabancıdır. Dillerine bakılırsa en eski Türklerdir, dinlerine bakılırsa, onların hislerine ve bizim hislerimize nazaran Rum’dur ve bizden kopmuştur, ayrılmıştır.
Arkadaşlar! İç Anadolu Hristiyanları ve mühim bir kısım sahil Hristiyanları, dil vahdeti itibariyle ve dilin temin ettiği terbiye vahdeti itibariyle en yakın zamana gelinceye kadar ancak bir isim alabilirlerdi. Bunlar Hristiyan Türklerdi, onlarla bizim aramızda âdetler müşterektir. Darbımeseller, şarkılar müşterektir, masallar, hurafeler müşterektir. Bütün sanayi-i nefise ve bilhassa musiki müşterektir. Aralarında şairler yetişmiştir. Şiirlerini okuduğunuz vakit bir Türk’tür. Fark etmenizin imkânı yoktur. Bizimle beraber aynı tasavvufa (?) dalmışlardır. Bestekârdırlar. Onların elinden çıkmış hâlâ dillerde dönen maruf bestelerimiz vardır. Mimari gibi en mühim merkezi sanatımızdan başlayarak en hurda tezyini sanatlarımıza kadar, Türk eliyle ve Hristiyanlık eli yan yana ve beraber çalışmıştır. Ölülerimizi örten sandukaların üstündeki örtülerden, camilerin kürsülerine, minberlerine ve kalplerimizi teheyyüç eden halk şiirlerine, musiki nağmelerine kadar her işe her sahada o Türk gibi çalışmış, Türk gibi duymuştur.
Eğer Garpta olduğu gibi, Şarkta da dil dinden daha kuvvetli bir unsur olsaydı onlar, eski kiliselerin ve yeni mekteplerin neşrettikleri ayrılık cereyanlarına kapılmazlar ve memleketimizin bir asırdır, gitgide daha büyüyen buhranlar ortasında çektiği mihnetler, felâketler, değil başımıza gelmek hatta hatırımıza gelmezdi. Emin olabilirsiniz ki inanılmaz ve affedilmez bir gafletle, kiliselerin ve mekteplerin, ayrıcı telkinatına terk ettiğimiz bu Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle fiilen ancak Türk’türler. Onların Türk olduklarını iddia etmekte hiçbir menfaati olmayan bazı müverrihler vardır ki, vaktiyle yazdıklarının bir gün bizim elimizde, Rum milliyeti aleyhine bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünmüş olsalardı kalemlerini kırar ve bize bu noktada şehadetlerini bırakmazlardı. Türkler, Çin dâhilinde ve Çin hudutlarında ücretli asker olarak hizmette bulundular. İslâm’dan evvel ve İslâm’dan sonra İran’da Türkleri aynı vazifeyi ifa ederken görüyoruz. Türk, Emevî ve Abbasî hilafetleri nezdinde birçok vazifelerin fevkinde ve haricinde bilhassa askerdir. Mısır Fatımileri, hizmetine girdiği hükumetleri çok defa devirip, yerlerine kendi geçen Türk’ü, çağırmaktan vaz geçememişlerdir. Türk, eski Moskova çarları yanında, Bağdat’ta, Şam’da, Kahire’de nasıl bir vaziyette ise aynı vaziyette, tarihin kayıt ve zaptına geçmiştir. Bizans kayserlerinin, askerliği kendine sanat ittihaz eden bu çetin unsuru, nasıl davet edip imparatorluğun her tarafına yerleştirdiğine dair lâzım gelen malumatı bize veren Bizans müverrihleridir. Osmanlılardan hatta Selçukilerden evvel dokuzuncu asrın ortalarına doğru bazı Türklerin İmparator Nekofil’in tasvibiyle Vardar boyuna nasıl yerleştiklerini bize “Kodinos” anlatır ve der ki: Ovaya yerleştikten sonra onlar Hristiyan dinini kabul ettiler, fakat askeri âdetlerini ve yarı bedevi hayatlarını daima muhafaza ettiler. 1065 tarihinde Oğuzlar Tuna’yı geçtiler ve 600 bin tahmin edilen bir kalabalıkla Rumlardan ve Bulgarlardan mürekkep bir orduyu parça parça ettikten sonra, Selânik’e kadar tuğyan hâlinde istilâ ettiler. 1123’te diğer bir Türk kavmi olan Peçenekler, aynı yollardan gelerek Adalar denizi dâhil olmak üzere karada ve denizde ne varsa hepsini zapt ettiler. Oğuz istilasını “Sedrenos”’tan naklen anlatan Jan Sikilinzes, Peçenek istilâsını anlatan “Niketas”’tır.
1243’te yine bir Türk istilâsı “Kuman”ların imparatorluk içine akmasıyla başlıyor. Bu “Kuman”ların Anadolu’ya nasıl dağıtıldıklarına dair lâzım gelen tafsilâtı bize veren Nikefor Gregoras’tır. İslâm dinini elan kabul etmemiş olan putperest Türkler evvela Hristiyan oluyorlardı. Hristiyan olmak Rumlaşmaya doğru bir adım atmak demekti. Bu, Kumanlardan kaçı Bizans meclis ayanında ve Bizans sarayında en yüksek memuriyetlere kadar çıktığını bize hikâye eden müellifler var. “Pokoyl” Yunanistan’da Seyahat ismi taşıyan kitabında, İncilleri Türkçe yazılmış Hristiyan Türklerden bahseder. Efendiler, sıbyan mekteplerinin, medreselerin Türkçe’yi hatta Türklere öğretmediği asırlarda Anadolu Hristiyanlarına Türkçe’yi kim öğretti? Daima Rumluğun bir vatanı kalmış olan Akdeniz adaları ile en sıkı bir teması olan sahillerde meselâ Antalya, Alâiye’de Ortodokslar arasında yayılmış olan en eski Türkçe kelimeleri ve Türk lisanını ne ile izah edebiliriz? Bütün eşraf ve ayanın şecerelerini Araplığa raptetmek için uydurma cetler icat ettikleri asırlarda Rumca gibi dünyanın en girgin ve en mukavim bir lisanını ortadan kaldıran kuvvet nerededir? Anadolu’da Osmanlı ve Selçuk istilâları, nihayet ve nihayet adedi, tarihin tasrih ve tespit ettiği küçücük bir yekûna baliğ olan bir askeri istilâ ile bir kabile muhaceretinden başka bir şey değildir. [*]
—***—
DİPNOTLAR
(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.com, drkkocak@gmail.com
[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu beş paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 24 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 694, s. 2, sütun: 1-2