Connect with us

Yeni Türkiye’nin Mânası

YENİ TÜRKİYE’NİN MÂNASI – 3

Published

on

Tarih-i siyasî ve hukuk-ı amme önünde

Unutulmamalıdır ki Türkiyeli Türk müstahsilleri, Türkiyeli halkı kan ve yangından halâsa ilk vasıta olan (Vaka-i Hayriye) bir halk hareketi olmadığı gibi halk idaresinin kurmak isteyen bir emel ile de vücuda getirilmemişti. Bu, saray ile Yeniçeri arasında son ve kanlı bir cidal oldu ve sarayın galebesiyle neticelendi. Bu kuvvetlerin her ikisi de memleketin hayrında bir badire idi. Fakat sarayın galebesi memleket için Yeniçeri tahakkümünden çok hafif idi. Dolayısıyla memleket atisini, atideki terakki ve tekâmülünü kazanıyordu. Memleket ve halkın mukadderatı, Türkiye’nin iktisadiyatı, darma dağınık olmuş bir teşkilâtın, Yeniçeri ocağının açık ve kati bir tabirle zulüm ve ateş ifade eden askerî diktatörlüğün elinden kurtuluyor, fakat sarayın himayesine velâyetine iltica ediyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nun (Saray idaresi) devrinde (Hukuk-ı şahsiye ve medeniye) tamamen şer’i hukuka merbut idi. Devletin (Hukuk-ı ammesi) de eski Türk adetlerinden, İran ve Bizans hukuk esaslarından pek çok istiarelerde [ödünç almalarda] bulunmuş olmakla beraber başı yine şeriat hukukuna bağlı idi. Geçmiş asırlarda imparatorluğumuzu kendisine muasır olan devletlere karşı âli bir mevkie isal eden, mualliyetiyle (?) Osmanlı saltanatını mazide en yüksek devlet-i hukuk teşkilâtına malik bir camia halinde yükselten bu hukuk esasları halkın ve müstahsillerin keyfî bir idare altında inlemesine mani olamadı. Bir tarafta hukuk müesssesatımız bağırıyor, fakat diğer tarafta idare bildiğini okuyordu. İstediğini yapıyordu. Nitekim şer’i hukuka göre (Beytülmalden) nassın hakiki menfaatinden gayri mahalle bir habbe sarfı caiz değil iken, bu saltanatı yedi asır omuzlarında taşıyan ve bugün kurtaran köylünün ve müstahsilin alın terinin yığdığı servet, sefahate, halkın maddî ve manevî menfaatleriyle hiç alâkası olmayan istilâ politikalarına sarf olunuyordu. Hesabı sormaya değil, varidatın sarf olunduğu mahalli göstermeye cesaret edenler bile başlarını kaybetmeye mahkûm idiler. Bu şahıs idaresi, bütün şahsî idareler gibi giderek tefessüh [açılma, genişleme] etti. Bir hâldeki âli şer’i hukuk, ulema kisvesine bürünmüş (Cinci Hoca, Deli İbrahim) ve emsali gibi ceradların zaman zaman hasis emelleri için vasıta olarak kullanılıyor, padişah bir elinde satır, bir elinde cerad [yağmacılar güruhu] fetvası vuruyor, mal müsadere ettiriyordu. Anadolu halkı, müzayede ile memuriyet alan vali, mütesellim gibi memurların elinde yanıp kavruluyordu. Türkiye, Roma’nın son günlerini andırıyordu. Malumdur ki bir milletin hakiki hâkimiyeti, bütçesine sahip olmakla mümkündür. Millî hâkimiyet ve bilhassa müstahsiller hâkimiyeti, devlet bütçesinin yine bunların kontrolüyle maddî ve manevî menfaatlerinin temin ve takviyesine sarfında tecelli eder.

Asri hukuk miyar ittihaz olunarak bu devri iki kısma bölmek mümkündür. Birinci kısım, saray hâkimiyetine müstenit bir (idare-i mutlaka)dır. İkinci kısım, bir idare değil, tam mânasıyla mahvuf bir istibdattır. Vak’a bu ikinci kısımda zaman zaman vatanperver padişahlar geldi, büyük devlet adamları yetişti ve memleket biraz nefes aldı. Fakat devlet bir halk idaresi değil, meşruti bir hükûmet değil, adil bir devlet olmaktan bile uzak kaldı. Memleket muttasıl kanıyordu. Türk müstahsil kara bahtını yazıyordu.

Vak’a saray idaresinin, hadım ağalarının, gözdelerin eline düştüğü zamanlarda bile meşveret meclisleri toplandığı muhakkaktır. Fakat bu meclisleri meşrutiyet usulüyle karıştırmak doğru değildir. Orada herkes reyini malumat kabilinden verir; son söz padişahın olurdu.

Birinci Sultan Mahmut zamanında sarayda (Vakanüvis)lerin bile iştirakiyle toplanan büyük bir mecliste vükela, ayan sırf mezhep meselesi olan İran seferinin temadisi aleyhinde bulunmuş iken padişahın aksi karar ve niyeti müttefikan verilen reyleri hiç hükmüne koydu! Ateş yeni baştan iki dindaş millet arasında alevlendi. Şu bir iki misal ve bütün tarih-i devletimizin hukuki mahiyet ve şeklini daha iyi gösterebilir. O vakit ki şer’i büyük hukukumuz ise yalnız lafzî bir murat, bir varlık idi. Halk tabakası arasındaki (Malumât-ı şahsiye)nin tedvirinde bir iş idi. Fakat ibadet hakkı ve devletin hukuk ve vazifelerinde hüküm onun değildi. Zaman zaman padişah hal’ etmek için kullanılırdı. Fakat bu bir halk ve padişah davasının halli ve tesviyesi için değil, ekseriya menfaatleri muhtel  [bozulmuş, karışmış] olmuş bir sınıfın, padişahın aleyhine yürüyebilmelerine vasıta ittihaz olunurdu. Fakat padişahın hal’ine ve vezirlerin padişah tarafından katline rağmen halkın iktisadî, içtimaî vaziyetinde bir tahavvül, iyiliğe doğru bir yenilik vücut bulmadı. İktisadî ve içtimaî mânasına göre bu halk ve müstahsil kitlesinden ayrı bir menfaat cidali idi. Kim galip gelirse halkı soymak onun (Müktesep hakkı) olurdu. Bu bir vaziyet idi ki iktisadî mahiyetçe Osmanlı İmparatorluğu, içinde esirler dolu bir malikâne idi. Tarih böyle söylüyor. Vak’a bugünün mantıkıyla dünün vak’alarını tahlil doğru değildir. Fakat bugünün telakkisine göre bir gasıp bir zalim olan mazinin herhangi bir hadisesinin de alkışlanarak devamı tecviz olunamaz.

Beş asırdan fazla devam eden bu idare zaman zaman vatancı ve milliyetçi ricali endişelere düşürüyordu. Fakat padişah ve tebaasını kurtarmak için göze alınan her yeni teşebbüs kanlı bir facia ile satvet [ezici kuvvet] ediyordu. Bütün bu mütevali [art arda gelen] sükûtlara İkinci Sultan Mahmut’un (Vaka-i Hayriye)si nihayet verdiği gün, aziz Türkiyeli köylü, büyük Türkoğlu Türk müstahsil, asırlardır soyulan, yakılan, vurulan harap yurdunda biraz nefes aldı. Asırlardır iktisadî varlığı, hayatı çiğnenen Türklüğün bu aziz mecrası, köyünün yıkık mabedinde Allah’ın huzurunda yere kapanarak ağladı ve şükretti. Unutulmamalıdır ki Türkiyeli Türk müstahsilleri, Türkiyeli halkı kan ve yangından halâsa ilk vasıta olan (Vaka-i Hayriye) bir halk hareketi olmadığı gibi halk idaresinin kurmak isteyen bir emel ile de vücuda getirilmemişti. Bu, saray ile Yeniçeri arasında son ve kanlı bir cidal oldu ve sarayın galebesiyle neticelendi. Bu kuvvetlerin her ikisi de memleketin hayrında bir badire idi. Fakat sarayın galebesi memleket için Yeniçeri tahakkümünden çok hafif idi. Dolayısıyla memleket atisini, atideki terakki ve tekâmülünü kazanıyordu. Memleket ve halkın mukadderatı, Türkiye’nin iktisadiyatı, darma dağınık olmuş bir teşkilâtın, Yeniçeri ocağının açık ve kati bir tabirle zulüm ve ateş ifade eden askerî diktatörlüğün elinden kurtuluyor, fakat sarayın himayesine velâyetine iltica ediyordu.

Şu kadar ki halk eskiye nispetle idarece daha mesut bir safhaya dâhil oluyordu. Malı daha az yağmaya uğruyor, ırzı, canı daha fazla masuniyete mazhar oluyordu. İktisat miyarı ile (Vak’a-i Hayriye) tahlil edilmek icap ederse denebilir ki uzun zamanlar soyulan, ezilen Türk köylüsü iki kuvvetin esiri olmuştu. Biri saray, diğeri bozulmuş Yeniçeri ocağı idi. (Vak’a-i Hayriye) memleketi daha az soyulur bir hâle getirdi. Türk müstahsillerin ve memleket istikbâlini saran bulutları da oldukça dağıttı. Memleket bu günü İkinci Sultan Mahmut’un azmine borçludur. Hukuken bu yeni kurulan idare de bir (idare-i mutlaka idi). Sultan Mahmut sarayın atisini-eski tabirle-tebaa kullarının istikbâlini kurtarmak için çalışıyordu. [1]

İzmir Mebusu

Mahmut Esad [BOZKURT]  [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Teşrinisani 1921, No: 350, s. 1, sütun: 1-2

[2] Cihan YAMAKOĞLU, M. Esat Bozkurt, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 831, Türk Büyükleri Dizisi: 59, Ankara 1987

https://www.biyografya.com/biyografi/6469

Yeni Türkiye’nin Mânası

YENİ TÜRKİYE’NİN MÂNASI – 7

Published

on

Tarih-i siyasî ve hukuk-ı amme önünde

Camianın mukadderatı, millî müstahsillerin umumunun menfaati iradesinden başka bir kudretin idaresine tevdi edildiği herhangi bir memlekette, devletin şekli ne olursa olsun orada gasp vardır. Çünkü öyle bir idare hukukunda bir nev’i fuzulen tasarruftur ki hakiki manası yine gasptır. 

Camianın mukadderatı, millî müstahsillerin umumunun menfaati iradesinden başka bir kudretin idaresine tevdi edildiği herhangi bir memlekette, devletin şekli ne olursa olsun orada gasp vardır. Çünkü öyle bir idare hukukunda bir nev’i fuzulen tasarruftur ki hakiki manası yine gasptır.

Bugün, yeni Türkiye’nin dâhilî ve haricî vaziyeti ve manası hakkında bir haftadan beri devam ettiğimiz tetkiklerimizin sonuncusunu yazıyoruz. Osmanlı tarihinin yedi asırlık iktisadî, içtimaî, hukukî ve siyasî tahlilinden edindiğimiz kanaatle memleketimizin hâl-i hazır idaresinin takip etmesi lâzım gelen veçhe hakkında son sözlerimizi söylemek istiyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu yedi asırlık hayatında hiçbir gün millî devlet olamadı. Belki devletin iş başında padişah dâhil olduğu hâlde birçok Türkler bulundu. Fakat itiraf etmek icap eder ki iş başında bir iki Türk’ün bulunması hatta daima Türk bulunması devleti millî denilebilecek bir hâle koyabilmek için kâfi değildir.

Millî idarenin, her şeyden evvel Türk’ün iktisadî menfaatlerinin, halkın içtimaî vaziyetinin teminiyle ve yine memleket mukadderatının Türk camiası tarafından idaresiyle vücuda getirilebileceği şüphesizdir. Osmanlı tarihi hiçbir safhasında böyle bir idarenin şahidi olmadı. Zaman oldu ki sarayda padişahtan başka Türk yoktu! Saray ve tabileri Türk olduğu mahdut zamanlarda bile Türk camiası iktisadî manasıyla esirler gibi ve asırlarca bir sınıfın hesabına çalıştı… Bu vaziyeti, umumî kıyamları müteakip yapılan ıslahatlar, teceddütler, meşrutiyetle-iktisadî manaca-tarihin delâleti veçhile Türk camiasını salâha götüremedi. Türk camiası manen kazandı fakat maddeten manevî kazancıyla nispet kabul etmeyecek mertebe kaybetti. Hırpalandı ve ezildi. İşte bugün, yeni hareket buna bir çare bulmak mecburiyetindedir. Yoksa bu cihet ihmal edilerek dünya kadar iş yapılmış olsa dahi yine bir şey yapılmış olmaz. Türk camiası kanıyor, asırlardır kanıyor, bu akan kanı durdurmak lâzımdır.

Ne yapmalı ki Türkiye ve Türk camiası mesut olsun, tarihin yedi asırdır naklettiği millî yara sarılabilsin?

Dünkü yazılarımızda da söylediğimiz veçhile tekrar edelim ki bu millî yaranın sebebi keşif olunmuştur. Meşhurdur, bir hastalığı keşfetmek onu yarı tedavi etmek demektir. Osmanlı tarihi diyor ki Türk halkı camiası mukadderatına sahip olmadığı, onun iktisadiyatı ve içtimaiyatı devletin siyasetine istikamet çizmediği içindir ki Türkiye inhitat etti. Türkiye uzun zaman şahıs idaresi idi. Son zamanlarda kabul edilen meşrutiyet sistemi muktezası sınıf idaresi oldu. Esasen bunların hiçbiri dünya tarihinin tecrübeleriyle sabittir ki camiayı mesut edememiştir. Bütün beşeriyet her gün vaziyet ve idaresinden müşkül kalmıştır. Ahd-i hazır hukukunun manasına da muhalif düşen bu biçim idarelerde bilhassa sa’y daima çalınmış, ünsiyete hiçbir zaman nail olamamıştır. Esasen asr-ı hazır devletleri teşkilâtında en büyük noksan sa’ya layık olduğu mevki ve hakkı temin edememesidir.

Bir camiada sa’y, millî varlığın muhassalasıdır. Bunun lâyık olduğu derecede hakkı verilmeyen bir devlette ne hakla millî idare mevzu bahis olabilir? Millî sa’yın ve sa’y amillerinin devletin mukadderatına hâkim olmadıkları yerde soyanlar ve soyulanlar vardır, esaret vardır. Milliyet ve millet hâkimiyeti yoktur. Böyle bir devletin mahiyeti hakkında devam edip giden bir zulüm olduğu gibi hayatı da mahdut yıllara inhisar eder. Millî darbımeseldir, haramın evi olmaz. Türkiye badema [bundan sonra, bundan böyle] ne bir şahıs ne de bir sınıf idaresi olamaz. Bu onun bugünkü manasıyla tezat teşkil eder. Türkiye camianın iradesiyle hareket eder, umumi siyasetini yine camianın iktisadî ve içtimaî manasından alır. Bir devlet olarak bugün üçüncü defa olmak üzere kurulmaktadır. Memlekette camia saltanatını tesis etmekte olan Teşkilât-ı Esasiye Kanunu hakiki millî Türk ve Türkiyeli müstahsiller devletini vücuda getirebilecektir. Yeter ki bu kanunun neticelerini faaliyet sahasına dökebilecek teşkilât bir an evvel yapılsın.

(Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) mahiyeti itibariyle hilâfeti ve padişahlığı ilga etmiş değildir. Fakat pek doğru olarak milletin ve memleketin mukadderatını tamamen padişahın elinden alarak Türkiyelileri sarayın velâyetinden kurtarmıştır.

İstihsalin amili ve camianın müşahhası olan Türkiye halkı yeni idare ile mukadderatını bizzat ve bilfiil namzetliğini vaz’ etmiş oluyor. Müstahsilin-maddî ve fikrî- hayatın meşru sahibi olduğu münakaşaya tahammülü olmayan bedihiyyat [delili ve ispatı gerekmeyen açık şeyler] hâlini iktisap etmiştir. Yeni hukukun en büyük asabiyeti de bu hakikati keşif ile hakiki hayatın amilini efendilik ve müdürlük makamına is’ad [yükseltme, yukarı çıkarma] talebinde bulunması olmuştur. Filhakika hayatın amili dururken bunun ve bunun istihsalinin mukadderatını istihsal ile alâkası olmayan herhangi fuzuli bir kuvvetin eline tevdi etmek şüphesiz bir gasptır. Geçen asırların dikkatinden uzak düşen bu vaziyet yaşadığımız yılların müsellematı [genellikle kabul edilmiş, meydanda olan meseleler] kabilinden sayılmaktadır. Camiayı bir sürüye, hükümdarı da o sürüyü gütmekle mükellef bir çobana teşbih eden hukukî telakki artık bugün Afrika’nın nim medenî insanlarına intikal etmiş bir zihniyet olarak sürünüyor. Türkiyeliler muateve ve gayr-i memiz (?) yahut da mecnun değillerdir ki bir vasinin idaresine muhtaç olsunlar. Türkiyelilerin rüşdine deha eseri olan tarihleri, bir şehname, bir akıl, bir zekâ timsali olan hâldeki vaziyetleri şahittir. Ne hakla ve kim Türk milletinin mukadderatını gerek dâhilde ve gerek hariçte bizzat ve bilfiil idare hakkını inkâr etmeye kendinde hak ve salâhiyet görebilir?

Camianın mukadderatı, millî müstahsillerin umumunun menfaati iradesinden başka bir kudretin idaresine tevdi edildiği herhangi bir memlekette, devletin şekli ne olursa olsun orada gasp vardır. Çünkü öyle bir idare hukukunda bir nev’i fuzulen tasarruftur ki hakiki manası yine gasptır.

Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun gayesi olan Türk camiası irade ve menfaatine müstenit devleti tesis edecek teşkilât vücuda getirilmedikçe, bilinmelidir ki idarede değişmiş bir şey yoktur. Yine her şey eski hamam eski tastır. O zaman belki zulmün mikyası daha çok artacak, Türkiye devleti büsbütün mesulsüz ve başsız kalacaktır. Memlekette yine bir sergüzeşt ve bir sergüzeştçiler siyaseti yol alacak, Türk kanı boşuna akıp gitmekte devam edecektir. Bu bir inhilâldir. Müzakere edilmekte olan idare-i vahi kanunu camia siyasetini tespit ve taazzuv [uzuv, peyda etme, şekillenme] ettirmekte olmakla beraber bu hususta atılmış ilk adımdan başka bir şey değildir.

Yeni Türkiye dâhili ve hariçte en başta:

1-Devletleştirme. Umumi işlerde; mesela maarif gibi.

2-Bütçe “Müstahsillerin sıkı bir kontrolü lâzımdır.”

3-İntihabat “İktisadî amillerin bilhassa çiftçilerin temsili; fikrî müstahsillere müteaddit rey.”

4-Lonca.

Teşkilâtını vücuda getirmek mecburiyetindedir.

Yeni Türkiyelilerin (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) (Müktesep hak)larıdır. Bunu müessesan meclisi olduğuna asla şüphe olmayan Büyük Millet Meclisi yazdı. O meclis ki hukukî tarihî sebepler tahtında yeni Türkiye’nin dâhilî ve haricî siyasetinin yegâne mesulüdür. O meclis ki milletin iradesinin mümessilidir. İstanbul’un milletin mukadderatında bir müdahale hakkı yoktur. Meclisin müessesan mahiyetini haiz olduğunu ayrıca yazacağız. Tarihi tahlil gösterdi ki bugünkü hareketin amili Türkiye halkı ve müstahsilleridir. Yeni idarenin bunların idaresine istinat etmesi pek tabiidir. Teşekkür olunur ki bizde, mütefekkirler, tüccarlar, çiftçiler ve köylüler, memurlar ayrı ayrı içtimaî tabakalara mensup değildir. Bunların arasında derin iktisadî farklar da yoktur. Herkes halk ve müstahsildir. Yazık o gözlere ki yedi asırlık tarihiyle rüşdünü ispat eden Türkiye halkını kendi kendini idare edecek bir vaziyette görememektedirler.

Yeni Türkiye haricî siyasetinde son halk hareketinin mefhumu muktezası fetihçi değildir. Hariçten Türkiyelilerin ve Türk kavminin harsî ve siyasî tam ve mutlak istiklâlinin tanınmasını istiyor. Hukuk-ı düvelin medenî milletlere kabul ettiği hukuku her millete tanıyor ve kendisi hakkında da aynı muameleyi bekliyor. Türkiye siyasî değil fakat ilmî manasıyla her milletin iradesiyle istiklâline nail olmasını arzu eder.  Bunu milletler için gaye bilir. Her devlet dâhilî teşkilâtını menfaatine uyan tarzda yapmak salâhiyetini haizdir.

Aziz milletim daima ileri!..  [1]

 İzmir Mebusu

Mahmut Esad [BOZKURT]  [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 16 Teşrinisani 1921, No: 354, s. 1, sütun: 1-4

[2] Cihan YAMAKOĞLU, M. Esat Bozkurt, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 831, Türk Büyükleri Dizisi: 59, Ankara 1987

https://www.biyografya.com/biyografi/6469

Continue Reading

Yeni Türkiye’nin Mânası

YENİ TÜRKİYE’NİN MÂNASI – 6

Published

on

Tarih-i siyasî ve hukuk-ı amme önünde

(Kanun-ı Esasi) manasını Avrupa burjuva ihtilâlinden alıyordu. Türkiye’de tatbik edilmek istenen bu kanunun tarihi Avrupa’da idi! Yani sebepleri Avrupa’daki (Burjuva) hareketiyle burjuvaların iktisadî ve içtimaî vaziyetleriyle izah olunabilirdi. Hâlbuki bizde (Burjuva) namıyla iktisadî menfaatleri tayin etmiş ve içtimaî bir sınıf olarak ayrılmış halk ile zadegân arasında mutavassıt [aracı] bir sınıf yoktu! Zadegân bile yoktu. Türkiye’de halk ve saray vardı. Sarayın tabileri ve taşra mütegallibeleri dahi halkın içinden yetişen ve yalnız saraya alet ve vasıta olan bir kudretten başka bir şey değildi. Her şey sarayın elinde ve hükmünde idi. Binaenaleyh (Türkiye Meşrutiyet Misakı) sarayın elinden iradeyi alarak halka teslim etmek ve müstahsili hâkim kılmak olacaktı, olamadı.

(Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) tamamen halk idaresine esas teşkil edebilecek ilk temeli atmış bulunuyor. Bu kanunla memleketimiz tarihî sebepler tahtında (Dördüncü idare devri)ni açıyor. (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu)nun tatbiki suretini tespit eden kanunlar intişarını müteakip memlekette halk saltanatına müstenit bir idare kuracaktır. Bu son millî ve müstahsiller hareketinin en feyizli, en zengin semeresi olan (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) gelişi güzel bir kanun hâlinde ortaya atılmış bir eser değildir. Manasını tarihten almış varlığı sebebini, geçmiş asırların karanlık göğüslerinde saklı ihtilâl, mantık ve hukuk silsilesinden almıştır. Bunları geçen makalelerimizde izaha çalışmıştık.

(Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) Türkiyelilerin ve bilhassa Türk müstahsillerin asırlardır süren kanlı ve mütemadi ihtilâllerinin mahsulüdür. Bunu çok kıskanmak icap eder. Türkiyeli halkın üç asırdır döktüğü kanın bedeli olan bu kanun, yine Türkiyeli müstahsilin mutlak hâkimiyetine müstenit bir hükumet tesis etmek mecburiyetindedir. Kanunun maddelerinden böyle bir gaye takip etmekte olduğu tefsir ve şerhe muhtaç olmaksızın vazıh bir surette anlaşılmaktadır. Mesele, bu kanunu tatbikat sahasında halkın ve müstahsillerin hâkimiyetini temin edebilecek bir hâle getirecek olan teferruat kanunlarının neşrindedir. Bu kanunlar (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu)nca kabul edilmiş sistemlerin vasıl olması lâzım gelen neticeye göre tertip edilmeli ve bilhassa bu cihete çok dikkat olunmalıdır. Aksi takdirde (Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) lafzı murat bir heyula vaziyetine konulmuş olur.

Halkın mutalebatı [istekleri] tatmin edilmedikçe vaatlere, ıslahatlara, Tanzimatlara rağmen üç asırdır devam edip giden isyan ve ihtilâlleri yine sürüp gidecektir. Fakat bilinmelidir ki memlekete çok pahalıya mal olmaktadır. Halkın iktisadî ve içtimaî menfaatlerini koruyan teşkilât vücuda getirilmedikçe; bu hakiki inkılâp, feyizli semereleriyle halkı mesut kılmadıkça, Türkiyeli Türk müstahsil yine hafif düşecek, memleket her gün bir parça daha kopacak, bir parça daha kanayacaktır. Bilinmelidir ki Allah’ın esir olmak için yaratmadığı Türk müstahsil Türkiye camiasının sa’y dünyasında efendidir. Bu en büyük efendiliktir. O hak tanımadıkça her fırsatta hakkının gasıplarını vuracak ve çiğneyecektir. İhtilâl durmayacaktır.

Nitekim bugün silâh başında bulunan müstahsil ancak ve ancak bu gayenin istihsali için çalışmaktadır. Türk tarihi sarayın ve padişahların esiri değildir. O, varlığının manasını Türk gücünden, Türk ırkının dehasından ve sa’yinden almıştır.  Binaenaleyh bu memleket sultanların bir malikânesi değil Türkiyelilerin ve Türk müstahsillerin hür nefes almak için barındıkları bir sa’y diyarı, onların öz vatanıdır. Buranın mutlak sahibi en başta Türk müstahsil olmak üzere bilumum Türkiye halkıdır. Hükûmet ve devlet hakkı yalnız ve yalnız onundur.

(Teşkilât-ı Esasiye Kanunu) maziye karışan teceddüt ve ıslahatımızın sükûtu gibi sükût edemez. Çünkü memleket ve halk ikinci bir aldatılma karşısında kalamaz. Buna maddî ve manevî vaziyeti müsait değildir. Böyle bir tecrübeye kalkışanlar memleketin mukadderatında katil rolünü oynamış olurlar.  Şurasını da ilave etmek isteriz ki Türkiyeliler böyle bir hareketi her zaman tenkile kadirdirler. Dünyaya efendi olmak için gelen Türk müstahsil efendi olarak yaşayacaktır. Millet hâkimiyetine müstenit bir idare tesisine muktedir olan 1908 inkılâbı (Kanun-ı Esasi)si bir camia idaresi kuramadı. Hele müstahsilin idaresini nafiz [tesir yapan, sözü geçen] kılmaktan çok uzak kaldı. Ruhen-bilahare tekemmül etmeye başlamakla beraber-bidayette Tanzimat’ın nüfuz ve tesirinde kaldı. Sözde memleketin idaresi meşruti idi. Fakat hakikatte halk iktisadiyatının amilleri hiç olmazsa millî iktisadiyat, devletin umumî siyasetine hâkim değildi. Yalnız memleket mana kazandı. Bu (Kanun-ı Esasi) halka hakkını aramak için zemini hazırladı. Ve halk bu açılmış yoldan yürüyerek bugünkü idareye vasıl oldu. 1908 inkılâbının bayrağı olan Kanun-ı Esasi’nin büyük yarası, bu memleket üç asırdan beri devam edip gelen halk ve müstahsil ihtilâllerinin manasıyla bu memleketin içtimaî ve siyasî millî vaziyetiyle uygun düşmemesindedir.

(Kanun-ı Esasi) manasını Avrupa burjuva ihtilâlinden alıyordu. Türkiye’de tatbik edilmek istenen bu kanunun tarihi Avrupa’da idi! Yani sebepleri Avrupa’daki (Burjuva) hareketiyle burjuvaların iktisadî ve içtimaî vaziyetleriyle izah olunabilirdi. Hâlbuki bizde (Burjuva) namıyla iktisadî menfaatleri tayin etmiş ve içtimaî bir sınıf olarak ayrılmış halk ile zadegân arasında mutavassıt [aracı] bir sınıf yoktu! Zadegân bile yoktu. Türkiye’de halk ve saray vardı. Sarayın tabileri ve taşra mütegallibeleri dahi halkın içinden yetişen ve yalnız saraya alet ve vasıta olan bir kudretten başka bir şey değildi. Her şey sarayın elinde ve hükmünde idi. Binaenaleyh (Türkiye Meşrutiyet Misakı) sarayın elinden iradeyi alarak halka teslim etmek ve müstahsili hâkim kılmak olacaktı, olamadı. Ve herhalde hareketin manasını tarihten fakat aşkını en fazla miktarda büyük Kemal’in ihtilâl kitaplarından içen 1908 inkılâbı-ki Kemal Bey edebiyatı dahi denebilir- memlekette ancak bir sınıf idaresi esasına müstenit bir devlet kurabildi. Bu zaruri idi. Çünkü neşredilen (Kanun-ı Esasi)nin merbut olduğu sistem, hâlâ bugün dünyanın her yerinde olduğu gibi bir sınıf idaresini vücuda getirebilmek kabiliyetinden başka bir sıfatla mütessif (?) değildi.

Avrupa’da burjuvalar zadegânı devirerek idareyi ellerine aldılar ve kendi haklarını ihkak [hakkı yerine getirme, hak, yerine getirilme]   ettiler. Bu bir camia hükumeti değil bir sınıf idaresi idi. İsviçre gibi içtimaî ve iktisadî teşkilâtı geniş Kanun-ı Esasisi başka mahiyette olan bir iki memleket istisna olmak üzere, diğer Garp devletleri yine bu sistemi kabul etmişlerdi. Avrupa bugün bir halk hareketinin arifesinde bulunuyor. O zaman belki camia iktisadî siyasetine inkılâp edecektir. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzdan evvelki meşrutiyet sistemimiz sınıf idaresiyle başta padişah olmak üzere memleketimizin tanımadığı bir burjuva sınıfı tesisine doğru gidiyordu. Halkın maddî ve manevî menfaati yine perişan idi. Halk hükmetmiyor hükmediliyordu. Devletin hukukî mahiyeti (Padişahla Meşrutiyet Saltanatı) idi. Memleketin ihtiyacı ise camia siyaseti, halk iktisadiyatı saltanatı idi. [1]

İzmir Mebusu

Mahmut Esad [BOZKURT] [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinisani 1921, No: 353, s. 1, sütun: 1-2

[2] Cihan YAMAKOĞLU, M. Esat Bozkurt, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 831, Türk Büyükleri Dizisi: 59, Ankara 1987

https://www.biyografya.com/biyografi/6469

Continue Reading

Yeni Türkiye’nin Mânası

YENİ TÜRKİYE’NİN MÂNASI – 5

Published

on

Tarih-i siyasî ve hukuk-ı amme önünde

“Hukuk-ı ammece, Tanzimat milletin aldığı değil padişahın bahşettiği bir (Millet-i Hukuk-ı Esasiye Şartnamesi) idi. Bunun hukukî neticesi şu idi ki sarayın salâhiyetini millet değil fakat milletin idaresini ve kendi vaziyetini yine padişah tanzim etmiş oluyordu. Hatta kudret onda kaldıkça (Lütuf ve kereminden) ahdettiği bu hukuku, sultan nez’[bir şeyi yerinden koparma, sökme, kaldırma, yok etme]  eder, milleti kadim tabirle (Tebaa kulları) için başka bir idare esası kabul edebilirdi. Sultanın amme üzerinde velâyeti baki idi. Millet, henüz mukadderatının sahibi değildi.” 

Alemdar Mustafa Paşa Yeniçerileri tenkil ve şehit Üçüncü Sultan Selim’in intikamını aldıktan sonra İkinci Sultan Mahmut’u tahta çıkardı. Paşa sadareti kabulünden bir müddet sonra taşra ayan ve mütegallibelerini İstanbul’a davet ederek memleketin idaresini ıslâha karar verdi. Bu, memleketi sarayın idaresinden kurtarmak için büyük ve pek cesaretli bir hareket idi. Taşra ricalinden mürekkep büyük mecliste ittihaz olunan karar, dolayısıyla sultanın mutlak ve payansız nüfuzunu az çok tahdit ediyordu. Buna (İttifak Senedi) adı verildi. Sarayca ananeye muvafık görülmeyen bu senedi Sultan Mahmut imzaya mecbur oldu. Bir surette ki ilk fırsatta öcünü almak istiyordu. Filhakika padişah Yeniçerileri Alemdar Paşa aleyhine teşvikte zimedduhul (?) olduğu gibi günahı (İttifak Senedi)ni yazmaktan ibaret olan sadrazam kethüdasını da boğdurdu. Bu (İttifak Senedi)nin (Hukuk-ı Esasiye)ye göre ehemmiyeti büyüktü. Milletle padişah arasında bir nev’i hükûmet idaresi mukavelesi idi. Vaktiyle İngiltere Kralı (Şarl)’dan tebaasının aldığı (Şart)ı andırıyordu. Vak’a (İdare-i mutlaka) devam ediyordu. Fakat halk değilse bile, millete mensup bir sınıf mensup oldukları milleti ve onun atisini düşünerek sarayın dâhili siyasette takip edeceği programı çizdiler. Saray bilahare sözünde durmadı. Fakat mukavele hukuki kıymetinden hiçbir şey zayi etmiş olmadı.

Türkiyeliler ilk fırsatta mürur-ı zamana tabi olmayan bu mukaveleye istinatla saraya karşı hak iddia edebilirlerdi. (İttifak Senedi) siyasî, iktisadî, içtimaî teceddütlerin [tazelenme, yeni olma, yenilenme] istihsalini gelecek nesle bırakıyordu. Bunların temini şüphesiz tekemmüle [olgunlaşmaya]  ve diğer birtakım tarihî vukuatın hadisine muallaktı [bağlıydı].

Tanzimat, teessüsünden altı asır sonra Osmanlı İmparatorluğu’na ikinci idare devrini açtı. (Sultan Abdülmecit)’in (Gülhane Hatt-ı Hümayunu) dâhilden ziyade haricin tesir ve tazyikiyle ilân olundu. Hariç, Osmanlı İmparatorluğu’nun taksimini istiyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nu dâhilen dinamitlemek için de gayr-i Müslüm tebaaya istediği gibi harekete imkân hazırlamak lazımdı. Haricin nüfuzuyla yapılan Tanzimat bunu temin etti. İktisaden ve içtimaen gayr-i Müslümler o kadar mesut oldu ki memleket onların ve Garb’ın hesabına çalışır bir nev’i malikâne hâlini aldı. Şimdi Müslümanlar ve bilhassa Türk Müslümanlar üç kuvvet tarafından eziliyordu. Bunlar, saray, gayr-i Müslümler ve Avrupa idi. Mamafih Tanzimat, Reşit Paşa halefleri tarafından idare edilebilse idi, bilahare tebeddül ve ıslah olunsa idi, Türkiye çoktan halk idaresine kavuşurdu, olmadı. Binaenaleyh imparatorluğumuzun mukadderatı siyaseten yine sarayın elinde kaldı. Bir saray ki Avrupa’nın müdahalesiyle bu mülkü idare ediyordu. İktisaden, memleket ve Türk müstahsiller her gün biraz daha fazla gayr-i Müslümlere ve Garb’a teslim oluyordu. Millî istiklâl heyula hâline geliyordu. Memleketin hakiki sahibi gayr-i Müslümler ve Avrupa idi. Saray, iktisadî manasıyla Garb’ın ve gayr-i Müslümlerin menfaatlerinin bekçiliğini yapıyordu. Talihin ne hazin tecellisi… Türk köylüsü kan kusuyor, inliyordu. Tanzimat’ın kuvvetlendirdiği gayr-i Müslümler her gün biraz daha zayıf düşen millî varlığımızı dâhilde hırpalıyordu. Bir raddede ki dâhilden saray idaresi ve Hristiyanlar, hariçten Avrupa siyaset ve sermayesi memleketin öz evladı Müslüman veyahut Türk müstahsilleri kemiriyordu.

Hukuk-ı ammece, Tanzimat milletin aldığı değil padişahın bahşettiği bir (Millet-i Hukuk-ı Esasiye Şartnamesi) idi. Bunun hukukî neticesi şu idi ki sarayın salâhiyetini millet değil fakat milletin idaresini ve kendi vaziyetini yine padişah tanzim etmiş oluyordu. Hatta kudret onda kaldıkça (Lütuf ve kereminden) ahdettiği bu hukuku, sultan nez’[bir şeyi yerinden koparma, sökme, kaldırma, yok etme]  eder, milleti kadim tabirle (Tebaa kulları) için başka bir idare esası kabul edebilirdi. Sultanın amme üzerinde velâyeti baki idi. Millet, henüz mukadderatının sahibi değildi.

Tanzimat, memleketi, millî, maddî ve iktisadî cephesi itibariyle eskisinden çok fena bir hâle koydu. Yalnız manen bir kazanç temin edebildi ki o da bilahare milletin istihsal ettiği meşruti idarelere zemin hazırlamış olmasıdır.

Mithat Paşa’nın 93 Kanun-ı Esasisi Tanzimat’ın tekemmülü idi. Burada da bu kanunun hukukî vaziyeti etrafında birkaç söz söylemek isteriz. Kanun-ı Esasi, memlekette meşrutiyet usulüne müstenit bir idare tesis ediyordu. Fakat bu da bir (Hükümdar meşrutiyeti) idi. Hukukî mahiyeti itibariyle esasında bu kanun Almanya’nın imparatorluk devrindeki kanun-ı esasisine, Fransa’da (Jüri) sistemine muadildi. Filhakika her üçü de hükümdarın milletine bir atıfeti idi. Kuvvet, irade, hüküm sarayda kalıyordu. Yalnız hükümdar milletini (Tarihî hukuk)unun bir kısmına teşrik etmiş oluyordu. Bu kanunlar teferruatta fark gösterse bile esasta bir türlü, hükümdarların tarihî hukuklarının bir kısmından milletleri lehine feragat etmiş olmalarından vücut bulmuşlardı. Hükümdarlar kendiliklerinden böyle bir hakkı-tebaa kullarına- bahşediyorlardı. Bu bir hibe idi. Alınmış bir hak değildi. Meclisi dağıtmak hakkı hükümdarın idi.

(İcra heyeti)nin taçlı reisi bu kanunların hükmünce (Teşri heyeti)nden fazla salâhiyet sahibi oluyordu.

Bizde, 1908 ihtilâli 93 Kanun-ı Esasi’sinin şu hukukî mahiyetini bozdu. Bu defa millet otuz bu kadar sene evvel meclisi eliyle kapatan sultanı, silâhıyla Kanun-ı Esasi ilânına davet etti. Sultan, hakkı için silâh çekmiş milletin önünde teslim oldu. Üç asırdır devam eden ihtilâller bu defa oldukça cezrî bir neticeye-halk lehine-isal ediliyordu. Padişah hukuk-ı hükümranı ve tarihiyesinin büyük bir kısmını mecburen millete terk ediyordu. Biraz sonra toplanan ilk millet meclisinde Kanun-ı Esasi hukukî ruh ve manasınca külli tadilât gördü. Meşrutiyetimiz bu şekliyle zımnî [üstü kapalı, örtülü]  bir mukavele tahtında millet meşrutiyeti oluyordu. Bu tarzdaki meşrutiyetle bu defa millet sultanın hukuk, salâhiyet ve vazifelerini tespit ediyor, sultanı bu çizdiği esaslara mutavaata [itaat etme, baş eğme] davet ediyordu.

Padişah millet idaresine mutavaat edeceğine dair millet meclisi önünde yemin etti. Kanun-ı Esasi’miz bu son iktisap ettiği şekliyle Belçika meşrutiyet usulünün ruhuna temas ediyordu. Yani aşağı yukarı hükümdarın hukukî vaziyetini millet tayin ve tespit etmiş oluyordu. Artık Türkiyelilerle Türkiye sarayı arasında yazılmış sarih bir devlet idaresi mukavelesi vücut bulmuştu. Sarayın mukavelenin çizdiği hukuk ve imtiyazlardan istifadesi yine ancak o mukaveleye riayetle kaim idi. Millet ise (Kanun-ı Esasi)yi her vakit tadil etmek hakkına sahip olmuştu. Çünkü millet bu son kanunla padişahı kendi hukukundan bir kısmına iştirak ettiriyordu. Esasen memleket imamın mülkü değil fakat orada tasarruf ve idaresi şer’i maslahata bağlıdır. Memleketin hakiki sahipleri onun müstahsili ve müdafi olan halktır. Hükümdar milletin bir nev’i memuru idi. Cihan Harbi’nin son günü milleti yorgun ve zayıf bulan padişah, saraya kadim hukukunu iade kastiyle iki millet meclisini birbirini veli eden hükûmet darbeleriyle dağıttı. Bu iki meclisten sonuncusu Kanun-ı Esasi hükmünce sulh hakkında milletin iradesini söylemek üzere davet edilmiş ve toplanmıştı. Filhakika Anadolu’nun bu maksadın temini için ısrarına binaendir ki saray, millet meclisini içtimaa davet etmişti. Bu son meclisi Sultan Vahdettin vatan düşmanlarının, İngilizlerin eliyle dağıttı. Türkiye’nin, Türk milletinin vekillerini İngilizlere teslim ederek İngiliz hapishanelerine gönderdi. Padişahın milletin başında, Kanun-ı Esasi hükmünce tefrik ve teczi [kısım kısım ayırma, bölme] kabul etmeyen vatanı müdafaa etmesi mensup olduğu necip hanedanın ananesince zaruri iken, büyük hanedanın bütün bir mazisini, neher [genişlik, bolluk] ve şerefle dolu bütün bir Türk tarihini ihmal ederek vatan müdafilerinin katline fetva çıkarttı.

İslâm tarihinin hiçbir safhasında din halife eliyle bu rütbe oyuncak edilmemişti!.. Padişah tabileriyle yalnız Kanun-ı Esasi’yi yırtmaya değil, vatanı öldürmeye, Türkiyelileri, yedi asırlık mütemadi bir sa’y saltanatının, bir tarihin necip ve aziz amelesi, büyük sanatkârı Türkü de esir kılmaya azmetmiş görünüyordu. Padişah kendisini öyle feci bir vaziyete sokuyordu ki adeta haricî düşmanların tabii müttefiki oluyordu. Filhakika Türkiye’nin düşmanları vatan müdafilerini kurşunla durdururken padişah da müdafilerin katli hakkında fetva çıkartıyordu. Din ve Türk tarihi bu cinayetler önünde titriyordu. Kanun-ı Esasi’nin ve bütün millî varlığın, millî mukaddesatın imhasına doğru yürüyen sarayın önüne, dünyanın ölü zannettiği çiftçi Türk dikildi. Ruhunu tarihinden alıyordu, sanki dikilen Türk değil, Türk tarihi idi. İşte bu kuvvet bir eliyle padişahı yere çalarken diğer eliyle de haricî düşmanların yakasını tuttu. Artık 1908 Kanun-ı Esasi’sinin ifade ettiği devlet mukavelesi hükümden sakıt olmuştu. Esasen padişah bu hakkını kendi eliyle ıskat etmişti. Bugün Türkiyeliler yeni devlet mukavelesini tarihten ibret alarak istedikleri gibi yazmakta muhtardırlar. Filhakika buna hem 1908 Kanun-ı Esasi’sinin hukukî mahiyetince hem de siyasî hadiselerin tarz-ı cereyanı itibariyle hak iddia edebilirler. [1]

İzmir Mebusu

Mahmut Esad [BOZKURT]  [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 14 Teşrinisani 1921, No: 352, s. 1, sütun: 1-4

[2] Cihan YAMAKOĞLU, M. Esat Bozkurt, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 831, Türk Büyükleri Dizisi: 59, Ankara 1987

https://www.biyografya.com/biyografi/6469

Continue Reading

En Çok Okunanlar