Tarih-i siyasî ve hukuk-ı amme önünde
“Unutulmamalıdır ki Türkiyeli Türk müstahsilleri, Türkiyeli halkı kan ve yangından halâsa ilk vasıta olan (Vaka-i Hayriye) bir halk hareketi olmadığı gibi halk idaresinin kurmak isteyen bir emel ile de vücuda getirilmemişti. Bu, saray ile Yeniçeri arasında son ve kanlı bir cidal oldu ve sarayın galebesiyle neticelendi. Bu kuvvetlerin her ikisi de memleketin hayrında bir badire idi. Fakat sarayın galebesi memleket için Yeniçeri tahakkümünden çok hafif idi. Dolayısıyla memleket atisini, atideki terakki ve tekâmülünü kazanıyordu. Memleket ve halkın mukadderatı, Türkiye’nin iktisadiyatı, darma dağınık olmuş bir teşkilâtın, Yeniçeri ocağının açık ve kati bir tabirle zulüm ve ateş ifade eden askerî diktatörlüğün elinden kurtuluyor, fakat sarayın himayesine velâyetine iltica ediyordu.“
Osmanlı İmparatorluğu’nun (Saray idaresi) devrinde (Hukuk-ı şahsiye ve medeniye) tamamen şer’i hukuka merbut idi. Devletin (Hukuk-ı ammesi) de eski Türk adetlerinden, İran ve Bizans hukuk esaslarından pek çok istiarelerde [ödünç almalarda] bulunmuş olmakla beraber başı yine şeriat hukukuna bağlı idi. Geçmiş asırlarda imparatorluğumuzu kendisine muasır olan devletlere karşı âli bir mevkie isal eden, mualliyetiyle (?) Osmanlı saltanatını mazide en yüksek devlet-i hukuk teşkilâtına malik bir camia halinde yükselten bu hukuk esasları halkın ve müstahsillerin keyfî bir idare altında inlemesine mani olamadı. Bir tarafta hukuk müesssesatımız bağırıyor, fakat diğer tarafta idare bildiğini okuyordu. İstediğini yapıyordu. Nitekim şer’i hukuka göre (Beytülmalden) nassın hakiki menfaatinden gayri mahalle bir habbe sarfı caiz değil iken, bu saltanatı yedi asır omuzlarında taşıyan ve bugün kurtaran köylünün ve müstahsilin alın terinin yığdığı servet, sefahate, halkın maddî ve manevî menfaatleriyle hiç alâkası olmayan istilâ politikalarına sarf olunuyordu. Hesabı sormaya değil, varidatın sarf olunduğu mahalli göstermeye cesaret edenler bile başlarını kaybetmeye mahkûm idiler. Bu şahıs idaresi, bütün şahsî idareler gibi giderek tefessüh [açılma, genişleme] etti. Bir hâldeki âli şer’i hukuk, ulema kisvesine bürünmüş (Cinci Hoca, Deli İbrahim) ve emsali gibi ceradların zaman zaman hasis emelleri için vasıta olarak kullanılıyor, padişah bir elinde satır, bir elinde cerad [yağmacılar güruhu] fetvası vuruyor, mal müsadere ettiriyordu. Anadolu halkı, müzayede ile memuriyet alan vali, mütesellim gibi memurların elinde yanıp kavruluyordu. Türkiye, Roma’nın son günlerini andırıyordu. Malumdur ki bir milletin hakiki hâkimiyeti, bütçesine sahip olmakla mümkündür. Millî hâkimiyet ve bilhassa müstahsiller hâkimiyeti, devlet bütçesinin yine bunların kontrolüyle maddî ve manevî menfaatlerinin temin ve takviyesine sarfında tecelli eder.
Asri hukuk miyar ittihaz olunarak bu devri iki kısma bölmek mümkündür. Birinci kısım, saray hâkimiyetine müstenit bir (idare-i mutlaka)dır. İkinci kısım, bir idare değil, tam mânasıyla mahvuf bir istibdattır. Vak’a bu ikinci kısımda zaman zaman vatanperver padişahlar geldi, büyük devlet adamları yetişti ve memleket biraz nefes aldı. Fakat devlet bir halk idaresi değil, meşruti bir hükûmet değil, adil bir devlet olmaktan bile uzak kaldı. Memleket muttasıl kanıyordu. Türk müstahsil kara bahtını yazıyordu.
Vak’a saray idaresinin, hadım ağalarının, gözdelerin eline düştüğü zamanlarda bile meşveret meclisleri toplandığı muhakkaktır. Fakat bu meclisleri meşrutiyet usulüyle karıştırmak doğru değildir. Orada herkes reyini malumat kabilinden verir; son söz padişahın olurdu.
Birinci Sultan Mahmut zamanında sarayda (Vakanüvis)lerin bile iştirakiyle toplanan büyük bir mecliste vükela, ayan sırf mezhep meselesi olan İran seferinin temadisi aleyhinde bulunmuş iken padişahın aksi karar ve niyeti müttefikan verilen reyleri hiç hükmüne koydu! Ateş yeni baştan iki dindaş millet arasında alevlendi. Şu bir iki misal ve bütün tarih-i devletimizin hukuki mahiyet ve şeklini daha iyi gösterebilir. O vakit ki şer’i büyük hukukumuz ise yalnız lafzî bir murat, bir varlık idi. Halk tabakası arasındaki (Malumât-ı şahsiye)nin tedvirinde bir iş idi. Fakat ibadet hakkı ve devletin hukuk ve vazifelerinde hüküm onun değildi. Zaman zaman padişah hal’ etmek için kullanılırdı. Fakat bu bir halk ve padişah davasının halli ve tesviyesi için değil, ekseriya menfaatleri muhtel [bozulmuş, karışmış] olmuş bir sınıfın, padişahın aleyhine yürüyebilmelerine vasıta ittihaz olunurdu. Fakat padişahın hal’ine ve vezirlerin padişah tarafından katline rağmen halkın iktisadî, içtimaî vaziyetinde bir tahavvül, iyiliğe doğru bir yenilik vücut bulmadı. İktisadî ve içtimaî mânasına göre bu halk ve müstahsil kitlesinden ayrı bir menfaat cidali idi. Kim galip gelirse halkı soymak onun (Müktesep hakkı) olurdu. Bu bir vaziyet idi ki iktisadî mahiyetçe Osmanlı İmparatorluğu, içinde esirler dolu bir malikâne idi. Tarih böyle söylüyor. Vak’a bugünün mantıkıyla dünün vak’alarını tahlil doğru değildir. Fakat bugünün telakkisine göre bir gasıp bir zalim olan mazinin herhangi bir hadisesinin de alkışlanarak devamı tecviz olunamaz.
Beş asırdan fazla devam eden bu idare zaman zaman vatancı ve milliyetçi ricali endişelere düşürüyordu. Fakat padişah ve tebaasını kurtarmak için göze alınan her yeni teşebbüs kanlı bir facia ile satvet [ezici kuvvet] ediyordu. Bütün bu mütevali [art arda gelen] sükûtlara İkinci Sultan Mahmut’un (Vaka-i Hayriye)si nihayet verdiği gün, aziz Türkiyeli köylü, büyük Türkoğlu Türk müstahsil, asırlardır soyulan, yakılan, vurulan harap yurdunda biraz nefes aldı. Asırlardır iktisadî varlığı, hayatı çiğnenen Türklüğün bu aziz mecrası, köyünün yıkık mabedinde Allah’ın huzurunda yere kapanarak ağladı ve şükretti. Unutulmamalıdır ki Türkiyeli Türk müstahsilleri, Türkiyeli halkı kan ve yangından halâsa ilk vasıta olan (Vaka-i Hayriye) bir halk hareketi olmadığı gibi halk idaresinin kurmak isteyen bir emel ile de vücuda getirilmemişti. Bu, saray ile Yeniçeri arasında son ve kanlı bir cidal oldu ve sarayın galebesiyle neticelendi. Bu kuvvetlerin her ikisi de memleketin hayrında bir badire idi. Fakat sarayın galebesi memleket için Yeniçeri tahakkümünden çok hafif idi. Dolayısıyla memleket atisini, atideki terakki ve tekâmülünü kazanıyordu. Memleket ve halkın mukadderatı, Türkiye’nin iktisadiyatı, darma dağınık olmuş bir teşkilâtın, Yeniçeri ocağının açık ve kati bir tabirle zulüm ve ateş ifade eden askerî diktatörlüğün elinden kurtuluyor, fakat sarayın himayesine velâyetine iltica ediyordu.
Şu kadar ki halk eskiye nispetle idarece daha mesut bir safhaya dâhil oluyordu. Malı daha az yağmaya uğruyor, ırzı, canı daha fazla masuniyete mazhar oluyordu. İktisat miyarı ile (Vak’a-i Hayriye) tahlil edilmek icap ederse denebilir ki uzun zamanlar soyulan, ezilen Türk köylüsü iki kuvvetin esiri olmuştu. Biri saray, diğeri bozulmuş Yeniçeri ocağı idi. (Vak’a-i Hayriye) memleketi daha az soyulur bir hâle getirdi. Türk müstahsillerin ve memleket istikbâlini saran bulutları da oldukça dağıttı. Memleket bu günü İkinci Sultan Mahmut’un azmine borçludur. Hukuken bu yeni kurulan idare de bir (idare-i mutlaka idi). Sultan Mahmut sarayın atisini-eski tabirle-tebaa kullarının istikbâlini kurtarmak için çalışıyordu. [1]
İzmir Mebusu
Mahmut Esad [BOZKURT] [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Teşrinisani 1921, No: 350, s. 1, sütun: 1-2
[2] Cihan YAMAKOĞLU, M. Esat Bozkurt, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 831, Türk Büyükleri Dizisi: 59, Ankara 1987