Connect with us

Tarihi Toplantılar

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİNİN İSLÂM ÂLEMİNE HİTABI

Published

on

Hamdullah Suphi (TANRIÖVER) tarafından hazırlanıp 9 Mayıs 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne sunulan ve kabul edilerek dâhil ve hariçte neşrine karar verilen beyanname sureti:

“Cenup çöllerinin bir köşesinde arzın seslerini dinleye dinleye yatan Peygamberi Zişan’ın ruhlarını ruhlarımızla birleştirdiği İslâm kardeşlerimiz, dini mübinin son askeri mahsur [muhasara edilmiş, kuşatılmış] bir kale içinden size tevcih-i hitap ediyor. Her taraftan üstümüze hücum ederek, yüksele yüksele Osmanlı vatanını büsbütün boğmak isteyen ölüm kuvvetleri ortasında tehlikelerle muhat bir ada içinde kalmış gibiyiz. Size nidalarını yetiştirmek isteyenler gayz ve kin ufuklarından kopup gelen tehdit ve şütûm [küfürler, sövmeler, sövüp saymalar], kizb [yalan söyleme, yalan] ve riyâ [özü, sözü bir olmama, ikiyüzlülük] gürültüleri arasında hakikatin sadâsını [sesini, yankısını] duyurmaya muvaffak olabilecekler mi? Sınırlarında muharebelerin yangını hiçbir zaman sönmeyen, etrafında husumet dalgalarının meddi [yayılması]  nihayet bulmayan Anadolu’dan, bu ezelî gazâ ve cihat topraklarından yükselen hitabımız acaba iğfal [aldatma, aldanma] ve desisenin [hilenin, oyunun] bin mâniası arasından geçip sizi bulabilecek mi?

Şam’ın, Kurtuba’nın, Kahire’nin, Bağdat’ın sükûtundan sonra İslâm’ın son Darülhilâfesi İstanbul da düşman silâhlarının gölgesi altına düştü. Afrika’nın sahilleri üstünden Akdeniz’i baştanbaşa kuşatan hâtıra engiz diyarlarımıza, Tuna yalılarından Ural’ın şimaline, İç Asya’nın ucu bucağı olmayan bozkırlarına, Ganj’ın, Pencap’ın velvele-i sıytı hâlâ susmayan mamurelerine varıncaya kadar birer birer yâdellerin kahır ve cebri altına giren aziz kardeş yurtlarına ağlarken nihayet Kıblegâh-ı İslâm’ı, Ravza-i Nebevi’yi taşıyan Hicaz ve Yemen hıttaları [memleketleri, diyarları, ülkeleri], Filistin ve Irak, Hindistan müntehalarına kadar Asya’da İngiliz saltanatının engin, nihayetsiz bir şehrâhı [büyük işlek yol,  ana yol, cadde] oldu.

Kurunu vusta [Ortaçağ] muharebelerinde vahşi ve hain bir idrak ile içinden tehlike gelebilecek komşu memleketleri boşluk hâline çevirmek siyaseti şimdi aynı maksatla Anadolu’ya karşı tatbik ediliyor. Ta ki mahkûm Hindistan’ı mahkûm Mısır’a rapteden yeni esir memleketler, yeni İngiliz müstemlekeleri Anadolu içinden gelecek bir tehdide mâruz olmasın… Bunun için Selçuk Türklerinden, dokuz buçuk on asırlık bir zamandan beri me’vây-ı İslâm olan [İslâm yurdu]  Anadolu’ya taraf taraf istilâ ordusu çıkardılar. Bunun için Yunan ordusu ismini taşıyan eşkıya sürülerinin kahir bir Türk ekseriyetle meskûn olan mamur ve mesut bir vilâyetimizi vurgunla, yangınla, kesimle ıssız ve viran etmesine karşı ses çıkarmadılar. Bunun için beynelmilel bir heyetin mutantan [tantanalı, şatafatlı, gösterişli] bir ilâmı Yunan ordusunu cürmü meşhut [suçüstü] halinde kana bulanmış bir katil gibi yakalamış ve cihana karşı teşhir etmiş iken “İşine devam et, sana beyan-ı itimat ediyoruz.” dediler. Bunun için defter-i âmâlinde bütün Mora ve Teselya Müslümanlarının, Cenubi Arnavutluk, Makedonya ve Girit Müslümanlarının kıtali yazılı olan bu sefil orduyu daha fazla muta [ita olunmuş, verilmiş] kılmak için başına bir İngiliz ceneralini kumandan tâyin ettiler ve o, yangını söndürecek, ürpere ürpere kaçıp giden muhacirleri durduracak yerde “Cephelerinizi geri alın, yüzlerce köyü Yunan işgaline terk ediniz.” dedi. Bunun için Adana, Maraş, Ayıntap, Urfa gibi en kadim İslâm memleketleri Fransız zâbitlerinin idaresinde Ermeni kin ve gayzına, Ermeni ruhunun müfteris [fırsat bulan, fırsat bilen] gılzet [galizlik, kalınlık, kabalık, sertlik] ve husumetine yenecek, parçalanacak bir av gibi terk edildi. Hükûmeti elim bir mütareke ile silâhlarından tecrit edilmiş, orduları dağıtılmış bir millet, anayurduna musallat olan başıboş bırakılmış bu yangıncı, yağmacı müstevlilere karşı müdafaadan başka ne yapabilirdi? Biz bu sebeple aile ocaklarımızda eski gazalardan yadigâr kalmış silâhlarımızla analarımız ve kız kardeşlerimizle, çocuklarımız ve ihtiyarlarımızla her tarafta düşmanı karşılayarak geri iten bir halk mücadelesine başladık.

İstilâya yardım etmeyen, Yunan garet [çapul, yağma; akın] ve kıtaline yeni sahalar terk etmeyen, halkın vücuda getirdiği cepheleri geri almaya razı olmayan hükûmetlerimiz İngiliz cebri altında birer birer mevkilerini terk ettiler. Her ikisi namus ve hamiyetiyle tanınmış iki asker olan Rıza ve Salih paşaların hükûmetlerini, haklarında Halife ve milletin emniyeti tamamıyla tezahür etmiş iken istifa ettirmek suretiyle ıskat ettiler. Hâlbuki Anadolu’nun istilâya uğrayan kısımları evvelce istilâ edilmiş memleketlerimizden muhaceret eden meskensiz, maişetsiz yüz binlerce muhacirle dolu olan topraklardı. Balkan Muharebesinde yakılan köylerin, şehirlerin meşum aleviyle ve mazlum bir halkın kanıyla boyanmış kızıl, korkunç bir salip önünde fevç fevç yurtlarından dışarı uğrayan muhaceretler henüz Anadolu topraklarında hastalıktan, açlıktan perişan bir halde sürünürken arkalarından eski katilleri yetiştirdiler. Başlarına tekrar musallat ettiler. Birliğini, istiklâlini müdafaa ettiğimiz Anadolu öz vatanından matrut [tardolunmuş, kovulmuş] olmuş kaç bedbaht Müslüman millete darülaman olan bir topraktır. Kırım’dan, Bosna-Hersek’ten, Kafkasya’dan düşman akınları önünde terk-i diyar edenler gelip onda kendilerine bir vatan buldular. İşte parçalamak, dağıtmak istedikleri memleket, İslâmiyet’in birçok bedbaht evlâdına bağrında yeniden hakkı hürriyet, hakkı hayat veren bir memlekettir. İçeride her gün biraz daha büyüyen, tesir ve nüfuzunu her an biraz daha artıran halk mukavemetini kırmak için İngiliz siyaseti her çareye başvurmaya karar verdi. Bu fikri en evvel cihan matbuatına “Türklere sulhu kabul ettirmek için vesait-i zecriye kullanılacak” suretinde ilân ettiler. Tarih-i siyasînin hiçbir devrinde hükûmet adamları maksatlarını riya ile örtmekte şimdi görüldüğü kadar şerir ve küstah olmamışlardır. “Türk payitahtının Türklere terk edileceğini, Halife ve Sultanın İstanbul’da ipka olunacağını”, Hindistan’a resmen tebliğ eden İngiltere aradan on gün geçmeden bu taahhüdü âlenisini bilfiil nakzetmekte [sözleşmeyi yok saymakta]  hiçbir beis görmedi. İstanbul işgal-i askerî altına alındı. Askerlerimiz gece uykusu arasında yataklarında bastırılmak suretiyle şehit edildi. En mâruf rical-i mülkiye ve askeriyemiz, erbab-ı kalemimiz, birçok mebuslar ve ayan tahassungâhında haydut yakalanır gibi tevkif ve nefyedildiler. İstanbul İngiliz İdare-i Örfiyesi altına alındı ve bunun üzerine Millet Meclisi ecnebi tahakküm ve tazyikinden hür olan bir kısım memlekete çekilmeye mecbur oldu.

Sulhu hazırlamak için Payitaht işgal edildi. Sulhu hazırlamak için meşru Hükümetlerimiz indirildi. Sulhu hazırlamak için İngiliz himayesi altına imzasını koymuş, her şeyi Garbın adalet ve merhametinden bekleyecek kadar anlayışsız, iradesiz bir adam yeniden Sadarete getirildi. Anadolu mukavemetini kırmak için kendi Hükûmetimizi, kendi milletimiz aleyhine taslit [musallat] etmek, makam-ı iftayı [fetva verme makamı] şeref-i İslâm için kanını akıtan mücahitlerin aleyhine kullanmak gibi iblisane bir fikri saha-i tatbike koydular. İdraksizlik ve cehlü gayiz ile gözleri kapanmış olan birkaç adamı Anadolu kuvvetlerini arkadan vurmak üzere harekete getirdiler. Orduyu terhis etmek, köylülere Kuvay-ı Millîyeyi âsi tanıtmak, milleti kendine şeref veren en asil ve civanmert evlâdına karşı şüphe ve tereddüde düşürmek, sulhu hazırlamak için İngiliz emri altında çalışan vatansızların ilk işi oldu.

İşte biz, bir taraftan müstevlileri geldikleri yerlere tardetmek, diğer taraftan iğfal ve ifsat edilenleri yola getirmekle meşgul olduğumuz bir zamanda sizi hakikatten haberdar etmek istedik. Zira öğrendik ki, Mısır’da ve Hint’te olduğu gibi İslâm’ın başını İslâm’ın eliyle ezenler bizi Halifeye âsi ve günahkâr bir zümre olarak tanıtmak istiyorlar. En eski zamanlarda olduğu gibi bugün de İslâm dinine ve İslâm âlemine karşı deruhte ettiği muazzam vazifeye gevşemez, sarsılmaz bir iman ile sadık olan milletimiz düşmanların tezvir ve iğfaline kapılmaktan sizi tahzir [menetme, önleme] eder. Cenubun kızgın çöllerinden, Şimalin buzlu iklimlerine ve Şark’tan Garb’a kadar asırlar arasında gazâdan gazâya koşan milletimiz din yolunda kurban ettiği milyonlarca şehitlerinin vedia-i mübareki [bereketli, hayırlı, uğurlu emaneti] olan maksada merbut kalmakta devam ediyor. İslâm’ın son yurdunda son kurtuluş cihadını yapan kardeşlerinize karşı en büyük zulmü yalnız idlâl [nazlanma, aşırı derecede nazlanma] ve tezlilden [hor ve hakir görmeden] ibaret olmayan düşmanların, cebir altında neşrettirdikleri fetvalara cevap olarak Anadolu’nun her tarafında din-i mübinin saday-ı hakikisi [1] yükseldi. Yüzlerce müftü ve müderrisin müşterek imzalariyle ısdar ettikleri fetvalar doğru yolu milletimize ve cihan-ı İslâm’a işaret etti : “Âdayı- müslimin olan düveli muhâsama tarafından fiilen işgal edilen Makam-ı Hilâfette cüyüş-ı müslimin silâhlarından tecrit, devair-i Hükûmete vazı’-yed [el koyma] ve idare-i örfiye ilân ve hukuk-ı hilâfet gasp edildikten sonra Halife-i Müsliminin istihlâsı hususunda kudret-i mümkünelerini sarf etmek bilûmum müslimine farz olduğunu” ulemay-ı dinimiz tebliğ ve tamim ettiler. Bu saday-ı şer’iyi siz de işitin.

İslâm birliği fikrinin muahharan [sonraki] en büyük mümessili olan Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi “İslâm gönüllerinin toplu olması için kendisini perişan eden milletimize, onun dâvay-ı istiklâline, mânevi teyit ve müzaheretinizi bir saniye eksik etmeyin; ta ki, İslâm’ın bir küsuf-ı tamma giden güneşi büsbütün kararmasın, tekrar âlemimiz üstünde ışıldamaya başlasın. Selâm ve hidayet her zaman din kardeşlerimizin üzerine olsun.” [2]

Büyük Millet Meclisi Emriyle

Reis

Mustafa Kemal

DİPNOTLAR:

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Mayıs 1336 (1920), No: 29, s. 1, sütun: 1-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Mayıs 1336 (1920), No: 29, s. 2, sütun: 1

[1, 2] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 09.05 1336 (1920), Devre: 1, Cilt: 1, İçtima Senesi: 1, s. 248-249https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c001/tbmm01001013.pdf

Maarifimizde İstikamet

Milli Terbiye

Published

on

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan

Samsun’da Öğretmenlere Nutuk

(22 Eylül 1924)

Giriş

Her türlü külfet ve nimet dengesizliğine rağmen öğretmenlik mesleğini sevgi, heyecan, hoşgörü ve saygı değerleriyle bütünleştirerek idealist bir anlayışla yaşayan ve yaşatan meslektaşlarımın “Öğretmenler Günü”nü tebrik ederim…

Osmanlı Devleti döneminde, asiler dahi öğretmenlerine el kaldırmamış, öğretmeninin tavsiye ve telkini ile isyanı bastırmakla görevli kişilere teslim olmuşlardır.

1923-1938 döneminde milletvekili maaşlarının az olduğu ve artırılması gerektiği gündeme gelmiş ve artış oranı Atatürk’e sorulmuştur. Merhum Atatürk’ün verdiği cevap akıl sahiplerine ibret vericidir, insana, eğitim-öğretime ve öğretmene verilen değerin çarpıcı sonucudur:

Artış, öğretmen maaşını geçmesin!..

Gazi Mustafa Kemal Paşa, 24 Mart 1923’te Kütahya Sultanisi’nde Öğretmenlere yaptığı konuşmada “Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini [geleceğini] yoğuran irfan ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, feyizlidir, muhteremdir; fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi yekdiğerine müreccahtır [tercih edilir]. Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatidir.” sözleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Eğitim Ordusunun önemini ve vazgeçilmezliğini ifade etmiştir. Savunma ve Eğitim Bakanlıklarının önünde yer alan “Milli” sıfatının anlam ve öneminin kaynağı açıkça anlaşılmaktadır.

O halde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları ne ise Türk Eğitim Ordusu mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları da öyle olmalıdır.

Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milli Eğitimine hizmet etmiş öğretmen, yönetici ve müfettişlerimizden fani âlemden baki âleme göç edenlere Yüce Tanrı’dan rahmet niyaz eder, minnet ve şükranlarımı sunar; yaşayanlara sağlık, mutluluk, başarı ve huzur dolu ömürler dilerim.

***

Samsun: 23 [Eylül 1924] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri 22 Eylül’de [1924]  Samsun’da kıtaat-ı askeriyeyi [askeri kıtaları], kışlaları teftiş etmiş ve gördüğü intizam ve talim ve terbiyenin mükemmeliyetinden beyan-ı memnuniyet [memnuniyetlerini beyan] etmişler[dir]. Badehu [ondan sonra] bütün Samsun muallime ve muallimlerinin toplandığı İstiklal Ticaret Mektebi’ne gidilerek orada Gazi Paşa Hazretleri’nin şerefine verilen bir çay ziyafetinde pek samimi iki saat geçirilmiştir. Ziyafete piyano refakatiyle talebe tarafından teganni olunan [söylenen] milli şarkılarla başlanmış ve bir muallime ve üç muallim tarafından nutuklar irat olunmuştur. Reisicumhur Hazretleri cevaben bütün samiini [dinleyicileri] pek teheyyüç [heyecanlandıran] ve mütehassis eden atideki [aşağıdaki] nutku irat buyurmuşlardır:

“Muhterem Hanım, Muhterem Beyefendiler,

Bu çay ziyafetini tertip edenlere suret-i mahsusada [özel olarak] teşekkür ederim. Bu vesile beni Samsun’un çok münevver [aydın] bir muhitinde bulundurmuş oldu. Bu vesile, beni dimağları [beyinleri] ilim ve fen ile müzeyyen [süslü], kıymetli insanlardan mürekkep [meydana gelen] bir heyetin huzurunda bulunmakla pek mesut etti.

Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit [yol gösterici] aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü [gelişmesini] idrak etmek ve terakkiyatını [ilerlemelerini] zamanında takip eylemek şarttır.

Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen lisanının çizdiği düsturları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen tatbike çalışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mesut bir his ile anlıyorum ki, muhataplarım bu hakikatlere nüfuz etmişlerdir. Mesudiyetim yükseliyor. Şununla ki, muhataplarım taht-ı talim ve terbiyelerinde [talim ve terbiyeleri altında] bulunan yeni nesli de bu hakikatin nurlarıyla doğuşuna müessir [etkili] ve amil [etken] olacak surette yetiştireceklerini vaat eylemişlerdir. Bu, cümlemiz [hepimiz] için iftihara değer bir noktadır.

Muhterem efendiler, hemşiremiz hanımefendi ve ondan sonra beyanatta bulunan

muhterem ve hassas arkadaşlarımız uzak maziyi çok güzel işaretle tavzih ettiler [açıkladılar]. Yakın mazinin acılarını da hakikaten kalpleri dilhun edecek [kan ağlatacak] tarzda beyan buyurdular. Bu vesile ile şahsıma çok teveccühatta [teveccühkâr]  bulunmak nezaketini ibraz buyurdular [gösterdiler]. Bu teveccühatın [teveccühlerin] samimi kalplerden çıkması itibariyle şüphesiz çok memnunum, mütehassisim ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi bir ferd-i milletin [milletin bir ferdinin] şahsiyetinde temerküz ettirmek [toplamak], maziye [geçmişe], hale [bugüne], istikbale [geleceğe], bütün bu edvara [devirlere] ait bir heyet-i içtimaiye [toplum] mesailinin [meselesinin] tavzih [açıklanmasını] ve tebarüzünü [ortaya konulmasını], bu yüksek bir heyet-i içtimaiyenin [topluluğun] münferit [tek başına, mütevazi] bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.

Muhterem kardeşler! Memleket ve milletin hayat ve atisine [geleceğine] olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir nokta-ı hakikati [hakikat noktasını dinleyiciler] izaha mecburum.

Vatandaşlar, vatanınızda herhangi bir şahsı, istediğinizi sevebilirsiniz! Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, mevcudiyet-i milliyenizi [milli mevcudiyetinizi/milli varlığınızı], bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye saik olmamalıdır [sevk etmemelidir]. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık irtikâp etmeyeceğine [işlemeyeceğine] dair kemal-i itimat [tam itimat] sahibi olmakla müsterih [gönlüm/içim rahat] ve müftehirim [iftihar ediyorum].

Arkadaşlar, ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler, bundan beş, beş buçuk sene evvel vatan ve millet ümitsiz bir felakete düştüğü zaman, muvazzaf [vazifeli] oldukları, vicdan, namus, haysiyet hissiyle mükellef bulundukları vazifeyi yapmak mevkiinde kaldılar. Bunu bittabi yapacaklardı. Yapmaları mecburi idi, vicdani idi, insani idi, namusu milli [milli namus] icabı idi. Ben bu mukaddes esasların haricinde hareket edebilir miydim?

Efendiler, elbette edemezdim. Türk milletinin hakiki hiçbir ferdi bu icabatın [icapların] haricinde hareket edemezdi. Ben elbette bu acı manzara karşısında vicdanımın emirlerine muhalif, namusu milliyemizin [milli namusumuzun] hilafında [karşısında/aykırı] hareket edemezdim. Mensubiyetiyle [mensubu olmakla] müftehir bulunduğum [iftihar ettiğim] yüksek heyet-i içtimaiyenin [toplumun] yüksek haysiyetine elbette münafi [aykırı] hareket edemezdim.

Bence mensup olmakla müftehir bulunduğum milletin hiçbir ferdi bu icab-ı namustan [namus icabından] asla inhiraf etmemiştir [ayrılmamıştır]. Eğer bundan müstesna gösterilenler varsa, emin olunuz aziz ve namuskâr vatandaşlar; onların kalp ve vicdanı milletimizin müşterek vicdan-ı tenezzühünden [temiz vicdanından] hiç ilham alamamış, kapkara, sefil vicdanlardır.

Efendiler, bizim milletimiz derin, büyük bir maziye sahiptir. Milletimizin hayat-ı asarını [hayat eserlerini] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı-yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan büyük Türk devrine kavuşturur. Bütün bu edvara [devirlere] dikkat buyurunuz, Türk kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş, nereden geldiği belirsiz birtakım reislerin şuursuz vasıtası olmak mevkiine düşmüştür. Türk milleti kendi benliğini, kendi dimağını, kendi ruhunu unutur gibi olmuş ve bütün mevcudiyetiyle herhangi bir maksada, neticesi zillet olan, esaret olan, fisebilillah [karşılık beklemeksizin] köle olmaya müncer olan [götüren] hakir bir hedefe sürüklenmiştir. Millet maatteessüf [ne yazık ki] bu hal-i gafleti [gaflet halini] çok sürdürdü. Bu yüzden her türlü sefaletlere ve mahkûmiyetlere uğramaktan kendini kurtaramadı. Bütün bu tebaiyetleri; aldığı gayr-i milli [milli olmayan] terbiyenin icabatı [icapları] olduğunu fark etmeksizin, mehakim [sağlam] bir terbiyenin eseri olduğu kanaatiyle tatbik ediyordu. Esas-ı terbiye [terbiyenin esası], hedef ve mahiyet-i terbiye [terbiyenin hedefi ve mahiyeti] ne büyüktür. Bu hususta istikamet yanlış ise ve koskoca bir millet emniyet ve itimat ettiği kitaplardan şahit göstererek, rehber olduklarını iddia edenlerin sözlerine inanarak yürürse ve bu yürüyüş istikameti kendilerini mahv ve izmihlale [yok olmaya] düşürürse, kabahat; bu istikameti takip eden nezih, ahlaklı, fedakâr, rehberlerine itimat eden zavallı halktan ziyade, rehberlere ait değil midir?

Efendiler, söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana nereden ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Bu sualine [sorusuna] kısa bir cevap vermek isterim. Bilirim ki, bugünkü intibahı [uyanışı], düne, maziye medyunuz [borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımızın, mürebbilerimizin; ruh ve dimağlarımızın [beyinlerimizin] inkişafında [gelişiminde] feyizli tesirleri vardır. Gerçi biz, belki burada bulunanların kâffesi [tamamı] dünyaya geldiğimiz zaman bu topraklar üzerinde yaşayanlarla beraber, kahhar [kahredici] bir istibdadın pençesi içinde idik. Ağızlar kilitlenmiş gibi idi. Muallimler, mürebbiler yalnız bir noktayı dimağlara yerleştirmeye mecbur tutulmakla idi: Benliğini, her şeyini unutarak bir heyulaya boyun eğmek, onun kulu, kölesi olmak. Bununla beraber, tahattur etmek [hatırlamak] lazımdır ki, o tazyik altında dahi, bizi bugün için yetiştirmeye çalışan hakiki ve fedakâr muallimler ve mürebbiler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi burada bir zatıâliye tesadüf ettim. O, benim rüştiye birinci sınıfında muallimim idi. Bana henüz iptidai [temel] şeyleri öğretirken istikbal [gelecek] için ilk fikirleri de vermişti.

Efendiler, izah etmek istiyorum ki, ilk ilham ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından, terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın [ilhamların] mazhar-ı inkişaf [gelişmeye mazhar] olması, millet ve memlekete hizmet edebilecek kudret ve kabiliyeti bahşedebilmesi için, millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla her an takviye olunmak lazımdır. Bu fikir ve duyguların menba [kaynağı] bizzat memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek ve onun icabatına [icaplarına] mevcudiyetini hasretmeyi hareket düsturu bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin efradında [fertlerinde] hâkim olması, riayet edilmesi icap eden milletin müşterek arzusu, ortak fikridir. Bir insan memleket ve milletine nafi [faydalı] bir iş yaparken, gözünden bir an uzak bulundurmamaya mecbur olduğu düstur milletin hakiki temayülüdür [eğilimidir].

Binaenaleyh [dolayısıyla] efendiler, arkadaşımızın sorduğu ilham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir. Milletin müşterek [ortak] temayülünün [eğiliminin], umumi [genel] fikri olduğunu münkir [inkâr eden] olanlar da vardır. Bu gibileri cümleniz [hepiniz] çok işitmişsinizdir. Bu gibiler, memleket ve milletle alakasız ve gafil insanlardır. Memleketimizin ve milletimizin başına gelmiş olan bunca felaketler hiç şüphe etmemelidir ki, bu gafil insanların memleketin talih ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir.

Efendiler, bir heyet-i içtimaiyenin [toplumun] mutlaka müşterek [ortak] bir fikri vardır. Eğer bu her zaman ifade ve izhar [1] edilmiyorsa [ortaya konulmuyorsa], onun adem-i mevcudiyetine [mevcut olmadığına] hükmolunmamalıdır. O, fiiliyatta behemehâl [mutlaka] mevcuttur. Varlığımızı, istiklalimizi [bağımsızlığımızı] kurtaran bütün afal [fiiller] ve harekât [hareketler], milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek tecellisi eserinden başka bir şey değildir.

Arkadaşlar, bugün vasıl olduğumuz [ulaştığımız] netice şüphe yok, çok şayan-ı memnuniyet [memnuniyet] ve ümid-i bahşdır [ümit vericidir]. Fakat bu memnuniyeti mahfuz tutabilmek için, ümitleri saha-ı fiiliyata [fiiliyat sahasına] koyabilmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son söz söyleyen hoca efendinin beyanatından ilham alarak arz edeyim ki, en mühim, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil [bağımsız], şanlı, ali bir heyet-i içtimaiye [yüksek bir toplum] halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder.

Efendiler, terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince maksut bir medlule [kast olunan bir manaya] intikal eder. Tafsilata girişilirse terbiyenin hedefleri, maksatları tenevvü eder [çeşitlilik gösterir]. Mesela dini terbiye, milli terbiye, beynelmilel [milletlerarası] terbiye. Bütün terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’mizin yeni nesle vereceği terbiyenin milli terbiye olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri tevakkuf etmeyeceğim [üzerinde durmayacağım]. Yalnız işaret etmek istediğim manayı kısa bir misal ile izah edeceğim.

Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz [aşkın] İslam vardır. Bunlar ana baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikat-i hadise [hadisenin hakikati] şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun veya bunun esaret veya zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi [insani meziyeti] verememiştir, veremiyor. Çünkü terbiye hedefleri milli değildir.

Efendiler, milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık herhangi bir tenevvüş [karışıklık] kalmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra, onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayr-i kabulü münakaşadır [münakaşa kabul etmez]. Milli terbiye ile inkişaf [geliştirilmek] ve ila [yükseltilmek] edilmek istenilen genç dimağları [beyinleri] bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali zevaitle [lüzumsuz şeylerle] doldurmaktan dikkatle içtinap etmek [kaçınmak] lazımdır.

Hoca efendi bu fikrini izah için “Vettini vezzeytuni ilah…” ayetini kendince tefsir ettiler [yorumladılar]. İncir ve zeytin çekirdeğinden düstur çıkardılar. Birindeki kesire [çokluğa] diğerindeki vahdeti [tekliğe] işaret ettiler. Ayetin medlulü [manası] bu mudur, değil midir, bir şey demeyeceğim. Yalnız bu seyahatim esnasında tesadüfen bu ayetin manasını ben diğer bir hoca efendiden sormuştum.

Bunun için yarım saat kadar mütalaaya [düşünmeye/araştırmaya] ihtiyaç olduğunu söyledi. Ömrünü medariste [medreselerde] ulum-ı diniye [dini ilimler] tedris ve tedrisiyle [okumak ve okutmakla] geçiren bir zat bir kitabın bir satırını Türkçe ifade edebilmek için böyle bir ihtiyaç dermeyan ederse [öne sürerse], millet, efrad-ı millet [milletin fertleri] ne desin? Onun için efendiler, genç neslin beyni yorulmadan, onun her şeyi ahz [almaya] ve özümlemeye müsait [yatkın] elvahı hakikat izleriyle tezyin olunmalıdır [süslenmelidir].

Muhterem efendiler, bu içtimada [toplantıda] söylenen sözler o kadar hissiyatıma, rikkatime mucip [sebep] oldu ki, samiimde [kulağımda] o kadar ilahi bir ahenk vücuda getirdi ki, bunu bozmamak için bir kelime bile telaffuz etmek niyetinde değildim. Fakat huzurunuzun ruhumda hâsıl ettiği gayr-i kabil-i zapt [zapt edilemez] haz ve his beni beyan-ı hissiyat ve efkâra [hissiyat ve fikrimi beyana] sevk etti. Beni dinlemek zahmetine katlandığınızdan, cümlenize [hepinize] teşekkürler ederim.”

Ziyafetten avdetinde halk pek müteheyyiç ve hassas on binlerce kitleler halinde fenerlerle şehri dolaştıktan sonra Reisicumhur Hazretlerinin ikametgâhları önünde toplanmışlar ve Gazi Hazretlerini şiddetle alkışlamışlardır. Halktan birisi Samsunluların Reisicumhur Hazretlerine hissiyat-ı tazimkaranesini arz etmiş ve Gazi Paşa Hazretleri teşekkür etmişlerdir. Halk saatlerce şehrin sokaklarını dolaşarak icray-ı şadımani eylemişlerdir. [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 1, sütun: 3-5

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67478/0207.pdf?sequence=207&isAllowed=y

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 2, sütun: 4

file:///C:/Users/admin/Downloads/0208.pdf

[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 44-48

Continue Reading

Tarihi Toplantılar

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ [SOHBETİ, SÖYLEŞİSİ] ( 16 MART 1923) (2)

Published

on

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce  [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE],  Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Adana’yı üçü cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere dokuz defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Adana’ya ilk defa 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devralmak için, müteakiben Millî Mücadele yıllarında gerçekleştirilen Pozantı Kongresi’ne başkanlık etmek üzere gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda ilk Adana ziyareti 15 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 13 Ocak 1925’te Adana Belediyesi’nin kendisine vereceği hemşehrilik beratı sebebiyle olmuştur. Bunu, 16 Mayıs 1926, 16 Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve Hatay meselesi sebebiyle yapmış olduğu 24 Mayıs 1938’deki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 15 Mart 1923’te başlayan Adana seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA SEYAHATİ”nin, “GAZİ MUSTAPA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ” adlı, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 21 Mart 1923 tarihli nüshası 1 ve 2. sayfalarında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevirilerek sunulmuştur.

***

Arkadaşlar, bir hükûmet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükûmetin iyi veya fena olduğunu anlamak için, hükûmette gaye nedir? Bunu düşünmek lazımdır. Hükûmetin iki hedefi vardır: Biri milletin mahfuziyeti [korunması], ikincisi milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükûmet iyi, edemeyen fenadır. Eski Osmanlı hükûmet bu iki gayeyi temin etmiş midir? Bu suale [soruya] kemali katiyetle [kesinlikle] verilecek cevap menfidir [olumsuzdur]. O hükûmet bir defa milleti muhafaza edemediği gibi daima ve daima kırdırmıştır. Bilir misiniz, yalnız son kırk beş seneden beri Yemen’de mahvolan askerlerimiz ve dönmeyen evlatlarımızın adedi bir buçuk milyona karibdir [yakındır]. Balkanlar’ı, Suriye’yi, şurayı burayı düşününüz.

Birçok yerlerde bekçilik yapmak için öldürülen hadsiz hesapsız evlatlarımızı düşününüz. O hükûmetin bu milleti nasıl doğrattığını anlarsınız. O hükûmet birinci gayesini yapamadı. Bari ikinciyi yaptı mı; bari kalanlar mesut ve zengin midir? Bunu hiç düşünmeye mahal yok. Maatteessüf [ne yazık ki], memleket baştan nihayete kadar harabezardır [harabeliktir]. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok, hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir fakrı sefalet içindedir.

İşte eski hükûmet tarzı milleti bu halde bıraktı. Çiftçi arkadaşlar, herkes sizler gibi vicdanlı, saf ve nezih kalpli olsaydılar, onlara eski hükûmetin fenalığını anlatmayı zaid addederdim [lüzumsuz sayardım]. Fakat kendisini malumatlı zanneden birtakım akılsız ahmaklar, vicdansız hainler var. Bunlar, benim fena olarak izah ettiğimi, size iyi olarak anlatacaklardır. Onlara verilecek cevabın ne olması lazım geldiğini sizlere terk ediyorum.

Şimdiki şekli hükûmetimiz [hükûmet şeklimiz], bizim için en iyi ve en muvafık [uygun] olanıdır. Henüz üç buçuk dört yaşında olan bu hükûmetin, bu müddet zarfında yaptığını vahidi kıyas [ölçü] olarak alınız ve aynı vahidi [ölçüyle] bundan sonrayı da tedkik edin [inceleyin]. Bu tarzı hükümetin [hükûmet tarzının] dört senede ne yaptığını düşününce, bundan sonra da ne yapabileceğini anlarız. Dört senelik kısa bir zaman içinde mevcudiyeti milliyemizi [milli mevcudiyetimizi], şerefimizi, haysiyetimizi kurtardık. Bütün dünyaya karşı yalnız bugünkü mevcudiyetimizi muhafaza ile kalmadık, asırların omuzlarımıza yüklettiği seyyiatı [suçları] da temizledik ve onların faili olmadığımızı cihanı beşeriyete [insanlık dünyasına] fiilen ispat ettik. Vak’a [gerçi] bu tarzı hükümet, bu kısa müddet içinde milleti müreffeh ve mesut yapamadı. Bin türlü mihnet ve meşakkatler içinde ilk adımlarını atan bu hükûmet tarzının semeratını [semerelerini] henüz maddi bir halde görmüş değiliz. Lakin yapılan şeyler bize, yapılacak şeyleri de pek güzel gösteriyor. Hepimiz vicdanlarımızda en kuvvetli kanaatler ve emniyetlerle biliyoruz ki, milletimiz behemehâl zengin, müreffeh ve mesut olacaktır. Hükûmetimizin tarz ve mahiyeti bu gayeyi temine kâfidir, kefildir ve kudreti iyidir.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri, bundan sonra iradei milliyeden [milli iradeden], milletin hâkimiyetini artık kimseye vermeyeceğinden, hâkimiyetin bir millet için hayat, namus ve her şey olduğundan, artık [1] milletin namus ve hayatını başkasına tevdi edemeyeceğinden [veremeyeceğinden], bu milletin elinden hâkimiyetini almak isteyen hain ve gafalikarların [aldatıcıların] artık muvaffak olmalarına imkân olmadığından bahisle sözü kendi haklarında gösterilen tezahürata naklederek dediler ki:

Gerek bu gece burada ve gerek dünden beri her yerde, muhterem hemşehrilerim Adanalıların hakkımda gösterdikleri çok kıymetli, çok hararetli ve samimi takdirat [takdirlerden] ve teveccühattan [teveccühlerden] bütün mevcudiyetimle mütehassıs ve minnettarım.

Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. (Alkışlar) Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muvaffakiyetler barizse, inkılabat [inkılaplar] calibi dikkatse [dikkat çekiciyse] her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin. (Şiddetli alkışlar)

Paşa Hazretleri bundan sonra milletteki tesanütten [dayanışmadan], fikir, his ve azim birliğinden, bu üç şeydeki birlikle muvaffakiyete erdiğimizden, milletin bir kitlei tesanüt [dayanışma halinde bir kitle] olması sayesinde Yunanın denize döküldüğünden ve bundan sonraki mücadelede de bu tesanüdü [dayanışmayı] daha ziyade kuvvetlendirmeye ihtiyacımız olduğundan bahsederek nutuklarına ber-vech-i ati [aşağıdaki gibi] devam ettiler:

Üç dört sene evvel mübreni teşebbüsatımda [teşebbüslerimin başlangıcında] kuvvetli sözler söylemiştim. Bu milletin derecei kabiliyetini [kabiliyet derecesini] yakından ve içinden görmek itibariyle kuvvetli sözler söylemiştim. O zaman onları hafif telakki eden [hafif kabul eden] hafif dimağlı [beyinli] kimseler vardı. Fakat sırf milletimizin ruhundaki büyük kabiliyete güvenerek vukuundan evvel söylediğim o sözlerin, hakayık ve fiiliyat [hakikatler ve fiiller] ile maddeten teyit ettiğini olunduğunu görmekle bahtiyarım. (Alkışlar) Hiçbir sözümde milletime karşı ricat vaziyetinde kalmadım. Onları söylerken bir hayalperest gibi, hayal terennüm eden bir şair gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını bilmekliğimden idi. Yine aynı anasıra [unsurlara] güvenerek siz muhterem çiftçilere katiyetle söylüyorum ki, atiye [geleceğe] ait söylediklerimde kolaylıkla kabili husulünde ve husul bulacaktır. (Alkışlar ) Yeter ki birbirimize olan emniyet ve itimat kaybolmasın.

İyi biliniz ki, bu emniyet ve itimadı ihlale say olanlar [çalışanlar] vardır. Sizi iğfal [aldatmak] ve izlal etmek [küçük düşürmek] isteyenlere açıkça sorunuz: Hâkimiyeti milliye [milli hâkimiyet], istiklal [bağımsızlık] ve devlet mefhumlarında [kavramlarında] fikriniz nedir? diye açıkça sorunuz. Biliniz ki, o iğfalkârlar [aldatıcılar] açık sözden kaçınırlar. Onlar kulaktan kulağa söylemeyi tercih ederler. Siz onlara (fısıldama istemiyoruz) deyiniz. O hainlerin fısıltısı kısılsın, millet her şeyi açıkça öğrensin ve açıkça sorsun.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri badehu [ondan sonra] harp ve barış hakkındaki kanaatlerini izah ettiler: “Behemehâl [ne olursa olsun], şu ve bu sebepler için milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayati olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Ben milleti harbe götürünce vicdanımda azap duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı (ölmeyeceğiz) diye harbe girebiliriz. Lakin hayatı millet [millet hayatı]  tehlikeye maruz kalmayınca, harp bir cinayettir.

İnşallah iyi ve şerefli bir barış yapacağız. Barışın imzasıyla önümüzde bir çalışma devri açılacak. O zaman Türkiya Büyük Millet Meclisi vazifei tarihiyesini [tarihi vazifesini] ikmal etmiş [tamamlamış] olacağı için, tabiatıyla yeni intihabat [seçimler] yapılacaktır. Muhterem çiftçiler, yeni intihabı [seçimi] çok mühim bir vatan meselesi olarak telakki [kabul] ediniz. Çünkü bundan sonra içtima edecek [toplanacak] olan meclisin memlekete, millete yapmaya mecbur olduğu vazifeler çok güç, çok ağır, çok mühimdir. İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına, ferasetine, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları intihap ediniz [seçiniz]. Ancak bu sayede Meclis sizin arzularınızı ifaya [yerine getirmeye], layık olduğunuz refahı temin kudretine malik [sahip] olacaktır. Bana gelince, millet beni tekrar intihap ederse [seçerse], bu yeni meclise dâhil olurum. O zaman vazifemi emniyetle yapabilmek için, bir Halk Fırkası teşkili emelindeyim. Fırkanın programını zamanı lazımında [lazım geldiği zaman] bütün millete bildireceğim. Memnun olursanız, iyi bulduğunuz yerler olursa onu kabul, memnun olmadığınız yerler olursa onları da bana bildirirsiniz. Ben de tashih ederim [düzeltirim]. İstiyorum ki, o program şahsi olmasın, bütün milletin programı olsun.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri vaziyeti siyasiye [siyasi vaziyet] hakkında aynen aşağıdaki sözleri söylemişlerdir:

Devletlere verdiğimiz son mukabil [karşı] cevabı biliyorsunuz. Basit, meşru, hayati olan şartlarımızı devletler kabul etmezler de bizi harbe sevk ederlerse, sakın telaş etmeyiniz. Emin olunuz ki, o zaman belki şimdikinden daha kuvvetli bir devre nail olacak, daha müsait şerait [şartlar] temin edeceğiz. Ordularımızın maddi ve manevi tertibatı, hudutlarımızın [sınırlarımızın] her tarafında maddi ve manevi teminatı istihsale [elde etmeye] kâfi bir kudrettedir.” (Alkışlar)

Paşa Hazretleri çiftçilere teşekkür ederek daha müsait zamanlarda kendileriyle hususiyet dairesinde etraflı görüşeceklerini temin eyleyerek iki saat on beş dakika devam eden nutuklarına şu cümle ile nihayet verdiler:

Muhterem çiftçiler, sizler hepimizin babamızsınız, hepimizin efendimizsiniz.”

Şiddetli ve sürekli alkışlarla hitam bulan bu nutuktan sonra Paşa Hazretleri ve refikaları Hanım Efendi yanındaki odaya geçerek bir müddet istirahat ve hazırun ile hususi musahabelerde bulundular. Sonra Adana Esnaf Cemiyetinin ziyafeti için tekrar salona geçtiler. Paşa Hazretleri ertesi sabah hareket edecekleri için muhtelif cemiyetler ve müesseseler tarafından verilmek istenen birçok ziyafetler geri kaldığı gibi esnaf cemiyetlerinin ziyafeti çaya kalbedilmiş ve ayrıca vakit olmadığı için bu çay ziyafeti aynı gecede ve aynı Türk Ocağı binası dâhilinde verilmiştir. Çiftçilerin ziyafeti hitam bulduktan ve Paşa Hazretlerine muhtelif esnaf reisleri birer birer takdim edildikten sonra yeniden salonda toplanıldı. Büyük salonun içi çiftçilerin yemek zamanında olduğu gibi hıncahınç dolu idi. Çaylar içildikten sonra Adana Esnaf Cemiyeti Heyeti İdare Reisi Ahmed Remzi Bey tarafından bir nutuk irad edilerek ancak bir senedir faaliyete başlayan cemiyetin tarzı teşkili ve mesaisi hakkında malumat verildi. Adana’da esnaftan her sınıfın birer reisi olduğu ve bu reislere şeyh denildiği ve şeyh miktarının kırka yakın bulunduğu, hükumete nizamnamesi verilerek bu esnaf cemiyetlerinin heyeti umumiyesinden mürekkep bir cemiyet teşkil edildiği, cemiyetin yedi kişilik bir idare heyeti bulunduğu, ancak bir senedir faaliyete başlayan cemiyetin esnaf için gerek şahşi gerek mesleki ve umumi menfaatler temin ettiği anlatıldı. Ezcümle cemiyet bir Çırak Mektebi açmıştır. Mektebin üç mualliminin maaşını esnaf temin ediyor. Mektepte 200’den fazla talebe vardır. Bu çıraklar gündüz dükkânlarda çalışıyor, geceleri muayyen zamanlarda da ders görüyorlar. Sonra cemiyet Cuma tatilini bütün Adana’ya umumi bir surette teşmil ve bunu bir senedir muntazaman tatbik ediyor. Remzi Bey bu Cuma tatilini kabul ettirmek için uğradıkları müşkülatı anlattı. Böyle haftada bir gün tatilin gâvur âdeti olduğu hakkında maatteessüf Büyük Millet Meclisi azasından bulunan bir zatın Camii Kebir’de vaaz verdiğini, birliği tehlike ve tefrikaya ilka için yapılan bu gibi propagandalara rağmen bütün esnafın umumi bir mazbata ile Cuma tatilini kabul ettiklerini bildirdi. Sonra esnaf cemiyetinin yaptığı ve yapmakta olduğu diğer hizmetlere geçti. Cemiyet kuyumculuk, makinistlik, kunduracılık, terzilik gibi alelekser ağyar elinde bulunan sanatlarda onların yerini dolduracak Müslüman sanatkârlar yetiştirdiğini ve bir taraftan da faaliyetle böyle sanatkârlar yetiştirilmekte olduğunu, hiçbir kuvvetin artık cemiyeti bu ulvi gayesine varmaktan men edemeyeceğini anlattıktan ve cemiyetten görülen diğer bir istifade olarak belediye intihabatında cemiyet namzetlerinden iki azanın belediyeye girmiş olduğunu ve diğer intihabatta dahi cemiyetin müessir ve münevver bir amil olduğunu zikrederek şu cümle ile nutkuna hitam verdi: “Biz Adana Esnaf Cemiyeti, siz aziz milletimizin göstereceği hak yolunda daima beraber yürüyeceğiz.” Şiddetle alkışlanan bu samimi ve tabii ifadeli nutka Paşa Hazretleri atideki mukabil hitabeyi irad buyurdular:

Adana’nın muhterem sanatkârları, hepinizi samimiyetle, takdirle, muhabbetle selamlarım. Arkadaşımızın verdiği izahattan fevkalade memnun oldum. Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lazımdır ve bilirsiniz ki bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayat malik olamaz. Böyle bir millet ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve alil bir kimse gibidir. Hatta kastettiğim manayı bu söz de ifadeye kâfi değildir. Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur. Yalnız şunu söyleyeyim ki biz milletlere ferden sanatkâr yetiştirmek kâfi değildir. İnsanlar ferdi olarak çalışırlarsa muvaffak olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara öyle bir hacet vermiştir ki her insan hem cinsi insanlarla çalışmaya mecbur ve mahkûmdur. Bu iştiraki faaliyet adeta bir ihtiyacı ilahi olunca, maksatları birleştirmenin nasıl zaruret olduğunu kolayca anlarız. İlk hakikat olarak anlarız ki, herhangi sanatta emniyetle terakki [ilerleme] arzu edilirse aynı meslek ve sanatta bulunan insanların mütesanit [dayanışma] bir şekil altına girmesi lazımdır. Sizlerin bir sene evvel kendi sanatlarımız dâhilinde birer şekil aldığınızı işitmek ve teşkil ettiğiniz cemiyetle bu şekillerin böyle umumi [genel] bir mecmua [toplam] husule getirdiğini görmek, benim için en ciddi ve fahravar [şeref verici] bir bahtiyarlıktır. Bir millet sanata ehemmiyet vermedikçe büyük bir felakete mahkûmdur. Birçok unsurlar felaketin derecesini fark etmez. Fark ettiği gün de ne kadar müthiş bir faaliyetle çalışmak lazım geldiğini tahmin eyleyemez. Artık tarihe karışan Osmanlı hükümeti, maatteessüf [ne yazık ki] [ümitsizliğe düşmüş] ve müteessir olmuştu [üzülmüştü]. Onların nazarında asırlarca yanlış bir zihniyet sahibi oldu. Çünkü onlar sanatı ve sanatkârları kendi milletlerinden yetişmiş görmekten zevk almazlardı. Hatta en şevketli Osmanlı padişahlarından biri, zannedersem Kanuni Sultan Süleyman, askerlerinden bir Türk ve Müslümanın saraç sanatına sahip olduğunu görünce fevkalade meyus [gözünde] sanatkârların gayrimüslimlerden olması müreccahtır [tercih edilirdi]. Onlar sanattaki hayat menbalarını [kaynaklarını] başka milletlerin elinde bulundurmanın zararlarını göremiyorlardı. Asil milletimiz sanattan mahrumdu. Sanatkârlar azdı. Mevcut olanlar da icap eden derecede sanatta mahir değildi. Arkadaşımız beyanatında demişlerdir ki: Adana’mıza müstevli [istilacı] olan anasırı saire [diğer unsurlar]; şunlar, bunlar, Ermeniler sanat ocaklarımızı işgal etmişler ve bu memleketin sahibi gibi bir vaziyet almışlardır. Şüphesiz, haksızlık ve küstahlığın bundan fazlası olamaz. Ermenilerin bu feyizli ülkede hiçbir hakkı yoktur. Memleketiniz sizindir, Türklerindir. Bu memleket tarihte Türk’tü, o halde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. (Şiddetli alkışlar) Gerçi bu güzel memleket kadim [eski] asırlardan beri çok kere yabancı istilalarına maruz kalmıştı. An [aslında] Türk ve Turani olan bu ülkeleri İraniler zapt etmişlerdi. Sonra bu yerler İranileri mağlup eden İskender’in eline düşmüştü. Onun ölümüyle memalik [memleketler] taksim edildiği vakit Adana kıtası da Selefkelilerde kalmıştı. Bir aralık buraya Mısırlılar yerleşmiş, sonra Romalılar istila etmiş, sonra Şarki [Doğu] Roma, yani Bizanslılar eline geçmiş, daha sonra Araplar gelip Bizanslıları kovmuşlar; en nihayet Asya’nın göbeğinden tamamen kaynayan Türkler soyundan ırktaşlar buraya gelerek memleketi, hayatı sabıka ve asliyesine [eski ve asli hayatına] iade ettiler. (Alkışlar) Memleket en nihayet yine sahibi aslilerinin [asli sahiplerinin] elinde takarrür etti [karar buldu]. Ermeniler vesairenin burada hiçbir hakkı yoktur. Bu bereketli yerler koyu ve öz Türk memleketidir. Arkadaşlar, bu memlekette, bu memleketin halkı üzerinde kimsenin hak ve salahiyeti olmadığı gibi, bu memleketi harice muhtaç ettirmemek de size terettüp eden [düşen] bir vazifedir. Sanatın ehemmiyetini takdir etmeli ve bu takdirin de bugünün icabatına [icaplarına]  göre lazım gelen vesaite [vasıtalara] tevessül ile [girişmekle] olacağını anlamalıyız. Sizler ki çok çalışıyorsunuz, çok çalışanlar o nispette havaya, sükûna, istirahate muhtaçtır. Cuma günlerini teneffüs ve tatil günü yapmakla çok makul bir iş yapmış oldunuz. Bu, haftada bir günlük tatil hem sıhhatiniz için, hem de din icabı olarak lüzumludur. Biliyorsunuz ki, şeriatta cuma namazından maksat, herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslamların umuma [genele] ait meseleler hakkında dertleşmeleri idi. Cuma günü tatil yapmak şeriatın da emri icabıdır. Bu kadarcık bir hakikati size herhangi bir zatın, mebus olsun, ben olayım, hacı olsun, hoca olsun (bu yapılan şey dine aykırıdır) demesi kadar küstahlık, dinsizlik, imansızlık olamaz. (Takdir sadaları)

Muhterem sanatkârlar, aziz arkadaşlar, bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki, alelekser [çoğunlukla] din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz; görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Hâlbuki elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim dinin icabatını [icaplarını] öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize dinimizin esasatını [esaslarını] anlatmaya kâfidirler.

Buna rağmen hafta tatili dine mugayirdir [aykırıdır] gibi, hayırlı ve akla, dine muvafık [uygun] meseleler hakkında, sizi iğfal [aldatmaya] ve izlale [küçük düşürmeye] çalışan habislere iltifat etmeyin. Milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulemasıyla müftehirdir [iftihar etmektedir]. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardırlar. Bu gibi ulemaya gidin. (Bu efendi bize böyle diyor, siz ne diyorsunuz?) deyiniz. Fakat sureti umumiyede  [genel olarak] buna da ihtiyaç yoktur. Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar [ölçü] vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık [uygun] olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaati ammeye [kamunun menfaatine] muvafıktır, biliniz ki, o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa [uygunsa] kimseye sormayın; o şey dinidir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın tetabuk ettiği [uygun düştüğü] bir din olmasaydı ekmel [en mükemmel] olmazdı, ahir [son] din olmazdı. (Çok doğru sadaları)

Arkadaşlar, cemiyetinizi teşkil edeli henüz bir sene olmuş. Bir sene uzun bir zaman değildir ve düşününüz ki, bu bir seneyi de harp içinde geçirdiniz. Buna rağmen bir sene içinde elde ettiğiniz neticelerden memnun ve müsterih [rahat] olmalısınız. İnşallah harp muvaffakiyetle biter. Sulh [barış] günleri gelecektir. Çalışmanızın semeratını [semerelerini] asıl o zaman göreceksiniz. Yalnız gördüklerimizle iktifa etmeyelim [yetinmeyelim]. Bu görgü bugün için kâfi değildir.

Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete hayat ve saadet verecek sahalarla lüzumu kadar iştigal ettirilmemiş; kendi evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlar. Hâlbuki bizi mahvetmek isteyenler sanatın her şubesinde terakki etmişlerdir [ilerlemişlerdir]. Bugünkü tezgâhla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin nasibi mağlubiyettir. Kendi derecemizi bilelim. İnsaflı olalım. Neyi öğrenmek lazımsa onu öğrenelim. Bize din de Allah da bunu emrediyor.

Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler asri olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannıdır. Bu yanlış tefsiri [yorumu] yapanların maksadı, İslâmların kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil, dimağladır [beyinledir].

Bu gece milletin hakiki tabakasına mensup siz esnaf ve sanatkârlarla bir sofrada bulunmakla çok memnun ve mesudum. Bu memnuniyet ve saadetim asıl siz sanatkârların ufak dükkânlarınız yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün, en hakiki ve en yüksek derecesini bulacaktır. Bir senelik faaliyetiniz, yaptığınız teşkilat bana bu neticeye varacağımız emniyetini verdi. Şimdiden memnuniyetimi izhar [beyan] ederim.” [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 21 Mart 1923, No: 769, s. 1, sütun: 1-6

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0258.pdf?sequence=258&isAllowed=y

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 21 Mart 1923, No: 769, s. 2, sütun: 1-6

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0259.pdf?sequence=259&isAllowed=y

[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 209-219

 

Continue Reading

Tarihi Toplantılar

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ [SOHBETİ, SÖYLEŞİSİ] (16 MART 1923) (1)

Published

on

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’yi görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce  [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE],  Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Adana’yı üçü cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere dokuz defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Adana’ya ilk defa 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devralmak için, müteakiben Millî Mücadele yıllarında gerçekleştirilen Pozantı Kongresi’ne başkanlık etmek üzere gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda ilk Adana ziyareti 15 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 13 Ocak 1925’te Adana Belediyesi’nin kendisine vereceği hemşehrilik beratı sebebiyle olmuştur. Bunu, 16 Mayıs 1926, 16 Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve Hatay meselesi sebebiyle yapmış olduğu 24 Mayıs 1938’deki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 15 -17 Mart 1923’te gerçekleşen Adana seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA SEYAHATİ”nin, “GAZİ MUSTAPA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ” adlı, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 21 Mart 1923 tarihli nüshası 1 ve 2. sayfalarında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevirilerek sunulmuştur.

—***—

Adana seyahatinden bir müşahede: Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleriyle çiftçi Ramazan Ağa nasıl bir düşünüyorlar ve bir duyuyorlar?

Paşa Hazretleri diyorlar ki: Dünyada fütuhatın iki vasıtası vardır; biri kılıç diğeri saban, vasıtası yalnız kılıç millet bir gün girdiği yerden kovulur, hakiki fütuhat sabanla yapılandır. Kılıç ve saban! Bu iki fatihten birincisi ikincisine daima mağlup oldu. Türkiya bir eliyle silah kullanırken diğerinde sabanı idare ettiğinden kurtuldu.

—***—

Tarsus, 17 (AA) – Adana’da ikinci gün [16 Mart 1923] akşamına kadar muhtelif müessesatı [çeşitli kurumları] ziyaretle geçirildi. Öğleden evvel kumandanlık dairesi, hastaneler ve Darulmuallimin ziyaret edilmişti. Paşa Hazretleri, Cuma namazını Camii Kebir[Ulu Camii]’de eda eyledi. Namazdan sonra Muallimler Derneği’nin Mektebi Sultani’de verdiği 150 kişilik öğle ziyafetine gidildi. […]

Ziyafeti müteakip Adana izcilerinin yemin merasimi icra edildi. Pek mükemmel bir manzara arz eden, herkesin ve Paşa Hazretleri’nin takdirlerini celp eyleyen [kazanan] Adana izcileri, Kumandan Kenan Bey’in kısa ve izciliğinn maksat ve gayesi hakkındaki bir nutkundan sonra izci nizamnamesi mucibince [icabınca]  lazım gelen yemin Büyük Başbuğ’un huzurunda hep bir ağızdan yapıldı ve Gazi Paşa tarafından izciliğin kıymetine, vatanın kendilerinden beklediği hizmete dair mukabeleten veciz bir nutuk irat edildi. […] Adana’nın iplik ve bez fabrikaları da ziyaret edildikten sonra gece Türk Ocağı’nda çiftçiler tarafından verilen ziyafete gidildi. Bu gece Adana’nın en unutulmaz bir gecesi oldu. Bütün tarihimizde hiç görülmeyen ulvi bir halk gecesiydi. Sarıklı, şalvarlı çiftçiler Paşa’nın veçhesindeki [karşısındaki] karşısındaki mevkilere oturdular. Her taraftan öz halk kitlesiyle muhat bulunuşu [kuşatılmış bulunuşu] Paşa’yı fevkalade memnun ediyordu. Yemek samimi hasbıhaller içinde yenildi. Bu ziyafetin gözleri yaşartan ulviyetinden bir fikir vermek için çiftçilerden ihtiyar Ramazan Ağa’nın Paşa ile konuşurken söylediği bazı cümleleri naklediyorum:

Bre Paşam, iki gündür yüzünüzü görmek için oradan oraya koşuyoruz. Nihayet çok şükür bu gece karşınızdayız, konuşuyoruz. Şu ihtiyar hayatımda bundan sevinçli bir gece görmedim.

Paşa’nın Türk çiftçisinin mevkiinin her mevkiden yüksek olduğu hakkındaki sözleri üzerine Ramazan Ağa dedi ki:

Her şeyi biz veririz, büyükleri biz büyütürüz. Sonra da onlardan birinin yanına girmek isteyen bizi dipçikle kovarlar. Fakat şimdi o devirlerin geçtiğini, bizim hakikaten efendi olduğumuzu anladık. Mademki en büyük adamımızla karşı karşıya bir sofrada yemek yiyiyoruz.

Paşa’nın çok çalışkan olan Türk çiftçisinin zengin de olması hakkındaki kıymetli fikirlerini teyit için de selim akıllı ihtiyar çiftçi şöyle dedi:

Benim şimdi çiftim çubuğum var; zenginlerden sayılıyorum. Herkes de beni akıllı biliyor ve bana akıl danışıyor. Hâlbuki evvelce fakirdim; 25 yaşında iken deli diye alay ediyorlardı. Sen servetin kerametine bak ki deliden akıllı yapıyor.” İşte Paşa Hazretleri gerek Ramazan Ağa ve gerek diğer çiftçilerle bir saatten fazla böyle açık ve samimi konuştular.

[…] Çiftçilerle bu samimi hasbıhal devam ederken Adana gençlerinden Ramazanzade Kemal Bey çiftçiler namına ayağa kalkarak kuvvetli ve canlı kısa bir nutuk irat etti:

Ne ulvi manzara!” hitabıyla başlayan bu nutukta, Paşanın çiftçilere gösterdiği bu muamele ile onları nasıl yükselttiğini, artık kendi mevkiinin azametini bilen, benliğini ve izzeti nefsinin duyan Anadolu köylüsünün tacidarlara kölelik etmeyeceğini, artık şimdiye kadar sarayların ve müsriflerin hazinelerini doldurmakla mükellef olan Anadolu çiftçisinin hakiki hedefini bulduğunu, artık kendi eline geçen hâkimiyeti hiçbir ferde vermeyeceğini anlatarak şu sözlerle hitabesine nihayet verdi:

Türk çiftçisi bir elinde silah ve bir elinde saban olduğu halde milletinin istiklal ve hâkimiyeti için hiçbir fedakârlıktan çekinmeyeceğine büyük Gazilerinin huzurunda ahd ediyor.” (Şiddetli alkışlar) ve yeminlerle karşılanan bu nutuk ve ahidden sonra, Paşa Hazretleri ayağa kalktı, iki saat devam eden atideki kıymetli hitabeyi irat eyledi:

Aziz çiftçi kardeşlerim!

Diyebilirim ki, hayatımda yaşadığım en ulvi, en sade, en mesut ve samimi gece bu gecedir. Çünkü bu gece çok derin hürmetlerle, muhabbetlerle merbut [bağlı] olduğumuz milletimizin ekseriyeti azimesini [büyük çoğunluğunu] teşkil eden çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada onların emekleriyle husul bulmuş ekmeği onlarla beraber yiyoruz. (Alkışlar) ve (Var ol) sadaları [sesleri].

Arkadaşlar, dünyada fetihlerin iki vasıtası vardır: Biri kılıç, diğeri saban. Başka yerde de söyledim ve burada bir daha tekrarı faydalı buluyorum. Zaferinin vasıtası yalnız kılıçtan ibaret kalan bir millet, bir gün girdiği yerden kovulur, terzil [rezil] edilir, sefil ve perişan olur. Öyle milletlerin sefaleti, perişaniyeti o kadar azim [büyük] ve elim [acı] olur ki, kendi memleketinde bile mahkûm ve esir bir halde kalabilir. Onun için hakiki fütuhat [fetihler] yalnız kılıçla değil, sabanla yapılandır. Milletleri vatanlarında takarrür ettirmenin [sağlam bir şekilde yerleştirmenin], millete istikrar vermenin vasıtası sabandır. Saban, kılıç gibi değildir. O kullanıldıkça kuvvetlenir. Kılıcı kullanan kol çok geçmeden yorulduğu halde sabanını kullanan kol zaman geçtikçe toprağın daha çok sahibi olur. Kılıç ve saban, bu iki fatihten birincisi, ikincisine daima mağlup oldu. Tarihin bütün vakaları ve hadiseleri hayatın bütün müşahedeleri [gözlemleri] bunu teyit ediyor.

Milletimiz çok büyük elemler, mağlubiyetler, facialar görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa, bunun hikmeti asliyesi [asıl hikmeti] şundadır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken, diğer elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin ekseriyeti azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi olmasaydı biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.

Arkadaşlar; felaketler, elemler, mağlubiyetler, milletler üzerinde birtakım amiller [etkenler] vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu amillerin başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin intibah [uyanış] ve vakarını [ağırbaşlılığını] bulması, kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli netayici [neticeleri] nihayet bizim milletimizde de bu havassı tevlit eyledi [duyguları doğurdu]. Kemali [tam] emniyetle

söylerim ki, milletimiz baştan başa böyle bir intibaha [uyanışa] nail olmuş, tamam ve kamil bir millet halindedir. Vuzuhla [açıklıkla] ve kemali iftiharla [büyük övünçle] ilan ederim ki, bu millet milli benliğini idrak ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiştir. Milletimiz son zaferleri hep bu havassı [duyguları], bu idraki sayesinde kazandı. Milletleri yükselten bu havassa [duygulara] bir amil [etken] daha ilave edelim:

İntikam hissi… Milletlerin kalbinde hissi intikam [intikam hissi] olmalı. Bu, alelade bir intikam değil, hayatına, ikbaline, refahına düşman olanların mazarratlarını [zararlarını] izaleye [gidermeye] matuf [yönelik] bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet, acz ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek değil, insanlık hassasının zevalini [bitişini] ilan etmektir.

Arkadaşlar, milletleri kurtaran bu havas [duygu] ve amillerin [etkenlerin] inkişafını [gelişmesini] en ziyade çiftçilerimizden temin etmeliyiz. Çünkü çiftçi ve çoban, bu millet için anasırı aslidir [asli unsurdur]. Vak’a [gerçi] diğer anasırlar [unsurlar] bu anasırı asli [asli unsur] için lazım ve faydalıdır. Lakin hiçbir vehme kapılmadan bilmeliyiz ki, o anasırı asli olmazsa diğer anasır da yoktur.”

Paşa Hazretleri, bundan sonra topraklarımızın kıymetinden ve bilhassa Adana vilayetinin toprağındaki feyizden [verimlilikten] bahsetti [söz etti] ve bunun derecesini anlatmak için Mısır’la mukayese etti ve dedi ki:

Hemşerisi olmakla müftehir bulunduğum [iftihar ettiğim, övündüğüm] bu vilayetin kuvve-i enbatiyesindeki [verimlilik derecesindeki], toprağındaki serveti anlatmak için Adana ile Mısır arasında ufak bir mukayese yapacağım. Bilirsiniz ki, Mısır toprağı feyziyle [bereketiyle], münbit [verimli] ve mahsuldar olması ile “Altın yuvası” denmekle tanınmıştır. Hâlbuki güzel Adana’mız hiçbir vakit Mısır’dan aşağı değildir. Bunu anlamak için muayyen [belirli] birkaç noktayı işaret edeceğim. Bildiğime göre, Mısır’ın asıl kıymetli sahası olan delta kısmı 16 bin kilometrekaredir. Hâlbuki Adana’nın aynı kıymette bulunan toprakları 50 bin kilometrekaredir. Bu saha içinde ovalar parçası ile Seyhan ve Ceyhan arası 20 bin kilometrekaredir. Görüyorsunuz ki, yalnız bu kısım bile mesaha [ölçü] itibariyle Nil Deltası’ndan büyüktür. Sonra Mısır topraklan asırlardan beri işlene işlene çok eskimiştir. O topraklar yorgundur, ancak gübre ve fen sayesinde kuvvetini muhafaza edebilmektedir.   Hâlbuki Adana topraklan henüz genç, dinç, her türlü feyze [berekete] hazır ve amadedir. Mısır toprakları vesaiti fenniyeden [fenni vasıtalardan] istifade edebilmek sayesinde ancak bire on veriyor; hâlbuki Adana, alelade ve basit hallerde bire on daima vermektedir. İtina edildiği takdirde bire yirmi, otuz verebilir. Adana’nın Mısır’a müreccah [üstün] hassaları yalnız bunlardan ibaret değildir. Bizim vilayetimiz, denizli, körfezli, limanlı, ovalı, dağlı, tepeli, güneşli, yağmurlu, sıcaklı, serinli muhtelif iklimlerin heyeti umumiyesinden [hepsinden] mürekkep [meydana gelen] bir mecmuadır [toplamdır]. Bu mecmua [toplam] içinde hububata ait havastan [hassalardan] başka, Mısır, bu vilayetin ormanlarında yetişen keresteden mahrum bulunmaktadır.

Bu vilayetin ağnam [koyunlarından] ve hayvanlarından Mısır mahrumdur. Meyvelerin her nevi [türü] Mısır’da yetişmez. Bu itibarla da Adana’mız Mısır’a müreccahtır [üstündür].

Arkadaşlar, buraya kadar Adana ile Mısır arasında hep göğüslerimizi kabartacak, bizi şükür ve iftihara sevk edecek mukayeseler yaptım. Bir de elem verecek makûs mukayeseler de var. Onları da söyleyeyim. Biliyorsunuz ki, Mısır’ın hayatı Nil’dir ve Nil’in membaı hayat [hayat kaynağı] oluşu ise tesisatı fenniye [fenni tesisler] sayesindedir. Adana’yı da üç büyük nehir erva ediyor [suluyor]. Fakat bu nehirler ilim ve fennin o tesisatından mahrum olduğu için, taşkınlar da fayda yerine zarar veriyor. Gayri muntazam [muntazam olmayan] cereyanlar yüzünden nakliyat münkatı [kesik], hâsıl olan bataklıklar yüzünden ovalar sıtmalıdır. Bu hastalıklar yüzünden halk çalışmaya gayri muktedir kalıyor ve vilayetin nüfusu azalmaya mahkûm oluyor. Demin dedim ki, Adana vilayetinin yalnız ova ve nehirler arası bile Mısır’dan fazladır. Hâlbuki bir de her iki kıtanın nüfusunu düşününüz. Adana’daki 400 bin nüfusa mukabil [karşılık] Mısır’da on beş milyon nüfus var. Bunun dokuz milyonu Adana ovasından daha küçük olan Mısır deltasında bulunuyor. Demek ki, deltanın nüfusu Adana ovasından yirmi misli fazladır. Ve demek ki, bu feyizli vilayetin ovaları daha yirmi misli nüfusu müreffeh, mesut, zengin etmeye kâfidir. Bu nüfusu bugünkü şeraiti tabiiye ve müşküle [doğal ve müşkül şartlar] içinde az zamanda temine imkân yoktur. Tezyidi nüfusa [nüfusu artırmaya] ait bütün tedbirlerimizi ittihaz etmekle [almakla] beraber bu tedabir [tedbirler] ne kadar geniş ve kuvvetli olursa olsun, bu nüfus boşluğunu telafiye kâfi değildir. Bu boşluğu ancak makine ile telafi edeceğiz.

Arkadaşlar, Adana vilayeti bir devleti başlı başına idareye kâfi bir servet membaıdır [kaynağıdır]. Harbi Umumi’den evvel Mısır yedi buçuk milyon kantar pamuk istihsal ediyordu [üretiyordu]. Bu pamuk 35 milyon altın lira getirirdi. Vüsatı [genişliği], kuvvesi inbatiyesi [toprağının verimliliği] itibariyle Mısır’dan aşağı kalmayan Adana’nın bu miktarda pamuk istihsaline [üretmesine] hiçbir mani [engel] yoktur. Adana senevi [senelik] 35 milyonu yalnız pamukla pekâlâ temin edebilir. Biz bunların inşallah hepsini temin edeceğiz. Yalnız bunun için bir şeye ihtiyaç vardır: İktisadiyatımızda istiklali tam [tam bağımsızlık]. Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketi harabeye sürükleyen esbabı muhtelife [muhtelif sebepler] içinde en kuvvetli ve en ehemmiyetlisi, iktisadiyatımızda istiklalden [bağımsızlıktan] mahrumiyetimizdir. Şayanı şükür hamddir [şükre ve hamda değerdir] ki, bu istiklali bugün fiilen istihsal etmiş [elde etmiş] bir mevkide bulunuyoruz. (Alkışlar ) Ancak fiilen sahip olduğumuz bu istiklali düşmanlarımıza şeklen ve resmen de tasdik ettirmek lazımedendir [gereklidir]. Devletin ve milletin son hedefi işte bu noktayı temine matuftur [yöneliktir]. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı teminde muvaffakiyet hâsıl olacaktır. Bu nokta o kadar hayati ki, onu behemehâl [mutlaka] elde edeceğiz. Devletler şimdiye kadar bize şu ve bu mesailde [meselelerde] alayişli [gösterişli] müsaadelerde bulunuyorlar gibi görünüyorlar. Lakin iktisadi esaretle bizi felce uğratırlardı. Öteden beri bize bazı şeyleri vermiş gibi bizim bazı haklarımızı tanımış gibi vaziyet alırlar, hakikatte iktisaden elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan rical memnundu. Çünkü zahiren [görünüşte] azametli bir bağımsızlık temin etmişlerdi. Fakat hakikati halde [gerçekte] milleti manen hafren meskenete [fakirlik çukuruna] atmışlardı. Bunlar iktisadi mahkûmiyeti gayri müdrik [idrak etmeyen] bedbaht hayvanlardı. Fakat artık bugün milletimiz hayat noktasının nerede olduğunu pek güzel anlamıştır. Bilhassa Adana’nın münevver [aydın] halkı, bu hakayıkı [hakikatleri] çok iyi idrak etmekte bulunuyor.

Arkadaşlar, şimdiye kadar büyük muzafferiyetler kazandık. O zaferleri hayat için, saadet için, milletin refahı için kâfi sandık. Bu suretle gafletten gaflete düştük. Hâlbuki zafer ve fütuhattan [fetihlerden] sonra derhal sanat ve iktisadiyat sahasında seri hatvelerle [adımlarla] yürümek lazımdı.

Bilirsiniz, Ruslar İsveç’in mahkûmuydu. Büyük Petro çok kanlı mücadelattan [mücadelelerden] sonra Rus istiklalini temin etti. Fakat istiklali kurtarır kurtarmaz derhal memleketin içinde ziraat ve sanatı asırların icabatına [icaplarına] göre yürütmeye tevessül etti [girişti]. Bizler de selameti hakikiye [hakiki selamete] ermek istiyorsak, çok kan dökerek kazandığımız muzafferiyetlerden sonra çok fedakârlık yaparak, ziraat, ticaret, sanat sahasında emniyetli adımlarla yürümeye bakalım.

Paşa Hazretleri, burada kağnı ile otomobile, yelken gemisiyle vapura rekabet edilemeyeceğini memleketimizdeki vesaitin [vasıtaların] ne iptidai [ilkel] mahiyette bulunduğunu, medeniyetten nasıl geri kaldığımızı, bu vesaitsizlik yüzünden Amerika unlarına rekabet edemediğimizi, milletin kendi sevahilindeki [sahillerindeki] ırktaşlarını besleyememesindeki acılığı anlattıktan ve yalnız kendimizi bilmek değil etrafımızdaki komşuları, milletleri ve onların hangi vesaitle mücehhez [donanmış] olduğunu da bilmek lazım geldiğini ve bugün İslam Âleminin ne halde bulunduğunu izah ettikten sonra dediler ki:

Arkadaşlar!

Milletimizin içinde bulunduğu bu gafletin sebebi aslisi [asli sebebi] nedir? Bu millet ki asırların gafleti içinde en nihayet gözünü açtığı zaman, kendini ademi mezarının [yokluk mezarının] kenarında bulmuştu. Bir an ve bir adım daha, artık ebediyen gözünü açmamaya mahkûm kalacaktı. Bundan sonra inşallah milletin intibah [uyanık] gözleri bir daha kapanmayacak, artık bundan sonra o gözler nurlu, şuleli ve dikkatli kalacaktır. Fakat bunun böyle olmasını temin için eski halin sebebi aslisini [asli sebebini] aramak ve bir daha tekrarına meydan bırakmamak lazımdır.

Bizi mezara götüren o sebebi asli nedir? Bunu hiç şüphesiz mahiyeti idaremizde [idaremizin mahiyetinde] aramalıdır. Demin arkadaşımız Ramazan Ağa çok güzel izah etti: Ben hiç mektep, medrese görmedim, cahilim, kusura bakmayındedi. Keşke mektep, medrese görmeyenlerin hepsi Ağa Hazretleri gibi olsaydı. Çünkü kendileri çok âlimce ve daha hakiki malumat sahibidir. Ümmi olan Ramazan Ağa, cahil olmadığını demin muhasebemiz [sohbetimiz] esnasında pek güzel ispat etti. Ezcümle [bu arada] demiştir ki:

Eski Osmanlı hükumeti sopaya malikti [sahipti]. Biz çalışırız, mahsulatımızı [mahsullerimizi] elimizden alırlar. Yine karşımızda sopayı görürdük. Dinleyecek makam yoktu. İşitirdik. Birtakım insanların sarayları, cariyeleri varmış, onların başında sultan varmış. Meğer bizim bütün memalikimiz [mal ve mülkümüz] onlarınmış. Bizi her şeyden mahrum eden meğer o saraylar, o sultanlarmış.

Evet, arkadaşlar, o saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler asırlarca hu milleti gaflette bıraktılar. Onu nura koşmaktan men ettiler. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman! Bir baştan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fütuhata [fetihlere] kalkarlardı. Hâlbuki milletin o fütuhatta hiçbir emeli millisi [milli emeli], arzuyu vicdaniyesi [vicdani arzusu] ve menfaati yoktu. Onların hırsı, şan ve şerefi için, bu milletin evlatları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra onların saraylardaki debdebe ve daratı [gösterişi] temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakirliğe, harabeye, nihayet ölümün kıyısına götürdü. İşte bu tarzı idareye [idare tarzına] padişahlık idaresi denir. (Kahrolsun bu idare sadaları) Arkadaşlar, bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük. Bugün eski idareden büsbütün ayrı yeni bir Türkiya devleti var. Bunu idare eden, Türkiya Büyük Millet Meclisi Hükûmeti‘dir. Kemali cesaretle [büyük bir cesaretle] diyebiliriz ki, bugün bir halk hükumetimiz vardır. Bu halkın mukadderatı artık ebediyen bu halkın elindedir. (Alkışlar) Vak’a [gerçi] bugün bu hükûmetin bütün prensiplerini, bütün usullerini bu yeni idarenin icabatına göre tatbik edemedik. Lakin insafla düşünmeli, yeni idarenin hayatı kaç seneliktir ve nasıl bir zamanda doğdu ve nasıl şeraitle [şartlarla] büyüdü?

Continue Reading

En Çok Okunanlar