Connect with us

Türkler ve Zaferleri

İstanbul’un Fethinin Kutlanması

Published

on

29 Mayıs 2024, bugün İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te fethinin 571. yıldönümüdür. Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğuna son verip yeni bir çağ açan bir ecdada sahip olmak ayrı bir mutluluk kaynağıdır.

Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devletine hizmet etmiş devlet adamlarımızı, ilgili kurum ve kuruluş mensuplarını rahmet ve minnetle anarım.

Osmanlı’da İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenleri, 1910 yılından beri yapılmaktadır. 1914 yılında çok muhteşem bir kutlama töreni gerçekleştirilmiştir. Ancak İstanbul’un Fethi, günümüzde olduğu gibi Miladi 29 Mayıs’ta değil, Rumi 29 Mayıs’ta kutlanmıştır. Bu durumda törenlerin gerçekleştirildiği tarih Rumi 29 Mayıs günü, Miladi olarak 11 Haziran’a denk gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İstanbul’un fethi kutlama törenleri, 11 Haziran’da yapılmıştır. [1]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde fethin yıldönümü kutlama törenlerine, 29 Mayıs 1953 günü İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümünde, Topkapı surları dışında, Ulubatlı Hasan’ın şehit düştüğü burcun karşısında, Fatih’in otağını kurduğu yerde, Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın konuşmasıyla başlanmıştır.

Törenlerde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar yoktur. Bayar, tam da o gün, İzmir’e NATO Karargâhı’nı ziyarete gitmiş ve orada bulunan Türk Birliği’ni denetlemiştir. İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenine kısa bir mesaj göndermekle yetinmiştir.

Başbakan Adnan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme törenlerine gitme hazırlığı içinde olduğundan kutlama törenine gelmemiştir. Menderes, törenler bittikten sonra İstanbul’a gelmiş ve buradan Londra’ya hareket etmiştir. [2]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakan seviyesinde, böylesine önemli bir kutlama törenine katılmayışının altında ise Türk-Yunan dostluğunun zedelenmemesi görüşünün yattığı ileri sürülebilir/düşünülebilir…

Türk tarihi bir bütündür. Bu bütünlük; “Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla bağlılık” ilkeleri ve anlayışı çerçevesinde yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu anlayışla İstanbul’un Fethi kutlanırken İstanbul’un nasıl fethedildiği, İtilaf devletlerince İstanbul’un 13 Kasım 1918’de fiilen ve 16 Mart 1920’de resmen niçin ve nasıl işgal edildiği [3], İstanbul’un 6 Ekim 1923’de İtilaf devletlerinin işgalinden nasıl kurtulduğu/ikinci defa fethedildiği [4] birlikte/tarihi bütünlük anlayışı ile incelenmeli ve değerlendirilmelidir.

DİPNOTLAR

[1] Tanin gazetesi, 12 Haziran 1914, No: 1995, “Büyük Bir Devr-i Senevi: İstanbul’un Zaptı“, s.1, sütun: 3-5; 13 Haziran 1914, No: 1996, “Büyük Fatih’in Türbesi Huzurunda”,  s.1, sütun: 4-6, s.  2, sütun: 1-3; Vahdettin ENGİN, “İstanbul’da Müstesna Bir Gün”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 65-67

[2] Ertan ÜNAL, “1953’te Neler Yaşandı?”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 68-73

[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-isgali/

[4] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-kurtulusu/

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak’ın 30 Ağustos Zaferine ve İzmir’in Kurtuluşuna Ait Hatıraları

Published

on

Millet Meclisinde muhalifler taarruz halinde yüzde 25 zafer ihtimali göremiyorlardı!

Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak [1], Atatürk’ün derin itimat ve muhabbetini kazanmış büyük bir askerdi. Millî Mücadele boyunca Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisliğine [Genelkurmay Başkanlığına] ilâveten Heyeti Vekile Reisliği (Başvekillik/Başbakanlık) de yaptı. Yani ordunun başında bulunduğu kadar memleketinin idarî mesuliyetini alan heyete de başkanlık etti. B. M. Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal’in iyi, vefalı ve bilgili bir yardımcısı oldu. Gazi, Büyük Zafer’in kazanılışında onun rolünü şöyle anlatır:

“…Taarruz, öteden beri Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyz ve tecrübeye müsteniden ihzar ettiği plân dâhilinde vuku bulacaktı. Bu plân dâhilinde hazırlık emri verildi…”

Bir Ecnebi, Mareşal Çakmak’ı (Büyük Mehmetçik) diye tavsif etmişti. Bu tavsif, Türk askerinin kahramanlığı ile Mareşal’in şahsiyetini birleştiren güzel bir buluştu. Aşağıda Mareşalle yapılmış bir görüşmeyi okuyacaksınız:

Şimdi, 1947 Eylülünün yedinci [07.09.1947] günündeyim. “Ödemiş” dağlarının (1400) rakımlısına, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış “Gölcük” köyündeyiz. Yanımda, vaktiyle düşmanın sahicisine ilk silâhı atanlardan Âlim Efe, karşımda ise bize, çocukluğumun imansız günlerinde erişilmez bir rüya sandığım zafer saadetini kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi: Mareşal Çakmak var…

Onun, ne dış düşmanların, ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yıpratmadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum:

Sizi düşünüyorum Mareşalim… Sizi, ve nankörler tarafından unutulan zaferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını!..

Mareşal, yaşaran gözlerime, babacan bir gülümseyişle bakıyor:

– İzmirli, Hislerine kapılma… O zafer benim, şunun, bunun değil, bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık… Zira bu milletin, uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşamayacağı muhakkaktı… Bizler, istiklâlimize yapılan taarruzun def’ini, olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.

Sonra ciddileşerek ilâve ediyor:    

– Fakat ne dersiniz? O sırada siz İzmir’de bizi beklerken, biz Anadolu’da, sade düşmanlarımızla değil, aynı zamanda, en yakın kavga arkadaşlarımızın -hemen hemen düşman silâhları kadar tehlikeli olan- dalâletleriyle de mücadele ediyorduk… Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir’e nasıl girdiğimizi anlatmak için, Dokuz Eylüle takaddüm eden günlerin olaylarını da hatırlatmam zarurîdir… Zira İzmir’in, istiklâl kavgamızda, bir bakımdan, başka vilâyetlerimizinkine hiç benzemeyen bir hususiyeti vardır. Faraza, şahsen, bana sorarsanız, ben bu hususiyeti hülâsa edebilmek için derim ki:

Bizim İstiklâl Harbimiz, fiilen İzmir’de başlamış ve fiilen İzmir’de sona ermiştir.

Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz, hedefi İzmir olacak bir kat’î ve büyük taarruzu tasarlarken, karşımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisinin pasif diplomatları dikildi.

Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü, bir cinnet sayıyorlardı.

O sırada, Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlılara taraftardılar… Bu sayede bir Fransızlardan, bir miktar silâh almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş, kumandanlarla, zabitlerle, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunu, her bakımdan, yapmak istediğimiz taarruz hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum.

Zaten, böyle olmasaydı bile, hakkımızı şmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar, İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un gözde halifesi, Mısır Hidivliğinin sefil salâhiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir ak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddî bir kuvvet, ciddî bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik?

Böyle düşünmekte Mustafa Kemal’le tamamen mutabık olduğumuz için, ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkânı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun plânlarını hazırlamaya koyulmuştum.

O sırada, bir gün, Ankara’da hükûmet konağının üst katında, fevkalâde bir toplantı yapıldı.

Toplanan Vekiller Heyetine, Rauf Bey riyaset ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğine şiddetlendi.

Kimisi, taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi, “Ne diye boşu boşuna (!) kan dökelim?” diyor, kimisi ise:

Efendim, yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat, maalesef, yok!..” diyordu.

Nihayet içlerinden birisi, kalkıp da:

– Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı, bu yapılabilirdi!..” kabilinden bir hezeyan savurunca, dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum, ve:

Efendim, dedim, bu taarruzda zafer ihtimali, yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Filvaki, bizim, muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız veya devemiz yok amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiçbir mahlûkuyla mukayese edemem… O Mehmetçik, kavgayı sevdiği zaman, deveden çok fazla yol yürüyerek ve deveden çok fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu, Mehmetçiğin karısı taşımıştır.

Muarızlarımıza göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki, Mehmetçik sahiden hırsa gelince, yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır!..

Benim bu sözlerim üzerine rahmetli “Kara Vasıf“:

İyi amma efendim, Ankara’yla İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz? demezler mi?

Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli her halde yanlış tutmuş olduğunu söyledim: Zira belliydi ki, muterizlerimiz, bizim taarruza, Ankara’dan değil, Afyon’dan başlayacağımızı bile hesaplamayacak kadar gaflet içindeydiler.

Mamafih insafla itiraf edeyim ki, kendisine:

– Vasıf Bey… Şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde, her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klâsik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir...

Dediğim zaman, Kara Vasıf’ın gözleri yaşarmıştı.

Ve çok şükür, şimdi adını anmak istemediğim o musır muarızımızın hâlâ:

– Bize deve lâzım… Bize katır lâzım!..

Deyip durmasına rağmen, taarruz kararımız Hey’eti Vekile ekseriyetinin tasdikine kavuştu!”.

“Mareşal”:

– Ötesini biliyorsunuz, diyor, çok şükür zafer, tarihlerde okuduğumuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon’un sukut ettiğine, dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu meyanda bilhassa:

Bize:

– Efendim, bu işe deve lâzım… Bu iş devesiz olmaz!.. diyen zevat:

– Aşkolsun… İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize rakın… Tek biz biraz dinlenin de, alimallah, biz gidip İzmir’e gireriz!...” demezler mi?

Fakat müsaadenizle, biz henüz lâyıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik. Bunun içindir ki, orduyu, Mustafa Kemal’le beraber Afyon’dan İzmir’e kadar adım adım takip ettik…

Şimdi o yılda, bazan buğday, bazan da üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum.

Hatta bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal’in gülerek:

– Paşam, şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük: çuval deliğinden üzüm, çalıyoruz!..dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım… Fakat, inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!..

Bu son cümleleri söylerken, gözleri dolan Mareşal sözlerini şöyle tamamladı:

– Yalnız, bir büyük hatamız oldu… Büyük taarruzdan sonra, Mareşal Penlöveden, “Franclen Buyon”dan ve arkadaşlarından müteşekkil bir Fransız heyeti, bizimle, Anadolu’nun herhangi bir yerinde temasta bulunmak istemişti.

Biz onlara, kendilerini 9 Eylülde “Nif” (Kemal Paşa) de bulacağımızı bildirmiştik. “Nif”e vardığımız zaman, onlardan, Türk ordusunun harekâtını, aramızda geçecek müzakerelerden sonraya bırakmamızı isteyen bir başka tel aldık. Elbette ki, hiç olmazsa zararsız ve diplomatik bir nezaket göstererek, onların bu ricalarını is’af etmek istedik. Fakat hemen o anda İzmir’den gelen bir haber, Türk süvarilerinin, Akdeniz kıyısına varmış bulunduklarını ve Kordon boyunda haklı bir zafer neşvesi içinde at oynattıklarını bildiriyordu. Bu itibarla, belliydi ki, Fransız dostlarımızın teli, elimize geç gelmişti!..” ve tevazuuyla gülümseyerek ilâve etti:

– Bu yüzden, İzmir’e varınca elimizde olmayan sebepler yüzünden, randevumuzdan evvel geldiğimiz için, Fransız dostlarımızdan af istedik!..” [2]

DİP NOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/maresal-fevzi-cakmak-1876-1950/

[2] 30 Ağustos Hatıraları, Sel Yayınları, s. 18-24; 30 Ağustos Hatıraları, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, 2014, İstanbul, s. 26-35

Continue Reading

Türk Tarihi

Bir Osmanlı Filosunun (Sumatra/Endonezya) Seferi

Published

on

Giriş

Sumatra Adası, Asya’nın güneydoğusunda, Avustralya’nın kuzeydoğusunda, Borneo adasının batısında, Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu arasında bulunmaktadır. Sumatra Adası ile Asya’nın güneyindeki Malaka Yarımadası ve diğer bir takım küçük adalarda Müslüman Açe Sultanlığı hüküm sürmektedir. Bu devlete, Sumatra’daki başkentinin isminden dolayı Açe Krallığı denilmektedir. Osmanlı tarihi belgelerinde Açe Sultanlığı (1514-1903) adıyla yer almaktadır.

O sırada bu devletin hükümdarı Sultan Alaeddin Şah’tır (1537-1568). İkinci Selim’in bazı fermanlarında Sultan Alâeddin’den “Padişah” unvanıyla da söz edilmektedir.

Hint Okyanusu’nda gösterdikleri sömürgecilik faaliyetinden bilhassa İslâm ülkelerine musallat olmaları, Kanunî devrinde Hadım-Süleyman Paşa’nın Hindistan seferine sebep olan Portekizliler, bu sırada Sumatra Müslümanlarını çok tazyik etmektedir.  Sultan Alaeddin, İslâm âleminin halifesi ve koruyucusu Kanunî Sultan Süleyman nezdine vezir “Hüseyin” isminde bir elçi ile bir nâme göndermiş ve top, topçu, silâh, askerlik mütehassısları ve bilhassa istihkâm mühendisleri istemiştir. Açe elçisinin İstanbul’a gelişi Zigetvar seferine (1566) tesadüf ettiğinden, Kanuni’nin ölümüyle İkinci Selim’in cülûsu gibi hâdiselerden huzura kabulü gecikmiştir. Elçi Hüseyin İstanbul’da fazla beklemiştir.

Hatta Yemen’de karışıklıkların (1567-1569) ortaya çıkması da yapılacak yardımın bir sene daha gecikmesine sebep olmuştur. Açe hükümdarı Sultan Alaeddin, Osmanlı himayesini isteyerek Osmanlı padişahının hâkimiyetini kabul etmiştir.

Osmanlı-Açe ilişkileri, genellikle Osmanlı Devleti’nin Hint denizine ilgisi sebebiyle yapılan çalışmaların bir parçası olarak ele alınmış/kalmıştır. Türkiye’de konuyla ilgili ilk çalışmayı Saffet Bey yapmıştır. Saffet Bey, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda 1912 yılında yayımlanan makalesi ile konuya dikkat çekmiştir. Saffet Bey’in “Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi” başlıklı makalesi, Osmanlı Türkçesi’nden çevrilerek aşağıda sunulmuştur. Görsel malzemeler, metni açıklayıcı, destekleyici ve tamamlayıcı unsur olarak eklenmiştir.

***

Bir Osmanlı Filosunun (Sumatra) Seferi

Kitaplarımızda yok denecek kadar az ve karanlık kalan bu, oldukça büyük vaka için kayıtlarımızda elliyi bulur güzel vesikalar görülüyor. Vakayı Avrupalılar da biliyorsa da bildikleri pek eksik ve yanlıştır. Şimdi, bizimkilerle onlarınkileri yanyana koyarak eksiklerini tamamlayalım, yanlışlarını düzeltelim, vakayı doğruca öğrenelim. İlkin Avrupalıların rivayetlerini yazalım [1]:

Türkiye’ye giden Açe sefareti- Açe’nin kuvvetlenmeğe başladığı on altıncı asır içinde, adını bilmediğimiz sultanlarından biri, bütün Müslümanların reisi Raçarum, yani Türkiye sultanına kendi varlığını bildirmenin artık çağı geldiğini gördü. Bunun üzerine en büyük gemilerden birini, memleketin başlıca mahsulü olan karabiber ile yükleterek, en büyük efendiye biat ve itaatini göstermek üzere piş-keş [peşkeş, hediye] gönderdi. Bazıları sultanın kendisi[nin] bu seyahati ettiğini, başkaları da memleketin zengin ayanından bir sefaret heyetini gönderdiğini rivayet ediyorlar.

O günlerde İstanbul [Açelilerce Sutambuy]’da Açe’yi duyan ve nerede olduğunu bilen yok idi. Elçiler İstanbul’a vardıklarında her ne kadar paralarıyla yatacak bir yer edinebilmişlerse de, sultanın huzuruna çıkmalarını arz için, bu gibi işlere bakan memurların gönüllerini etmeğe uzun uzadıya çalışmaları boşa çıktı. İşte böylece İstanbul’da bir veya iki yıl kadar kaldılar, yanlarındaki paraları da bittiğinden yiyecek, içecek tedariki için yavaş yavaş biberlerini satmaya başladılar.

Ne ise, kısmet böyle imiş. Bir Cuma günü Sultan camiden sarayına giderken, birçok itibarlı seyirciler arasında, bizim Açelileri gördü. Kılık ve kıyafetleri sultanın gözüne ilişti, nereden ve ne için geldiklerini sordu. Sultanın istediği malumat verildi. Bu elçi heyetinin huzuruna kabul olunmaları ricalarını bu kadar uzun zaman geri bırakan memurları, budalaca kibir ve gururlarından dolayı sert azardan sonra, yabancıların hemen o gün saraya getirilmelerini emretti.

Açeliler artık muratlarına erdiklerinden dolayı aşırı sevindilerse de, böyle büyük bir ziyaret için elverişli üst ve başları kalmadığından ve beraberce getirdikleri bir gemi yükü biberden ancak bir çupa [2] kaldığından çok sıkıldılar, utandılar. Sultanın huzuruna çıktıklarında Açe padişahlığı üzerine malumat verdiler. Padişahlarının ilk vergisi olmak üzere bir gemi yükü biber getirmişlerse de, yiyecek içecek tedariki için bu biberi satıp para edinmeli olduklarını ve şimdi ancak onun bir örneği olarak, bir çupa kadar ellerinde kaldığını ve bu kadarcık takdim edebildiklerini arz eylediler. Sultan bunların piş-keşlerini [hediyelerini] seve seve kabul büyüklüğünü gösterdi ve sonra Açe’nin halinden, İstanbul’a ne kadar uzak olduğundan, yolda uğradıkları zorluk, çektikleri sıkıntıdan, şundan bundan söz etmelerini ve malumat vermelerini emretti.

Ladasi Çupa-Sonra Sultan bunlara karşılık olarak bir büyük top hediye verilmesini emretti. Bu topa Ladasi Çupa adı verilmişti ve yine bunların dilekleri üzerine, Açe’de olmayan ve bilinmeyen, her türlü sınıftan birçok sanat ustaları gönderilmesini, orada o ustaların öğretmelerini irade buyurdu.

Töngkudi Bitay-Rivayet olunur ki, Suriye’den gelen bu usta ve hocalardan bir takımı Dalam yakınında bir Kampung’da yerleştiler ve vatanlarını hatırlamak üzere bu köye Bitay dediler [Bu kelime Batal’ın Açelilerce söylendiği olup, bu da Beyt’il-mukaddes=Kuds-i şerif’ten galattır] Bugün Bitay’da bir veli kabri vardır, Tongkudi Bitay diye biliniyor, yine rivayete göre bu zat o yabancılardan birisi imiş.

Mevlüt Günü-Türkiye sultanı bu yeni tebaasının öyle her yıl vergi ve elçi göndermeleri sıkıntısına ve o kadar ırak yoldan gelip gitmeleri zorluğuna düşmelerini hoş görmedi. Bunun üzerine “haydi, siz benim reayam olduğunuzu göstermek üzere vereceğiniz vergiyi din ve peygamber yolunda sevaplı ve hayırlı yerlere harc ediniz. Peygamberimizin doğduğu günde ayrıca bayram etmek çok ecirli değerli iştir, Açe’nin her köyünde bu gün halk Mevlüt [Açelilerin Mevlüdü söyleyişleri] şenlikleri yapsınlar. İşte sizin emir’il-müminine verginiz bu olsun” iradesini vermiş.

***

Bu sefer üzerine Mösyö Şnok [Şnohck] ile Avrupa’nın rivayeti budur. Bizim en büyük vesikamız ise İkinci Sultan Selim’in Açe padişahı Sultan Alaeddin’e Mustafa Çavuş ile gönderdiği şu namedir:

Açe padişahına yazılan name-i hümayun suretidir.

Sernamesi merhum Koca Nişancı Bey’in inşaasıdır [3].

“Haliya ‘atebe-i ‘aliyye-i seadet medar ve südde-i seniyye-i gerdu-ı iktidarımız ki, melaz-ı selatin-i kam-kar ve melce-i havakin-i al-i mıkdardır, kıdvetil havas velmakribin veziriniz olan Hüseyin dam mecde vesatiyle name-i şerifiniz varit olup, mazmun-ı hikmet-i makrunende leyl-vennehar ol canibde küffar-ı hak-sar ile kaza ve karzar olup, düşman arasında yalnız kalıp, her taraftan aday-ı bedray-ı hücum üzeredir deyu alat-ı cihad ile asker-i nusret mutadımızdan harb ve kital ve cenk ve cidal görmüş kullarımız talep ve istianet olunup ol diyarda yirmi dört bin cezire olub … aliniz üzerine hayli kafir gelüb, itfak-ı hezimet vaki’ olub, ol cezireleri kafir alub, rencide olan cümle müslümanlar dahi küffara giriftar ve padişahları olan kemalin mahruse-i keferede karar üzere olup ve zikr olunan cezirelerin dördünden Mekke-i mükerremiye sefer eden tüccar ve haccac gemileri ol geçide vardıklarında kimini fırsat bulub esir edub, fırsat buldukların ardından top ile urub gemilerin batırub, müslümanları deryaya gark iderler ve vilayetin kurbunda Seylan ve Kalikut dimekle maruf iki kafir padişahı olub raiyyetlerinin ekseri müslüman olub, daima küffar ile muharebeden hali olmayub, mukaddema südde-i seadetimiz kullarından Lütfi zide kıdvenin ol canibe vusul bulduğuna matla’ olduklarında atabe-i aliyemize arz-ı ubudiyet-ve ihlas ve ahd-ü misak edüb, bu taraftan donanma-ı hümayunumuz varacak olursa kendüleri vekafir reayaları cümle imana gelüb, bi-inayeti’l-melikül cevad niyet-i gazzen ve cihad vefeth-i vilayet ve bilad edeceklerin ilam edüb ve başlıca ve şayka ve havai toplardan hisar döğmek içün talep olunub ve elçinüz bu hususda at ve yerak ve nuhas alındukda ol diyara varmağa mani olmak için Mısır ve Yemen beylerbeyilerine ve Cidde ve Aden beylerine emr-i şerifim gönderilmesini ve hisar ve kadırga bina eden taleb olunub ve bunlardan gayri, her ne kadar takrir ve tahrir olunmuş ise saye-i serir-i saadet masir-i hüsrevanımıza arz olunub, alem-i şerif, alem-i şumul hıdivanımız muhit ve şamil olmuştur ile olsa havakin-i azam ve selatin-i alimekamın iltimas ve istidaları hayz-ı kabulde vaki olmak adet-i hasene-i şahan örnek nişin ve kaide-i müstahsene-i padişahan adalet-i ayin olduğundan mada hıfz ve himayet-i beyza-i din-i mübin ve zabt ve siyanet-i şer’i hazret-i seyyidi’lmürselin aleyhi efdalis-salat babında vaki olan hususatın tedarik ve itmamı emrinde sarf-ı makdur ve bezl-i meysuretmek ehemm-i vacibat ve ehemm-i ….. olmağin memalik-i mahrusemizden Mısr-ı Kahire tevabiinden Bender-i Süveyş’den on beş pare kadırga ve iki pare barça dergah-ı muallam topçularından, topçubaşı ile yedi nefer topçu ve Mısır kullarından kifayet mikdarı asker-i nusret-i esir tayin olunub ve kal’alar için kifayet mikdarı top ve tüfenk ve sayir edvat-ı harb ve cenk virilmek emrim olub ve tayin ve irsal oluncak asakir-i fevz-i mesire sabıka İskenderiye kapudanı olup, sancağa mutasarrıf olan iftiharü’l-ümerai’l kiram muhtarül kübrail feham zülkadr-i vel ihtiram el muhtes-i mezid … melikül ‘lam Kurdoğlu Hızır dam ulüh serdar tayin olunub, inayet-i hakk-ı cell-ü ‘alaya tevekkel tam ve mu’cizet-i kesireti’l berekat hazret-i seyyidi’l-berar aleyhi’s-selevata tevessül-ü mala kelam kılınub, küffar-ı hak-sar-ı duzah-ı karar ile cihad-ı fi sebilillah içün sevb-ü sevab nümaya irsal olunub, müşarül-ileyhe şöyle emrim olmuşdur ki: İnşallah-ı teala size varub mülaki oldukda, eğer fetih ve teshiri lazım olan kal’alardır, eğer sair küffar-ı hak-sarın haklarından gelmekdir, sizce ve münasib gördüğünüz üzere din ve babında ve devlet-i hümayunumuza müteallik olan umurda bezl-i makdur eyleyüb, eğer müşarül-ileyhe ve eğer sayir koşulan topçu ye asakir halkının sagir ve kebiri asla size muhalefet etmeyüb, her ne yüzden veçhe ve münasib görürseniz tabi olub, hizmette bulunalar, eğer muhalefet edenlerin müşaril-ileyh marifetiyle haklarından gelesiz ve esbal olunan asakirin bir yıllık mevacibleri virilmiş, ger giderki biz dahi din babında devlet-i hümayunumuza müteallik olan umurda bezl-i makdur eyleyüb, küffar-ı hak-sarın eğer kal’aların feth etmekde eğer ehl-i islam üzerlerinden şer-ü şurlardan def’ etmekte sai’ ve ikdam eyleyüb inayet-i hakk-ı cel ve ala ile ol diyar-ı televvüsası kefereden tethir ve pak eyliyesiz ki, eyyam-ı saadet encam-ı hüsrevanımızda  ol diyarın ehl-i islamı dahi asude hal olub, ferağ-ı bal ile kar ve kisblerine meşgul olalar, inşallah murad üzere eğer kal’a ahvali, eğer memleket hıfzı görülüb itmam-ı maslahat oldukda irsal olunan topculara icazet viresiz ve sayir ahval ve etvar her neye müneccir olursa, müşarül-ileyh Mustafa Çavuş ile ilam eyliyesiz, sonra anda olan asakir hakkında ferman-ı şerifim ne vechile sadir olursa mucibi ile amel eyliyesiz ve name-i şerifiniz vürudı esnasında takdir-i hazret-i mukadderi’l-hal ile izz-ü şane, cenab-ı mağfiret-i penah ve rahmet-i nisab merhum ve mağfur-leh babamız Sultan Süleyman Şah kuds-i aşiyan-ı enarullah büruhane asakir-i mansure-i müslimin ve leşker-i derya şiar-ı muhiddin ile küffarı hak-sar-ı hezimet-i asar ile cihad-ı fi sebilillah içün gaza-yi gara-yi nüsret-i intimaba azimet etmişlerdi. Hudud-ı na m’adud firengistandan kıdve-i erbab-ı delal olan akyal-i firenkten nemçe kıralı olan melun delalet makrunın azim-i husun-ı metanet makrunundan kal’a-i mansure-i Zigetvar‘ın fethine azimet etmişlerdi. Bi-inayetillahil hakkul fettah-ı leşker-i islam nusret-i peyam ile ol hüsn-ü husini feth eyleyüb, memalik-i vesia-i firengistandan binnihaye memleketler ve kal’alar  alındıkdan sonra vücud-ı mevcud-ı şehadet vürudları dar-ı fenadan alem-i bakaya irtihal eylediler. Elhamdülillah elvahidül gahhar la cerem-i avn ve inayetillah vüsun ve siyanet namütenahi birle serir-i saadet ve ikbal-i zat-ı aliyemiz ile müstemid olub, inşallah elizzül ikram hatır-ı atır-ı cihanbani veniyyat ümmimetil berekat kiti sitani daima küffar-ı hak-sar ile cihadımızdan hali olmamak üzere mukarrerdir. Çünkü ol caniblerde dahi kefere-i fecrenin hazele humullahü teala alıval-i deladet meal-i name-i dürer-barünüzde şehr ve tafsil olunduğu üzere makrurdur. Çünkü ol caniblerde dahi kefere-i fecirenin … behemehal ihvan-ı sadakat-ı nişana merasim-i muavenet ve mededkârı ve levazım-ı muzahharat ve destyarı da asar-ı ikdam ve ihtimam-ı mebzul ve mecbul kılınur. Hakk-ı subhane ve tealanın izz-ü cell-i asitane-i ikbal-i aşiyanemiz kabline. vüfur-ı imdad-ı aliyeleri derece-i tefsil ve şimardan mütecavizdir. İnşallah-ı el-izzül-ekrem ol caniblerde dahi memalik-i islamiyeye müstevli olan ada-i din-i mübin ve düşmanan-ı ayin-i seyyidil mürselinin aleyhisselevati vesselam def mazarrat ve delaletleri içün asakir-i cerrar-ı nusret şiarımızdan daima ol canibe irsal olunur bu zamanda kaide-i müstemireniz üzerine me’muldur ki, ol diyarın ahval ve macerasın mufassal şerh ve atebe-i alempenahınız canibine enba olunmakdan hali olunmıya ve müşarün-ileyh veziriniz gönderilmek içünbahar ihzar olunmuş idi. Parçalar irsal olundu, tahmil olunub gönderile ve gelen elçiniz dahi şöyle ki, şerait-i risaletdir, kemal-i adab ile eda edüb, hüsn-ü icaretimize mukarin olub irsal olunmuşdur.

fi 16 Rebiül-evvel, sene 975

İşte, görülüyor ya, bizim vesikalarla Avrupa’nın rivayeti birbirinden ne kadar ayrılıyor. Bakınız nasıl:

Birinci Buraya gelen Açe elçisi veya elçileri öyle Açe’nin varlığını göstermeye gelmediler. Zavallılar Portekizlilerin ellerinden yanıp bıkmış olduklarından İstanbul kapılarına yardım, meded dilemeğe düştüler.

Vasco dö Gama Ümit Burnu’nu dolaşarak (20 Mayıs 1498’de) Malabar veya Malibar yalılarında Kaliküt limanına düşmüş, bu yolu ve Hindistan’ı Avrupa’ya tanıtmış idi. Portugal hükûmeti, sözde buralarda ticaret etmek üzere fakturiyetler yani ticaret evleri açmağa kalkışmış, kurdukları evlerin duvarlarının harcı zavallı yerlilerin kanları ile yoğrulmuş idi. Bunlar bir-iki yıl içinde Hürmüz, Diyo adalarını ele geçirdiler. 1515’de meşhur Albukerke Gava’yı zabt ve Şarki Hindiye Hıdivi unvanı olarak Portekizlileri o sularda yerleştirdi. Bu adam pek becerikli olmaktan başka, kendinden önce ve sonra gelenlerden daha insanca davrandı. Bunun günlerinde Mozambik kıyılarından Çin sularına kadar bütün yalılara ve adalara Portugal devletinin hükmünü salmış, koyduğu nizamlarla boyunduruk altına aldığı yerlerde kendini sevdirmiş idi. Bundan sonra gelen Hıdivler ise haydut türlü kişiler olup, peşlerine taktıkları bir alay serserilerle İspanyolların Amerika’da yaptıklarının daha başka türlüsünü yapıyorlardı.

Son Mısır padişahı Melik Eşref Kansugavri gayet derin düşünceli, iş eri bir zat idi. İskenderiye, Avrupa ve Hindu Yemen arasında, tek bir ticaret kapısı idi. Bu kapının kazancı, Venedik şu ve bu gibi yabancıların cebine giriyordu. Sonra bizim yalıların yaramazları bu kapıyı beklerler, geleni gideni avlarlar, rahatsız ediyorlardı ki, bunun Mısır’a da ziyanı oluyor, Kansugavri de sıkılıyordu. İşte bu zat güzel denizci olan bu korsanları helalinden kazanca çağırdı, bunlara sermaye verdi. Karaman, Teke, Menteşe, Kazdağı yalılarının ateşli delikanlıları İskenderiye’ye üşüşmeğe başladı. Bunlara Araplar, Hindliler “rumi” derler, bir aralık Barbaros’un kardeşi Oruç Reis de Kansu’nun hizmetine girmiş ve bir gemi almışdı. (Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, 4. cüz, sahife 236’ya bak).

“Gücerat” Müslümanları Mısır devletinden Portekizlilere karşı yardım dilediler, ellerinden kurtulmayı yalvardılar. Kansu işi daha büyütmek istedi. Gerek bunlara yardım, gerekse Hindin sahibi olmak için, Süveyş’te bir tersane kurarak tez elden elli-altmış teknelik bir filo yaptı. 917[1515]’te Rumilerden Süleyman Reis, Kurd Hüseyin kumandasıyla o yanlara gönderdi. Süleyman oralara giderek Portekizlilere iyice bir sille vurmuş, dönüşünde de Yemen’i zabt etmiş idi. Süleyman’ın bu seferi yalnız uc çıkarmak, Mısır devletini göstermekle kaldı ve Kansu’nun başladığı bu iş Osmanlılar ile olan bozuşukluğu ve kendisinin ölmesiyle söndü. İşte bizim Bahr-i Ahmer [Kızıldeniz] filomuzun tarihi bununla başlar.

Mısır’ın 923[1517]’te fethiyle Hicaz ve Yemen ülkeleri Osmanlıya katıldı. 15-20 yıl kadar devlet buralara bakamadı, bakmadı. Rumiler, kendi hesaplarına çalışıyorlar, biri ötekini öldürerek Yemen’e vali oluyorlardı. Bunlardan Bayram oğlu Mustafa, Sefer Hoca gibiler Gücerat yalılarında “Rumi Han”, “Hüdavend Han” adlarıyla birer emir oldular. O· yıllarda Bahreyn hâkimlerinden birinin adının Murad Şah olduğunu görüyoruz. Araplarda Murad adı pek kullanılmadığından bunun da bir Rumi olduğu sanılıyor. Eğer bu serseri Rumilerin aralarına bir Hızır, Turgud, Aydın, Salih gibisi girseydi, daha çok ileri giderlerdi. Çünkü oralarda meydan daha geniş, iş becermek daha kolay idi.

Halifeliğin Osmanlı Devleti gibi genç ve dinç bir hükümete geçtiğini, her yanda parlak zaferlere atladığını duyup sevinen şark suları Müslümanları birer birer kendiliklerinden Sultan Süleyman’a biat ve Portekizlilerden şikâyet ediyorlardı. Yalnız Müslümanlar değil, namede görüldüğü üzere Seylan ve Kalikut racaları gibi Mecusiler bile “Eğer Osmanlı bizi Portekiz kralından kurtarırsa Müslüman oluruz”a düştüler.

Gerek bunların şikâyeti, gerekse Portekizlilerin bizim kıyılara sarkıntılığı, hacı vetüccar gemilerine sataşmaları padişahı kızdırarak 945[1538]’te tazelenen Bahr-i Ahmer [Kızıldeniz] filosu ile Mısır Beğlerbeyisi Hadım Süleyman Paşa Bab-ı elmündib’den çıkarak Aden’i fethetmiş ve Hızır Mevt yalılarını isteyerek istemeyerek itaate çekmiş ve Diyo’ya giderek Portekizlileri püskürtüp kal’asını muhasara eylemiş ise de, yollarda ettiği zalimliği ve oralarda gösterdiği bayağılığı herkesi küstürmüş ve bu işi ağzına burnuna bulaştırmıştır. İşte, buralara çıkan ilk Osmanlı filosunun gördüğü iş bu olmuş idi. Eğer bu adamın yerinde tam bir insan olsa idi, güzel başlanacak olan bu büyük işin sonu, pek parlak, pek kazançlı olacaktı. Süleyman Paşa’nın bu yarım yamalak işi, Portekizlileri kızdırmış, yüreklendirmiş, meydanı boş bulunca gelen geçen, tüccar, haccac gemilerini vurmağa başladılar. Bunlar bir aralık Gamran adasını ele geçirmişlerdi. Gitgide Basra, Aden körfezleriyle Bahr-i Ahmer yalılarına sarkıntılıklarını artırmışlar. Hatta 948[1541]’de Cidde’yi [v]urup Süveyş’e gelerek tersaneyi yakmayı göze aldırmışlardı. Portekizlilerle şurada burada çarpışışlara dağınık olarak rast geliyoruz. Bunları toplamak bizim işimiz ise de, pek de zor iştir.

Kanuni’nin koyduğu nizam ve tensikat ile Mısır Kapudanlığı, Süveyş, Cidde, Mana, Aden derya beylikleri ve merkezi Duhtel-uyun kal’ası olan Lahsa beylerbeyi, daha sonra Habeş beylerbeyi açıldı. Kuzey Tuna’nın şimalinde olan Sultan Süleyman’ın Rüstem Paşa gibi vezirleri günlerinde, Basra kıyılarımızı, Bahr-i Ahmer filosu ile kollamağa, korumağa çalıştık. Bu filonun oradan oraya gidip dönmesi, birçok kanlı çarpışmalara, birçok değerli canlar, büyük adamlar kaybolmasına sebep oldu.

Devlet teknesinin dümeni Sokollu gibi harita, pusula ile yol verir bir ele düştükte, hele İmam-ı Mutahhara’nın ayaklanmasında işin rengi değişti, şimdiye kadar kimsenin aldırmadığı, bir serseriden öteki serseri eline geçen Yemen’in nizamına bakılmaya, bu filonun düzelüb kuvvetlendirilmesine, hatta Süveyş Kanalı’nın açılmasına çalışıldı.

Ne ise, gelelim sözümüze, yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı, o yılların gülünç politikası ile dargınlığımız, barışıklığımız belli olmayan devletlerden biri de Portugal idi. İkinci ve üçüncü vesikalar aramızda geçen politikayı gösteriyor. Hele üçüncü vesika gerçekten görülecek şeydir. Artık kuru mukavele, dipsiz musalahadan bıkmış olan Sultan Süleyman, Portugal kralına “suyu baştan kesmeli” kaidesince: “Görüyorum siz yaptığınızı yine yapıp gidiyorsunuz; artık yapmayın demem. Amma sizin oralarda yaptığınızın acısını, Allah’ın inayetiyle ben daha yakında çıkarırım” diyor, meselenin düğümünü bıçakla kesiyor.

“Portugal kralına name-i şerife yazıla ki, hala südde-i seniyye-i devlet penah ve atabe-i aliyye-i saadet destgahımız ki, merci-i havakiyn-i namdar ve melce-i selatin-i zeva’il iktidardır, kudveti’l ayan el milleti’l-mesihiyye etmeniz, Nikola vasıtasıyla mektubunuz sadakat mezhubunuz varid olub, mezmun ihlas meşhununda bundan akdem kendi canibinizden ve diyar-ı Hindistan’da vaki’ olan kaymakamınızdan bab-ı muallamıza varid olan mekatibin muzameyninde münderic olan hususat ki, memalik-i mahrusemiz hakimleri ile diyar-ı Hindistan’da vaki’ olan vilayetinizin emin ve ümena babında asitane-i adalet unvanımız ile murad olunan dostluk içün muteber kasdınız gelmeğe isticaze-i hümayun etdüğünüzden yüce dergahımıza arz-ı muhabbet ve ihlas edenler hakkında ulu himmet-i şahanemiz masruf ve matuf olıgeldiği üzere elçinüz gelmeğe icazet-i hümayunumuz olub, ol babda name-i saadet-i numunemiz irsal olunmuşdu. Vilayetiniz bu’d ve mesafe ve yollar dahi mahuf ve muhatara olub, vilayetiniz halkı ile meşveret edinceye değin, elçiniz bir mikdar tehire kalmakla niyet olunan dostluk ahvalinde iştibah olunmuya. Elçimiz irsal olunmak üzeredir, varan adamımız istical üzere ihbar-ı meserret asar ile irsal oluna deyü iş’ar eylemişiz. Mektubunuzda her ne ki derc olunmuş ise ve gelen adamınızın cevabı ne ise, bittemam rikab-ı zafer-i intisabımıza arz olunub, ulum-ı şerif cihan aramız muhit ve şamil olmuşdur. Eyle olsa saadetlu babımız daima meftuh ve mekşuf olub kimsenin gelib gitmesine mani’ varid olmayub, hakk-ı subhane ve teala hazretlerinin ulu inayeti ile şimdiki halde hilafet-i ruy-i zemin kabza-i tasarruf ve iktidarımızda olub şark ve garbın reayası cenah-ı devletimizle müstezil olub, daima reaya hakkında mezid-i merhamet-i şahanemiz mebzul olduğuna binaen ol caniblerde reaya ve tüccarın refahatı içün mademki murad olunan dostluktan feragat olunmayub diyar-ı Hindistan’da ve Cezayir tarafında vesair ol havalide olan memalik-i mahrusemiz reayayı ve tüccarı ile derya yüzünden ve kara canibinden emin ve iman üzere olalar. Memalik-i mahrusemiz hâkimlerine dahi tenbih olunmuşdur ki, elçinüz gelib dostluğunuz ahvali mukarrer oluncaya değin ol taraflarda emin-ü âmâna muhalif ve murad olunan dostluğa mugayir vazi’ etmiyeler. Hala gelen elçiniz tehir olunmayub hüsn-ü icazet-i şerifimiz karin-i hali olub, name-i mükremet-i asarımız ile yine ol canibe irsal olundu. Ger gider ki, varub vusul buldukda, ıslah-ı ahval-i raiyyet ve tanzim-i umur-ı memleket içün … olan amal-i hayr-ı ittisaliniz içün olunacak elçiniz tehir olunmayub irsalinde sür’at oluna ki, tarafeynden dostluk ahvali mukarrer olub ol tarafların tüccar ve reayası ızdırab ve inkılabdan beri olub asude hal olalar.”

Kostantıniyye fi 23 Muharrem sene 973[1565]

***

“Portugal kıralı Don San İstepan [ ] kırala name-i şerif yazıla· ki:

Bundan akdem atebe-i aliye-i gerdun-ı iktidar ve bargâh-ı felek medarımız ki, meşrik-i neyr-i ikbal… dır. Adamınız elinden ve kal’a-i Diyu’da vaki’ olan kaymakamınızdan mekatubunuz varid olub, Irak-ı arabda ve sayir ol cevanibde vaki’ olan memalik-i mahrusemiz hafızları ile emin-i aman üzere sulh vesalahda olmak tevki’ olunduğu ecilden kaide-i müstamire-i hakani adet-i muhtahsine-i kişversitaniye binaen ol havalide vaki olan tarafeynin reayası ve tüccarı asude halde olmalariyçün yarar kasıdınız gelüb sulh ve salaha veahd-ü âmâna müteallik umur ne ise mukarrer ola deyü tecviz olunub name-i saadet meratibimiz irsal olunmuşdur. Hala murad olunan sulha mugayir diyar-ı [1] Hind’den derya tarafı ile gelen haccac-ı müslimine ve tüccara dahl ve tecavüz olunduğu istima olunub [ş]imdi yüce asitanemiz daima meftuh ve mekşuf olub eğer dostluk ve eğer düşmanlık içündür kimseye mani varid yoktur. Gerektir ki name-i hümayunumuz vüsul buldukda filhakika ol tarafların sulh ve salahı muradınız ise derya taraflarından haccac ve tüccara tecavüzden el çeküb mektubunuzla itimad olunur adamlarınız gönderile ki, ol diyarın ahval ve intizamına münferi olan umur ne ise mukarrer ola, eğer ol canibin ihtilaline salik olursan bi-inayetillah-ı teala bu canibden muktezi olan umur ne ise tedarik olunur, sonra sulh murad olunmuşdu dimek müfid olmaz ziyade ne demek lazımdır.”

fi 6 Rebiülevvel 973[1565]

İkinci İstanbul’da Açe’yi işiden, bilen yokmuş. Vakıadan yıllarla önce yazılmış Arapça, Türkçe kitaplar kütüphanelerimizde duruyor. Bunlar bir yana, padişah namesinde hassa reislerden Lütfi’nin Hind yalılarına gidip geldiğini söylüyor.

Üçüncü – Elçiler bir iki yıl İstanbul’da kalmışlar da bir türlü padişahın huzuruna çıkmağa yol bulamamışlar.

Bu gibi elçiler için Fatih yakınlarında ayrıca bir “elçi misafirhanesi” oldukdan başka, hiç, ziyaret ve seyahat için Türkistan’dan, Hind’den şuradan buradan gelüb gidenlerin ellerine sözün gelişi “karime” veya “Aden’e varınca yollardaki beğlerbeğiler, beğler ve kadılara hüküm ki” diye başlayan fermanlarla bunları kollamağın, her türlü yardım olunmağın emir edildiğini çok görüyoruz.

Sultan Selim devrinde Sokullu ikinci bir padişah idi. Koca bir gemi yükü biber, bahar hediyesiyle gelen elçiyi Sokullu duymasın, akıllara sığar şey değildir. Hem name bunu açıkça söylüyor. Elçiler yolda iken veya buraya vardıklarında Sultan Süleyman sefere çıkmış, İstanbul’da kaymakam vezirden başka kimse yok idi. Padişah Zigetvar‘da merhum oldu, yeni padişah geldi, elbet bu bir yıl kadar sürdü. Yoksa o diplomat Sokullu, halifeliğin adını, sanını yükseltecek böyle işi kaçırmaz.

Bu gelen biberi bilmiyorsak da, padişahın elçiyi ağırladığını, ayrıca, bir tekne ile İskenderiye‘ye yolladığını, Aden‘e kadar yollarda bütün devlet memurlarının işlerine bakub, yardım etmeleri; buradan gönderilen, top, tüfenk, cephanenin yerine, oraya gidecek, barçalarımızın dönüşte pirinç, baharat yüklemeleri emirlerini, gemi ve silah yapıcı esnafından dörder beşer yamaklarıyla beraber, elliden fazla ustalar, işçiler gönderildiğini bu gün adları ve sanatlarıyle beraber cedvelini görüyoruz.

Yazık ki, bu seferin başlangıcını bu kadar iyi bilirken sonu ne oldu, nasıl döndüler, elimizde tam bir haberi yoktur. Bunu şurada burada rast geldiklerimizle tamamlayacağız.

Süveyş‘te on beş ve sonradan dört daha katılarak on dokuz kadırga, gidecek eşya ve askeri taşımak üzere de üç barça, garab cinsinden birkaç tekneler hazırlandı. Bunların üzerine Mısır kapudanı Kurdoğlu Hızır Bey başbuğ oldu ve kendi karaya çıktığında gemilerin kumandası Süveyş kapudanı Mahmud Beğ‘e kalacaktı. Bunların hepsi Sultan Alaeddin‘in emrine bakacaklardı. Sultan Alaeddin gönülleriyle kalacaklardan isteği kadar adamı orada tutabileceklerdi. Giden askerin bir yıllık maaş ve zahiresi vardı. Fazlasını Açe hâkimi verecekti. Tam kalkacakları sırada Yemen işi büyüdü, gemilere çok iş çıktı, ne yapsınlar işi bir yıl sonraya bıraktılar. Filo bu yıl Mısır’dan Maha’ya, Aden’e asker taşımak, Yemen’in deniz yolunu kesmek ile uğraştı. Vesikaları şunlardır:

“Bundan akdem İskenderiye kapudanı olub badehu irsal olunan askere serdar olan Hızır Beğ’e hüküm ki:

İnşallahü ezzü emr olunan donanma ile ol diyara vusul müyesser olub bir yere veyahut bir kal’a döğmeğe top çıkartmalu oldukda sen ayrı olmağın çıkacak topları sen çıkarub karada lazım olan hizmet üzere olub, gemileri minbad bozmayub, gemilerin cenkcisinden, kürekcisinden dahi senden ve lazım olandan bir ferdi çıkarmayub, gemileri bozmayub mükemmel hazır olub gemileri Süveyş  kapudanı olan Mahmud dam ezze göndermek emr edüb buyurdum ki, emrim üzere onun gibi bir yere veyahud bir kala döğmeğe top çıkmalu oldukda gemileri bozmayub kemakan cenkçi ve kürekçi ve sayir topçu aletcileriyle durub, müşarün-ileyh Mahmud dam ezze gemilerden çıkmayub gemileri hıfz eyleye ki, onun gibi sen karada hizmet üzere iken deryada veyahut esirden gemilere bir zarar ihtimali olmaya.”

“Açe padişahının elçisi Hüseyin’e hüküm ki:

Haliya Yemen canibinde fitne zuhur edüb defi ve refileri ehemm-i mühimmattan olmağın vilayet-i Hindi’ye irsal olunacak donanma-ı hümayun bu sene tehir olunmuştur. Buyurdum ki, inşallahü teala inayet-i hak ve cell-i ali ile ol canibin fitne ve fesadı def ve ref olunduktan sonra zikrolunan donanma-ı hümayun muahede olunduğu üzere … bi-kusur irsal ve isal olunur.”

5 Receb, sene 975[1568]

Mustafa Çavuş’a verildi

Şurada Hızır Reis‘in başından geçen bir vakıayı söylemeden geçmiyelim. Zeydiler Aden’i zabt etmişler, Hızır Beğ gidip kurtarmış idi. Hâkimi olan Kasım ibn-i Şuyi Hızır’ın eline geçmiş iken bir şey yapmamış, hatta güzel muamele etmiş idi. Bu iyilik bilmez herif para ile birini tutmuş ve divane tavrını takınan bu çapkın divanda iken Hızır Beğ’e bir kama [v]urmak istemiş ise de hemen ayağa fırlayan Hızır yalnız ayağından yaralanmış ve beynine indirdiği korkunç bir yumruk ile leşini sermiştir.

Şu halde seferin 976[1569]’da olduğu görülüyor ve oraya vardığı biliniyorsa da işi ne kadara kadar götürebildikleri karanlıktır. Gidenlerin birçokları orada kalmıştır.

Bundan seksen-doksan yıl sonra Kâtip Çelebi Cihannüma’sında ve Ebubekir Dımışki coğrafyasında Açelilerin cenkçi olduklarını, top dökmeyi, kılınç, mızrak dövmeği bildiklerini, bunları hep Türklerden öğrendiklerini söyledikten sonra, bundan on yıl sonra, miladın 1579, hicretin 986’ncı yılında Menluis denilen bir Portekiz amiralinin on iki gemilik filosu ile bunları fena halde bozduğunu ve yüz gemi kadar kaybettiklerini söylüyor.

Hızır’ın aldığı emirler arasında Süleyman Paşa’nın Diyu’da bırakıp kaçtığını ve Seyit Ali’nin [Mir’atü’l Memalik. İkdam Kütüphanesine bak] Gücerat hâkimine teslim ettiği topları veya behalarını alıp getirmeği görüyoruz. Bu da Seydi Ali seferi için bir vesikadır.

Sonra Açe racaları ailesinden bir zatın sözlerini şuraya geçiriyoruz. “Raca ailesine mensup bir zatın ifadesi fi 22 Kânunusani 1911:

“Vaktiyle Sumatra Racası tarafından bir heyet-i mebuse gönderilüb Dersaadet’te zat-ı hazret-i hilafetpenahiden muavenet talep edilmiş ve bu müracaat üzerine buraya Dersaadet’ten iki sefine-i Osmaniye gelmiş ve askeriden ve erbab-ı sanattan birçok muallimin vasıl olmuştur. Gemilerin bayrakları ve topları Hollandalılarla son muharebe, yani 25 sene evveline kadar mevcut idi. Bu iki sefine Dersaadet’e avdet etmemiş idi. Bunların içindeki heyet-‘i Osmaniye bizi talim içün Açe’de kalmış idi ve bunlar bir Türk köyü dahi teşkil eylemişlerdi. Bu köyün ahalisi elan kendisinin Türk neslinden geldiğini bilir ise de yerlilerle vuku bulan izdivacatdan dolayı adeta yerli olarak yerli lisanından başka bir lisan bilmezler, mamafih çehrelerinde az çok Türk ırkına müşabehet [benzerlik] mevcuttur. İşbu sefinelerle beraber zat-ı hazret-i hilafetpenahi tarafından racamıza hitaben bir ferman gelmiş idi. İşbu ferman-ı ali elyevm Ambon‘da menfi [sürgün] bulunan son racamızın nezdindedir. Kezalik işbu sefinelerle bir hutbe sureti dahi gelmiş ve işbu hutbe elan baki ve cuma Açe’de kıraat edilmektedir. Ve ol vakit sefirlerimize ve racamızla mensubatına zat-ı şahane tarafından hediyeler gönderilmiş ve hediyelerin birçoğu eshabı nezdinde muhafaza edilmiştir. Açe’den giden heyetin reisi Halife Madum isminde bir zat idi. Gelen sefinelerle envaı şekil ve cesamette toplar getirilmiştir. Bunlar meyanında gayet uzun tunçtan mamul on on beşe karib cesim top getirilmiştir. Bunlardan maada tulen sagir fakat gayet geniş ağızlı toplar dahi bulunmakta idi. Şimdi bunların kâffesi nerede bulunduğu malum değil. Rivayete nazaran yapıldıkları madenlerin ehemmiyetine binaen tahrib edilib salib ve kilise kampanaları dökülmüştür. Dersaadet’ten gelen heyetin reisi “Seyyidil Kemal yahut Açece “Elmun” dur ki, bir vilayete Beğ -dereceyi saniyede raca- tayin edilmişti. Usul-i tedris tatbik eden ulemadan Şeyh Abdülrauf ve sünnetçi Tenkusyo Kuvala namlarındaki zevat olub, bu ikincisinin asıl Türkçe ismi mahfuz kalmamıştır. Bu heyet azasından diğer bir kaç zevat daha beğlerbeğliklerine tayin olunmuşlar idi, evladlarında Türk alaimi mahfuz kalmıştır.”

Şu zatın sözleri bizim vesikaları okşuyor: Lakin gemilerin sayısı ile ayrılıyorsa da belki ikisi orada kalmış ola. Sonra da bir Seyyidil Kemal var. Fermanda bunun da ismi geçiyor ki, belki Lakadiyo, Maldiyo (takımada) gibi oraların hâkimi olsun. Bununla beraber o yıllardaki koca Portekiz filosunun yol uğrağından geçmek için iki geminin gidemeyeceği, bu kadar silah ve cephane ve adamı öyle iki gemi ile göndermenin akıllı işi olmayacağı göz önüne alınırsa, yine bizim vesikalarda olduğu gibi o filo azdan aza yirmi tekneden aşağı değildi.

Yine Erşed Beğ Efendinin gönderdiği kâğıtlar arasında Osmanlı seyyahlarından “Abdülaziz” denilen bir zatın şu sözlerini kısaca yazıyoruz:

“1898’de Açe’ye gitmişdim. Malabuh Racası Tuku Süleyman ile görüşdüm. Bu seferden söz geçmişken o toplardan kalan var mı diye sordum. Birinin Sumatra‘da hükümet konağında bulunduğunu haber verdi. Bir tanesini de Cava‘da buldum.

Açe’de bazı Türk mezarları, Türk yüzlü adamlar gördüm. Yazık ki bunlar bir şey bilmiyorlardı. Yalnız Türk olduklarını söylüyorlardı. Başka bir şeye rast gelmedim.”

Bu sefer üzerine topluca bir şey söylenebiliyorsa, o da bu seferi ettik, gidenlerin çoğu orada kaldı, bu güne kadar yerliler bunu unutmamışlardır. Makalemiz kısa vedar olmakla beraber, tarihimizde karanlık kalan bir seferi oldukça aydınlatmağa yardımı oldu sanırız.

Miralay Saffet Bey

DİPNOTLAR [AÇIKLAMALAR]

[1] Bu makale (Felemenk-i Şark-ı Hindiye) yerliler umuru müşaviri Dr. Snouch Hurgronje’nin “Açeliler” unvanlı kitabından alınmıştır. Bu kitabı (Malaga Boğazı müsta’miresi) sabık müsteşar muavini (E. S. O’Sullivan) İngilizceye tercüme etmiş, (Malaya hükumeti mütefekkihası) mektepler müfettişi (R. J. Wilkinsin) de bir fihrist yapmıştır. Kitap (1906’da) (Leyden’de) basılmış ve şu makale de onun 208-209’uncu sahifelerinden alınmıştır.

Şimdi hariciye-i istişare odası müdürü (Erşed) Beyefendi hazretleri (Batavya) şehbenderliğinde bulunduğu zaman o kitabın parçasını ve başka birçok malumatı hediye buyurmuşlardı. Kendilerine ayrıca teşekkürler ederim.

[2] Kile gibi bir Açe ölçüsü

[3] Bu namenin bir diğeri daha vardır. O da Koca Nişancı-zade merhum bunu yazmağa başlamış, hastalanmış, bir-iki ay sonra merhum olmuş ve gerisini başkası bitirmiştir.

[4] Onaltıncı Sebastian (1557-1578) ki, bu adam amca-yeğen olarak iki emirin taht kavgaları sırasında birinde yardım için Fas’a girmiş ve ahalinin İstanbul’dan yardım dilemeleri üzerine Cezayir Beğlerbeğisi Ramazan Paşa Fas’a yürümüş (985’te) [1577] ve Vad’is-seyl’de olan bir harpte Sebastian vurulmuştu. Bu harpte otuz bin kişi telef olmuş; biri eceliyle olmak üzere üç padişah ölmüştür.

DİPNOTLAR

[1] Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, Cüz:10, 1 Teşrinievvel 1327, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1329, İstanbul, s. 604-614

www.tufs.ac.jp%2Fcommon%2Ffs%2Fasw%2Ftur%2Fhtu%2Fdata%2FHTU2338-02%2Findex.djvu

[2] Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, Cüz:11, 1 Kânunuevvel 1327, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1329, İstanbul, s. 678-683

www.tufs.ac.jp%2Fcommon%2Ffs%2Fasw%2Ftur%2Fhtu%2Fdata%2FHTU2338-02%2Findex.djvu

Continue Reading

Türk Tarihi

Malazgi̇rt Meydan Muharebesi̇ (26 Ağustos 1071-26 Ağustos 2024) 953. Yıldönümü

Published

on

Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını kolaylaştıran “Malazgirt Meydan Muharebesi”nin 953. yıldönümü Türk Milletine ve Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun.

Sultan Alparslan başta olmak üzere, Türk milleti, vatanı ve devletinin istiklal ve istikbali uğruna canını feda eden devlet, siyaset ve bilim adamları ile aziz şehitlerimizi minnet ve rahmetle anarım.

Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici birer unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.

 GİRİŞ

Alparslan, Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey’in kardeşinin oğludur. 20 Ocak 1029’da doğmuştur. Babası Davud Çağrı Bey’dir. Alparslan’ın göbek adı Mehmet, lakabı Adududdevle, künyesi Ebu Şuca’dır.

Alparslan, babasının sağlığında mertliği, cesareti ve kumandanlıktaki mahareti ile tanınmıştı. Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı Horasan tahtında bulunan babası Çağrı Bey’in son zamanlarında idare tamamen onun eline geçmiş bulunuyordu. Babası 1059’da vefat edince Horasan tahtına çıktı ve amcası Tuğrul Bey’in evlat bırakmadan ölmesi üzerine Büyük Selçuklu tahtına oturdu. 27 Nisan 1064’te Abbasi Halifesi Kaaim Biemrullah tarafından kendisine “Sultan” ünvanı verildi. Aynı yıl, ordusu ile Bizans sınırlarına yürüdü. Gürcistan’ı kendisine tabi kıldıktan sonra Ani ve Kars’ı aldı. Sonra Merv şehrine döndü.

Ertesi yıl beylerini Anadolu’ya akına gönderdi. Bunlar, Doğu Anadolu’da Dicle ve Fırat nehirleri arasında birçok başarılar kazandı. 1067’de Anadolu sınır kumandanı Bizans ordusunu yendiği gibi Kayseri’yi alıp akınlarını Orta Anadolu’ya kadar ilerletti.

Alparslan, 1068’de bazı şehzadelerle beyleri tekrar Anadolu’ya gönderdi. Şehzadeler arasında bulunan Eryasgun oğlu Kurdcu, Sultan’ın hem amcazadesi ve hem de eniştesi idi. Bu sırada Bizans tahtına oturmuş olan Romanos Diogenes, Türk akınlarını durdurmak için bizzat sefere çıkmış bulunuyordu. 1069’da Türk akıncılarının toplu yeri olan Ahlat’ı almaya karar vererek bir kısım kuvvetleriyle o tarafa doğru yürüdü. Palu’ya vardığı zaman güneyden saldıran Türk kuvvetlerinin Malatya’da bırakmış olduğu asıl ordusunu perişan ettiklerini ve Konya şehrine girdiklerini haber aldı. Bunun üzerine hemen geri döndü. Türkleri durdurmaya Manuel Komnen’i görevlendirmişti. Manuel, Kurdcu taratından mağlup ve esir edildi.

Kurdcu, bir müddet sonra eniştesi Sultan Alparslan’a isyan edip Manuel’i ve esir aldığı diğer Bizans generallerini serbest bırakarak kendisini şiddetle takip eden Afşin’in elinden kurtulmak için Bizans’a sığındı. Afşin, ilerlemeye devam ederek Ege kıyılarıan kadar geldi. Kurdcu’yu yakalayamadı ve geri döndü.

Alparslan, 1070’te Mısır’ı zapetmeye karar vererek aynı yıl ortalarında ordusu ile Azaerbaycan’a geldi. Van Gölü’nün kuzeyinden dolaşıp Malazgirt’e ulaştı ve bu müstahkem yeri kolaylıkla aldı. Sonra güneye dönüp Diyarbakır’a yürüdü. Buraya hâkim olan Nasr ve Saad kardeşler, hemen itaatlerini arz ettiler. Sultan, güneye doğru ilerlemeye devam ederek Urfa’yı sarıp elli gün sıkıştırdı. Hükümdarı Mahmut, karşı durmadan itaatini bildirdi ve Sultan’a tabi oldu.

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ

Bizans Oyunu

1071 yılı başlarında Bizans İmparatoru’nun elçisi gelerek barış isteğinde bulundu ve bütün şartları kabul ederek dostluk teminatı verip geri döndü. Ancak bu sadece bir oyalama idi. İmparator, onu kandırmak ve arkadan vurmak niyetinde idi. Nitekim Sultan Alparslan, Mısır üzerine varmak için Halep’ten hareketinden bir gün sonra, Romanos Diogenes’in ordusu ile doğuya doğru ilerlediğini haber aldı. Bunun üzerine ordusunun bir kısmını Suriye’yi almak üzere bırakıp kendisi süratle geri döndü.

Bizans İmparatoru önce Sivas’a varmış, sonra Erzurum’a doğru ilerlemeye başlamıştı. Erzurum’da sonra da Malazgirt üzerine varıp burasını geri aldı ve Ahlat üzerine yürüdü.

Alparslan 27 Nisan 1071’de Fırat’ı aştı. Musul-Urfa-Siverek-Diyarbakır yönünde ilerledi. Casusları vasıtasıyla Türk ordusunun harekâtını takip eden Romanos Diogenes, Alparslan’ın bu yönü tutmasından kaçmakta olduğunu sanarak sevindi, korkusu dağıldı, gururu arttı.

Sultan Alparslan’ın planı, Silvan-Garzan-Bitlis-Ahlat yolu ile Malazgirt’e varmaktı. Sanduk Bey kumandasında 10.000 kişilik bir öncü kuvvetini Ahlat üzerine yolladı. Sanduk Bey, yolda Bizans ordusunun bazı birliklerine rastlayıp bunları dağıttı. İmparator bunu haber alaınca, kumandanlarından cesaret ve kahramanlığı, ayrıca pek sağlam zırhı ile meşhur Basilak’ı onun üzerine gönderdi. Geçen çarpışmalar sonunda Bizans kuvvetleri yenildi ve Basilak esir düşerek Alparslan’a gönderildi. Sultan, ona iyi davrandı. Ordusunu gösterdi ve İmparator ordusu hakkında bilgi aldı. Sonra süratle ilerleyip Ahlat üzerinden 23 Ağustos 1071 günü Malazgirt önlerine vardı.

Bu geliş, İmparatoru şaşkına çevirmişti. Çünkü kendisi, Sultan’ın ordusu ile karşılaşmadan İran’ı alıp Horasan’a varmayı ummaktaydı.

Alparslan’ın yanında 54.000 kişilik bir ordu vardı. Bunun 4.000’ini hassa askerleri, 40.000’ini toprak dirliğine sahip süvariler ve 10.000’ini gönüllüler teşkil ediyordu.

Bizans ordusunun asker sayısı 200.000’e ulaşıyordu. Bunun çoğunluğu, çok iyi savaşan meşhur Bizans lejyonları, yani piyade askeriydi. Ayrıca süvari, istihkâm ve ulaştırma birlikleri vardı. Askerlerinin hemen hepsi zırhlı idi. Türk askerleri ise zırhlı değillerdi.

25 Ağustos günü Türk ordusu, Malazgirt Ovası’nın doğusundaki tepeleri tutmuş bulunuyordu. İki ordunun ordugâhları, Rahva ovasının doğu ve batı uçlarında bulunduğu için birbirlerini gözetleyebiliyorlardı.

Alparslan, düşmanın nispetsiz sayı üstünlüğü karşısında tereddüde kapıldı. Çünkü yenilgi ona her şeyi kaybettirebilir, hatta genç ve kudretli Selçuklu Devleti’ni ortadan kaldırabilirdi. Bu yüzden harpsiz bir anlaşma zemini aramak için Halifenin arabulucusu Elganaim ile kendi kumandanlarından Savtekin’i elçi olarak İmparatora gönderdi.

Elçiler, Romanos Diogenes’e şu haberleri getirmişlerdi:

-Sultan Alparslan, harbe hazırdır. Ancak bu topraklar iki tarafı da besleyecek kudrette olduğundan ara yerde boş yere insan kanını dökülmemesini arzu etmektedir. Aynı isteği gösterdiği takdirde İmparatorla yeni bir barış antlaşması yapmaya hazırdır.

Diogenes’in Gururu

Elçilik heyetini debdebeli bir törenle kabul eden Romanos Diogenes, büyük bir gurur içinde şu cevabı verdi:

-Ben buraya muazzam ve yenilmez bir ordu ile gelmiş bulunuyorum. Bir savaş olursa, Sultanınızın mağlup olacağı muhakkaktır. Onu; süratle, kolaylıkla ve kesinlikle yeneceğim. Bundan kimsenin şüphesi olmasın ve olamaz. Amma, kendisi eğer mutlaka barış istiyorsa şartlarımı münakaşasız kabul etmelidir. Buna, ancak böylelikle nail olabilir. Barış görüşmelerine, ancak Rey şehrinde başlayabilirim. Kendisi buradan çekilmeli ve bu şehri bana teslim etmelidir. Bundan başka, garantiler de isterim. Bunun için oğullarını ve seçeceğim kumandanlarını rehin olarak verecektir. Barışın ilk ve değişmez şartı ise Türklerin Anadolu’dan tamamen çekilmeleri ve giderken de silahlarını bana vermeleridir.

Bunlar, kabulü imkânsız şartlardı. Elçiler, bunu bildikleri için şu karşılığı verdiler:
-Sultan Alparslan’ın bu söylediklerinizi duymak bile istemeyeceğini bildiğimiz için bize verdiği yetkiye dayanarak bu şartları reddediyoruz. Eğer hakikaten barışı arzu ediyorsanız daha makul isteklerde bulununuz.

Bizans İmparatoru:

-Bu şartlar, ilk ve son tekliflerimizdir. Bunlardan fedakârlıkta bulunacağımızı ummayın. Ya bunları yahut savaşı kabul etmek zorundasınız! diye haykırdı.
Elçiler kibarca ve soğukkanlılıkla cevap verdiler:

-Bu şartları kabul etmiyoruz.

-Öyle ise silahlar konuşacaktır.

Elçiler, geri dönerek durumu Sultan Alparslan’a anlattılar.

Alparslan Allah’a Sığınıyor

İşte o zaman Türk ordusunda bulunan Hanefi imamlardan Abdülmelik oğlu Mehmet Buhari ayağa kalkıp Sultan’a hitaben şu sözleri söyledi:

-Sen Cenab-ı Hakk’ın öbür dinlere üstün ve muzaffer kılacağını vadettiği bir din uğruna savaşıyorsun. Bunun için onun bu zaferi sana vereceğini umarım. Şu halde Cuma günü bütün İslam ülkelerinde hatipler minberde iken düşmana saldır. Çünkü onlar o sırada İslam askerinin zaferi için Ulu Tanrı’ya yakarmakta bulunacaklardır.

Alparslan, bunun üzerine Allah’a sığınarak ve Türk askerinin mertlik ve cesaretine güvenerek harp kararını verdi. Esasen ordugâhını kurar kurmaz araziyi incelemiş, harp planını hazırlamıştı.

1071 yılının Ağustos ayının 26’ncı Cuma günü idi. Sultan Alparslan gazi yiğitler ile Cuma namazını kıldı. Dua etti ve ağladı. Gazi yiğitler de “Amin” deyip ağlaştılar ve birbirleriyle helalleşip ölüm eri oldular.

O zaman Alparslan’ın süslü elbiselerini çıkarıp beyaz bir örtüye bürünmüş ve serdengeçtilik alameti olarak atının kuyruğunu bağlamış olduğunu gördüler.

Askerilerine kısaca hitap etti:

-İşte Rum hükümdarı yer götürmez ordusu ile gelmiş, bizimle savaşmak istemektedir. Onlarla daha önce de savaştık. Ama nasıl savaştığımızı bilirsiniz. Biz; töremize, yasamıza ve dinimize uyduk. Kadınlara, yaşlılara ve bütün silahsız halka el kaldırmadık. Asla haddi aşmadık. Mertçe ve yiğitçe döğüştük. Savaşta bile hile yoluna tenezzül etmedik. Onlar ise daima ele geçirdikleri Türk ve İslam halkını kadın, çocuk, ihtiyar demeden öldürdüler.

Ben, bu savaşa taraftar değildim. Çünkü düşman bize sayı olarak dört misli üstündür. Gazileri boş yere kızdırmak istemedim. Ancak Rum hükümdarı kabul edilmeyecek kadar ağır şartlar ileri sürdü. Allah’ın ulu adını yüceltmek, onun imdadının her şeyden üstün olduğunu, zaferi ancak onun verebileceğini ispat etmek ve milletimizin Rum milletinden üstün olduğunu ve her zaman da üstün olacağını âleme duyurmak için döğüşeceğiz. Bu yolda ölenler şehittir, ne mutlu onlara. Kalanlar gazidir, ne mutlu onlara. İşte ben de Ulu Tanrı’dan şehitlik dileyerek kefenimi elimle giydim. Benim gibi ölmeye hazır olanlar peşimden gelsin. İstemeyenler dönüp gitsin. Ölümün kalımdan fazla olacağı bu savaşa kimseyi zorlamıyorum. Bugün Sultan ve kumandan yoktur. Ben de sizler gibi sadece bir erim. İşte yayımı kırıyorum ve oklarımı atıyorum. Düşmanla göğüs göğüse döğüşmek için yalnız kılıç, kalkan ve topuzumu alıyorum. Şehit olursam, beni düştüğüm yere gömünüz. Benden sonra oğlum Melikşah’a tabi olunuz.

Alparslan sustu. Orduda hiçbir hareket yoktu. Hiç kimse ayrılıp gitmeyi aklına getirmiyordu. Alparslan son derece memnun kaldı. Aynı zamanda askerlerinin de kendisi gibi beyazlara büründüğünü gördü. Hatipler minbere çıktığı anda Türk ordusu tekbir sesleriyle hücuma geçti.

MALAZGİRT MARŞI

Aylardan Ağustos, günlerden Cuma

Gün doğmadan evvel iklîm-i Rum’a

Bozkurtlar ordusu geçti hücuma

Yeni bir şevk ile gürledi gökler

Ya Allah… Bismillah… Allahuekber!..

Önde yalın kılıç Türkmen Başbuğu

Ardında Oğuz’un ellibin tuğu

Andırır Altay’dan kopan bir çığı

Budur, Peygamberin övdüğü Türkler…

Ya Allah… Bismillah… Allahuekber!..

Türk, Ulu Tanrı’nın soylu gözdesi

Malazgirt Bizans’ın Türk’e secdesi

Bu ses insanlığa Hakk’ın müjdesi

Bu seste birleşir bütün yürekler…

Ya Allah… Bismillah… Allahuekber!..

Nağramızdır bu gün gök gürültüsü,

Kanımızdır bugün yerin örtüsü

Gazi atlarımın nal parıltısı

Kılıçlarımızdır çakan şimşekler…

Ya Allah… Bismillah… Allahuekber!..

Yiğitler kan döker, bayrak solmaya,

Anadolu başlar, vatan olmaya…

Kızılelma’ya hey… Kızılelma’ya!!!

En güzel marşını vurmadan mehter

Ya Allah… Bismillah… Allahuekber

Niyazi Yıldırım GENÇOSMANOĞLU

Savaş Başlıyor

Meşhur meydan savaşı başladı. Sultan Alparslan ordusunu merkez, sağ kanat ve sol kanat olmak üzere üçe ayırmıştı. Merkeze kendisi kumanda edecekti. İhtiyat kuvveti ayırmamıştı. Bunun yerine her bölümün sonunda savaşa en son girecek bir kısım vardı. Merkez kuvvetleri üç bölümün en zayıfı idi. Görevi, düşmanı üzerine çekmekti. Asıl yoğun kuvvetler sağ ve sol kanatlarda toplanmış ve bunların büyük kısmı tepelerin arkasında gizlenip pusuya yatmıştı.

Plan, merkezden vurmak ve kanatlardan kuşatmaktı.

Bizans ordusu da merkez, sağ ve sol kanatlar düzenindeydi. Ayrıca önemli bir ihtiyat kuvveti ayrılmıştı. Merkez, Romanos Diogenes emrinde bulunuyordu ve Türk ordusunun tersine, asıl yoğun kuvvetler burada toplanmıştı. Sol kanatta Rumeli yaya askeri ve bu kanat ucunda Bizanslıların Uz dediği Hristiyan Oğuz Türkleri, sağ kanatta ise Anadolu askeriyle yine bu kanat ucunda Oğuzlarla akraba bulunan ve Gök Tanrı inancını muhafaza eden Peçenek Türkleri yer almış bulunuyorlardı. Tamamen süvari olan Uzlar ve Peçenekler, Bizans ordusunda ücretli asker olarak vazife görmekteydiler.

Türk hücumu, çok süratli olarak gelişti. Alparslan, süvarileriyle düşman merkez kuvvetlerine saldırmış, onların ok ateşiyle karşılanmıştı. Düşen düştü, kalan düşmana yetişip kılıç ve topuzla girişti.

Türk bahadırları aslanlar gibi döğüşüyor, önlerine çıkan düşman askerlerini tepeleyerek Bizans ordusunun saflarını parçalıyor, birliklerini birbirine katıyordu. Aynı anda Türk ordusunun sağ ve sol kanatları, pusu yerinden iki tarafa açılarak hücuma geçtiler.

Bizans ordusunda ücretli asker olarak hizmet eden Uzlar, düşman diye kendi dillerini konuşan Türklerle karşılaşınca şaşırıp kalmışlardı. Hâlbuki İmparator onları, “Araplarla döğüşeceksiniz.” diye yola çıkarmıştı. Yaralı bir Türk erinin başına toplanıp durumu ondan anlayınca başbuğları 15.000 süvari ile Türklere katılmaya karar verdi.

Türk ordusunun her bölümü muntazam birliklere ayrılmış ve düşman ordusuna her noktadan saldırmıştı. Her birlik, tanınmış bir kumandanın emrinde idi. Sultanın kardeşi Yakuti Bey ve Süleyman Şah kendi yanında bulunuyorlardı. Kutalmış oğulları başta olmak üzere, Savtekin, Sanduk, Afşin, Ahmet Şah, Altuntaş, Emir Atsız, Aksungur, Emir Danişment, Emir Mengücek, Aytekin, Emir Porsuk, Gevherayin birliklerin kumandasını üzerlerine almışlardı.

Bizans ordusunun sağ kanadına Kapadokyalı Alyates, sol kanadına Nikefor Briyennos kumanda etmekte idiler. Geride bekleyen ihtiyat kuvvetlerinin kumandanı da Andronik Dukas’tı.

Merkez kuvveti, ilk başarılı çarpışmadan sonra Alparslan’ın planına göre yavaş yavaş çekilmeye ve Bizans ordusunu da birlikte çekmeye başladı. Romanos Diogenes, bunu bir yenilgi başlangıcı sanarak merkez kuvvetlerini ihtiyatlarla da takviye edip olduğu gibi ileri sürdü. Ancak Bizans ordusu, bütün çabasına rağmen pek ağır ilerleyebiliyordu. Asıl üstünlüğü elinde tutan Sultan Alparslan, çekilmeyi istediği hızda devam ettirmekteydi.

Türk ordusunun çekiliş akşama kadar sürdü. Bu sırada Bizans ordusunun sağ ve sol kanat uçlarında bulunan Uzlarla Peçenekler, kitle halinde Türk ordusuna geçtiler. Bu durum, düşman ordusunda büyük bir karışıklık yarattı. Aynı zamanda müthiş bir hücuma geçen Türk sol kanat kuvvetleri, Bizans sağ kanadını param parça edip dağıttı. Böylece düşman ordusunun sağ kanadı açık ve savunmasız kalmıştı. Türk sağ ve sol kanatları da bu arada bütün kuvvetleriyle yüklenmişler ve önlerine çıkan birlikleri silip süpürerek geniş çapta bir kuşatma hareketine girişmişlerdi.

Romanos Diogenes ne de olsa tecrübeli bir askerdi. Bu yüzden ordusunun düşmüş olduğu tehlikeli durumu hemen s

ezdi. İlk iş olarak açıkta kalan sağ tarafını korumak için o tarafa kuvvet kaydırmak istediyse de Türk birliklerinin müdahalesi bunu önledi. Düşman ordusunda büyük bir kargaşalık başlamış, kumanda zinciri yer yer kopmuş ve irtibat bozulmuştu. Türk kanat kuvvetleri ise kuşatmayı büyük bir başarı ile devam ettiriyorlardı. Bizans İmparatoru, çıkan kargaşalığı gidermek için üst üste emirler veriyor, haberler gönderiyordu. Ancak artık bu emirlerin yerine getirilmediğini de fark etmekteydi. Bizans askerlerinin şimdi gönülden itaat edecekleri bir emir kalmış bulunuyordu: Ric’at!.. Yani geri çekiliş!.. İmparator, bir taraftan da pek fazla uzaklaşmış olduğu ordugâhının her an Türk akıncılarının baskınına uğrayacağını düşünerek ürpermekteydi. İhtiyatların çoğunu ileri sürdüğü için Bizans ordugâhı Türklerin eline geçebilir ve böylece yanlarından sonra arkası da sarılmış olurdu.

Bunun üzerine askerlerinin dört gözle beklediği emri verdi: Ric’at!.. Böylece kalan ihtiyatlarla daha geride kuvvetli bir savunma hattı kurmayı ve Türkleri püskürtüp tekrar hücuma geçmeyi tasarlıyordu.

Genel Hücum Emri

Bu aslında iyi bir plandı, daha doğrusu duruma göre yapılabilecek tek hareketti. Ancak Alparslan’ın beklediği bu idi. Hemen genel hücum emri verdi.

Böylece tepelerin ardında gizlenerek henüz savaşa girmemiş bütün kuvvetlerle beraber, kendi kumandasında bulunan merkez kuvvetleri de yakın mesafeden düşmana saldırdılar. Bizans ordusu, bu sert hücum karşısında kısa zamanda savaş düzenini tamamen kaybetti. Biraz sonra genel bozgun başladı. Ancak kaçanlar da, henüz karşı koyanlar da yıldırım gibi yetişen Türk süvarilerinin kılıçlarına hedef oluyorlardı. Bir kısmı ise kitle halinde teslim olmaya başlamıştı. Bu sırada kuşatma da tamamlanmış, sağ ve sol Türk kanatları Bizans ordugâhında buluşarak burasını zapt ve yağma etmişlerdi.

Düşman ordusu tam bir kıskaç içine alınmış bulunuyordu. Türk yiğitleri zafer neşesiyle büsbütün çoşarak her taraftan hücum ediyor, imha meydan savaşı, artık son safhasına yaklaşıyordu.

Romanos Diogenes, durumu gördüğü ve hiçbir ümit kalmadığını anladığı halde yanındaki hassa askeriyle ve şiddetli direnmekte devam ediyordu. Bu durumu, her ne olursa olsun, sonuna kadar sürdürmeye karar vermişti. Ortalık karardığı zaman her tarafı sarılmış ve bir çember içine alınmış bulunmaktaydı. Nihayet Emir Gevherayin emrindeki birliklerle ona karşı son hücuma geçerek kuvvetlerini dağıttı. Kölelerinden birisi yaralı İmparatoru yakalayarak çadırına götürdü ve zincire vurdu. Bizanslı esirlerden onun İmparator olduğunu öğrenmiş bulunuyordu.

Böylece Malazgirt Meydan Muharebesi sona ermiş, 54.000 Türk yiğidi, 200.000 kişilik düşman ordusunu mağlup ve imha etmişti. Güneş batarken harp meydanında yalnız ölüler ve yaralılar kalmıştı. Kalan düşman kuvvetleri esir alınmış, bütün silahlar, her türlü harp araçları, ordu ağırlıkları ve hazine Türklerin eline geçmişti.

Zafer, muhteşem ve noksansızdı.

Bizans İmparatorunu esir eden köle, durumu efendisi Emir Gevherayin’e haber vermişti. Romanos Diogenes, o geceyi kapatıldığı çadırda zincire vurulmuş olarak geçirdi. Artık o meşhur gururundan eser kalmamış, tamamen çöküp yıkılmıştı. Üstelik uğrayacağı akibeti ve kendisini bekleyen yeni felaketleri düşünüyordu. Türklerle savaşmaya kalkışmakla ne büyük bir hataya düştüğünü şimdi anlamaktaydı. Sultan Alparslan’ın sunduğu barışı reddetmiş, savaşla daha fazlasını elde edebileceğini sanmıştı. O muhteşem ordusuna güvenmişti. O muhteşem ordu, Türk gücü karşısında gözünün önünde eriyip yok olmuş, kendisi ise daha o sabah Bizans, yani Doğu Roma İmparatoru iken şimdi boynu, elleri ve ayakları zincirler içinde sefil bir savaş esiri haline gelmişti. Kendisini bekleyen en tabi sonucun ağır işkencelerle öldürülmek olduğunu tahmin ediyordu. Eğer böyle bir duruma uğramazsa kendisi için zincire vurulmuş olarak memleket memleket gezdirilip vahşi bir hayvan gibi demir kafeslerle teşhir edilmekten daha hafif bir akıbet düşünemiyordu. Böylece kâbuslar içinde sabahı etti. Sabahleyin köle onu Emir Gevherayin’e götürdü. O da yaralı ve zincirli İmparatoru, zafer tebriklerini kabul etmekte olan Sultan Alparslan’ın huzuruna iletti.

Bizans İmparatoru Esir Değil, Misafir

Alparslan, yanına getirilen bu perişan yaratığın muhteşem Doğu Roma İmparatoru olduğuna önce inanmak istemedi ancak daha önce yanına elçilikle gidenler, kendisini tanıdılar. Ayrıca esir Bizanslı kumandan Basilak onu görünce hemen ayaklarına kapanıp “Ey benim muhteşem efendim. Sizi bu halde gördüğüm için Allah’ın en bahtsız kulu şüphesiz ki benim! diye ağlamaya başlayınca hiç şüphesi kalmadı.

Alparslan, bunun üzerine hemen İmparatorun zincirlerini çözdürdü. Sonra hafif olan yarasını sardırdı. Kendisine karşı saygılı davrandı. Bir esir değil, misafir bir hükümdar muamelesinde bulundu. Uğradığı felaketten dolayı teselli etti.

Bu konuda yalnız İslam kaynakları değil, Bizans, Ermeni ve Süryani kaynakları da aynı durumu naklederler. Alparslan, onun ordusu bozulduğu halde sonuna kadar mertçe savaşmasını takdir etmiş ve hakkında bir kahramana layık muamelede bulunulmasını istemişti.

Sonra konuştular. Türk ordusunda esir olarak bulunan Fransız papazı Piyer Bilin, memleketine dönüşünde anlattığına göre, bu konuşma şöyle geçmiştir:

Sultan Alparslan sordu:

-Sen beni yenmeye, Türkleri Anadolu’dan sürmeye, sonra yurdumu istilaya geldin. Savaştan önce sana sunduğum barışı kabule yanaşmadın. Çok mağrurdun ve orduna çok güveniyordun. Lakin bahtın yar olmadı. Allah’ın inayeti ve gazi yiğitlerin gayreti ile zafer bize yüz gösterdi. O muhteşem ordun bir hiç oldu ve sen elime düştün. Lakin bunun aksi olsaydı, yani ben yenilip senin eline esir düşseydim bana ne yapardın?

Romanos Diogenes tereddütsüz cevap verdi:

-Seni her sabah törenle kırbaçlatırdım.

-Bu cevaptan mert bir kimse olduğunu anladım. Peki, ya şimdi benim sana ne yapacağımı sanıyorsun?

İmparator biraz düşündü ve bu soruyu şöyle cevaplandırdı:

-İlk akla gelen beni işkencelerle öldürtmendir. Böyle yapmadığın takdirde her halde bir demir kafes içinde memleket memleket, şehir şehir dolaştırır, teşhir edersin.
Alparslan güldü:

-Hayır, bilemedin. Sana bunların hiçbirini yapmayacağım ve hiçbir kötülükte de bulunmayacağım.
Romanos Diogenes, duyduklarına inanamıyordu. Bunun için saklayamadığı bir hayretle sordu:

-Peki, ama neden?

-Çünkü ben Türküm ve bütün Türkler gibi benim de kendisini savunma yeteneği olmayana ve esirlere elim kalkmaz. Üstelik savaş meydanında sen bana layık bir rakiptin. Gerçi yenildin, lakin şerefinle yenildin. Esirim değil, misafirimsin. Bunun için de istediğin zaman kalkıp gitmekte serbestsin. Buna karşı senden istediğim, savaştan önce teklif ettiğim barıştır.

Bizans İmparatoru, bu görülmemiş ve duyulmamış büyüklük karşısında derin bir heyecana kapıldı. Ne yapacağını bilemedi. Elinde olmayarak onun ayaklarına kapanmak ve minnet duygularını bu suretle ifade etmek istediyse de, Alparslan buna engel oldu. Sonra barış görüşmeleri başladı ve kısa zamanda sonuçlandı.

Bu barışın esasları şunlardı:

  1. İmparator, Sultana savaş tazminatı ve fidye olarak bir buçuk milyon altın ödeyecektir.
  2. Bizans İmparatorları, İslam Halifelerine yılda üç yüz altmış bin altın vergi verecektir.
  3. Anadolu’da Türklerin elinde bulunan yerler onlarda kalacağı gibi evvelce Türklerin elinde bulunmuş iken Bizans tarafından zapt edilmiş olan yerler de geri verilecektir. Böylece iki devlet arasındaki sınır, aşağı yukarı belli oluyor ve bunu Kızılırmak teşkil ediyordu.
  4. Bütün Türk ve İslam esirleri serbest bırakılacaktır.
  5. İmparator, kızlarından birisini Sultanın oğullarından birisine nikâhla verecektir.
  6. Arada 50 yıl süreli bir barış bulunacaktır.

Barıştan sonra İmparator, esir kumandanlarıyla birlikte serbest bırakıldı. Ancak Bizans’a dönmeden önce hal edildiğini, yerine oğlu Mihael Parapinakis’in geçirildiğini ve Bizans’ın onun yaptığı antlaşmayı reddettiğini haber aldı. İmparatorluğu tekrar ele geçirmek için mücadeleye giriştiyse de bunu kaybetti.

Vaktiyle çok iyilik etmiş olduğu Andronik Dukas, onu yakalayıp oğlunun adamlarına teslim etti. Talihsiz İmparator Kotiyeon’a (Kütahya) götürüldü. Gözleri oyularak bir manastıra kapatıldı ve orada öldü.

Malazgirt Meydan Muharebesi ile Bizans’ın mukavemeti kırıldı. Türklerin Anadolu’da yerleşmesi ve genişlemesi gerçekleşti. Sultan Alparslan, beylerine Anadolu’nun fethini emretti. Fetihler sonucunda, Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu’da ilk Türk beylikleri kuruldu. Bu beylikler şunlardır:

Saltukoğulları Beyliği (1072-1202)

Ebul Kasım Saltuk tarafından Erzurum merkez olmak üzere Kars ve Bayburt bölgesinde kuruldu. Süleyman Şah tarafından varlıklarına son verildi.

Mengücekoğulları Beyliği (1080-1228)

Mengücek Gazi tarafından merkez Erzincan olmak üzere Kemah ve Divriği bölgesinde kuruldu. I. Alaeddin Keykubat’ın Erzincan’ı almasıyla ortadan kalktı.

Danişmentoğulları Beyliği (1080-1178)

Ahmet Gazi tarafından Sivas merkez olmak üzere Çorum, Tokat, Amasya ve Malatya’yı içine alan bölgede kuruldu. Haçlılar ile başarıyla mücadele ettiler. II. Kılıçarslan Malatya’ya girerek varlıklarına son verdi.

Çubukoğulları Beyliği (1085-1112)

Çubuk Bey ve oğlu Mehmet Bey tarafından Fırat Nehri batısında Çemişgezek merkez olmak üzere Palu, Genç, Eğin ve Arapgir civarında kuruldu. 1112’de Artuklu hâkimiyetine girdi.

Artukoğulları Beyliği (1080-1178)

Artuk Bey ve oğulları tarafından Güneydoğu Anadolu’da kuruldu. Artuk Bey’in ölümüyle Diyarbakır (Hasankeyf), Mardin ve Harput olmak üzere üç koldan yönetildiler. Haçlılara karşı başarıyla mücadele ettiler.

Diyarbakır kolunun kurucusu Sökmen Bey’dir. Eyyubiler tarafından yıkıldı.
Mardin kolunun kurucusu İlgazi Bey’dir. Karakoyunlular tarafından yıkıldı.
Harput kolunun kurucusu Melik Ebubekir’dir. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubat tarafından yıkıldı.

KAYNAKLAR:
Mithat SERTOĞLU, Alparslan’dan Atatürk’e Kadar Türk Zaferleri Ansiklopedisi, Yeni İstanbul Gazetesi Yayınları, Tarihsiz, İstanbul, s. 3-10

Erol KÜKÇÜOĞLU, “Başlangıcından Malazgirt Savaşına Kadar Selçuklu-Bizans Münasebetleri”, Türkler, Cilt: 4, s. 694-704

http://www.altayli.net/baslangicindan-malazgirt-savasina-kadar-selcuklu-bizans-munasebetleri.html/1-6
Claude CAHEN, “İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı”, Türkler, Cilt: 6, s. 203-213
http://www.altayli.net/islam-kaynaklarina-gore-malazgirt-savasi.html/1-4

https://drkemalkocak.wordpress.com/2017/08/27/malazgirt-meydan-muharebesi/

Faruk SÜMER-Ali Sevim, İslam Kaynaklarına Göre Malazgirt Savaşı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1971

Carole HILLENBRAND, Malazgirt Muharebesi, Çeviri: Mehmet MORALI, Alfa Basım Yayım Dağıtım Sa. Ve Tic. Ltd. Şti., İstanbul 2015

Continue Reading

En Çok Okunanlar