ÖRNEK İNSAN, ASKER, KUMANDAN, SİYASET ve DEVLET ADAMI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
Bu vasıfları doğrulayan bir örnek olay ekte sunulmuştur. Türk İstiklal Harbi’ni yöneten Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, Reisini sorgulaması; görev ve yetki verilen devlet adamlarının/kamu görevlilerinin, sorumluluklarının gereğini yerine getirmeleri, görev, yetki ve sorumluluk veren kişi, toplum, millet, kurum, kuruluş ve devletin; görev ve yetkiyi kullanarak sorumlulukların yerine getirilip getirilmediğinin hesabının verilmesini istemek/sorgulamak hak ve görevinin millete ve milletin temsilcilerine ait olduğunun yaşanmış bir örneği…
Mustafa Kemal devam ediyor:
- “Kumandanlara: Bursa’yı terk ediniz, dedim ve bu emri ben verdim. Askeri harekâtta mevzubahis olması lazım gelen şey, eldeki kuvvetlerin neticeye kadar herhangi bir mevkii muhafaza etmesi değildir.”
Mustafa Kemal Paşa, ordunun; üstün düşman kuvvetlerine karşı seyyal bir vaziyette bulundurulmasının askeri zorunlukları ve Bursa’nın terkinin en doğru hareket olduğu hakkında uzun uzun nefes tüketiyor.
Ama bu askeri deha, askerlik gereklerini bilmeyen bu sivil Meclise bir türlü meram anlatamıyor. Niçin anlamıyorlar! Kof bir kahramanlık ve şecaat gösterisi uğruna eldeki “bir lokma” kuvveti feda mı etmeliydi? Bu, askerlik gereklerine uymazdı. Eldeki bu kuvveti, düşmanın üstün kuvvetleri karşısında oradan oraya kaydırarak elde bulundurmak lazımdı. Onu, düşmanın üstün kuvvetlerine lokma yaptığı gün dava kaybedilirdi. Bu dava istiklal ve hürriyet davasıydı. Bunun sorumluluğunu üstlenmişti. Ne diye hala bir Bursa için direnip duruyorlardı? Önünde sonunda yalnız Bursa’yı değil, bütün vatanı kurtaracak o değil miydi?
- Sorumlu kimdir?
Mustafa Kemal cevap veriyor:
- Ben!
Bursa’nın düşmesi bütün Meclisi ayaklandırmıştı, teessür son haddini bulmuştur. Meclise gelen haberlere göre, Yunanlılara karşı mukavemet gösterilmeden şehir boşaltılmış. Bursa nasıl terk edilir! Hem de şehri savunmadan! Bursa ecdat yadigârı; Bursa evliyalar şehri; Bursa kutsal şehir. Türk ulularının türbelerine düşman ayağı nasıl basar.
Bütün Meclis kabarmış, coşmuştur. Sorumluları kahretmek için galeyan halindedir. Birçok milletvekili bir de gensoru vermiştir. Bu gensoruda sorumluların derhal divanıharbe verilmesi istenilmektedir.
Tarih, 1920 Ağustos’unun 14’ü…
Hamdullah Suphi (TANRIÖVER) kürsüdedir. Türkiye’nin en iyi konuşan adamı. Kelimeleri bir büyü gibi sıralayıp kütleleri coşturan adam. Yüreğinin acısını dilinin gücüne vermiş. Durmadan konuşuyor ve Meclisteki ateşi kızıl alevler saçan korkunç bir yangın haline getiriyor. Diyor ki:
- “… Bursa felaketi dolayısıyla uğramış olduğumuz ziyan o kadar müthiştir ki, Anadolu’da müdafaa denilen şeyin bir göz korkuluğu olduğuna dair umumi bir zehap uyandırmıştır.”
Bu kadar sert çıkışlara ve teşhislere İsmet (İNÖNÜ) Bey dayanamıyor, oturduğu yerden bağırıyor:
- “Zayıf yürekliler öyle konuşur.”
Hamdullah Suphi (TANRIÖVER) Bey devam ediyor:
- “Bu vatanın istikbali mevzubahis olunca kumandanı bir tarafa çekeriz; onun haysiyetine doğru hareket ederiz.”
“… Eğer bunlar mesul çıkarsa, eğer bunlar vazifesini yapmamışsa, eğer bunlar kendilerine emanet ettiğimiz kutsi işe ihanet etmişse onları cezalandırmak bir hak, bir vazifedir.”
Hamdullah Suphi’nin eleştirmeleri saatler sürüyor. Meclis galeyan halindedir, şahlanmıştır.
Bu şahlanmış, kükremiş Meclisin, bu Kuvayı Milliye ruhunun karşısına ufak yapılı bir adam çıktı. Eleştirmelere cevap verecekti. Bu, Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Edirne Milletvekili İsmet (İNÖNÜ) Bey’di.
Kürsüye çıktı. Bursa’nın terk edilişindeki askeri zorunlulukları anlattı. Ne mümkün fırtınanın dinmesi? Bütün şimşekler Bursa Cephesi Kumandanı Bekir Sami Bey’in üzerinde toplanmaktadır. Divanıharbe vermek, kurşuna dizdirmek için. Sadece onu değil, Bursa’nın düşmesine sebep olanların hepsini.
Galeyan, uğultu devam ediyor. Gayz ve intikam duyguları önüne gelen her engeli ezecek kudrette.
Bu anda bir hareket oluyor: Meclisin kürsüye nazaran sol tarafındaki sıralardan bir adam ayağa kalkıyor, söz istiyor. Bu, Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa’dır. Haysiyeti incinmiş, gururu zedelenmiştir. Onun “Kuvayı Milliye”sine korkuluk demişlerdir. Türk’ün gücünden ve imanından şüpheye düşmüşlerdir. Harp harekâtının iyi idare edilmediğini iddia etmişlerdir.
Ağır ağır kürsüye çıktı. Gözleri parıltılı ve şimşeklidir. Askeri harekâtın, savaş gereklerinin zorunluluklarından uzun uzun bahsetti. Sonra sözü Bekir Sami Bey’e getirdi:
- “… Bekir Sami Bey’i niçin itham etmeli? Bu iddiada ısrar gösteren zatın, sebep olarak gösterdiği şeyler nelerdir? İddia sahibi olan lütfen, rica ederim benden sorsun; ben cevap vereyim.”
İddia sahibi olan Hamdullah Suphi Bey cevap veriyor:
- “Bursa’dan alınan bütün malumat, Bursa’dan gelen mebuslar bizi temin etmişti. Düşman civara gelmeden şehirden çıkılmıştır.”
Mustafa Kemal cevap veriyor. Sesi tok ve serttir:
- “Çok aldanıyorsunuz Beyefendi hazretleri.”
Hamdullah Suphi’nin de ses perdesi yüksek ve sinirlidir:
- “Soran sizsiniz, cevap veriyorum. Rica ederim eğer Mebusluk sıfatını tanıyorsanız sert söylemeye hakkınız yoktur.”
Mustafa Kemal’in sesi daha da dikleşir:
- “Müsaade buyurun, cevap veriyorum: Bu zatın söylediği umumiyetle yalandır ve yanlıştır.”
Hamdullah Suphi büsbütün gerginleşiyor:
- “Müsaade buyurun. Yalan değildir, yanlış değildir. Asla efendim.”
Bundan sonra, Meclisi taş gibi donduran bir ifşaatta bulunuyor Mustafa Kemal:
- “Ben söz aldım, söz söylemek hakkı benimdir. Efendiler! Bekir Sami Bey Bursa’yı terk etmemiştir. Ben, kendi imzam altında Bursa işgal edilmeden evvel emir verdim. Askeri harekâtın gerektirdiği hareketin en doğrusu Bursa’yı terk etmekti.”
Bu ifşaat yıldırım etkisi yapıyor. Şimdi gensorunun muhatabı Bekir Sami Bey değil, Mustafa Kemal Paşa’dır. Meclis’te bir şaşkınlık, bir kararsızlık hali vardır. Bu sırada bir ses duyuluyor:
- “O halde siz de mesulsünüz.”
Bu, Canik Milletvekili Nafiz Bey’in tok ve gür sesidir. Bu ses, Meclisin geçirdiği bir anlık şaşkınlıktan sonra kendine gelişin ve azmini belirtişin bir ifadesidir.
Mustafa Kemal devam ediyor:
- “Kumandanlara: Bursa’yı terk ediniz, dedim ve bu emri ben verdim. Askeri harekâtta mevzubahis olması lazım gelen şey, eldeki kuvvetlerin neticeye kadar herhangi bir mevkii muhafaza etmesi değildir.”
Mustafa Kemal Paşa, ordunun; üstün düşman kuvvetlerine karşı seyyal bir vaziyette bulundurulmasının askeri zorunlukları ve Bursa’nın terkinin en doğru hareket olduğu hakkında uzun uzun nefes tüketiyor.
Ama bu askeri deha, askerlik gereklerini bilmeyen bu sivil Meclise bir türlü meram anlatamıyor. Niçin anlamıyorlar! Kof bir kahramanlık ve şecaat gösterisi uğruna eldeki “bir lokma” kuvveti feda mı etmeliydi? Bu, askerlik gereklerine uymazdı. Eldeki bu kuvveti, düşmanın üstün kuvvetleri karşısında oradan oraya kaydırarak elde bulundurmak lazımdı. Onu, düşmanın üstün kuvvetlerine lokma yaptığı gün dava kaybedilirdi. Bu dava istiklal ve hürriyet davasıydı. Bunun sorumluluğunu üstlenmişti. Ne diye hala bir Bursa için direnip duruyorlardı? Önünde sonunda yalnız Bursa’yı değil, bütün vatanı kurtaracak o değil miydi?
Bu sert eleştirmelerin sevdiği bir insandan, Hamdullah Suphi’den gelmesi Mustafa Kemal’i ayrıca üzüyordu. Onu biraz iğnemeliydi. Sözü döndürüp dolaştırıp tekrar oraya getirdi:
Mustafa Kemal – “Hamdullah Suphi Bey’in ısrar ettiği gibi elbette İstanbullular üzerinde çok tesiri olmuştur. Fakat bu tesir birtakım hissi teessürlerdir. Hamdullah Suphi Bey-benim idrakime nazaran-bu meselede iki noktaya temas ediyor: Birisi, harekâtı harbiye şimdiye kadar lüzumu gibi idare edilmemiş veyahut şimdiye kadar bugün olduğu gibi askeri harekât ile alâkadarlık gösterilmemiş ve bugünkü gibi faal bulunulmamış!
“Rica ederim, hangi günden bahsediyoruz? Efendiler! Hamdullah Suphi Bey’den sormak istiyorum, hangi maziden ve hangi günden bahsediyorlar? Biz, bu harekât ile uğraşırken Hamdullah Suphi Beyefendi İstanbul’da oturuyordu. Niçin buraya gelip de bugünkü gibi davranmak istemiyordu?”
Hamdullah Suphi Bey- “İstanbul’da vazifem vardı.”
Mustafa Kemal Paşa – “İstanbul’da vazifesi var, filan yerde vazifesi vardı. Bütün vazifelerin üstünde bizim de vicdani bir vazifemiz vardı: O da, herkesin sudan birtakım vazifeler yaptığı bir sırada hayatımızı, mevcudiyetimizi bu milletin sinesine sokarak onlarla beraber düşman karşısında uğraşmak olmuştur.”
Bu beyanatı Meclis alkışlıyor, Mustafa Kemal devam ediyor:
- “Binaenaleyh iki buçuk aydan beri bu milletin içine gelmiş insanlar hakikatin derinliklerine nüfuz için henüz zaman dahi kazanmamış olan insanlar, mazi ve hâlin harekât, namus ve vicdanına sahip olamazlar; kolaylıkla tenkit salâhiyetine malik olamazlar.”
Karahisarısahip Milletvekili Hulusi Bey, oturduğu yerden lafa karışıyor:
- “Vesaiki görerek malik olabilirler Paşa Hazretleri.”
Mustafa Kemal Paşa- “Zatıâlilerinin göreceği vesaik vardır.”
Hulusi Bey – “Görürüz Paşa Hazretleri. Biz de askeriz.”
Mustafa Kemal Paşa’nın lafının kesilmesi yüzünden Meclis’te gürültüler oluyor.
Mustafa Kemal, bundan sonra Hamdullah Suphi Bey’in silahsızlık hakkındaki eleştirmelerine, Aydın hadiselerine ve Şefik Bey hakkındaki ithamlara dokunduktan sonra diyor ki:
- “…Bunları divanıharbe vermek için elde hiçbir vesika yoktur. Efendiler! Hamdullah Suphi Bey’in: “Niçin düşman gelmeden kaçtı?” sualine cevaben diyorum ki, daha evvel tahliyesi için ben emir verdim.”
Bu, Meclisin divanıharp isteklerine, sorumluları ölüme sürükleme eğilimine karşı bir meydan okumadır. Bu Meclis, demokrasiye beşiklik etmiş İngiltere Parlamentosundan bile daha hür düşünceli, daha dinamik ve enerjiktir. Meclis üyeleri çeşitli partiler etrafında toplanmış değildir. Bu bakımdan herhangi parti disiplini mülâhazası dışındadır ve her üye kendi namına konuşmaktadır. Hele bugünkü gibi yurt savunması bahis konusu olunca Meclis büyüyor, kabarıyor ve heybetleşiyor.
İşte, bu galeyan halindeki Meclisin karşısına çıkıp:
“Ben yaptım.”
Diyebilmek için Mustafa Kemal olmak lâzımdır.
Hamdullah Suphi, oturduğu yerden yine sesleniyor:
- “Bunu evvelce söylemeliydiniz Paşa Hazretleri!”
Mustafa Kemal, geri çekilişin sebeplerinin askeri yönünü tekrar izah ediyor. Meclisi bunun zorunluklarına inandırmak, bu kararın isabetine iştirak ettirmek istiyor. Bu bahis hakkında sözlerini şöyle bitiriyor:
Mustafa Kemal Paşa- “… Bekir Sami Bey’in aleyhinde konuşan zatıâli, bir fırka kumandanının; gayet cesur, gayet tedbirli, gayet kıymetli ve son dakikaya kadar son neferiyle beraber hareket ettiğini söylüyor. Kimi tenkit etmek istiyorsunuz? Harekâtın fiili neticesinden tevkif ve mahkûm edilmek lazım gelen adam işte o adamdır.”
Evet, Mustafa Kemal en hassas tarafımıza dokunuyor. Askeri gerekleri bir yana itip elverişsiz koşullar altında bir kahramanlık gösterisi uğruna bu ülke neler kaybetmedi. Bunun en feci örneğini Enver Paşa’nın yüz bin cana mal olan Sarıkamış faciasında gördük. O kuvvetler elde kalsaydı Milli Mücadele daha uygun şartlar içinde ve daha kısa zamanda sonuçlanırdı.
Tekrar Mustafa Kemal’i dinleyelim:
- “Binaenaleyh efendiler, çok söyleyebilir ve çok daha izah edebilirim. Bütün kardeşlerimden, arkadaşlarımdan eminim ki, sözlerimde esassız, delilsiz, ispatsız hiçbir şey yoktur. Söylersem samimi olarak söylerim ve kaani olursunuz. Bunun için çok rica ederim bu safhayı kökünden kapamak lâzımdır. Bunu başka türlü hal ve fasletmek için bugünkü şerait müsait değildir.”
Meclis, alkıştan çınlıyor. Artık o gerginlik kalmamış, gerili sinirler yumuşamış, çatık kaşlar çözülmüş, gamlı yürekler serinlemiştir.
Ama Mustafa Kemal sözünü bitirmiyor. Tekrar Hamdullah Suphi Bey’in ithamlarına dönüyor. Belli ki çok işlemiş içine bu eleştirmeler.
Diyor ki Mustafa Kemal:
- “Orduyu muntazam sevk ve idare etmek, orduyu mükemmel cihazlandırmak… Hamdullah Suphi Bey diyor ki: “Daha iyi teçhiz ve ilbas edebilirdik.” Hayır, Hamdullah Suphi Bey! Daha iyi teçhiz edemezdik, edemezsiniz ve edemeyeceksin. Bunu söylüyorum efendiler! Fakat askerimizin biraz çıplak ve yırtık elbise ile bulunması hiçbir vakit bizim için leke teşkil etmez.”
Evet… Mustafa Kemal haklı. Ne kalmıştı Osmanlı ordusu artığından? Her şeyimizi kaybetmiştik. Topraklarımız vilayet, vilayet elimizden uçmuş… Nüfusumuz cephelerde yüz bin yüz bin erimiş… “Vatansız ve hanmansız” kalmıştık. Bütün bu yokluklar içinde yeniden bir diriliş çabası içindeydik. Yoktan var olma çabası.
Bu şartlar altında didinen bir kurmay heyetinin bu derece ağır yermeler ve eleştirmeler karşısında kalması Mustafa Kemal’i yüreğinden yaralamıştır. Çoşkunluğu, dikilişleri, kabarması ve taşması da bu yüzdendir.
Bu, Mustafa Kemal’in Mecliste yaptığı en uzun konuşmalardan biridir. Alabildiğine konuşmuş, yüreğinin acılarını dökmüştür. En sonunda sözünü şöyle bitirmiştir:
- “Mukaddes vazifenin neticeleri namına rica ederim, bu meseleyi kapayınız ve herkese müsterihane vazifesiyle uğraşmaya meydan bırakınız.”
Zaten “kifayet-i müzakere” önergesi de verilmiştir. Oya konulmuş ve kabul de edilmiştir. Kabul edilmiştir ama bu defa da Hamdullah Suphi Bey konuşmak için direnmektedir. İthamlara cevap vermek için söz alıyor, kürsüye geliyor ve diyor ki:
- “Paşa Hazretleri ki, lisanlarına hepimizden fazla dikkat etmeleri lazım gelir. Çünkü başımızda bir mevkii haizdirler. Kürsüden iyi niyetle söylediğim bu sözlere “yalan” demişlerdir. Kendilerine soruyorum: Bu kelimeyi muhafaza ediyorlar mı? Yoksa arzuları dışında ağızlarından çıkmış bir kelime midir?”
Mustafa Kemal Paşa – “Mevzu bahsettikleri sebepler kendi duyduklarına dayanmaktadır. Duydukları şey yalandır.”
Hamdullah Suphi Bey- “Teşekkür ederim.”
Hamdullah Suphi Bey’in isteği bir “tarziye talebi”, Mustafa Kemal’in cevabı bir “kaçamaklı tarziye”dir. Ve fırtına böylece dinmiştir.
İşte Mustafa Kemal bu konuşmanın içindedir. Dinamizmi, talâkatı, mantığı, enerjisi, şefliği, kudreti ve kuvvetiyle.
Bir noktaya daha dokunalım: Bu sert tartışmalar Mustafa Kemal-Hamdullah Suphi dostluğuna gölge düşürmemiştir. Bilindiği gibi Hamdullah Suphi daima Mustafa Kemal’in sofrasında ve yakın dostları arasındaydı. Bu da O’nun “kin” gibi beşeri zaaflara esir olmadığının birçok örneklerinden biriydi. [1, 2]
DİPNOTLAR:
[1] Sadi BORAK, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, Kitapçılık Ticaret Limited Şirketi Yayınları, Akşam Kitap Kulübü Serisi No:26, (Tarihsiz) İstanbul, s. 67-73
[2] T. B. M. M. Zabıt Ceridesi, 14.8.1336 (1920), Devre:1, Cilt:3, İçtima Senesi: 1, s. 217-231