Tarih-i siyasî ve hukuk-ı amme önünde
(Vak’a-i Hayriye) sarayın galebesi olmakla beraber Fransız (İnkılâb-ı kebiri)nin prensiplerine karşı memleketin intibahına mani olamadı. Memleketin haricî ve dâhilî vaziyeti pek mühlik [öldürücü] idi. O rütbe ki İkinci Sultan Mahmut, payitahtına doğru yürüyen Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’nın askerlerinden kurtulmak için Hünkâr İskelesi Muahedesi ile aziz Türkiye’mizi ve onun müstahsillerini Rusya’nın himayesine sokuyordu. Milliyetçi ve vatancı rical devletin idaresini memleketin hakiki sahipleriyle alâkadar bir hâle getirmek lüzumunu her gün biraz daha fazla takdir etmeye başladılar. Giderek kanunlar neşredilmeye, halkı yakıp kavuran müsellem usulleri ilga olunmaya başlandı. Esasen iki asrı mütecaviz bir zamandır halk isyanları da eksik değildi. Fırsat buldukça vilâyetlerde ahali ayaklanıyor, zulümden, kandan, yağmadan şikâyet ediyordu. Birbiri arkasına eyalet paşalarının halk tarafından katl olunduğu görülüyordu. İstanbul’da malları bazen saray-Sultan İbrahim için- bazen de Yeniçeriler tarafından yağmaya uğrayan, ırzlarına tecavüz edilenler bayrağı çekerek binlerce kişi oldukları hâlde saraya hücum ediyorlardı. |
(Vak’a-i Hayriye) Osmanlı İmparatorluğu’na yeni bir devir açtı. Beş asrı mütecaviz bir zaman devam eden eski (İdare-i mutlaka) artık tutunamıyor, her gün parça parça yıkılıyor, devriliyordu. Fakat yeni teessüs etmekte olan idare de sarayın tahakkümüne müstenit bir (İdare-i mutlaka) idi. Şu kadar ki bizim (İdare-i mutlaka) ile Garp (İdare-i mutlaka)sını karıştırmamalıdır. Avrupa’daki, zadegân, avam gibi sınıflar devlet idaresine hukukî farklarla iştirak ediyorlardı.
Hususî hayatta bile bu iki sınıfın arasında tarihe ve kanuna müstenit derin farklar vardı. Bizde hukuk ve kanun nazarında tarihin bütün safhalarında Müslüm vatandaşlar en ufağından en büyüğüne kadar müsavi kaldı. Devletin mukadderatını idare bütün Müslüm vatandaşlara-bila tefrik- tanınmış bir hak idi. Osmanlı askerlerinin sarıklarını Viyana surları önünde dalgalandırmak şehamet ve liyakatını gösteren ( Kara Mustafa Paşa) Merzifon’un Marnaca köyünden bir köylünün oğlu idi. Devlet mansıplarını bir sınıfa, bir aileye hasretmemek gibi o zamanlar Garpçe meçhul bir nev’i demokrasi esasıyla idare olunan imparatorluğumuz geçmiş günlerdeki azimet ve şevketinin böylelikle birinci ve belki en mühim sebebini izah eder. İmparatorluğumuz, bu usul ile kendisini idare edebilecek liyakat ve dirayet sahiplerinin ellerine tevdi olunuyordu. Sonra da devletin hudutları genişledi, çeşitli ırklardan mürekkep büyük bir imparatorluk vücut buldu. Bu çeşitli ırklar, muhtelif mefkûre takip ediyorlardı.
Sarayın (İdare-i mutlaka)sına müstenit bir devlette, varlığını dinden ve Türk tarihinden alan bu payansız demokrasinin mutlak bir surette kabulü tehlikeli idi. Çünkü herkes devletin idaresine iştirak edebilmek hakkına malik idi. Filhakika yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğu’nun mukadderatı devletin müessisi olan ırkın elinden çıktı. Zaman oldu ki devletin başında çalışanlar içinde, padişahtan başka Türk kalmadı. Bereket versin ki İslâmiyet Müslüm olmayanların devlet işlerinin başına geçmesine mani oluyordu. Aksi halde Türkiye’miz çoktan zeval bulur sönerdi. Zira gayr-i Müslüm tebaa her gün devleti vurmak için fırsat bekliyordu. Osmanlı İmparatorluğu demokrasi kurbanı olur giderdi. İlâve etmek isteriz ki bu biçim demokrasiden müstahsiller hiçbir fayda ve himaye görmedi. Her gün mutazarrır oldu, her gün yağmaya uğradı, her gün kanadı, kanadı… Çünkü demokrasi halk ve müstahsil meşrutiyeti usulüne değil hatta alelâde meşrutiyet usulüne bile müstenit değildi. Memleketin ve onun içinde yaşayanların hâkimi, sahibi saray idi. O halk içinden işine geleni, iş başına getirirdi. Giderek sarayın yabancı gözdelerin, hadım ağaların eline geçmesi, bu biçim demokrasiyi halk ve memleket için büsbütün tehlikeli bir hâle koydu.
Demokrasi namına Osmanlı İmparatorluğu’nun ve imparatorluk halkının mukadderatına gözdeler ve hadım ağaları da karışıyordu. Baldırı çıplaklardan çok kimseler padişahla çalışıyordu! Böyle bir idarede halkın ve müstahsilin elim vaziyeti bir kere düşünülsün. Zavallı Türkiyeli müstahsiller… (Vak’a-i Hayriye) sarayın galebesi olmakla beraber Fransız (İnkılâb-ı kebiri)nin prensiplerine karşı memleketin intibahına mani olamadı. Memleketin haricî ve dâhilî vaziyeti pek mühlik [öldürücü] idi. O rütbe ki İkinci Sultan Mahmut, payitahtına doğru yürüyen Mısır Hidivi Mehmet Ali Paşa’nın askerlerinden kurtulmak için Hünkâr İskelesi Muahedesi ile aziz Türkiye’mizi ve onun müstahsillerini Rusya’nın himayesine sokuyordu.
Milliyetçi ve vatancı rical devletin idaresini memleketin hakiki sahipleriyle alâkadar bir hâle getirmek lüzumunu her gün biraz daha fazla takdir etmeye başladılar. Giderek kanunlar neşredilmeye, halkı yakıp kavuran müsellem usulleri ilga olunmaya başlandı. Esasen iki asrı mütecaviz bir zamandır halk isyanları da eksik değildi. Fırsat buldukça vilâyetlerde ahali ayaklanıyor, zulümden, kandan, yağmadan şikâyet ediyordu. Birbiri arkasına eyalet paşalarının halk tarafından katl olunduğu görülüyordu. İstanbul’da malları bazen saray-Sultan İbrahim için- bazen de Yeniçeriler tarafından yağmaya uğrayan, ırzlarına tecavüz edilenler bayrağı çekerek binlerce kişi oldukları hâlde saraya hücum ediyorlardı.
Bu asırlar süren bir ihtilâl idi. Halk ve müstahsiller haklarını istiyorlardı. Birçok defalar halk padişahın veya sadrazamın arkasında yürüyerek Yeniçerileri tedip etti. Bazen de Yeniçerilerle birleşerek saraya yürüdü. (Vak’a-i Hayriye) bile sivil halkın yardımıyla kazanıldı. Fakat gerek İstanbul dâhilinde ve gerek taşralarda bu halk hareketini halkın hakiki menfaatlerini korumaya, onun menfaatlerini koruyacak bir idare tesisine hadim kılacak halkçılar yetişmiyordu. Onun hak için vuku bulan her isyanı bazen saray aleyhine yürüyen ve fakat asla halkçı olmayan bir sınıf tarafından mal ediliyordu. Bu hareketler sarayın veya o sınıfın menfaatlerinin teminine açık bir içtimaî şirket hâlinde vasıta kılınıyordu. Türkiyeli halkın ve bilhassa Türk müstahsillerin kan, can ve sayı pahasına yeni kurmakta olduğu idare, şüphe etmiyoruz ki yine müstahsillerin menfaati ve mutlak hâkimiyeti esasına müstenit olacaktır. Aksi, tarih önünde: sayın, hakkın ve zayıfların hayr-i halkı ve hamisi huzurunda siyah ve kanlı bir günah olur. Halk hakkını üç asırdan beri kan dökerek istiyor. Ve hakkını alamadıkça ihtilâlde devam ediyor. Bu ihtilâllerdir ki halkın bu zaafıdır ki Türkiye’mizi de zayıf düşürüyor. Her gün bir parçasını daha sürüklüyor. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun hususî tabirince (Halkın bizzat ve bilfiil) memleketini idaresi esas kabul olunduğu, Türkiyeli Türk müstahsilin maddî ve manevî menfaatleri idarede amil olduğu gün bu mütemadi sarsıntılar sükûn bulacaktır. [1]
İzmir Mebusu
Mahmut Esad [BOZKURT] [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinisani 1921, No: 351, s. 1, sütun: 1-2
[2] Cihan YAMAKOĞLU, M. Esat Bozkurt, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 831, Türk Büyükleri Dizisi: 59, Ankara 1987