Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

KASTAMONU İSTİKLAL MAHKEMESİNDE

Published

on

GİRİŞ

Millî Mücadele, Türk’ün fert ve millet olarak gösterdiği büyük fedakârlıklarıyla tarihe mal olmuş bir dönemin adıdır. Bu dönem, birçok tarihi vaka, tartışma ve konuyu içermektedir. Bu dönem, ferdi bulunduğu ortam içinde bir seçim yapmaya/taraf belirlemeye mecbur kılmıştır. Birinci tercih/seçenek, Düveli Muazzama/Emperyalizm/Osmanlı Saltanatı/İstanbul Hükumeti emrinde/tarafında hâkimiyetini ve istiklâlini devam ettirecek bir konum belirlemekti. İkinci tercih/seçenek ise Kuvay-ı Millîye/Türk Milliyetçileri yanında “Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyerek asi olmak veya ölmeyi göze almaktı.

Enver Behnan ŞAPOLYO[1], genç yaşında bu iki seçenek arasında tercihini Kuvay-ı Millîye’den yana kullanmıştır. Kuvay-ı Millîyecilere katılarak Istıranca bölgesinde Yunan kuvvetlerine karşı askeri vazife üstlenmiştir. Bir müddet sonra İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katılmak ister. Mim Mim (Millî Mücadele) Grubu’nun yardımıyla İnebolu’ya geçer. İnebolu-Kastamonu hattında, cepheye cephane ve erzak taşıyan Kağnı Kolları’nda komutanlık vazifesiyle “Türk İstiklâl Mücadelesi”nde hizmet eder. Bu zaman aralığında yaşadıklarını eserlerinde işleyerek bir dönemin siyasî ve askerî yapılarının durumunu, bir fert olarak kendi düşünce ve ruh halini, Anadolu’daki fertlerin düşünce ve ruh hallerini örneklerle açıklar. Tanık olduğu olaylar, yerler ve kişiler hakkında verdiği (sosyo-ekonomik, kültürel) bilgiler, bizlere ve araştırmacılara Millî Mücadele’nin ferdi ve sosyal yönlerini farklı bir bakış açısıyla inceleme-değerlendirme imkânı vermektedir.

Aşağıda, “Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967” künyeli eserin 50-56’ncı sayfaları arasında, Kastamonu İstiklal Mahkemesinde yapılan yargılamaya dinleyici olarak katılan Enver Behnan ŞAPOLYO’nun gözlem, düşünce ve değerlendirmelerinden bölüm; kendi dilinden okumak, anlamak, incelemek ve değerlendirmek zevkini tatmanıza katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.

—***—

KASTAMONU İSTİKLAL MAHKEMESİNDE

[29 Nisan 1336 (1920) tarihli Hıyaneti Vataniye Kanunu]na göre Kastamonu’da da bir İstiklal Mahkemesi kurulmuştu. İlk defa Kastamonu İstiklal Mahkemesine Menteşe Mebusu Doktor Tevfik Rüştü, Kozan Mebusu Fikret, Saruhan Mebusu Refik Şevket betler seçilmişti. İkinci defa olarak gelen mahkeme heyeti Saruhan Mebusu Mustafa Necati, Trabzon Mebusu Nebizade Hamdi, Çankırı Mebusu Neşet beylerden müteşekkildi. Bu mahkemenin salahiyeti Kastamonu, Bolu, Sinop, Zonguldak ve Çankırı’ya kadar uzanıyordu. Ayrıca Ankara’da, Konya’da, Adana ve Kayseri’de de İstiklâl Mahkemeleri kurulmuştu. İstiklâl Mahkemeleri vatan hainlerini, asker kaçaklarını, isyan edenleri mahkeme ediyordu. Bu mahkemelerin azaları hep mebuslardan seçilmekte idi. Bu mahkemeler ne Nizami mahkemeler ne de Divanı Harplerdi. Bu mahkemeler vatan hainlerini süratle, şiddetle cezalandırmak üzere kurulmuştu. İstiklâl Mahkemeleri kararı, vatanın selâmeti esasına dayanıyordu. Karar azaların vicdanına bırakılmıştı. Mahkemenin cezaları esas olarak üç noktada toplanmakta idi.  Yüz sopa, idam, affa uğramaktı. Hapis cezası görenler pek azdı. Kararların temyizi yoktu. Avukat da tutamazlardı. İstiklâl Mahkemelerinin kararlarında yalnız memleketin yüksek menfaati göz önünde tutuluyordu. Vatan hainleri, hiç merhamet edilmeden cezalandırılıyordu.

Bir gün [Kastamonu] İstiklâl Mahkemesini dinlemeye gittim. Mahkeme bir bahçe içinde taş bir binada idi. Bir salondan içeri girdim. Ön tarafta iskemleler, arka tarafta ise yemekhane sıraları dizili idi. Bir köşeye oturdum. Karşıdaki duvarda bir levha üzerinde şunlar yazılı idi:

Mücadelesinde yalnız Allah’tan korkar!

Bu yazının altında ise bir Türk bayrağı asılı idi. Mahkemenin kapısında da (Türkiye Büyük Millet Meclisi İstiklâl Mahkemesi) levhası bulunmakta idi. Bu bayrağın önünde mahkeme heyeti için bir kürsü vardı. Biraz öteye de kâtip için bir masa konmuştu. Maznunlar için de bir yemekhane sırası duruyordu. Heyecan içinde bu İstiklâl Mahkemesinin açılmasını bekliyordum. Biraz sonra salonda bir kımıldama oldu. Dinleyiciler ayağa kalktı. Başında siyah bir astragan kalpak, siyah avcı ceketli, uzun boyunlu, iri vücutlu yağız birisi ilerledi. Bu mahkemenin reisi Mustafa Necati beydi. İki kalpaklı aza da reisi takip ettiler. Birisi Çankırı Mebusu Neşet, diğeri de Trabzon Mebusu Nebizade Hamdi beydi.

Mahkeme kâtibi de gelip yerine oturdu. Reisi derhal tanıdım. O da beni tanıdı. Yunanlılar İzmir’e girince birçok genç, Balıkesir’e kaçmışlardı. Bunlar arasında Mustafa Necati ve Vasıf Çınar da bulunmakta idi. Bu iki genç İzmir’de öğretmenlik etmekte idiler. Her ikisi de Türk Ocağı azası olduklarından birer heyecanlı vatanseverlerdi. İşgali müteakip bu gençler Balıkesir’e kaçıp, burada İzmir’e Doğru adlı bir gazete çıkarmışlardı. Bir aralık Mustafa Necati ile Vasıf Çınar İstanbul’a gelerek Türk Ocağı’na uğramışlardı. İşte o zaman Necati beyle tanıştım.

Biraz sonra kapıda beklemekte olan polis komiserlerinden Çankırılı Tahir beye:

  • Maznunlar gelsin!

Dedi. Hapislerin ayaklarındaki prangalar çözüldü. Biraz sonra üç kişi içeri girdi. Bunlardan biri Kayserili bir Ermeni, ikincisi Zonguldaklı bir Rum, üçüncüsü de İnebolulu bir ihtiyar Türk’tü. Üçü de ayakta, fakat Ermeni ile Rum tirtir titriyordu. Sakallı ihtiyar ise tunç bir heykel gibi gözlerini reise dikmiş bekliyordu. İstiklâl Mahkemesi reislerinin gayet kısa sualleri vardı. Hemen her maznuna şu sualler soruluyordu:

  • Adın ne?
  • ………
  • Babanın adı ne?
  • ………
  • Nerelisin?
  • ………
  • Hangi muharebelere iştirak ettin?
  • ………
  • Evli misin, kaç çocuğun var?
  • ………
  • Bak senin için ne diyorlar?

Dedikten sonra, derhal kâtip tarafından maznun hakkında rapor ve fezleke kısa cümlelerle okunuyordu. Maznun zabıtları dinledikten sonra, reis yaptığı hıyanetin sebeplerini soruyordu. Duruşmaya Kayserili Ermeni’den başlandı.

Ermeni’nin suçu şu idi: Birinci Cihan Harbinde asker kaçağı imiş, bu sırada birçok cinayetler işlediğinden idama mahkûm edilmiş, fakat ele geçirilememiş. Mütarekeden sonra memlekette serbest dolaşmaya başlamış. Millî Mücadele başlar başlamaz dağa çıkmış. Yol kesicilik yapmış. Nihayet Kastamonu ormanlarına dalmış. Burada aç kalmış. Ormanın yakınında bulunan bir yaylada bir çoban hayvanlarını otlatıyormuş. Bu Ermeni eline geçirdiği bir balta ile çobanı parça parça etmiş. Maktulün cesedini ortadan kaldırmak için de ateşte yakmış. Sürüden bir koyun keserek onu da bu ateşte pişirmiş. Çobanın dağarcığında bulunan bazlamalarıyla yoğurdunu da yiyerek karnını iyice doyurmuş. Boğaz tokluğuna bu cinayeti işlemiş. Bu asker kaçağı, zaman zaman eline geçirdiği silâhlarla türlü cinayetler işlemiş… Reis:

  • Bu yaptıklarına ne dersin? Çobanı niçin öldürdün?

Diye sorduğu zaman, iki bacağının titrediği hâlâ gözümün önündedir. Kendisini müdafaa için ancak şunu söyledi:

  • Cahillik ettim efendim.

Diye suçunu itiraf ederek affını diledi. Bu asker kaçağı caniye başka bir şey sorulmadı. İkinci sanığa geçildi. Bu da orta yaşlı Zonguldak’ta fırıncılık eden bir Rum’du. Suçu şu idi: Bu memlekette doğup büyüdüğü, bu vatanın içinde para kazanıp zengin olduğu halde, kendisini, Türk, Rum, Ortodoks addetmeyip Yunanlı olduğunu hissederek daima sevgisini bu dış memlekete bağlamış, Türkçe konuşmuyor. Çocuklarına Yunanca öğretiyor, Yunan gazeteleri okumak suretiyle bu memleketin maşeri vicdanından daima ayrı yaşıyor, buna gayret ediyordu. Bunlara delil olmak üzere Yunanlılar İzmir’e çıkıp Türk halkını öldürerek İç Anadolu’ya ilerlediği zaman, iki oğlunu Yunan ordusuna gönüllü göndermiş, Yunanlılar bu yerli Rumlardan (Yangıncı Alayları) teşkil etmişlerdi. İki oğlu, bu yangıncı alayına dâhil olmuştu. Bununla da kalmayıp Yunan hükumetine her ay bir miktar para vermeyi taahhüt etmişti. Bir aralık bu parayı göndermeyince, Yunan hükumeti bir mektupla bu Rum’dan istemiş, bu mektup da bizim gizli polis teşkilâtının eline geçmiş. Bu Rum’un evinde araştırma yapmışlar. Evinin bir odasındaki duvara Ayasofya’nın resmi, camiin minareleri yıkılmış, bir çan kulesi yapılmış, diğer duvarda ise Yunan zırhlısı Averof’un resmi asılı imiş. Bu resmin üzerinde (Rum milletini Türk zulmünden kurtaran Averof) yazılı imiş. O, Rum milleti ki, İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’in şu fermanına lâyık olmuştu: “Ben ki emiri azam Sultan Murat’ın oğlu padişahı muazzam ve emiri azam Sultan Mehmet’im. Halikı arz u asuman namına, büyük peygamberimiz namına, biz Müslümanların mutekit olduğumuz sebulmesani namına, Allah’ın yüz yirmi dört bin peygamberi namına, büyük babamın ve babamın ruhuna, oğullarımın, kuşandığım kılıç aşkına yemin ederim ki, İstanbul Rumları ve Galata ahalisi kilise ve dualarını muhafaza edeceklerdir. Yeniçeri sınıfına evlatlarını almayacağım, dinimizi kabul etmeleri için asla cebir gösterilmeyecektir. Kendilerini bir köle gibi idare etmeyeceğim. İşlerini görmek için içlerinden birini seçeceklerdir. Hiçbir angaryaya tabi olmayacaklardır. Bu kanun ve adetler bugünden itibaren ve müebbeden baki kalacaktır. Ben onları kendi şahsım gibi himaye ve müdafaa edeceğim. İşbu berat hilkati âlemin 6961’inci hicretin 857’nci senesi Cemaziyelevveli evahirinde yazılmıştır.

Tarihte yeni bir çağ açan, bu kadar büyük bir fetih ve zaferin başında Fâtih’in Hristiyanlara verdiği bu ferman gibi, hangi medeni bir ülkenin tarihinde böyle şanlı bir vesika vardır. Hâl böyle iken, asırlar boyu bu muazzam lütfa mazhar olmuş Rum milleti, Fâtih’in torunlarına hıyanet ediyor, bu asil milleti mahvetmek istiyordu. Bu âlemlerin yaratıcısı çok adildir, pek yakında onun adaletinin tecelli edeceğine bu yaralı millet inanıyordu.

Bu yerli Rum’un evinden birçok mektuplar çıktığından, hain ve casus olduğu anlaşılmıştı: Tanzimat’tan beri şımartılan azınlıklar, Türkleri arkadan vurmak istiyorlardı. Hâlbuki o günler çoktan geçmiş, Türkler dostunu ve düşmanını tanımıştı. Bizi herkes mukadderatıyla baş başa bırakmıştı.

Bu mahkemeyi dinleyenler, heyecanından yerinde duramıyor, bu vatan hainlerine verilecek kararı sabırsızlıkla bekliyordu. Reis:

  • Bunlara ne dersin?
  • O resimler benim değil, oğullarım Yunan ordusuna haberim olmadan kaçtılar. İhtiyarım, beni affedin!

Diye bir avukat gibi kendini müdafaa ediyordu. Bunlardan sonra bir Türk’ün mahkemesine geçildi. Bu ihtiyar İnebolu’nun Çatal nahiyesinden bir köylü idi. Bu ihtiyar pek sakindi. Reis sordu:

– Baba, sen cepheden kaçan asker oğlunu evinde saklamış, bir asker kaçağına yataklık etmişsin!

Deyince, köylü gözlerini reise dikti. Fesuphanallah, der gibi başını salladıktan sonra, elini koynuna sokarak, birkaç kafa kâğıdı çıkardı, sonra reise:

  • Reis bey! Şu kafa kâğıtlarının içini okursan, bana dediğinden utanırsın!

Reis:

  • Neden?
  • Bu nüfus kâğıtları, Balkan ve Umumi Harpte şehit düşen oğullarıma aittir. İki tane arslanımı bu millet uğrunda şehit veren baba, üçüncü oğlunu bu ölüm dirim harbinde bir kahpe saklar gibi gizlemez reis bey!..

Diye gözlerini açtığı zaman salon inledi. Bu kahramanlık sahnesi pek heyecanlı idi. Memleketin hakiki sahibi konuşuyordu. Ben heyecanımdan titredim, hâkimler dondu. Bu, Anadolu’nun bekçisi ihtiyar, bin bir yamalı mavi mintanını birdenbire yırttı. Çıplak ve kıllı göğsü göründü, ne olacak diye hep bakıyorduk:

  • Yakın gel de şu kalbura dönmüş göğsüme bak. Burada ne çok kurşun yarası göreceksin. Ben bu yaraları çeşitli düşmanlardan aldım. Bağrım yaralıdır. Ben nasıl olur da son oğlumu asker kaçağı olarak saklarım. Ben bunu yapamam. Bu gavurlar gibi hain değilim, hem beni bunlarla niye yanyana oturttunuz!..

Diye şikâyette bulunduğu bir sırada, bir polis komiseri içeri girerek reise bir kâğıt uzattı. Bu kâğıdı okuyan Necati Bey ağlamaya başladı. Sonra:

  • Baba, küçük oğlun da İnönü’nde şehit düşmüş. Affedersin, ilmühaberi şimdi bana geldi.

İhtiyar:

  • Millet sağ olsun. Siz arslanlarım sağ olun!..

Dediği zaman, ateşin bir milliyetçi olan Necati Bey kendini kaybederek:

  • Baba bizi affet. Bir yanlışlık olmuş. Türk hain olamaz!

Diye ağlıyordu.

  • Baba serbestsin, köyüne gidebilirsin!
  • Sağ olun!

Diyerek, mahkemeden çıkıp gitti. Bu kahramanlık sahnesi hepimizi ağlatmıştı.

Diğer iki mahkûmu alıp gittiler. Eğer sanıklara karar bildirilmezse idam olunurlardı. Yarın sabah Rum’la Ermeni idam olunacaktı. Bunların kararını idam sehpasının önünde okumak adetti.

İstiklâl Mahkemesinin bu oturumu bize korkudan ziyade, bu memlekete hıyanet edenlere karşı mücadele etmek kuvvetini kamçılamıştı. Vatan hainlerine merhamet edilmemek lâzımdı. Biz onları öldürmez isek, onlar bizi daha feci şekilde öldüreceklerdi. Davamız çok büyüktü. Ölüm ve dirim savaşına girmiştik. Batıdan düşman kanlar dökerek, ocaklar söndürerek geliyordu. Vatanın dört tarafı ateşten bir çemberdi. Her taraf yanıyordu. Ayrıca bir de içimizdeki düşmanlarla uğraşmak… Ne güç ve acı idi. [2]

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Enver_Behnan_%C5%9Eapolyo

[2] Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967, s. 50-56

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Özel Günler ve Anlamları

Bursa’nın İşgali

Published

on

(8 Temmuz 1920)

Giriş

İtilaf Devletleri Sevr Antlaşmasını imzalattırmak ve Anadolu’da çığ gibi büyüyen Türk direnişine son vermek amacıyla Yunan birliklerinin Batı Anadolu’da harekete geçmelerini istediler. Venizelos’un Batı Anadolu ve bütün Balıkesir Livası ile Bursa’nın kendilerine ait olduğunu iddia ederek yapmış olduğu propagandalar böylelikle meyvesini verdi. Yunanlılar 22 Haziran 1920 tarihinden itibaren 6 tümenlik bir kuvvetle farklı güzergâhlardan Anadolu içlerine girmeye başladılar.

Birkaç koldan Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Yunan kuvvetleri 30 Haziran 1920’de Balıkesir’i işgal etti. Ardından 2 Temmuz’da Bursa’ya bağlı Mustafa Kemal Paşa ve Karacabey işgal edildi. İlerleyen Yunan ordusu toplam 20.000 civarındaki kuvvetiyle Bursa üzerine saldırıya geçti. Yunan kuvvetlerine İngiliz birlikleri tarafından da destek verilmekteydi. 6 Temmuzda İngilizler tarafından Mudanya işgal edildi. Yunan ve İngiliz kuvvetlerinin ilerleyişi karşısında halk panikleyerek İnegöl yönünde göç etti. Mustafa Kemal, Vali Hacim Muhittin Bey’e gönderdiği 6 Temmuz 1920 tarihli telgrafta İngilizlerin ilerleyişi sürdürmesi durumunda şehrin boşaltılması ve birliklerin şehri terk etmesinin gerekebileceğinden hazırlıklı olmalarını istedi. Mustafa Kemal, sayı ve teçhizat açısından daha üstün olan Yunan kuvvetleri karşısında sonuç alınamayacağını öngördüğünden 56. Tümenin zarar görmesini istemeyerek 7 Temmuz çarşamba günü Bursa’dan birliklerin çekilmesini istedi. [1]

Bursa Vilayet-i Celilesine

Ankara, zata mahsustur.

Henüz mahiyeti malum olmayan Mudanya ve Gemlik ihraçları [çıkarmaları]  Bursa’nın kıtaat-ı askerimiz [askeri kıtalarımız]  tarafından tahliyesini icap ettirebilir. Asker tarafından badettahliye [tahliyeden sonra]  düşmanın Bursa’yı işgal etmesi için de bir müddet geçmesi muhtemel olsa bile, her halde zat-ı devletlerinin kıtaat-ı askeriye [askeri kıtalar] ile Bursa’dan ifikakleri [ayrılmaları] zaruridir. Bu halde Bursa’da anarşi hâsıl olmaması için şimdiden bir idare-i mahalliyenin [mahalli idarenin]  esasını sükûnetle tesis etmek ve emr-i idareyi sükûnetle devir [devretmek]  ve tevdi eylemek [bırakmak] lazımdır. Ondan maada [başka] para vesaire gibi kıymettar vesaitin [kıymetli belgelerin] Bursa’da bırakılmaması hususunda nazar-ı dikkat-i alilerini celp ederim.

6 Temmuz 1336 [1920]  

Büyük Millet Meclisi Reisi

Mustafa Kemal

20. Kolordu Kumandanı Bekir Sami Beyefendi’ye

(7 Temmuz 1920)

Ankara

 7.7.36 [1920]

20. Kolordu Kumandanı Bekir Sami Beyefendi’ye

1. Gerek Karacabey gerek Kirmastı istikametlerindeki düşmanla müdafaa ve Gemlik’e çıkarılan düşman kuvvetlerine karşı hareket suretiniz hakkındaki tasavvurlara ve kararlara vâkıfım. Bursa’nın düşman kuvvetlerine açık bırakılması zarureti anının pek büyük dikkat ve ehemmiyetle takdiri lüzumludur. Bursa şehri Kuvayi Milliye ve askeri kıtalar ve müesseseler vs. kâmilen mer şehriden tahliye olunmalıdır. Düşman karşısında bulunan küçük ve büyük kuvvetlerimizin çekilmesi, bir askeri lüzum ve harbi zaruret üzerine vuku bulmalıdır. Gemlik’ten ve Bursa üzerine gelen yollar pek büyük ehemmiyetle nazarı dikkatte tutulmalıdır. İnegöl-Yenişehir-İznik hattı ancak bir baskıdan sonra müsamaha edilebilir. İşbu görüşlerle Erkânıharbiyei Umumiye Riyaseti’ne, Bati Cephesi Kumandanlığı’na tebliğ ettim. Birkaç gün sonra bütün Edhem Bey kuvvetleri Eskişehir’e ulaşacaktır. Bu kuvvetlerin sizi takviye edebileceğini de hazire olarak sayarım.

2. 20. Kolordu Kumandanı Bekir Sami Beyefendi’ye yazılan işbu şifre sureti, malumat için Erkânıharbiyei Umumiye Riyaseti’ne yazılmıştır.

Büyük Millet Meclisi Reisi

Mustafa Kemal [2]

Bursa’nın İşgali ve Türkiye Büyük Millet Meclisi

İzmir’in işgalinden yaklaşık 14 ay sonra Bursa düştü. 20.000 mevcutlu Yunan kuvveti, 2.500 kişiyi bulmayan Türk kuvvetlerinin boşalttığı Bursa’ya girdi (8 Temmuz 1920).

8 Temmuz 1920’de Bursa’nın Yunanlılarca işgali haberi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bomba etkisi yaratmıştır. Meclisin 10 Temmuz 1920 tarihli toplantısının ilk birleşiminde Trabzon Mebusu Hamdi Bey [NEBİOĞLU]  ve arkadaşları tarafından, Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali dolayısıyla oturumun yirmi dakika tatil edilmesine ve Başkanlık kürsüsünün bir siyah örtü ile örtülmesine dair önerge verilmiştir: [3]

Riyaset-i Celileye

Birinci makarrımız [başkentimiz] olan Bursa’nın sefil Yunanlılar tarafından işgali ve bu işgal neticesiyle orada din ve vatan kardeşlerimizin duçar olduğu [uğradıkları] mezalimin teessüratına [üzüntülerine] iştirak ettiğimizin [katıldığımızın] bir nişanesi [belirtisi] olmak üzere celsenin yirmi dakika tatiliyle Riyaset kürsüsünün puşidei siyah [siyah örtü] ile örtülmesini [kaplanmasını] teklif eyleriz.

10 Temmuz 1336 [1920]

Önergenin kabul edilmesiyle 10 Temmuz 1336 [1920] günü, Meclis Kürsüsü’ne siyah bir örtü serilmiş ve bu örtü İstanbul Mebusu Mazhar Bey’in 6 Eylül 1338 [1922]  tarihli önergesinin kabulü ile kaldırılıncaya kadar orada kalmıştır. [4]  

B. M. Meclisi Riyaseti Celilesine

Meşgul memleketlerimizin kalblerimize doldurduğu hüzün ve teessür ilcası ile bin üç yüz otuz altı senesinde Meclisi Alinin kararı üzerine Kürsüi Riyasetin üzeri siyah bir puşide ile setredilmişti. İhsanı Huda’ya hamdolsun ki, bugün bütün memleketlerimizin büyük bir kısmının reis ve fevkınde semapaye, al sancağımız mütemevviçtir. Ve mütebakilerin istirdadı bir gün ve zaman meselesi halindedir. Binaenaleyh hüzün ve teessür zamanının mahsulü olan bu matemi renk puşidenin ref’iyle yerine yeşil bir sütrenin vaz’ını arz ve teklif eylerim.

6 Eylül 1338

 İstanbul

Ahmed Mazhar

10 Temmuz 1920 günü Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey, Meclis Başkanlığına bir önerge vermiştir. Kabul edilen önergesinde “Bu kerre Bursa’ya duhul eden [giren]  ve maalesef Osmanlı bayrağını hamil [taşıyan] halife ordusu ismindeki eş’irrâ [azılılar, edepsizler, haşarılar] güruhiyle [takımıyla] refik [arkadaş, yoldaş] bulunan Yunanlıların oradaki meabidi mukaddese [kutsal mabedleri] ve asarı nefisemizi [sanat eserlerimizi] tahrip ve tahkir ve Müslüman Türk kızlarının ırzlarını hetk [ırzlarına geçtikleri] ve telvis eyledikleri [kirlettikleri] işitilmiştir. Cihanda misli görülmemiş derecede ağır olan bu mezalim ve fecayiin [musibetlerin, belaların, öfkelerin] bugünkü ruznameye ithali ile memleketin her tarafında neşir ve tamim edilerek milli heyecan ve intikam hislerinin uyandırılması hususunun Heyeti İcraiyeye [Hükûmete] müstacelen [acele] tebliğini teklif” etmiştir. [5]  

Yunanlıların Bursa’da yapmış oldukları mezalim hakkında yaptığı konuşmada: “…Yunanlılar Borsaya giriyorlar, eşrafı Ulucami Caddesine diziyorlar. Siz Bursa’yı bizden zaptettiğiniz zaman bizden şu kadar kız aldınızdı, onları bize vereceksiniz diyorlar. O kadar kız alıyorlar ve bunları palikaryaların kollarına vererek eşrafın önünden geçiriyorilar. Sonra efendim bizim en nefis, en mukaddes mabedimizi, bütün cihanın hayran olduğu ve bir hücresinin Ayasofya’yı yaptıracağını söyledikleri o mabedi nefisemizi telvis ediyorlar. Bombalarla tahrip ediyorlar. Hiçbir şeyi affetmiyorlar. Efendiler Nilüfer Sultan’ın kabrimi, vaktiyle sen bu Türk’e vardın diye yedi asır evvelki vakayı affetmiyerek bomba ile atıyorlar. Bu efendiler cephe gerisinde kalacaklar için ibret olmalıdır. Efendiler Bursa dört gün evvel uyanıklık göstermiş olsaydı dört tabur asker teçhiz edebilirdi. Bursa nasılsa gaflet gösterdi. Binaenaleyh her tarafa bağıralım: Sivaslılara, Kastamonululara, Ankaralılara, Konyalılara, işte diyelim efendiler, işte düşman budur. Düşman ne yapıyor, görünüz ve orta göre hazırlanınız.

Garbin cebini zalimi affetmedim seni,

Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi.

Bu bizim şiarımız olsun daima… “ diyerek bu hazin tablo karşısında üzüntülerini dile getirmiştir. [6]  

Yunanlıların Bursa’yı işgal etmeleri üzerine, İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Âkif Ersoy Burdur milletvekili sıfatıyla bulunduğu Ankara’da sonradan İstiklal Marşı’nı kaleme alacağı Taceddin Dergâhı’nda “Bülbül” şiirini yazmıştır. Şiirde, ana düşünce itibariyle yurdun bir bölümünün işgal edilişi tasvir ve hikâye edilmekle birlikte, şairin bu felaket karşısında duymuş olduğu infial duyguları, isyan ve itirazları yansıtılmıştır. [7]  

Bursa’nın işgali karşısında duyulan üzüntü ve gösterilen tepkileri yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 12 Temmuz 1920, No: 45, s. 1, sütun: 1-2]’de Osmanlı Türkçesi’nde yayımlanan “Bir Hamle, Bir Kıyam” başlıklı makale tarafımızdan çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

BİR HAMLE, BİR KIYAM

Bursa’yı da tahliyeye mecbur olduk. Bu öyle bir hadisedir ki bütün Türklerin başlarının üstünde bir dünya parçalansa bu kadar müthiş olamazdı! Sultan Osman’ın türbesi Yunan atlarının kişnemesini duysun! Bu, hiçbir zaman hatırımızdan geçmezdi. Fakat bu bir hakikattir, acı, elim, yakıcı, yırtıcı, vahşi bir hakikat! Türk safvet [saflık, halislik, temizlik, paklık] ve necabetinin [soyluluğunun] bütün iyi tahammüllerini asil ruhunda toplamış olan Sultan Osman Türk kahramanlığının, Türk fedakârlığının, Türk asalet ve necabetinin timsali idi. Türkler her günahı işleyebilirler. Türkler her hayata düşebilirler fakat bu şeni [fena, kötü, ayıp, utanılacak]  günahı irtikâp edemezlerdi [işleyemezlerdi]; nihayet onu da yaptık, dün peygamberimizin merkadini [mezarını], bugün de birinci Türk sultanının türbesini bıraktık; birine İngiliz girmişti, buna da Yunan girdi!

Ne olduk? Dün hilafet kapılarını dünyaların gözlerini kamaştırarak müdafaa eden Türklere bugün ne oldu? Evet, bize ne oldu ki Bursa’yı olsun müdafaa edemedik? Bu her kelimesi başka bir erk [uykusuzluk hastalığı] taşıyan sualler karşısında nasıl bir cevap verebileceğimizi bilmiyoruz. Yalnız görüyoruz ki aramıza fitne girdi, fesat ve münafıklık sokuldu; bir an için olsun hakikati görmekte tereddüte düştük. Düşmanlar da bu tereddütten istifade ettiler. Küçük bir baş dönüşü, küçük bir galat-ı rüyet [görme bozukluğu, göz yanıltısı], fakat düşmanlara verdiği fırsatın netayici [neticeleri] itibariyle, Ya Rabbi, nedir büyük bir hata, hata değil, bir cinayet ve cinayetlerin en şeni! Yalnız içimizde bir teselli var: Hata anlaşılıyor, Türkler malları ve mülkleriyle fedakârlığa karar veriyorlar! Bizi mahvetmek isteyen düşmanların içimize soktukları fitne ve fesat bu suretle akamete mahkûm [sonuçsuz] kalınca ne büyük bir saadet olacak, çünkü her şey hazır, her şey var, bir hareket bütün cehennemleri cennet yapacak!

Bir lahza [an] düşünelim: Bütün dünya yüzünde her şey bizim lehimizdedir. Vesait-i maddiye [maddi araçlar]  itibariyle pek kuvvetli olan düşmanlarımız hal-i hazırda [şimdiki durumda] manen o kadar acz içindeler ki bu davayı pek az, pek kısa bir zamanda tamamen kazanmamız için hiçbir şey lâzım değil, yalnız kazanmaya karar vermek kâfidir. Manen ve siyaseten o kadar müsait bir mevkideyiz ki eğer İstanbul’un hıyaneti olmasaydı bugün memleket rahat içinde bulunacaktı; eğer İstanbul’un o şeni hıyaneti olmasaydı bugün eski yaralarımızı sarmakla meşgul olacaktık ve düşmanlar bize hiçbir şey yapamayacaklardı. Bizi mahvetmek isteyen düşmanlar aramıza fitne ve fesat sokmak için İstanbul’daki hainlerin ittifakını temin edince her şey alt üst oldu ve bu suretle Anadolu eski ve köhne İstanbul’un yeni ve müthiş bir hıyanetine daha uğradı.

Bugün İstanbul Anzavur çeteleriyle Yunanla beraber, omuz omuza tüfek atarak karşımıza çıkıyor. Cami yıkan, ırz-ı hetk eden [ırza saldıran] düşmana manen ve maddeten pişdarlık [öncülük] ediyor. İşte bu düşmanların son silahları, son kurşunlarıdır. İşte onu da kullanıyorlar: Türkü öldürmek için dün yalnız İstanbul’un hainlerini göndermişlerdi, bugün de hem İstanbul hainlerini hem de Yunanlıları gönderiyorlar!

Fakat Cenab-ı Hakk’a çok şükürler olsun ki düşmanın bu son kurşunu da Türkü öldüremeyecek! Son gelen haberlerden anlıyoruz ki Türkler hakikati anlamaya ve düşmana karşı yürümeye başlamışlardır. Karşımızdaki düşman pek fena şerait [şartlar] içinde bulunuyor. Bir hamle, bir gayret, bir canlanış, bir kıyam, tabii ki bir şimşek süratiyle bütün davayı kazanacak, Maraşlara, Ayıntaplara, Bursa ve İzmirleri ilave edebilecektir.

Evet, bir hamle, bir kıyam! Dünya bizim lehimize dönüyor, Şark ve Garp mazlumlar için çalışıyor, tali [talih, kısmet, baht] ve Cenab-ı Hak istiyor ki Türk artık kurtulsun ve ebedi bir kurtuluşla kurtulsun! Şarktan dostlar, kardeşler göğüslerini yeni yeni imanlarla şişirerek imdadımıza koşuyorlar, Garpta emperyalizm kalesi her gün yeni bir siper daha terk ediyor. İstanbul’da hainler tiril tiril titreşiyorlar, Cenupta din kardeşlerimiz bizimle beraber silaha sarılmış bulunuyor. Bütün bu iyi ve fevkalâde [olağanüstü] müsait şerait [uygun şartlar] içinde murdar [kirli, pis] bir Yunan ordusuna karşı mı istikbâli kaybedeceğiz? Hayır, imkânı yok, fakat bir hamle, bir kıyam, bir an için bize bu lâzım! [8]

DİPNOTLAR

[1] Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı Beyaz, 2004, Ankara, s. 461; Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 8 (1920), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s. 403

[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 8 (1920), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s. 406

[3] Zeki SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü III (Açıklamalı Kronoloji) TBMM’den Sakarya Savaşı’na (23 Nisan 1920-22 Ağustos 1921), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995s. 115-116

TBMM ZABIT CERİDESİ, 10.7.1336, Devre: I, Cilt:2, İçtima Senesi: 1, s. 236

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c022/tbmm01022097.pdf

[4] TBMM ZABIT CERİDESİ, 6.9.1338, Devre: I, Cilt:22, İçtima Senesi: 3, s. 513

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c002/tbmm01002031.pdf

[5] TBMM ZABIT CERİDESİ, 10.7.1336, Devre: I, Cilt:2, İçtima Senesi: 1, s. 241

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c022/tbmm01022097.pdf

[6] TBMM ZABIT CERİDESİ, 10.7.1336, Devre: I, Cilt:2, İçtima Senesi: 1, s. 241-249

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c022/tbmm01022097.pdf

[7] Nesrin Karaca, “Bülbül Şiirinin İzinde Bursa’nın işgali ve Mehmet Akif”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Güz (35/Özel Sayı), 2021, s. 89-102

[8] Hâkimiyet-i Milliye, 12 Temmuz 1920, No: 45, s. 1, sütun: 1-2

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67470/0170.pdf?sequence=170&isAllowed=y

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal’in Amasya Günleri ve Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin Liderliğindeki Yerel Destek

Published

on

Giriş

Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919”a Samsun’a çıkışıyla başlayan Milli Mücadele süreci, hem coğrafi hem de toplumsal olarak dikkatle planlanmış bir seyrin izlerini taşımaktadır. Bu süreçte Amasya, yalnızca bir ara durak değil siyaseten ve ahlaken direnişin ilk merkezlerinden biri olmuştur. Bu makale, Mustafa Kemal’in Amasya günlerini ve bu süreçte Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin öncülüğündeki yerel desteği analiz etmektedir.

1. Tarihi Arka Plan: Samsun’dan Amasya’ya Giden Strateji

 Mustafa Kemal, Samsun’da işgal ve İngiliz kontrolü ile karşılaşmasının ardından Anadolu içlerine doğru ilerlemeye karar vermiştir. Bu ilerleyişin ilk stratejik durağı Amasya’dır. Hem Selçuklu hem Osmanlı tarihinde valilik ve şehzade eğitimi merkezi olmuş bu şehir, sembolik olarak yeni bir başlangıcı temsil etmektedir.

2. Amasya’nın Seçilmesinin Sembolik ve Stratejik Değeri

 Amasya, hem Anadolu içlerinde yer alarak işgal kuvvetlerinden uzaktadır hem de halkın bilinçli ve tarihi olarak siyasete yatkın olduğu bir şehirdir. Aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Ali Fuat Paşa, Rauf Orbay ve Refet Paşa gibi isimlerin bir araya geldiği bir merkez haline gelir.

3. Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin Rolü: Dinî Meşruiyetin Kurucu Aktörü

Hacı Tevfik Efendi, Amasya halkının güven duyduğu bir din adamıdır. Mustafa Kemal, Havza’dan Amasya’ya yönelmeden önce kendisine telgraf göndererek halkın desteğini istemiştir. Gelen cevap: “Amasya halkı mücahede edenleri bağrına basmakla müftehirdir.” Bu ifade, bir fetva niteliğindedir ve Paşa için Amasya’ya geçiş öncesi ahlaki ve toplum meşruiyetinin kazanıldığının simgesidir.

4. Amasya Heyeti: Halkın Temsilî ve Toplum Tabakaları

Mustafa Kemal’i karşılayan heyette müderrisler, imamlar, belediye reisleri, fabrikatörler, çiftçiler ve eşraftan insanlar yer almıştır. Bu durum, Millî Mücadele’nin sadece bir elit hareketi olmadığını, halk tabanlı bir direniş olarak şekillendiğini gösterir. Toplumun bir sınıfından değil, her kesiminden destek alan bir milli cephe kurulmuştur.

5. Metnin Sembolik Yapısı: Kurtarıcı Lider ve Rehber Din Adamı

Mustafa Kemal, burada sadece bir asker olarak değil, Anadolu halkının umudu, geleceği ve lideri olarak kurgulanmıştır. Onu karşılayan Hacı Tevfik Efendi ise hem uhrevî hem de siyasî bir rehberdir. “Bütün Amasya emrinizdedir, gazanız mübarek olsun” sözü, Amasya’nın ruhsatını ve Mustafa Kemal’in liderliğinin kabulünü temsil etmektedir.

6. Güveç Hadisesi: Toprak, Yemek ve Sembolik Bağlılık

Refet Paşa ile Müftü arasındaki güveç diyaloğu, Amasya’da yetişen her şeyin bu şehri sevene zarar vermeyeceği mecazına dayanmaktadır. Üç ayrı etle yapılan güveçler, Müftünün nezaketi, zarafeti ve halkla devlet adamları arasındaki sıcak ilişkiyi göstermektedir. Anadolu misafirperverliği ile siyasi ev sahipliğinin iç içe geçtiği bir sahnedir.

7. Amasya Protokolü ve Dinî Onay

Amasya’da kaleme alınan protokol, Milli Mücadele’nin temel metinlerinden biridir. Rauf Orbay tarafından Müftü Efendi’ye okunması istenir. Onun cevabı tarihidir: “Memleketin içinde bulunduğu şartları görmeyecek kadar kör olanı kabil-i hitap saymamak eslem yoldur.” Bu cevap, sadece destek bildirimi değil, aynı zamanda Anadolu direnişine âlimler katılmaz diyenlere verilmiş bir cevaptır.

Sonuç

Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’ya gelişi, bir şehirden öte bir halkın tarih sahnesine yeniden çıkışıdır. Bu sürecin en etkili figürlerinden biri olan Müftü Hacı Tevfik Efendi, Milli Mücadele’nin din adamları tarafından da sahiplenildiğini göstererek toplum meşruiyetinin inşasında hayati rol oynamıştır. Amasya, yeni bir rejimin manevi ve siyasi temelinin atıldığı yerdir. Bu yüzden Mustafa Kemal, Sadrazamdan gelen çağrıya verdiği cevabın Müftü Efendi tarafından zaten verildiğini söylemiştir. Bu, yeni bir merkezî otoritenin sessiz ama derin yapılanması demektir.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Amasya Genelgesi’nin İçerik Analizi: Kavramların Anlam ve Tarihî Değeri

Published

on

Giriş

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlerin, Karadeniz Bölgesinde asayişi sağlayamaması halinde bölgeyi işgal edecekleri tehdidi üzerine Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye göndermeye karar vermiştir. 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 18 Mayıs 1919 günü Sinop’a gelmiştir. Sinop’ta şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede, istiklal mücadelesi için hazırlıklı olmaları konusunda uyarmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türk İstiklal Mücadelesinin ilk adımını Sinop’ta atmış, aynı gün akşamüzeri Sinop’tan ayrılmış ve 19 Mayıs’ta Samsun’a ulaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’daki icraatlarından rahatsız olan İngilizler, onun İstanbul’a geri çağırılması için hükümet üzerinde baskı kurmuştur. Samsun’da güvenliği tehlikede gören Mustafa Kemal Paşa, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçmiş ve çalışmalarına orada devam etmiştir. 28 Mayıs’ta İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgali haberini alan Mustafa Kemal Paşa, Havza Genelgesini yayınlamıştır. İstanbul’a dönmesi yönünde baskıların artması üzerine, 12 Haziran 1919’da, uzun zamandır tasarladıklarını uygulayabileceği bir yer olarak gördüğü Amasya’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Amasyalılar tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda 14 Haziran’da Amasya Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kurulmuştur. 20 Haziran’da büyük bir katılımla İzmir’in işgalini telin mitingi düzenlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın davetine icabet eden Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey 19 Haziran’da Amasya’ya gelmişlerdir. Ali Fuat, Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa ve telgrafla olumlu görüş bildiren komutanların da onayları ile 21/22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Tamimi/Genelgesi ilan edilmiştir. Böylece Türk İstiklal Mücadelesi fiilen başlamıştır.

Amasya Genelgesi, Türk İstiklâl Harbi’nin siyasi ve ideolojik manifestosu niteliğini taşıyan ilk yazılı belgedir. Bu metin, sınırları şekillenmemiş bir milletin varlığını ilan ettiği, geleceğin millet iradesine dayanan bir yapıyla inşaa edileceğini duyurduğu ve merkezi otoriteye karşı bağımsız bir meşruluk alanı oluşturduğu için yalnızca bir metin değil; bir kopuşun ve doğumun sembolü olmuştur.

Bu makale, Amasya Genelgesi’nin satır aralarında yer alan kavramların tarihi, siyasi ve sembolik anlamlarını inceleyerek bu belgenin niçin bir “Kurucu Metin” olarak değer taşıdığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

1. “Vatanın tamamiyeti, milletin istikbali tehlikededir.”

Bu ifade, genelgenin alarm niteliğini taşıyan çıkış noktalarından biridir. “Vatan” kavramı burada yalnız coğrafi bir sınırın ötesine geçerek, tarihi-manevi bütünlüğü ve toplum aidiyetini de kapsayan bir ümmetten millete geçiş ifadesi olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde “milletin istikbali”, bireylerin değil ortak kimliğin geleceği anlamında kullanılmıştır. Bu, yeni bir siyasi yapının doğmakta olduğunun habercisidir.

2. “Hükûmeti merkeziye, deruhte ettiği mesuliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madun tanıtıyor.”

Burada İstanbul Hükümeti’nin yetersizliği, ilk kez bu kadar açık ve meşruluk sorgulayan bir dille ifade edilmektedir. “Madun” sözcüğü, milletin aşağılanan, edilgen konumuna dikkat çekerken; bağımsızlık taleplerinin ahlaki zeminini oluşturur. Bu ifade, yeni bir merkez kurma niyetinin dolaylı bir ilamıdır.

3. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve karan kurtaracaktır.”

Amasya Genelgesi’nin belki de en çok alıntılanan satırı olan bu ifade, egemenliğin kaynağını saltanattan millete kaydıran dönüşümü ilan eder. “Azim ve karar” ifadesi, milletin edilgen değil aktif bir özne olduğuna işaret eder. Bu satır, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.

4. “Milletin bu hal ve vaziyetini derpiş etmek [öne sürmek] ve sadayı hukukunu cihana işittirmek için her turlu tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudu elzemdir.

Bu satır, merkeziyetten çıkmış, sivil niteliği olan ve milleti temsil eden yeni bir meşruluk zemininin doğacağını duyurur. “Tesir ve murakabe” kavramlarıyla sarayın denetim ve vesayetine karşı bağımsız bir siyasi akıl öngörülürken; “heyet-i milliye” ifadesiyle bu yapının ortak, temsili ve yerel güven temelli olacağı ima edilir.

5. “Anadolu’nun en emin mahalli olan Sivas’ta milli bir kongrenin serian akdi tekerrür etmiştir [kararlaştırılmıştır].

Bu satır, kararın uygulanmasının merkezinin Sivas olacağını belirler. Sivas‛ın seçimi, hem işgalden uzak olması hem de Anadolu için sembolik bir merkez konumunda bulunması ile ilgilidir. “Millî kongre” ifadesi ise bu yapının millet temsiline dayalı ve ortak akıl üzerine kurulacağını ilan eder.

6. “Bunun için tekmil vilayetlerin her livasından milletin itimadına mahzar olmuş üç murahhasın sür’ati mümküne ile yetişmek üzere hemen yola çıkılması icap etmektedir.

Burada “murahhas” yani temsilci kavramı, milletin bölgeler ölçeğinde temsil edileceğini gösterir. Bu, merkezi kararların milletten kopuk değil, yerel tabana dayalı olarak biçimleneceğini ifade eder. Aynı zamanda gelecekteki TBMM yapısının öncülü olarak değerlendirilmelidir.

7. “Her ihtimale karşı bu keyfiyetin milli sır halinde tutulması ve murahhasların lüzum görülen mahallere seyahatlerinin mütenekkiren [kıyafet değiştirerek] icrası lazımdır.

Bu satır, hareketin henüz meşru kabul edilmediği bir ortamda gizlilik ve tedbir mecburiyetini ortaya koyar. “Mütenekkiren” yani kıyafet değiştirerek gizli seyahat, işgal güçlerine karşı taktik bir direnme aracıdır. Bu, Milli Mücadele’nin başlangıçta ahlaki meşruluğa dayandığını gösterir.

8. “Vilayeti Şarkiye namına 13 Temmuz [1]335’te [1919] Erzurum’da bir kongre inikat edecektir [toplanacaktır]. Mezkûr tarihe kadar vilayatı saire murahhasları [temsilcileri, delegeleri] da Sivas’a varid [gelmiş, erişmiş] olabilirlerse Erzurum Kongresi’nin azası da Sivas içtimaı umumisine dâhil olmak üzere hareket edecektir.

Bu satır, yerel direniş hareketlerinin milli direnişle bütünleşmesinin hedeflendiğini gösterir. Erzurum Kongresi’nin bağımsız ama Sivas ile koordine olacak şekilde planlanması, yerel hareketlerin milli yapıya evrilme sürecini temsil eder. Aynı zamanda Doğu Anadolu’nun savunmasına da öncelik tanındığını gösterir.

Sonuç

Amasya Genelgesi, yalnız bir metin değil; bir devrimin eğitim notudur. Kavramların seçimi, dilin dozu ve sıralama mantığı ile yeni bir siyasi yapının, millet iradesine dayanan yeni bir rejimin ilk tohumları atılmıştır. Bu metinle birlikte Osmanlı’nın merkeziyetçi, padişah iradesine dayalı yapısından; milli, temsili ve meşru millet iradesine dayanan modern devlet yapısına geçiş başlatılmıştır. Amasya’da yazılan bu metin, Ankara’da kurulacak bir Cumhuriyet’in ruhi ve siyasi habercisi olmuştur.

Continue Reading

En Çok Okunanlar