Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ

Published

on

(26 Ağustos 1071-26 Ağustos 2024)

Türklere Anadolu’nun kapılarını açarak Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını kolaylaştıran “Malazgirt Meydan Muharebesi”nin yıldönümü Türk Milletine ve Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun.

Sultan Alparslan başta olmak üzere, Türk milleti, vatanı ve devletinin istiklal ve istikbali uğruna canını feda eden devlet, siyaset ve bilim adamları ile aziz şehitlerimizi minnet ve rahmetle anarım.

Bugünün anlam ve önemini ifade eden Behçet Kemal ÇAĞLAR’ın Malazgirt Destanı, aşağıda sunulmuştur.

Görseller, destanı açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici birer unsur olarak tarafımdan yerleştirilmiştir.

MALAZGİRT DESTANI

Kalkın hastalara derman olsun,

Oğuz hanımızdan fermanlar olsun.

Kargılarımızdan ormanlar olsun,

Gökler çadırımız, güneş tuğumuz,

Ey Oğuz, Ey Gökkurt, Ey Başbuğumuz…

-Oğuz Destanı’ndan tercüme-

Bir sel vardı Sir suyundan koparak,

Aral’ı, Hazer’i gölü yaparak,

Akıyordu büyük denize doğru,

Bozkurt’un açtığı ilk ize doğru…

Bir insan seli ki Oğuz soyundan

Selçuk’un atası Kınık boyundan.

Selçuk, Oğuz kaanının Subaşı;

Göçmen Türkmenlerin yiğit yoldaşı.

Yol gösteren, ilk ışığı yakan o,

Bu insan selini arka sokan o;

Aşılmaz dağ, yakıcı yaz, kara kış,

“Cent”den “Rey”e doğru dinmez bir akış

Bozkırların kıyılara taşması

Susamış arslanın suya koşması.

Bu selin kumlara sızdığı oldu,

Yarlardan atlayıp azdığı oldu,

Yaylada göllendi, ovada taştı,

Surları devirdi, kentleri aştı,

Önüne durulmaz bir Türkmen seli.

Sedd-i Çin’e benzer set mi çekmeli?

Bütün bir Asya’ya set yapılmaz ki,

Önüne ne çıksa bu sel yılmaz ki;

Susamış toprak var onu içecek,

Önüne çıkanı yıkıp geçecek!

Her tarafta onsan bir iz olacak

Bir yerde birikip deniz olacak;

Şurası burası iğreti göldü…

Selçuk, bu sonucu görmeden öldü,

Oğul acısıyla yaralı bağrı.

Yiğit torunları, Tuğrul’la Çağrı

İkisi verince öyle elele

Yeniden hız geldi bu canlı sele

Arttırdı akını, savaşı, cengi…

Yüce dağdan gelen kar suyu sanki:

Verirdi bir yeni coşkudan haber

Horasan’dan kopup gelen Türkmenler

Sanma masaldaki Bozkurt peşinde

Akıl başta, bir yeni Yurt peşinde

Uygun toprak arar ne taş, ne de kum,

Büyük rüzgârlarda savrulan tohum.

Gün oldu bölündü; şaşırdı yolu,

Yer yer Yınal, İnanç, Kutalmış kolu.

Yana, bele yersiz yalpa vursa da

Zaman zaman durulsa da, dursa da,

Bizanslı, Ermeni, Arap, Gürcü, Rum

Onun yatağında ya çakıl, ya kum!

Bir Alp çıktı nice kalp’ı indirdi;

Arslan çıktı, tilkileri sindirdi.

Bitti artık eski Bozkurt masalı

Alparslan gerçeğe mühür basalı!

Rey şehrine kurmak için tahtını

Çileli Türkmen’in yaman bahtını

Sırtına Tanrı’nın yüklediği er,

Türkmen’in bin yıldır beklediği er

Tanrı’ya güvenip gün beklemek yok;

Tevekkül içinde pineklemek yok!

Hesapta kaderi bile bozmak var!

Alın yazısını kendi yazmak var!

Rabb’in istediği en güzel dince

Kendine inanmak Tanrı’dan önce!

Böbürlenme değil, bilip güvenmek:

En önemli savaş, nefsini yenmek.

Yoksa vicdanında, akılda noksan,

İnsana, kıymayı ister mi insan?

Onda hep barışa birinci meyil;

Adam öldürmeye hevesli değil.

Kollar, kaba güçten başka yarışı;

Amma hasmı istemiyor barışı.

Türkmen’in hakkını veresi değil!

Öyleyse rahat gün göresi değil;

Öyleyse susamış demek canına;

Öyleyse buyursun Er meydanına

Kaba güç tutkunu Bizans zorbası;

Ardında karışık ırklar çorbası!

Tahta konmak için bir kör yarışta,

İnandırmamış da, inanmamış da!

Ne millet, ne Allah katında paye:

Hırsı, kibri, hıncı: bütün sermaye!

Ne çıkar milyonca asker sayınca

İnsan insan mıdır inanmayınca?

(İki yanı bir ölçelim, seçelim,

Bir an için ayrı vezne geçelim.)

Göklerde, yüreklerde bir ses “Hayya’lel-felah”

Elli binin secdeye kapandığı bir sabah.

Parıldadı Tanrı’nın ışığı her alında;

Bir Cuma sabahıydı bin yetmiş bir yılında.

Her can artık gemini koparmış bir atdı,

Bir meydan Malazgirt’ti, o bir meydan Ahlat’tı;

Konacak yer aramış küheylan uçmuş uçmuş…

Murat suyu, bin yıllık muradına kavuşmuş;

Bir yanda iki yüz bin insan-çekirge hazır;

 O bir yanda elli bin boz atlı gizli Hızır;

Vazgeçmez mi delice akıp gitmek huyundan.

Elli bin kişi birden abdest aldı suyundan;

Unuttu dağı, taşı dolaşma zahmetini,

İlk defadır ödüyor gökler rahmetini…

Koparabilseydi bir kere yerden bağı,

Ağrı’ya, Erciyas’a atacaktı kapağı.

Türkler yol göstermek suçundan taş kesilmiş

Bir koca Promete, arkada Tanrı dağı!

Türk’ün de gün gibi kaynağı Doğu;

Arındırmış yıllarca bir yürür dağı:

Coğrafya içinde, tarih içinde,

“Tanrı”dan “Allahüekber”e doğru…

Gelir gelmez Cuma namazı vakti

Göklerde ansızın bir ışık aktı,

Muştuladı hemen büyük yarını,

Öptü kılıçların kabzalarını.

“Ak alna toprakta sürünmek olmaz”

“Gaza farzdı şimdi, vacipti namaz!”

Artık yatmış değil, şahlanmış gövde

Yerde değil artık alınlar gökte;

Bel bağlamak değil ellerin işi,

Elleri kılıçta elli bin kişi.

Bu bir ibadet ki sadece kıyam.

Bu bir ibadet ki Allah’tır imam;

Kıyama yönelen, yükselir kat kat

Cennette kılınır ikinci rekât.

Başları elli bin, vicdanları bir;

Elli bin ağızdan, elli bin tekbir.

Elli bin insanda bir insan, bir hınç…

Elli bin bilekte, elli bin kılınç,

Bir tek hilal kazır göğün burcuna,

Ötede kopan bir zorlu curcuna

İki yüz bin baştan iki yüz bin ses;

Kibrin kır atında o Diyojenes,

Gemini kasamaz engeli görmez;

Hıncı çarpık, gözü kanlı, canı tez;

Vurur kuduz boğa en sert taşa tos;

Allah bilir: Halin yaman Romanos!..

Şakırdar kılıçlar, çalınır çanlar,

Sebildir damarlar, kurbandır canlar;

Allah Allah sesi yırtar gökleri;

Tenler dursa, canlar koşar ileri…

Al kan yazar kara yere destanı,

Alparslan dediğin Selçuk arslanı.

Cümle ervah cümle eşya ardında

Su sesleni dağ yaslanı yaslanı…

Abdest aldı misk-ü amber süründü

Beyaz giydi kefenine büründü.

Gece siyah, atı beyaz o beyaz

Askerine cennet nuru göründü.

Şamanların töresini sağladı:

Kır atının kuyruğunu bağladı;

Boz kılıcı çekiverdi kınından

Bedenini ayrı etti canından,

Selçuk Bey’in ruhu gibi kükredi;

“Ölürsem kefenim sırtımda” dedi.

“Şimdi sultan ben değilim, Tanrı’dır.”

Dileyen onun emrinde kalır

Dileyen döner gider evine!

Elli bin er hem sevine sevine

“Emrindeyiz!” nidasiyle coştular;

Kurtça sinip doğan gibi uçtular!

Mancınıktan taş, bedenden baş düştü,

Bedenden baş, mancınıktan taş düştü.

Kol kırıldı, ten savruldu, can esti

Ok kılıcı kırdı, kılıç ok kesti;

Döğüşe, bağrışa, kaçışa, koğa

Dünyada mahşeri andırdı ova.

Şimşek çaktı kılıçların ağzında,

Kan yağmuru bir yetmiş bir yazında.

Lale göğüslerde açtı o sene;

İnsan ormanını kesen kesene!

Kır atında Alparslan da bir Bozkurt;

Selçukluya cennet gibi yeni yurt

Bizanslıya cehennemin bucağı

Ağustosun kavurucu sıcağı…

Türkler mahsus “Pes” dedi bir aralık;

Romanos’un kibri Bizans’tan kalık,

Bir vuruşta Türk’ü yok etmek diler…

Çok görüldü bu Romanos gibiler:

Bir dal kopsa çınar söküldü sanan

Bir yıldız düşse gök döküldü sanan!

Türk’ün bitmez gücü nedir bilmeyen!

Kibrinin, hırsının sonu gelmeyen;

Türk’ü ilk ağızda yenildi sanan,

Bizans ordusuydu böyle aldanan;

Kaçıyorlar sandı, keyfinden uçtu.

Çifte ok yağmuru altına düştü!

Kaçar görünenler dönünce geri

Pusudan çıkanlar koştu ileri.

Bir kez Türk bileği gerdi mi yayı

Düşmanı yıldırmak işin kolayı!

Kimisi şaşkındı, kimisi dönek!

Türkçe ses duyar da Oğuz, Peçenek

Anlar da karşıda kardaşları var

Para mı düşünür, rütbe mi arar?

Ne yerçekimi, ne insandan emir:

Mıknatıs çekti mi duramaz demir.

Damla nasıl uzak kalsın ırmaktan;

Vazgeçer ücretli asker olmaktan.

Kavransın, döğünsün hep için için

Irzını, yurdunu korumak için.

Ücretli askerden medet umanlar,

Katılınca Peçenekler, Kumanlar,

Kar etmez saldırı, savunma, pusu,

Bir kat daha güçlendi Türk ordusu,

Kaynaştı gelenler kardaşlarıyle…

Damar kanı ile alın teriyle

Kader kaleminin hokkası doldu,

Ezel defterinde Türk’e kaydoldu.

Anadolu arsasının tapusu

Malazgirt’te açıldı ön kapusu.

Canlı sel içeri aktıkça aktı

Düzme imparator şimdi tutsaktı:

Şaşırmış hırsından binip küplere

Çıkışacak oldu iki Türk ere

-Yeter girdiğiniz memleketime,

Altun zırh içinde koşan atıma,

Ateş pahasına değildir ancak!

Siz kimsiniz beni esir alacak?

-Para bahasına aldığına kız,

Biz can bahasına seni almışız.

Akıttığımız kan o kızıl cevher

Uydurma asilin binine değer!

Kendi kanın bile değil döktüğün…

Barış teklifine dudak büktüğün

Alparslan’la gel hesaplaş, bakalım.

Bu ülkede kim imiş baş, bakalım!

Böyle yürüterek onu, bir ara

İki er seslendi muhafızlara:

Kibirlendi diye korkup biraz da

-Alparslan nerede? Cevap: Namazda;

Öğle namazını kaza ediyor!

-Bekleriz iki er, bir imparator!

Bizans kılıcının kırılmış kını…

Şükran secdesinden kalkan alnını

Rabb’inin eğilip öptüğü arslan

Tutsağa kuşkuyla baktı bir zaman

Böyle der mi hiçbir imparator “Pes”

Sonra anladı ki: Bu Diyojenes;

Yandı gözlerinde yüce bir ışık

Sesi acımayla saygı karışık:

“Aziz misafirim hoş geldin” dedi,

“Yenildinse de sen yüceldin” dedi,

Bu gün de hakkındır saygı, yarın da:

Dövüştün savaşın ön saflarında!

Buyurur, boşunadır korkman, titremen;

Tutsağım değilsin, konuğumsun sen!

Talih bu, kazanan biz olduk cengi!..

Arslan sayılmalı arslanın dengi

“Öyleydi atında gördüm bu sabah!”

(Söyleyen öteden bunu Melikşah)

Alparslan gülerek baktı o yana

Dedi tutsağına: – Bir sual sana

-Beni esir alsan ne yapardın sen?

Dedi Diyojenes hiç düşünmeden:

“Kafesten kurtulan azgın arslana

Ne yapmak gerekirse yapardım sana!”

Aldı Alparslan’ı bir tuhaf gülme;

Dedi ki: “Boşuna umma, üzülme;

Başını vurmaktan senin ne çıkar?

Elbette başına gelmiş aklın var;

Onunla gez dolaş, anlat ki biraz

Küçükasya, Büyük Türkmensiz olmaz!”

Savaşta bırakıp arslanlığını

Türk böyle gösterdi insanlığını,

İflasta Bizans’ın kibarlık süsü

Meydana emsalsiz Türk hoşgörüsü!

Konuk ağırlama işi bitince

Yine akın günü gelip yetince

Gösterdi engin su ataklığını,

Yıkadı Bizans’ın bataklığını.

Neyse donmuş duran Bizans buzunda

Eridi Türk denizinin tuzunda

Kayboldu yabanın tortusu izi

Anadolu canlı Türkmen denizi!

Sanma Türkmen sade cenkçi, akıncı,

Sanma sade kullandığı kılıncı,

İnce hünerlerde ustadır eli,

Bilir kullanmayı yayı, pergeli.

Sanma demir gibi bükülmez katı;

İpekten incedir onun sanatı.

Güneş çevresinde dünyanın eşi,

Tebriz’den getirdi yeni güneşi…

Bir son anlaşmadan getirdi haber,

Birbirini boğazlarken mezhepler.

Barıştırdı gökten alıp haberi,

Birbirinin can düşmanı dinleri…

Türkmen varlığıyla bezendi her yan,

İşte Karamanlı, Aydın, Germiyan!

Sapasağlam kökler kutsal toprakta,

Sultanlar sapıtsa, Beyler ayakta,

Sultanda Farsçaysan ulusta Türkçe

Mevlana unutsa, Yunus’ta Türkçe…

Bir iğreti gaflet belirse başta

Bir derin uyarma Hacı Bektaş’ta.

Gerçek ilim bilsin, inkâr utansın:

Bozuk düzenini yıktı Bizans’ın.

Bir zevk: Arap, Bizans, Fars karışığı

Katan o, bu bulamaca ışığı

Yıpranmış ne varsa ardına attı;

Ata mirasına yeniyi kattı:

San’at gülüşüyle ışıyan Çin’i

Gamze yaptı her oyuğun içini…

Kuru kamışın engin ahengi.

Yıldız öpmek için merdiven sanki:

Sülün minaresi, göğe dayalı.

Güzelin yoluna göz nuru halı;

Örmüş petek petek bir arı beyi,

Yeniden yaratmış kuşu, çiçeği.

Ruhlar tatsın diye hep dilim dilim

Kaynayan kayısı reçeli kilim.

Yüzdekinden güzel bezdeki boya

Tahtadan dantel mermerden oya.

Coşturucu ahenk, yanılmaz hesap,

Kimlik kâğıdına benzeyen çorap;

Gönüller konuşmaz sade türküde:

“Yandım alamadım” renkte örgüde.

Sanırsın topraktan fışkıran büyü,

Canda buram buram tüten türküyü,

Gönlü alev alev saran şarkıyı…

Oyadan güzeldir oyduğun kıyı

Al bizi boğmadan ey canlı deniz.

Biz de bir damlanız, biz de sendeniz!

Kâh taştın Viyana’ya, kâh Ankara’ya sindin

Kurumağa yüz tutmuş gibiyken de derindin.

Kim bulmuş bu denizi akıtacak deliği?

Denizi kamçılatan Serhas’ın deliliği…

Cevherin, köpüğünden fazla tortundan belli,

Hep o deniz: Selçuklu, Osmanlı ve Kemalli!..

Kuşkulular inansın, herkes bilsin açıkça:

Dünya devrilmedikçe, kıyamet kopmadıkça.

Ne Karadeniz kurur, ne de Akdeniz artık…

Kurur gibi olsak da sinsek bile biz artık.

Dağılsak da serseri dalgaca dizi dizi

Kalır Küçükasya’nın canlı Türkmen denizi…

Bu çok şerefli ama çok eski hatıra;

Gönlüm coştu konuştu; şimdi aklımda sıra:

Beyi, Kağan’ı olmak, yüzyıllarca Asya’nın,

Dokuz yüzyıl bir seçkin yerinde coğrafyanın…

Behçet Kemal ÇAĞLAR, Malazgirt Zaferinden İstanbul’un Fethine, 1000 Temel Eser 66, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s. 3-14

Türk İstiklâl Mücadelesi

Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı

Published

on

(1 Kasım 1922)

Sadrazam Tevfik Paşa 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta [1], Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye varlığını sürdürecek bir unsur olarak görmüş, hatta Barış Konferansı’nda İstanbul Hükûmetinin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın son vazifesini yapmasını bekler vaziyette bulunmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim 1922 tarihli telgrafta [2], “…Teşki­lât-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin tarihi teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vaziülyet ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti olduğu”nu belirtmiş, aynı kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükûmeti’nin temsil edeceğini bildirmiştir. Hamit Bey, Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde edememiştir.

27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara Hükûmetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılacak konferansa davet ettiler. 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirmiş, 29 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta[3], birlikte katılma teklifinde bulunulmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği ortadan kaldırmak için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiştir. Bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde konuşma yapmalarını istemiştir. Bu istek kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân edilmesini teklif etmiştir.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın barış konferansına birlikte katılma teklifi TBMM’de büyük tepki ile karşılanmıştır. Bu konu, 30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde görüşülmüştür. Vahi­deddin’in ve Hükûmetlerinin Millî Mücadeledeki karşı icraatları açıklanarak saltanat makamını suçlayan konuşmalar yapılmıştır. Bu sebeple kimi mebuslar İstanbul Hükûmetinin konferansa katılma haklarının bulunmadığını ifade ederken, kimileri de İstanbul Hükûmetinin yok sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını istemişlerdir. Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen 81 imzalı altı maddelik önerge [4] Meclis Başkanlığına sunulmuş, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamamış ve 1 Kasım Çarşamba günü tekrar oylama yapılmak üzere oturuma son verilmiştir. TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının mecburi olduğuna dair açıklamada bulunmuştur. 1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu tekrar gündeme getirilmiştir.

 Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine yönelik değişiklik teklifinde bulundular[5]. Teklifte, hilâfetin Türklere, özellikle Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine açıklık getirilmiştir. İkinci Grup liderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik bir önergede[6], İstanbul Hükûmetinin 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı belirtilmiş olmasına rağmen saltanatın kaldırılmasına yönelik herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Bu önerge sadece İstanbul Hükûmeti’ni hedef almıştır. Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini, tarihten örnekler vererek açıklamış neticede söz konusu tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden meydana gelen ortak komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.

Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında; hâkimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini, milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini ifade etmiştir. Bu konuşmayla aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.

TBMM Genel Kurulunun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla kabul edilen iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na [7] göre;  saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir. Aynı kararda İstanbul Hükûmetinin varlığına son verilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı

Numara: 308

Birkaç asırdır Saray ve Bab-ı Âlinin cehâlet ve sefâhati yüzünden devlet azim felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda, Osmanlı İmparatorluğunun müessisi ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti, Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Bab-ı Âli aleyhine mücâhedeye atılarak Türkiye’de Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti ve ordularını bitteşkil harici düşmanlar, Saray ve Bab-ı Âli ile fiilen ve müsellahan ve malum müşkilât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidâle girişmiş, bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur.

Türk milleti, Saray ve Bab-ı Âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle icrai ve teşri kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-ı hükümraniyi milletin nefsinde cem eylemiştir.

Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve milli bir Türkiye devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayr-i meşru ecnebi kuvvete ve müzâheret-i milliyeye malik olmayıp bir zıll-ı zâil halindedir. Millet, şahsi hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefâhati esası üzerine müessis bir saltanat yerine, asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk Hükûmeti idaresi tesis ve vaz’edilmiştir.

Hal böyle iken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesâi etmiş olanların elan hukuk-ı hilâfet ve saltanat ve hukuk-ı hanedandan bahs eylemelerini görmekle müstekreh-i hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka’ı bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi bervechi ati mevadı neşr ve ilâna karar vermiştir:

1-Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinad etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dâhilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinden başka şekl-i Hükûmeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hâkimiyet-i şahsiyeye müstenid olan İstanbul’daki şekl-i Hükûmeti 16 Mart 1336’dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.

2-Hilâfet; Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu Hanedanın ilmen ve ahlâken erşed ve eslâh olanı intihap olunur. Türkiye devleti makam-ı hilâfetin istinatgâhıdır.

1-2 Teşrinisani 1338 [1-2 Kasım 1922]

DİP NOTLAR

[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 269; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 260, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1236-1237

[2] Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 262, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1237

[3] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 263, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982,s.1238-1239

[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 292-293

[5] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304

[6] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304-305

[7] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 313-314; Büyük Millet Meclisi Kavanin Mecmuası, Cilt:1, s. 487-488; Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk İnkılâbı Kanunlar-Kararlar Tamimler-Bildiriler Belgeler-Gerekçe ve Tutanaklarıyla- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, s. 286-288

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]

Published

on

(22 Eylül 1923)

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri yanında yabancı asker ve siyasi temsilciler ve gazetecilerle temas ve görüşmeleri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır. Bu kapsamda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nöye Fraye Prese [Neue Freie Presse] adındaki Avusturya gazetesi muhabirine verdiği “Cumhuriyetin ilanını öngören” demeç, Osmanlı Türkçesi ile yayımlandığı [Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3]’ten çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Viyana’da münteşir [yayımlanan] “Nöye Fraye Prese” [Neue Freie Presse] namındaki Avusturya gazetesine vaki beyanatının asıl metni.

Ankara, 26 [Eylül 1923], (A. A.) – İki üç günden beri Ankara ve İstanbul gazetelerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne atfedilen beyanat, salahiyettar olmayan zevat tarafından neşredilmiştir [yayımlanmıştır]. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin şehrimizde bulunan Nöye Fraye Prese Muhabiri Mösyö Jozef Hans Lazar’a vaki olan beyanatı aynen ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Muharririn [yazarın], Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki müstakbel tadilatın [gelecekteki değişikliğin] ne olacağı hakkındaki sualine [sorusuna] Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri şu suretle cevap vermiştir:

Yeni Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim:

Hâkimiyet bila kaydu şart [kayıtsız şartsız] milletindir. İcra kudreti, teşri kudreti [kanun yapma] salahiyeti, milletin yegâne hakiki mümessili [temsilcisi] olan Meclis’te tecelli etmiş ve toplanmıştır.

Bu iki maddeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir [özetlemek mümkündür]: “Cumhuriyet“.

Yeni Türkiye’nin umur-ı teceddüdü [yenileşme işi] daha nihayet bulmamıştır. Ancak yolun sonuna kadar gidilmelidir. Harpten sonra Türk Teşkilatı Esasiye’sinin inkişafı [gelişmesi] henüz kati bir şekil almış addedilemez [sayılamaz]. Tadilat [değişiklikler] ve tashihat [düzeltmeler] yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir. İkmaline [tamamlanmasına] başlanan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yakın bir atide [gelecekte] bu meseleye ait hükûmet teklifatı [teklifleri] Meclis’e arz edilecektir. Bu teklifatın [tekliflerin] bütün mevadı [maddeleri] Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun inkişaf [gelişme] ve ikmaline [tamamlanmasına] ait bulunacaktır.

Bütün Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler nasıl esas itibariyle yekdiğerinden ayrı değilse ve aralarındaki fark nasıl yalnız şekle ait bulunuyorsa, Türkiye’nin da bu cumhuriyetlerden farkı sırf bir şekil meselesidir. Diğer cumhuriyet usulüyle idare edilen memleketlerde olduğu gibi bizim de hâkimiyete malik [sahip] bir parlamentomuz vardır. Yalnız bizde Büyük Millet Meclisi hem teşri [kanun yapma] hem de icrai salahiyete maliktir [icra salahiyetine sahiptir]. Başka yerde olduğu gibi, bizde de vekiller kendi vekâletlerine ait işlerden mesuldürler. Başka yerlerde yeni Türkiye devleti icra vekillerinin Millet Meclisi elinde bir oyuncak olduğu zannediliyor; bu, hatadır. Vekillerin mesuliyetine ve vazifesine ait meselede, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yapılacak tadilat ile [değişikliklerle] tespit edilmiş olacaktır. Netice itibariyle reisicumhurdan, reisi hükûmetten [hükûmet reisinden] ve mesul vekillerden müteşekkil bir hükûmet teşkil edeceğiz.

Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendiliğinden zahir olur [ortaya çıkar]: Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.

S[ual]  – Avrupa’da, Türkiye’nin Avrupa’ya ve Garplılığa [Batılılığa] husumeti [düşmanlığı] bulunduğu fikri vardır. Türk matbuatında da bu nokta hakkında bir münakaşa açılmıştı. Bu münakaşada Garplılık müdafaa ediliyor veya aleyhinde bulunuluyordu. Bu hususta ne düşünülüyor?

C[evap]  – Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa akvamı [milletleri] arasında Türklere karşı kin ve husumet [düşmanlık] fikirleri telkin etmişlerdir. Garp zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler, hususi [özel] bir zihniyet vücuda getirmişlerdir. Bu zihniyet hala her şeye ve bütün hadisata [hadiselere] rağmen mevcuttur. Ve Avrupa’da hala Türk’ün her türlü terakkiye [ilerlemeye] hasım [düşman] bir adam olduğu, manen ve fikren inkişafa [gelişmeye] gayr-i müstaid [kabiliyetsiz] bir adam olduğu zannedilmektedir. Bu, azim [büyük] bir hatadır. Cevabımı basitleştirmek için size şu misali serdedeceğim [vereceğim]: Farz ediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait muhya [vasıtalar hazır], diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. Bu vesait fıkdanından [vasıta yokluğundan] başka ikincinin manevi ruhu da diğerinden hiç farkı ve maduniyeti [geriliği] yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyettedir. Bizi madun [geri] olmaya mahkûm bir kavim olarak tanımakla iktifa etmemiş [yetinmemiş] olan Garp, harabiyetimizi [haraplığımızı] tacil [çabuklaştırmak] için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Garp ve Şark  [Doğu] zihinlerinde yekdiğeriyle muarız [çatışan] iki prensip mevzu bahs [söz konusu] olduğu vakit, bunun en mühim menbaını [kaynağını] bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da mütemadiyen [devamlı] olarak mücadele ettiğimiz bu zihniyet mevcuttur.

İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri Türk milletinin Avrupa ile temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icray-ı hükûmet [hükûmet icra] etmişler ve Türk milletini terakkiden [ilerlemeden] hariç bırakmışlardır.

Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha ziyade açmakta ve gerek dâhilde ve gerek hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin mütemeddin [medeni] milletlerle temasını teshil etmek [kolaylaştırmak] menafimiz [menfaatlarımız]  mukteziyatındandır [gereklerindendir].

Bu temasın, münasebetlerin yeniden tesisini yalnız arzu etmekle kalmıyoruz, onları inkişaf ettirmek [geliştirmek] için her şeyi yapıyoruz. Bu tavrımız, çok açık ve tartışmasız olarak, Türklerin zenofobisi [yabancı korkusu] bulunduğu şeklindeki yanlış zannı çürütmektedir.

Matbuatla milliyetperver Türkiye’nin ecnebi [yabancı] düşmanı olduğu ilan edilirse, büyük bir hata irtikâp edilmiş [işlenmiş] ve hakikaten mevcut olan şeyin aksi iddia edilmiş olur.

İkinci noktaya gelince, yani Türk matbuatında da Garplılık [Batılılık] ve Şarklılık [Doğululuk] münakaşası açıldığına gelince, matbuat, istediği bahiste istediği veçhile [şekilde] tefsiratta [yorumlarda] bulunabilir. Matbuat, hiçbir veçhile [şekilde] tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz. Benim bu hususta şahsi nokta-ı nazarım [görüşüm] şudur ki, muhafazakâr olan ve bu hususta yalnız olan Tevhidi Efkâr’ın karşısında Türk matbuatının kesreti [çoğunluğu] var. Bu matbuat Garplılaşmak [Batılılaşmak] veçhesini [yönünü] müdafaa ediyor. Tevhidi Efkâr’ın fikri bizim inkişafımızın [gelişmemizin] Garp usulünde vaki olmasını tadil edemez [değiştiremez]. Onun hareketi Garp matbuatına karşı aksülamel [tepki] diye telakki [kabul] edilebilir. O Garp matbuatı ki, ekseriyeti [çoğunluğu] mukaddema [başlangıçta] bizim aleyhimizde bulunuyordu. Vaki olan tebeddülata [değişikliklere] rağmen eski metotlarını değiştirmiyorlar.

SLozan sulhu [barışı] hakkındaki fikr-i devletlileri [devletlilerinin fikri]?

C Lozan sulhu heyet-i umumiyesi [bütünü] itibariyle bizi tatmin ediyor. Biz bu muahedeye [antlaşmaya] tamamıyla riayet edeceğiz. Buna rağmen şunu söylemekten kendimizi men edemeyiz ki, daha taleplerimiz vardır ve bunların kuvveden [düşünceden] fiile çıktığını ahiren [son zamanda] Avrupa akvamının [milletlerinin] zihinlerinde vaki olan Türkiye’ye müsait yeni bir temayül [eğilim] vasıtasıyla görmek istiyoruz.

Muallak mesail [meseleler] için dostane tarz-ı tasfiyeler [çözüm tarzları] bulunacağını ümit etmek istiyoruz. Uzak bir atide [gelecekte] değil yakın bir istikbalde [gelecekte] şimdiye kadar halledilemeyen mesailin [meselelerin] kati hal şekline iktiran ettiğini [kavuştuğunu] görmek istiyoruz.

[Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3;

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 16 (1924), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-119]

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı

Published

on

[25 Ekim 1924]

Giriş

Türk sosyolojisinin kurucusu ve Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürlerinden biri olan Ziya GÖKALP [1], “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözünü sarf eden Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en fazla etkilendiği kişiler arasında yer alır.

Vefatının 100. yıldönümünde Ziya Gökalp’i minnet ve rahmetle anarım. Bu münasebetle başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devleti uğrunda hizmet eden bilim, kültür, sanat, devlet, asker ve siyaset adamları ile Türk Mehmetçiklerinden bu dünyadan göç edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

Hafızalarımızı tazeleyip zihin jimnastiği yapmak amacıyla GÖKALP’in vefatının ertesi günü [Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3]’te yayımlanan “Hamdullah Suphi [TANRIÖVER],” ve “Ziya Gökalp Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Ziyaı” başlıklı haber metinleri Osmanlı Türkçesi’nden çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

ZİYA GÖKALP

“Ne elim bir haberle dilhunuz [içimiz kan ağlıyor]. Türk milliyetperverleri bir baş, hakiki bir mürşit kaybettiler. Türkçülük mefkûresinin bir meşalesi olan bu asil zekâ, kendi izinde yürüyecek binlerce muakkip [takipçi] bıraktı. Onun Türk tarihini, Türk içtimaiyatını, Türk harsını aydınlatan tahlil ve tasnif kuvveti, asırlardır ruhumuzda biriken karanlıkları derece derece eritmişti. Geçtiği yol evvelce bir izdi, şimdi bir şehrahtır [ana yoldur]. Türk vatanı en aziz evladından birini kaybetmekle taziye edilmek lazım gelen bir felakete uğradı. Ziya Gökalp’in hatırası önünde başlarımızı eğdiğimiz bu acı dakikalarda, tesellimiz odur ki, onun ufkumuzda dalgalandırdığı manevi bayrağı yere düşürmeyecek bir gençlik; memleketin her köşesinde bu imanın mahfuziyeti [korunması] için ayakta silahlanmış duruyor.” [2]

Hamdullah Suphi [TANRIÖVER]

***

BÜYÜK ÂLİM ZİYA GÖKALP’İN ZİYAI

Diyarbakır Mebus-ı Muhteremi; çok kıymetli eserlerini Türklüğe ve gençliğe hatıra bırakarak aramızdan ebediyen ayrılmıştır

Reisicumhurumuz ve İsmet Paşa hazeratı birer telgrafla merhum müşarünileyhin [adı geçenin] ailesine teessürlerini [üzüntülerini] iblağ buyurmuşlardır [bildirmişlerdir]. Bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşkil edilmiştir.

***

Bir müddetten beri rahatsız bulunan ve son günlerde hastalığının şiddetlenmesi dolayısıyla hastahaneye nakledilen Diyarbakır Mebusu Ziya Gökalp Bey üstadımız dün [25 Ekim 1924] sabaha karşı irtihal-i dar-ı beka [ahirete göç] eylemiş ve bu müellim [elem veren] haber şehrimizde birden bire şayi olarak [duyularak] umumi ve derin bir teessürle [keder ve üzüntüyle] karşılanmıştır.

Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleriyle Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri merhum müşarünileyhin ailesine birer taziye telgrafı çekmek suretiyle teessürlerini iblağ buyurdukları gibi hükumet tarafından lazım gelenlere cenaze merasiminin pek mutantan bir surette icrası için de emirler verilmiştir.

İstanbul’da icra edilecek olan cenaze merasiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi namına orada bulunan İkinci Reis Vekili Şarkikarahisar Mebusu Ali Sururi Bey hazır bulunacaktır. Merhum müşarünileyhin ailesine bu devreye ait olan tahsisatın kâmilen verilmesi ve ayrıca hidmet-i vataniye [vatana hizmet] tertibinden maaş tahsisi takarrür etmiştir [kararlaştırılmıştır]. Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa Hazretleri ordu namına, beyan-ı taziyet edilmesini Üçüncü Kolordu Kumandanlığına ve Maarif Vekili Vasıf Bey Efendi de cenaze merasiminin icra edildiği gün bütün mekteplerin kapatılmasını ve bilumum muallimlerle talebelerin merasime iştirak etmelerini İstanbul’daki memurin-i aidesine emreylemişlerdir.

Vasıf Bey Efendi merhumun ailesine çektikleri telgrafta; kendisiyle beraber bilumum muallimlerin muhtaç-ı taziye ve teselliye bir halde olduklarını ve merhumun hatırasının gençlik için kuvvetli bir menba-ı ilham [ilham kaynağı]  olacağını ve bir arzuları varsa muhatap olmak istediğini bildirmiş ve ayrıca Muallimler Birliği, Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyelerince telgrafla beyan-ı tessesür ve arz-ı taziyet olunmuştur.

Dün gece Ankara’da Türkçülük Cereyanının maruf simaları, mebuslar ve Türkçü gençler bir içtima akdederek [toplantı yaparak] bir “Ziya Gökalp Cemiyeti” tesis etmişlerdir. Cemiyetin Birinci Reisliğine Sinop Mebusu sabık Sıhhiye Vekili Doktor Ziya Nur Bey, İkinci Reisliğine Zonguldak Mebusu Ragıp beyler bil ittifak intihap edilmişlerdir [seçilmişlerdir]. Cemiyet Ziya Gökalp Beyin bütün Türk şehirlerindeki muhiplerinden ve talebesinden taazzuv edecektir [meydana gelecektir]. Cemiyetin programı ve gayesi; Ziya Gökalp Beyin kitaplarının tabı [basımı], yazılarının ve hatıralarının cemi [toplanması] ve ihtifallerinin [törenlerinin] tertibi olacaktır.

Diğer taraftan “Türk Ocakları Merkez Heyeti ve Hars Heyeti” ve “Ziya Gökalp Cemiyeti” şu suretle derin teessürlerini ve hissiyat-ı taziyetkaranelerini ifade etmektedirler:

Türklüğe ve Türk Ocaklarına ifa ettiği layemut [ölmez] hidmetler ile kalbimizde ebediyen yaşayacak bir minnet ve şükran hatırası bırakmış olan büyük âlim ve rehber Ziya Gökalp’in vefatı dolayısıyla Türk milletine en samimi taziyetlerimizi ve memleketin umumi kederine bütün mevcudiyetimizle iştirak ettiğimizi beyan ederiz.

Anadolu Ajansı da şu satırlarla teessürlerini bildirmektedir:

Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadelenin ruhu ve istinatgâhı olan milliyet fikirlerini neşretmek hususunda Ziya Gökalp Beyin ifa ettiği hidmetler Türk milletinin kalbinde ebedi bir minnet bırakmıştır. Anadolu Ajansı bu büyük ziya [kayıp] karşısında duyduğu derin teessürleri beyan ve Türk milletini bütün ruhuyla taziye eder [başsağlığı diler].”

Üstadın son hayatına ait ajans tarafından verilen malumat ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Ajans ve matbuat mensubini [mensupları] namına üstat Ziya Gökalp Beyi 23 Teşirinievvel’de [23 Ekim 1924] ziyaret eden Anadolu Ajansının İstanbul mümessili [temsilcisi] Edhem Hidayet Bey o günkü tarihle şu telgrafı ajansa göndermiştir:

İstanbul: 23 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beye gittim. Çok dalgın, etrafındakileri tanıyamaz bir halde idi. Hiçbir şey söyleyemiyor ve ızdırap alameti gösteriyordu. Dünkü konsültasyon neticesinde kati olmamak üzere dimağında iltihap olduğu teşhis edildiğini ve doktorların ümitvar bulunmadığını biraderi Nihad Bey ifade etti. Kemal-i teessürle arz ederim.”

Anadolu Ajansının üstadın hastalığına ve irtihaline dair müteakip telgrafları da ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

İstanbul: 24 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beyin vaziyet-i sıhhiyesine [sağlık durumuna] dair bu akşamki tabip raporu ber-vech-i atidir:

Hastanın ahval-i umumiyesi git gide kesb-i vahamet ediyor. Hastalık süratle seyrini takip ediyor. Ziya Bey artık etrafındakileri tanımıyor. Kalp mukavemet ediyor. Hastalığın vahameti bütün kuvvetiyle bakidir.” [2]

DİP NOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ziya-gokalp-1876-1924/

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3

Continue Reading

En Çok Okunanlar