Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

Birinci İnönü Muharebesi (6-11 Ocak 1921)

Published

on

Giriş

İnönü Muharebeleri [1], Türk İstiklal Harbi’nin dönüm noktalarından birini teşkil etmektedir. TBMM Hükûmetinin askeri varlığının tartışıldığı, siyasi varlığının tehlikede olduğu, Türk milletinin istiklal ve istikbal kaygısı yaşadığı günlerde bu muharebelerde kazanılan başarılarla Türk istiklal mücadelesinde yeni bir safhaya geçilmiştir.

Birinci İnönü Muharebesi, TBMM Hükûmetinin içerideki siyasi ve askeri muhalif topluluklara karşı ölüm kalım mücadelesi yaptığı hassas bir dönemde başlamıştır. Ethem’in [2] isyanı ve Yunan taarruzu beraber gerçekleşmiş, TBMM ordusu iki önemli cephede aynı anda mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu muharebede, düzenli ordu birliklerinin ortaya koymuş oldukları mücadele neticesinde Yunan Ordusu geri çekilmek mecburiyetinde kalmış, üstün moral gücü ile Ankara’nın başını ağrıtan Ethem isyanı bastırılmıştır. TBMM Hükûmeti, bu muharebenin sonucundan istifade ederek içerideki en güçlü muhalefeti tasfiye etmiş, iktidarını kuvvetlendirmiş, istikbalini teminat altına almıştır.

Birinci İnönü Muharebesi’nden sonra düzenli ordu rüştünü ispat etmiş, Teşkilatı-ı Esasiye Kanunu ve İstiklal Marşı’nın kabulü başta olmak üzere devletleşme/kurumlaşma yolunda çok önemli adımlar atılmıştır. TBMM Hükûmeti, bu muharebenin bir sonucu olarak düzenlenen Londra Konferansı’nda İstanbul Hükûmeti’ne ve İtilaf Devletleri’ne siyasi varlığını ve Türk İstiklal Mücadelesi’nin/milli hareketin temsilcisi olduğunu kabul ettirmiştir.

Londra Konferansı’nda içeriğinde bazı değişiklikler yapılan Sevr Antlaşması’nın TBMM Hükûmeti tarafından kabul edilmemesi üzerine, İngiliz destekli Yunan Ordusu, Sevr Antlaşması’nı silah zoru ile Türklere kabul ettirmek amacıyla ikinci defa büyük bir taarruza kalkışmıştır. İkinci İnönü Muharebesi ile neticelenen bu taarruz, TBMM Hükûmetinin Koçgiri isyanı ile meşgul olduğu sırada başlamış ve birincisine göre çok daha kanlı ve şiddetli geçmiştir.

Türk Ordusu, İkinci İnönü Muharebesi’nde sayıca üstün Yunan Ordusu’na karşı kesin bir mağlubiyete uğratmış/galibiyet kazanmıştır. Bu galibiyetin ardından İtalyanlar hiç baskı görmedikleri halde Anadolu’dan çekilmeye başlamış, Fransızlar Zonguldak’ı tahliye etmiştir. İngilizler ise Ankara ile doğrudan temas kurma yollarını aramaya başlamıştır. Bu bakımdan İnönü Muharebeleri, bir yanı ile hem içeride hem de dışarda TBMM Hükûmetinin siyasi olarak tanınmasını sağlamış, diğer taraftan İtilaf Devletleri’nin Anadolu’daki Türk İstiklal Mücadelesi’ne/Milli Mücadele’ye bakışı açısından kırılmalara sebep olmuş, dış ilişkilerde politika değişikliğine yol açmıştır.

Aşağıda Birinci ve İkinci İnönü Muharebeleri’nde bizzat ordumuza kumanda eden Garp Cephesi Kumandanı İsmet [İNÖNÜ]’nün [3] hatıralarından, Birinci İnönü Muharebesi öncesi, anı ve sonrası yaşanan gelişmeler, sebep ve sonuçlarıyla sunulmuştur.

***

Yunan Kuvvetlerini İnönü’nde Karşılayacaktım

6 Ocakta [1921] Yunan ordusunun Bursa cephesinden ileri harekete geçtiğini haber aldığımda ben Gediz’de bulunuyordum. Karargâhım Gediz’e yakın bir mesafede, Efendi Köprüsü’nde. Cenup Cephesi Kumandanı Refet Bey de karargâhıma geldi. Aynı gün Afyon’dan, 12. Kolordudan, Uşak cephesindeki Yunan kuvvetlerinin de Afyon istikametinde harekete geçtiklerini bildirdiler. Vaziyeti aramızda münakaşa ettik. Ethem’in tenkili için başlayan harekâtı muvakkaten durdurmaya ve Yunan kuvvetlerini karşılamak üzere geri dönmeye karar verdik. Bu kararı hemen o gece aldık.

Yunan kuvvetlerini İnönü’nde karşılayacaktım. İnönü mevzilerini, yolların kavşak yeri olan Eskişehir’i, Eskişehir istikametini kapamak için daha önce intihap etmiştim. İnönü mevzilerinin ilerisinde derinliğine kademelenmiş çok az mevcutlu zayıf bir tümen ile Gökbayrak Taburu ve bazı milli müfrezeler var. Garp Cephesi Kuvvetlerinin şimdi bulunduğu yer, İnönü mevzilerine düşmandan daha uzak. Biz dört günlük mesafede bulunuyoruz, Yunanlılar üç günlük mesafede bulunuyorlar. Cephedeki tümen kumandanına Efendi Köprüsü’nde düşmanı oyalamasını ve ileri harekâtını geciktirmesini bildirdim. Verdiğim emirde Karaköy civarının vakit kazanmaya çok müsait olduğunu belirttim. Bir taraftan da Ankara ile görüşerek geriden İnönü’ne kuvvet yetiştirilmesini istedim.

Ben Genelkurmay Başkanı tayin olunduğumdan itibaren, Yunan kuvvetleri ile bizim kuvvetlerimizin arasında daima bir mesafe bırakılması zaruretine inanmışımdır. Ve böyle de yaptım. Cephelerde daima aramızda mesafe var. Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi, hiçbir zaman düşmanla burun buruna bulunmadım ve siper muharebesi yapmadım. Bu vaziyet Yunanlıların işine geliyordu. Yunan harbi zaten bir düşmanın muharebe ile işgal ettiği bir kıtanın üzerindeki muharebeler halinde olmadı. Yunanlılar Anadolu’ya muharebe ile çıkmadılar. Sulh yapmak isteyen bir memleketi istila etmek tarzında oldu. Ve bir yere kadar ilerledikten sonra, kendi ihtiyatları ile orada durdular. Yunanistan’a bu yolu açan İtilaf Devletleri de, Yunanlılar da, bir müddet beklemekte fayda umdular. Umdular ki, bu müddet esnasında iç isyanlarla, çeşitli tertiplerle mesele kendiliğinden hallolacaktır. Bu politikayı takip ettiler. Biz de hazırlanmak için zaman kazanmak istiyorduk. Düşmanla arada mesafe bırakışımız da bundandır. Daha başından beri şu kanaatteyim: Bizim davamız evvela Yunan taarruzu ile Türkiye’nin inhilal etmeyeceğini ispat etmekle kazanılacaktır. Ondan sonra da Yunanlıların Anadolu’yu istila etmeye kâfi gelmeyeceklerini göstermek lazımdır. Bunları yapabilirsek, bizim imha edilmesi güç bir millet olduğumuza, kendisine hayat hakkı tanınması mümkün ve zararsız bir millet olduğumuza hükmedilecektir.

Ethem’in Karşısında İzzettin Paşayı Bıraktım

6 Ocak akşamı kararımı verdikten sonra ertesi sabah, Gediz’de bulunan Garp Cephesi Kuvvetlerinin büyük bir kısmını geriye hareket ettirdim. Ethem’in karşısında, en kuvvetli kumandanımı, İzzettin (Çalışlar) Beyi bıraktım. İzzettin Bey tümeninin bir kısmı ile Kütahya’ya çekilecek ve Ethem’in muhtemel taarruzuna karşı İnönü mevzilerinin arkasını emniyete alacaktı. Kütahya’nın kayalık bir cephesi vardır. O kayalar içerisinde müdafaa edeceksin, dedim. İzzettin Beyin, Ethem’in tenkili için girişilen harekâtta birinci derecede rolü vardır. Bundan sonra da her muharebede birinci derecede rolü olmuştur. Kütahya bölgesinde Ethem kuvveti herkesin gözünü yıldırmış. Geniş saha bir defa. Yani Ethem, bir yerden çıkıp başka bir yere gider, talan eder, taarruz eder, hepsini yapar. Ben İnönü mevzilerine gidiyorum, bir defa orduyu kurtarayım.

Geri yürüyüşe başladık. Giderken iki günde aldığımız mesafeyi bir günde alarak askeri yürütüyorum. Nihayet birlikleri Kütahya’ya getirdim. Asker biraz istirahat etsin, biraz uyusun diye orada trenler hazırlattım. Gece sabaha kadar istasyonda bekleyip gelmesini bekliyorum. Ben mütemadiyen dolaşıyorum. Bütün subaylar ayakta, bir an evvel muharebe meydanına yetişmeye çalışıyoruz. Asker çok yorgun halde geliyor. Birlikler dağılmadan, dayanabilecek bir halde muharebe meydanına yetişsin diye tertipler alıyorum. Yorgun bitkin bir halde istasyona yetişen askeri, âdeta zorla iterek vagonlara bindiriyoruz. İndirirken de böyle oldu. Kollarından çekerek zorla indirdik. Asker bu kadar yorgun ve bitkin bir vaziyette. Yunan ordusu Bursa bölgesinden üç ayrı kol halinde ilerliyordu. Karşısındaki bizim zayıf kuvvetlerimizin mukavemetini kırarak üç günlük yürüyüşten sonra İnönü mevzilerine ulaşmıştı. Ben 9 Ocak günü İnönü’ne yetiştim. İlk kıtalarla oraya geldiğim zaman muharebe devam ediyordu. Yunanlıların karşısında dövüşerek çekilen 24. Tümen ve Ankara’dan yetiştirilen kuvvetler, Yunan taarruzuna karşı durmaya çalışıyorlardı. Fakat düşman, İnönü istasyonunu bile işgal etmişti. Getirdiğim kıtaları hemen muharebeye soktum ve istasyonu işgal eden düşman kuvvetleri bertaraf edildi.

Ben, Gediz’den İnönü’ne yetişmek üzere ayrıldıktan sonra, henüz yolda iken, Ethem Gediz‘e taarruza geçti. İzzettin Çalışlar, emrinde bıraktığım az bir kuvvetle Gediz’de Ethem’le muharebeye tutuştu. Kuvvetlerini Kütahya’ya çekebilmek için evvela asi kuvvetleri geri atması gerekiyordu. Mukabil bir taarruza geçerek asileri geri çekilmeye mecbur bıraktı. Bundan sonra kendisi de kuvvetlerini Kütahya istikametine harekete geçirdi. Ethem, karşısındaki kuvvetlerimizin Gediz’den çekildiğini, ancak bir gün sonra fark edebilmişti. Kütahya’ya doğru ileri harekete geçti. 10 Ocakta Kütahya’daki Ethem kuvvetleri ile bizim kuvvetlerimiz arasında muharebeler tekrar başladı.

10 Ocak Birinci İnönü Muharebesinin de en şiddetli günüdür. Biz cepheye yetiştiğimiz zaman Ankara’dan da peyderpey kuvvetler geliyordu. Nerede bir kıta bulurlarsa İnönü’ne yetiştirmeye çalışıyorlar. 9 ve 10 Ocak günlerinde şiddetli muharebeler yaptık. Alıyoruz, veriyoruz. Geliyorlar, yetişiyoruz. Taarruzlar yapıyorlar, biz mukabil taarruza geçiyoruz. Onlar da tutunmaya çalışıyorlar.

Benim tahminime göre, düşman hakkımızda şöyle düşünmüştür: Her taraf boştur. Zaten ordu zayıf bir halde. Sekiz aydan beri iç muharebelerle fena halde yorulmuş ve yıpranmıştır. Şimdi bir isyanla ikiye ayrılmışlar. Anadolu’da istediğimiz kadar ilerleyebiliriz.

Tabii böyle düşünüyorlar ve hiçbir mukavemet görmeden ilerleyeceklerine inanarak hazırlanıyorlar ve bu harekâta girişiyorlar. Şimdi hiç ummadıkları bir mukavemetle karşılaşınca, moralleri bozuldu. Bunu anlıyorum. Hakikaten son derece yorgun bir vaziyette cepheye yetişen kuvvetler, kendilerinden beklenilemeyecek şiddette muharebe ediyorlardı. İş, inada ve vazife hissine binmişti.

Bu Muharebede Düşman Harekâtı İle Ethem Harekâtı Beraber Olmuştur

10 Ocakta düşmanın mukavemeti kırıldı, iradesi çöktü, çekildi. Tekrar ve telaşla eski yerine kadar gitti. Vaziyetin ne olduğunu anlamadan hızla geldiği yere döndü. İşte Birinci İnönü Muharebesi budur. Bu muharebede düşman harekâtı ile Ethem harekâtı beraber olmuştur. Biz İnönü’nde Yunanlılarla muharebe ederken, İzzetin Bey Kütahya’da Ethem kuvvetleri ile muharebe ediyordu. İzzettin Beyin emrinde bıraktığımız kuvvetlerden bir kısmını daha İnönü mevziine çektiğimizden, Ethem’in karşısındaki kuvvetlerimiz iyice zayıflamıştı. Buna rağmen, İzzettin Bey Kütahya’da iyi dayandı. Ethem’in çetelerini Kütahya’nın kenar mahallelerine kadar ilerlettiler. İnönü cephesinde düşmanın çekilmesi, Kütahya’daki askerlerimizin maneviyatını yükselttiği gibi, asilerin maneviyatını bozmuştur. Ethem, çete efradının muharebe hevesini ve gayretini arttırmak için Kütahya’yı kendilerine bağışladığını ilan etmiş, İzzettin Beyden öğrendiğime göre, “Kütahya’nın malı, canı, namusu, hepsi helaldir” diye ilan etmiş.

Kütahya’daki muharebe üç gün sürmüştür. Nihayet Ethem cepheyi terk ederek kaçmaya mecbur oldu. Ethem ricat ettikten sonra, Refet Paşa süvari kuvvetleri ile kendisini takip etti. Bu suretle Ethem’in emrindeki kuvvetlerin hepsi dağıldı ve kendisi kardeşleri ile beraber Yunanlılara iltica etti. Mesele böylece kapanmış oldu.

İnönü cephesinden çekilen düşmanı ancak hafif kuvvetlerle takip ettik. Fakat Bursa’yı zorlamadık. Çünkü hem kuvvetimiz takibe yetmeyecek kadar azdı, hem de asker çok yorgundu.

Yunan ordusu Başkumandanı Papulas, Ethem ile de ayrı bir cephede muharebe ettiğimizi hesaba katarak, bizden böyle bir mukavemet beklemiyordu. Fakat 9 ve 10 Ocak günleri bizim mukabil taarruzlarımızla karşılaşıp, o zamana kadar Anadolu’da görmediği bir muharebe tarzına Türk ordusunda rastlayınca, keşif yaptım, bu kadarı kâfi, öğrendik, dedi ve bıraktı gitti. Yani muharebede ısrar etmedi.

Birinci İnönü Muharebesi, daha ziyade Kuvayı Seyyarenin Yunanlılarla beraber gelişen taarruzunun muvaffak olmaması şeklinde bir adım telakki edilmek lazımdır. Atatürk, Birinci İnönü Muharebesinin neticesine çok önem vermiş görünmektedir. Aslında Birinci İnönü Muharebesi askeri bakımdan mütevazı ölçüde bir muharebedir. Yunanlılar taarruz etmişler, bizim mevzileri söktürmüşler, bundan sonra hazırlıksız geldiklerini, ilerisinin daha çok tehlikeli olduğunu anlayarak kendileri çekilip gitmişlerdir. Buna rağmen Birinci İnönü Muharebesi Anadolu Hükûmetinin kurulması için kâfi gelmiştir.

Milli Mücadelede, siyasi ve askeri hareket bakımından en çok bunaldığım, en çok sıkıldığım devre, Kuvayı Milliye isyanlarının bertaraf edilip, muntazam ordu teşkili istikametinde politikanın esaslı olarak değiştirilmesine kadar geçen devredir.

Muharebeden az bir müddet sonra birkaç gün için Mustafa Kemal Paşaya vaziyet hakkında bilgi vermek için Ankara’ya geldim. Mustafa Kemal Paşa çok memnun olmuştu. Beni istasyonda karşıladı: Kendisine “Büyük mesele halledildi” dedim. “Hangi büyük mesele? Çok, çok mesele hallolundu” diye cevap verdi. O kadar memnun görünüyordu ki… Hükümet henüz kuruluyordu. Dağınık hükümetten kurtulmak, ordu teşekkül edecek mi. etmeyecek mi endişelerinden sıyrılmak ve ilerisi ne olacak gibi şüphe ve tereddütler içinde bulunan bir atmosferden birdenbire sıyrılarak normal bir harbin tertiplerine, şevkine ve manevi kuvvetlerine girmiş olduğumuz bir devredeydik. Ankara’da. 23 Nisan 1920’de Meclisin açılmasından Birinci İnönü Muharebesinin sonuna kadarki zaman, büyük buhranlarla geçmişti. Herkes milli hareketin iç isyanlarla çöküp batacağını ve davanın, esasından temelli kaybolacağını beklerken, şimdi muharebe ile bir netice almak zihniyeti, şevki hâsıl olmuştu.

Ankara’da birkaç gün kaldım. Bu arada grup grup mebuslarla görüştüm. Onlara ilerisi için ümit verici sözler söyledim. Ordu her emri ifa edecek bir kudrettedir, ordu mekanizması muntazam işliyor, hükümet ve devlet teşkilatı ordu üzerinde kurtarıcı, ihya edici bir tesir yapmıştır, maddi ve manevi kuvvetimiz yerindedir, tarzında konuşmalar yaptım.

Birinci İnönü Muharebesi umumi itibarı kuvvetlendirir mahiyette bir netice sağlamış oldu. Fakat bir yandan da siyasi bakımdan memlekette kesif bir propaganda başladı. Artık iş hallolundu, hallolunuyor, buhranlı günler geçti, gibi laflar dolaşıyordu. Benimle Ankara’da çok kimse bu tarzda konuşmalar yaptı. Tehlikeli bir propaganda. Gevşetici sözler. Ben reddettim. Böyle konuşan herkese, benimle temas eden herkese diyordum ki: Canım ne oldu? Henüz sulh olması için, harbin neticesini aldık demek için askeri vaziyette hâsıl olmuş ne gibi büyük bir değişiklik vardır? Henüz işgal altındayız. Düşman yakında yeniden taarruz edecek. Ona göre hazır olmak lazım. Ortada halledilmiş, bitmiş hiçbir mesele yoktur.

Kendilerini nikbin bir havaya kaptıranlar farkında olmadan menfi bir propagandaya sebep oluyorlardı. Fakat aslında, mütevazı ölçüde bir zafer de olsa, Birinci İnönü Muharebesi ve Ethem’in tasfiyesi gerçekten çok meseleyi halletmişti. Şimdi bu meseleden birini söyleyeceğim. Bizim orduda bugünlere kadar büyük bir hastalık vardı. Yedi sekiz aydan beri asker alırız, getiririz, giydiririz, besleriz, fakat silahını almış, cephanesini beline takmış, firar edip giderdi. Firarileri evine kadar takip ederiz. İmkânı yok tutamayız. İş manevi bağlılığa kalmıştı. Aramızda görüşüyoruz, çare arıyoruz. Nihayet karar verdik ki, firarı önlemek için manevi kuvvet ve bağlılık tesis etmek lazımdır. Buna çalışalım dedim. Ancak, manevi kuvvetin, vazife hissinin teessüs etmesi ve firarların önlenmesi için ilk manevi çare bir muvaffakiyet göstermektedir. İnanıyoruz, biz muvaffak olabiliriz, muharebe kazanabiliriz. Daha doğrusu bunun için muharebe kazanmak lazımdır. Buna karşılık içinde bulunduğumuz güç şartlar içinde umumi şevki yükseltmek ve bir zafer kazanmak için de iyi bir kıta teşkil etmek lazımdır. Muzafferiyet kazanırsak, iyi kıta teşkil etmenin yoluna girmiş olacağız. Ama, muzafferiyeti kazanmak için de elde iyi kıtaların bulunmasına ihtiyaç var. Böyle bir muammayı halletmeye çalışıyorduk. İşte Birinci İnönü Muharebesi ile bu muammanın hallinde esaslı bir adım atmış olduk.

Kazanmaya Mecburduk

Devleti kurmak için, Büyük Millet Meclisinin itibarını, nüfuzunu ve hâkimiyetini sağlamak için küçük çapta da olsa, böyle bir muharebeyi kazanmaya mecburduk. Mustafa Kemal Paşa da Birinci İnönü Muharebesinden, bu bakımlardan çok kârlı çıktığımızı kabul ediyordu. Onun Milli Mücadele esnasında askeri meselelerle uğraşmaktan mı daha çok eziyet çektiği, yoksa siyasi meselelerin, siyasi ihtilafların düzeltilmesinde, kaldırılmasında veya teskin edilmesinde mi daha çok eziyet çektiği kestirilemez. Büyük davanın siyaset sahasında çektiği ıstıraplar hakikaten tahammül fersahtır. Ben, Garp cephesine kumandan olarak ayrıldıktan sonra, vazifelerim nihayet mahdut sahaya, sırf askeri sahaya münhasır kalmıştır. Mustafa Kemal Paşa ile bu hususta mutabıktık. Bu orduyu teşkil edip, düşmanı muharebe meydanında yenmek lazım. Esas mesele budur. Tespit ettiğimiz sade hedef, memleketin bütün kudretini, bütün siyasetini düşmanı yenecek istikamete sevk etmekten ibaretti. Mustafa Kemal Paşa mücadelenin askeri tarafı ile uğraştığı kadar, siyasi tarafını da idare ediyordu. Ben, Garp Cephesi Kumandanı tayin edildikten sonra işin yalnız askeri kısmı ile meşgul oluyordum. Birinci İnönü Muharebesi, askeri safhaya geçtiğimizin ilk eseri sayılır. Onun için gerek Mustafa Kemal Paşa üzerinde, gerek ordu üzerinde çok olumlu tesir yaptı.

Birinci İnönü Muharebesi ile Milli Mücadelenin gerçek askeri safhasına girmiş bulunuyoruz. Kuvayı Milliye’ye ümit bağlamış, milli harekete karşı çıkmış, Padişaha dayanarak isyan etmiş ne kadar düşmanca hareket varsa, hepsi bertaraf edilmiş oldu. Böylece ordu teşkil etmek için gerekli sağlam esaslar konulmuş ve bu sağlam esasların işe yararlığı kabul edilmiştir. Fakat bütün iyi niyetlere rağmen, Birinci İnönü Muharebesinden sonra biz, hiçbirimiz, düşman ordusunun hareketine karşı kazandığımız neticeyi, siyasi hedeflerimizi, siyasi maksatlarımızı temin edecek kesin bir zafer diye asla kabul etmedik. Ve halk tarafından da böyle kabul edilmesine çalıştık. Birinci İnönü Muharebesi ile askeri harekât devrinin başladığını, nihayete kadar bunun böyle devam edeceğini görüyoruz, biliyoruz. Zayıf yerimiz seferberlik yapamamaktadır. Seferberlik yapamıyoruz. Gerek insan, gerek malzeme ve teçhizat bakımından vatan kudretinden istifade edemiyoruz. Harp yüklerinden memleket o kadar yorgun ki, bu hususta bir teşebbüse geçmek mümkün olmuyor. İkinci İnönü Muharebesine de bu şartlar içinde başladık. Ancak teşkilat yapabildik. Mümkün olan ikmal efradını, depolarda duran silahlardan ne bulabildiysek, onları aldık, disiplinli, talim ve terbiyeli bir ordu yapmaya çalıştık. Ocak ayında Birinci İnönü Muharebesi oldu. Ordu için istirahat imkânı yok. Aralıksız talim ve terbiye ile uğraşıyoruz ve yeni bir taarruz bekliyoruz.

Birinci İnönü Muharebesinin dış siyasette de büyük tesiri olmuştur. İtilafçıların içinde bulunduğumuz bu devrede nasıl bir politika takip ettiklerini, takip edeceklerini sıraya koyup tahmin etmek kolay değildi. Yalnız kesinlikle biliyoruz ki, bizimle mütareke yapanlar, birbirini tutmayan değişik görünüşlerine rağmen, Türkiye’yi parçalamaya kararlıdırlar. Aralarında bunu müzakere ediyorlar ve planlarının tatbiki için kolay yollar arıyorlar. Birinci İnönü Muharebesine kadar geçen devrede Türkiye’yi içeriden çökertmek için başta isyan çıkarmak olmak üzere, türlü tedbirlere başvurdular. İstanbul Hükûmeti, Padişah hükûmeti, iç isyanlarla memleketi çökertmek için İtilaf Devletlerine canla başla yardımcı oldu. Bunu bir sene tecrübe ettiler. Şimdi Birinci İnönü Muharebesi ile vaziyetin değiştiğini anladılar. İnönü Muharebesi bittiği zaman iç isyanların kökü kazınmış, Kuvayı Milliye tasfiye edilmiş olarak milli hareketin dışarıdan görünüşü eski tertiplerle netice alınamayacağı intibaını veriyor. Bu defa İtilaf Devletleri, bizi Londra’da bir konferansa davet ettiler. Davet, evvela İstanbul Hükûmetine yapıldı. İstanbul Hükûmeti, Ankara’nın da konferansa iştirakini teklif etti. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’dan gelen teklifi kabul etmeyerek, bizi doğrudan doğruya çağırsınlar, gidelim, dedi. İstanbul ile Ankara arasında bu münasebetle uzun muhabere ve münakaşa cereyan etmiştir. Nihayet, İtilaf Devletleri, Ankara Hükûmetini de ayrıca konferansa çağırmaya mecbur oldular ve iki hükümetten ayrı ayrı heyetler Londra’ya gitti. Konferans başladığı zaman İstanbul Hükûmeti adına giden Sadrazam Tevfik Paşa, Türkler namına söz söylemeyi Ankara Hükûmetine bıraktı.

Londra Konferansı ile memlekette kesif bir barış propagandası başladı. Biz konferanstan fazla bir şey beklemiyor ve mücadele azminin gevşememesi için uğraşıyorduk. Nihayet müzakereler akamete uğradı.

Yunanlılar 23 Martta Tekrar Taarruza Geçtiler

Ben Birinci İnönü Muharebesinden sonra Ankara’da birkaç gün kalıp, tekrar cepheye dönmüştüm. Londra Konferansı henüz devam ediyor. Fakat yeni bir taarruz bekliyoruz. Bu şartlar altında martın son haftasını bulduk. Yunanlılar 23 Martta tekrar taarruza geçtiler.

Biz Yunanlıların Londra Konferansı devam ederken böyle bir hazırlık içinde bulunduklarını çeşitli kaynaklardan haber almıştık. Londra’daki heyetimizden gelen raporlar, büyük bir Yunan taarruzu ihtimalinin kuvvetli olduğunu gösteriyordu. Ayrıca cephe ilerisindeki istihbaratımızdan, Bursa bölgesindeki Yunan kuvvetlerinin arttırıldığını, yeni bir Yunan tümeninin bu bölgeye geldiğini öğrenmiştik. Hazırlığımızı buna göre yapmıştık. Yunan ordusunun iki koldan, Bursa grubu ile Eskişehir istikametinde, Uşak grubu ile Afyon istikametinde taarruza geçeceğini tahmin ve hesap etmiştik. Bizim için Eskişehir istikameti daha önemli olduğundan, kuvvetlerimizin büyük kısmım İnönü mevzilerinde topladık. Planımıza göre, bir taarruz halinde düşmanı İnönü’nde yenecek, sonra güney cephesine dönecektik. Bu sırada güney cephesindeki kuvvetlerimiz Uşak’tan taarruza geçen düşmanı oyalayarak zaman kazanacaktı.

Yunan ordusunun İkinci İnönü muharebesi ile neticelenecek taarruzu esaslı bir hataya istinat eder. Birinci İnönü Muharebesinden sonra pek az bir zaman geçmiş olduğu için, bizim, bu az zaman içinde sarf ettiğimiz gayretlerden ve muharebe meydanlarında çözülemeyecek bir ordu kurmuş olduğumuzdan düşman haberdar değildi. Bahsettiğim esaslı hata budur. Yunanlılar serbest bir memlekette, muhtelif kollardan taarruz ederek her tarafı işgal edebileceklerini ve herhalde ilk hedefleri alacaklarını sandılar. İşte mart sonu taarruzu bu zihniyetle tertip edilmiştir. [4]

DİPNOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/inonu-muharebeleri/

[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ethem-1886-1948/

[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ismet-pasa-inonu-1884-1973/

[4] İsmet İnönü, Hatıralar, 1. Kitap, Yayıma Hazırlayan: Sabahattin Selek, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1985, s. 240-247

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk İstiklâl Mücadelesi

TÜRK İSTİKLAL MÜCADELESİNDE KAĞNI KOLLARI (İnebolu-Kastamonu Hattı)

Published

on

Giriş

Millî Mücadele, Türk’ün fert ve millet olarak gösterdiği büyük fedakârlıklarıyla tarihe mal olmuş bir dönemin adıdır. Bu dönem, birçok tarihi vaka, tartışma ve konuyu içermektedir. Bu dönem, ferdi bulunduğu ortam içinde bir seçim yapmaya/taraf belirlemeye mecbur kılmıştır. Birinci tercih, Emperyalizmin temsilcileri işgalci İtilaf Devletleri ve işbirlikçi İstanbul Hükumeti emrinde/tarafında (sözde) hâkimiyetini ve istiklâlini devam ettirecek bir konum belirlemekti. İkinci tercih ise Mustafa Kemal önderliğinde çoban ateşi yakılan Türk İstiklal Mücadelesi uğrunda Kuvay-ı Millîye yanında ve bünyesinde Türk Milliyetçileri [1] ile birlikte “Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyerek asi olmak veya ölmeyi göze almaktı.

Enver Behnan ŞAPOLYO [2], genç yaşında bu iki seçenek arasında tercihini Kuvay-ı Millîye’den yana kullanmıştır. Kuvay-ı Millîyecilere katılarak Istıranca bölgesinde Yunan kuvvetlerine karşı askeri vazife üstlenmiştir. Bir müddet sonra İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katılmak ister. Mim Mim (Millî Mücadele) Grubu’nun yardımıyla İnebolu’ya geçer. İnebolu-Kastamonu hattında, cepheye cephane ve erzak taşıyan Kağnı Kolları’nda komutanlık vazifesiyle “Türk İstiklâl Mücadelesi”nde hizmet eder. Bu zaman aralığında yaşadıklarını eserlerinde işleyerek bir dönemin siyasî ve askerî yapılarının durumunu, bir fert olarak kendi düşünce ve ruh halini, Anadolu’daki fertlerin düşünce ve ruh hallerini örneklerle açıklar. Tanık olduğu olaylar, yerler ve kişiler hakkında verdiği (sosyo-ekonomik, kültürel) bilgiler, bizlere ve araştırmacılara Millî Mücadele’nin ferdi ve sosyal yönlerini farklı bir bakış açısıyla inceleme-değerlendirme imkânı vermektedir.

Aşağıda, “Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967” künyeli eserin 31-45’inci sayfaları arasında, İnebolu-Kastamonu hattındaki Kağnı Kolları Komutanı Enver Behnan ŞAPOLYO’nun hizmetlerinden bir bölüm; kendi dilinden hizmetlerini okumak, anlamak, incelemek ve değerlendirmek zevkini tatmanıza katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur. Görseller, anlatımı açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından eklenmiştir.

***

[İnebolu’da] Otelde yatağıma uzanmış yatıyordum. Odamın kapısı vuruldu. Seslendim, içeri bir asker girdi.

–        Sizi Kumandan istiyor! Dedi. Doğruca Kumandana gittim. Bana:

–        Yavrum, sana bir vazife veriyorum. Bu mukaddesi vazifeyi hakkıyla göreceğine inanıyorum.

–        Ne gibi bir vazife.

–        Cepheye cephane taşıyan kağnı kollarının kumandanı yaptım.

–        Emredersiniz!

Diyerek bu mukaddes vazifeyi kabul ettim. Hayatımda duyduğum en büyük zevk bu olmuştu. Milletim bana bu vazifeyi lâyık görmüştü.

KAĞNI KOLLARI

Güneş Karadeniz’in mor sularını kızıl bir renge bürüyerek ağır ağır Dünya’nın öbür yüzünü aydınlatmak üzere batmıştı. Yalnız camilerde kandiller yanıyor. Bu gece bir kandil günü idi. Bir meydana kırk kağnı sıralanmıştı. Bir subay:

–        İşte kağnılar, yanına da müzaheret bölüğünden bir nefer veriyorum… Dedi. Bu zabit bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı. Nefere adını sordum:

–        Mustafa…

Dedi. Bu nefer çete kıyafetinde bir asker idi. Başında bir Laz başlığı, omuzunda bir Rus mavzeri ve göğsünde iki kolon fişek takılı idi. Müzaheret Bölükleri Kuvayı Milliye’nin geri hizmetlerini görmekte idi. Bunlar hapishanelerdeki mahkûmlardan köy ve kazalardaki kabadayılardan gönüllü olarak toplanmış milis jandarma bölükleri idi. Hepsi belalı, gözü pek adamlardı. Benim Mustafa da Kastamonu hapishanesinden çıkarılmış bir mahkûmdu. Eskiden İnebolu’da fırıncılık edermiş. Mustafa’ya:

–        Haydi, kağnıcılara söyle, hareket edelim.

Dedim. Mustafa öne koşarak kağnıları harekete geçirdi. Ben yanıma ekmek almayı unutmuşum. Yanımda bulunan Muallim Hasan Bey bana bir okka ekmek ile biraz beyaz peynir alarak getirdi. Yollarda belki ekmek bulamazsın dedi. Bu temiz insanın vefakârlığına hayran kaldım. Ekmekçi Cemil adlı bir köylünün kağnısına koydum. İnebolu’da herkes birbirine yardıma koşuyordu. Kağnılar ilerlemeye başladı. Karanlığı yararak ilerliyorduk. Bastığım yeri göremiyordum. Her taraf zifiri bir karanlığa bürünmüştü. İkiçay denilen vadiye daldık. Bir saat sonra ufak bir karakolun önünde bizi jandarmalar durdurdu. Burası İnebolu’dan çıkanların vesikalarını kontrol eden bir karakol noktası idi. İç Anadolu’ya öyle kolay kolay girilemiyordu. Jandarma bana:

–        Tamam mısınız?

Dedi. Ben de:

–        Evet!

Deyince:

–        Yolunuz açık olsun. Kastamonu’ya altı günde varmaya gayret et, geç kalırsan İstiklal Mahkemesine verirler. Cephede askerler cephane bekliyorlar, dedi. Ben de:

–        Mümkün olduğu kadar erken varmaya çalışacağım ve süratle gideceğiz.

Dedim. Kağnılar cevap veriyor:

–        Gıy gıy…

Yolumuza ağır ağır devam ediyorduk. Fakat her süratli vasıta yorulur ve bozulabilir. Bizde ne yorulmak ne dinlenmek ve ne de bozulup yolda kalmak vardı. Otomobiller, kamyonlar belki her yeri aşamazlardı. Fakat bizim için aşılamayacak yol yoktu. Biz ağır, fakat hep hareketteyiz. Daima hedefe doğru ilerliyorduk. Kağnılarımızın tahta tekerleklerinden çıkan müşterek ses duyulmamış bir ahenk meydana getiriyordu. Bu sesi ne musiki aleti ve ne de canlı bir mahlûk çıkarabilirdi. Kağnı sesleri bir inilti halinde inlemekte, çok kere de bir gayda sesini andırmakta idi. Sanki Türkler Orta Asya’dan dünyanın dört bucağına göç ediyorlarmış gibi dağları inletiyorlardı.

[Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş I, Kültür Bakanlığı Yayınları/638, Kültür Eserleri Dizisi/46, Ankara 1991, s. 374]

Türk Milleti’nin bu günlerde çekmekte olduğu acıları sanki bu kağnı sesleri ifade ediyordu. Bu kağnıları ilk defa Türkler icat ederek insanlığa tekerlekli ilk nakil vasıtasını armağan etmişlerdi. Türkler, bu kağnılar vasıtasıyla dünyanın her yerine kolaylıkla göç edebilmişlerdi. Kağnıları köylüler yapıyor ve kendilerine gayet ucuza mal ediyorlardı. Kağnı tekerleklerini meşe veya gürgen ağacından üç parça olarak yapmakta idiler. Bu üç parça birbirine geçmekte olup bu iki tekerleği birbirine bağlamakta olan dingile ezgen diyorlardı. Ezgen, tekerleklere sabit olarak geçirilmekte idi. Tekerlekle dingilin birbirinden ayrılmaması için, dış tarafa da sert ağaçtan yapılmış büylü denilen bir çivi takılmakta idi. Asıl kağnının gövdesi, iki tahtadan teşekkül etmekte idi. Gövdeye üçgen şeklinde üç parça daha ilâve edilmiş olup en önündekine ön yastık, diğer ikisine de köp diyorlardı. Bazan iki köp arasına tahtadan kara çav çekilmektedir. Kağnılara öküz veya manda koşulmaktadır. Mandalara kömüş diyorlardı. Kağnıların hareketi gayet ağırdı. Üzerleri yüklü kağnılara, köylüler binmezler ve ellerinde nodul denilen ucunda bir çivi çakılı övendire tutarak, mandaların yanında yaya olarak ağır ağır gitmektedirler. Şayet bu kağnılara fazla yük konursa:

–        Aman efendim kömüşüm durur… Yani çatlar diye yalvarmaktadırlar. Kağnıların ses çıkarmayanları makbul olmayıp onu uğursuz saymaktadırlar. Kağnı gıcırdasın diye ceviz içi veya kömür tozu dökmektedirler. Ezgen yanmasın diye de üzerine yoğurt çalarlardı. Kağnıların böyle türlü türlü marifetleri vardı. Tank gibi çukurları atlar, en bozuk yolları aşar ve en dik sırtlara çıkar, inilmesi gayet müşkül inişlerden de iner. Hiçbir millette olmayan en ucuz ve en sağlam ve dağlık araziye uygun bir köylü nakil vasıtasıdır. Kağnının önüne dik bir iniş gelirse bunu şu şekilde iniyorlardı. Derhal ormandan büyük bir çam ağacı keserek bu ağacı dalları ile kağnıya bağlayıp köylüler bu dalların üzerine oturuyorlardı. Bu suretle en dik inişlerden aşağı inmek mümkün oluyordu. Çünkü bu ağırlık, kağnıyı aşağı yuvarlamıyor adeta bir fren vazifesini görüyordu. Bizim bu marifetlerimizi gören yolcular hayretler içinde kalıyorlardı. İstiklâl mücadelesinin yegâne köy hizmetini gören menzil teşkilâtında mühim rol oynayan Türk kağnıları idi. Kağnı, Kuvayı Milliye’nin bir sembolü olmuştu. Cepheye cephane ve erzak, geriye yaralı taşıyan en mühim nakil vasıtamız köylülerin kağnıları idi.

Durmadan yürüyoruz. Ağır ağır. Durmadan daima ileri gidiyorduk. Kağnı seslerine o kadar alışmıştım ki kağnıların esrarengiz iniltilerini duymak benim en büyük zevkim, ruhumun yegâne tesellisi olmuştu.

Bu kağnıları süren ayakları çarıklı, sarı mintanlı, mor şalvarlı, kırmızı kuşaklı köy delikanlıları ile üç etekli, dallı şalvarlı, başları örtülü kadınlar ne temiz bir ruha malikti. Ancak bunlarla beraber yaşayanlar bilirler. Bu temiz ruhlu insanların arasına katıldığımdan çok memnun idim. Kağnılar menzillerinden cepheye iki sıra teşkil etmekte idi. Bunlar bir bostan dolabının kovaları gibi mütemadiyen harekette idi. Kağnıların bir kolu İnebolu’da, bir kolu ise İnönü cephesinde bulunuyordu. Bunların bir kolu dolu gidiyor, diğer kol ise dolmak üzere boş dönüyordu. Fakat bunların hepsi durmadan harekette idi. Ağır gidiyoruz. Fakat mütemadiyen cepheye doğru akıyorduk. Bu kağnılar tıpkı karıncaların yuvalarına yem taşımasına benzemekte idi. Biz anlaşılması müşkül bir âlemin gizli sırlarını taşıyorduk. Kim ne derse desin hep harekette idik ve zafere doğru koşuyorduk.

Hiçbir ferdin şikâyeti olmayıp herkes seve seve gönüllü olarak hizmetini yapıyordu. Bu sıra memleketin iktisadi vaziyeti de ihmal edilmiyordu. Her köy eskisi gibi ekiliyor, hiçbir şey pahalı değil, hayat tabii idi. Kimse de ihtikâr yaparak para kazanmak hırsı doğmamıştı. Köylüler cepheye cephaneleri pazara mal götürür gibi sakin ve neşeli götürüyorlardı.

Kuvayı Milliye devrinin nakil vasıtalarından biri de deve ve katır kolları idi. Bunlar da orduya hizmet etmekte idi. Cepheye doğru ağır ağır ilerleyen deve kollarını görmek, insana ayrı bir heyecan vermekte idi. Deve kollarına yol gösterici bir eşekti. Bu eşeğin üzerinde çok kere devecilerin yorganları ve yiyecekleri yüklü idi. Her deve ancak iki cephane sandığı taşımakta olup birinci devenin hörgücünde bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. Bu develerin boyunlarından hörgüçlerine kadar bir ipe dizilmiş aynalar ve renk renk püsküller sarkıyordu. Bu aynalara güneş vurduğu zaman hepsi birer avize gibi parlıyordu. Develerin boyunlarına büyük çanlar takılı olup kalın kalın çıkardıkları sesleri dinlemek de ayrı bir zevkti. Develerin boyunlarını yukarı kaldırarak, sürmeli gözlerini bir noktaya dikerek cepheye gidişleri de görülmeye değer bir manzara teşkil etmekte idi. Bu sahneler ressamlarımız, ediplerimiz ve müzisyenlerimiz için ne canlı konulardı.

Deve kollarından sonra, katır kollarının da manzarası ayrıca bir âlemdi. Katırların boyunlarındaki çanlar çok iri olup gürültüsü saatlerce uzak mesafelerden işitilmekteydi. En öndeki katırın eyerine bir bayrak takılı idi. Bu katır kollarının gürültüsü dünyayı tutmakta idi.

Nakliye kolları içinde en ağır giden kağnı kolları idi. Yaşadığımız şu günleri, motorlu nakliye vasıtalarını bir düşünün bir de kağnıyı… O, kağnı ki Türkler Orta Asya’dan göç ederlerken, ağırlıklarını bu iki tahta tekerlekle taşımışlardı. Şu hal, bunu ispat ediyor ki bir milletin azim ve imanı, en yüksek tekniği de yeniyor. Türk İstiklâl Harbi buna bir misaldir. Mazlum milletler, hiçbir medeni vasıtamız yok ki Millî Mücadeleye girişelim demesinler. Anadolu ihtilâli, mazlum milletlere bir örnek olmuştur. Dünyada emperyalizm prangasını ilk kıran Türk Milleti olmuştur. Emperyalistlere ölüm, hür yaşamak isteyenlere istiklâl diyen Türk mücahitleri olmuştur.

Kumandasını aldığım kağnılar, bir yanardağın lavı gibi ağır ağır cepheye akıyordu. Ben de bunların yanında yaya olarak gidiyordum. Bazan bir pınar veya çeşme başında duruyorduk. Kağnılarım kırk tane idi.

Kırk kağnıcı, bir de müzaheret bölüğünden Mustafa bir de ben, kırk iki kişiyiz. Bunlardan ikisi altmışar yaşlarında erkek, sekizi on beşer yaşlarında veya daha yukarı çocuklardı. Otuzu ise genç kadındı. Bazı kadınların kucaklarında bebekleri de vardı.

Gece, yıldızsız karanlık gece… Bu zifiri karanlığı yarıyoruz, bana inanın ne yolu ne uçurumları ne dağları ne kağnıları ne de birbirimizi görüyoruz! Yalnız ve yalnız kağnının çıkardığı ruhları tırmalayan sesini duyuyoruz. Tanrı huzurunda ibadet eden müminler gibi hiç konuşmadan gidiyoruz. Durmadan daima ileri gidiyoruz. Bu anda bir dağa tırmanıyoruz.

Gece saat on… Ay çıktı. Herhalde bize yol göstermek için. Solgun ışığı ancak dağların tepelerini aydınlatıyordu. Fakat bir daha göremeyeceğim bir tablo karşısındayım. Önümüzdeki dağlar birer şeker külâhına benziyor. Vadiler ise karanlık. Bu dağları döne döne yükseklere çıkıyoruz. Çok geçmeden ay kayboldu. Bir müddet sonra Digüz köyüne geldik. Köy çoktan uykuya dalmıştı. Bu köyü aşıp yine karanlığa daldık. Bu ızdıraplı yolculuktan kimsenin şikâyeti yoktu.

Bir saat daha yol aldıktan sonra Soğuksu Hanı’nın önünde durduk. Hanın kapısı önünde bir fener yanıyordu. Ne mutlu bize ki ışık gördük. Bir jandarma gelerek beni hanın odasına götürdü. Hayatımda ilk defa bir handa yatacaktım. Hem yorulmuş hem de acıkmıştım. Bu odada ekmek ile peynir yedim. Üzerine de bir çay içtim. Şimdi ne kadar mesuttum. İnsanlar için saadet o kadar nispi ki. Ancak bulunduğu şartları sevebilmek şartıyla… Biraz sonra hancı gelerek beni yatacağım yere götürdü. Fakat biz, karyolalı veya yatak serili bir odaya girmedik. Bir ahırın kapısında durduk. Uzakta bir sönük yağ kandili yanıyor… Üç tane de at, kuyruklarını sallıyordu. Köşede ise bir gübre yığını vardı. Hancı gayet tabii bir sesle:

–        Şu kepeneği al, gübrenin içi sıcak olur, orada yat! Deyip gitti. Kepenek elimde, gübre yığınına doğru ilerledim. Burnuma fena hâlde gübre kokusu geliyordu. Hayvanlar kuyruklarını sallıyorlardı. Ses yok. Ara sıra kişneme… Donuk ve titrek yağ kandilinin ışığı. Üç hayvan bir de ben. Yatak komşularım bunlardı. Ben bu gece bir ahırda gübre yığınının içinde yatacaktım. Ben bir İstanbul çocuğuyum. Hem de kökten bir İstanbulluyum. Her türlü istirahati temin edilen bir şehir çocuğu… Beyaz patiska örtülü yatak, yorgan. Battaniye… Şimdi ise bir gübre yığını, yatak olacak bana… Hiç sarsılmadan bu gübrenin kırk yıllık müşterisi gibi içine yatıverdim. Gözlerimi kapadım, burası bana kuştüyünden yumuşak geldi. Uyuya kalmışım. Sabahleyin erkenden hancı benin uyandırmasa, daha uyuyacaktım. Bu hanın adını (Gübre Palas) koydum. Ne zaman rahat bir uyku uyusam bu hanı düşünürüm.

Hancı bana bir bazlama ile bir çay getirdi, keyfim yerine iyice geldi. Kağnılar hazırdı. Yine yola düzüldük. Hafif bir yağmur yağmış. Her taraf çamlıktı. Toprak kırmızı. Mustafa’ya sordum:

–        Buradan nereye varacağız?

–        Tanrı cennetine!

–        Bu cennet neresi imiş?

–        Ecevit…

Dedi. İstanbul’un adası ne ise Ecevit de bu diyarın incisi imiş, yine durmadan gidiyoruz.

Kağnılar sıra, sıra hedefe doğru akıyordu. Sabahın serinliğinde yola çıkmak, bu ne tatlı bir hayattı. Sağım orman, solum orman… Çam kokuları içinde ilerliyorduk. Ciğerlerim çam kokulu bir hava ile doluyor, boşalıyordu. Yaya gidiyoruz. Demek insan takati on iki saat yürümeye mütehammilmiş… Neden şehirliler, on dakikalık yola bile vasıta ile giderler. Herhalde kalpleri yağ bağlayıp çabuk ölmek için olacak!.. Güneşle uyanan bütün mahlûklar, hiç dinlenmeden uçuşuyorlar, koşuşuyorlar, bizim kömüşler gibi… Bizim bu zahmetli ve yoksulluk içinde çalışmamızın müddeti belli değil. Ta ki düşmanın sırtı yere gele!.. Bizim nesil ölecek, çok cefa çekecek. Fakat arkasından gelen nesillere iyi bir Türkiye, mesut ve ışıklı günler bırakacağız… İşte bu iman, bizi hiç yormuyor. Şikâyetimiz de yok, ne bir mükâfat ve ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz bu vazifeyi, yüklendiğimiz tarihi mesuliyetten alıyoruz. Millî mücadele bizde şuurlu bir mefkûre olmuştur.

Başımda sivri siyah bir kalpak, ayaklarımda getirler, üstümde bir avcı ceketi, kilot pantolon, boynumda tiftik bir atkı sarılı idi. Tam bir Kuvayı Milliyeci tipi idim. Dağlardan iniyor, çıkıyorduk… Şimdi iniyoruz. Bir dere şelâleler yaparak köpüre köpüre akıyor, dökülen suların coşkun şırıltıları, kağnıların seslerine karışıyordu. Bu dağlara Özünoz adı verilmişti. Bulutlar bu dağların arkasında sakin bir sis hâlinde duruyor. Bu güzel vatan toprakları kime verilirdi. Yağma yok!.. Bu toprakların hakiki sahibi biziz…

İlk uğrağımız Kürei Nühas nahiyesi olacaktı. Yağmur çiselemeye başladı. Yağmur değil, gökten baranı bela yağsa da biz bu cephaneleri aslan Mehmetçiklere ulaştıracaktık. Çamlar burcu burcu kokmaya başladı. Ara sıra Abdullah adlı bir kağnıcının kağnısına oturuyordum. Fazla oturursan, kağnıcılar:

–        Kömüşüm durur.

Diyorlar. Yani manda çatlar, ölür demek istiyorlardı.

Bir dağın yamacından gidiyoruz. Fakat bu dağ baştanbaşa madenlerle dolu. Madenler açıkta görünüyordu. Bunlar bakır madenleri idi. Bu sebeple (Küre’ye), Kürei Nühas, bakır küresi deniliyordu. Bu madenler sanayileşen işçileri bekliyordu. Her taraf yerüstü ve yeraltı servetleriyle dolup taşmıştı. Bunları işleyecek, planlı ve rasyonel çalışacak bir iktisadi program yapacak memleket çocuklarını bekliyordu.

Akşam olmuştu. Küre nahiyesi göründü. Nahiyeye girerken sıra sıra demirci dükkânları gördük, hep çalışıyorlardı. Fabrika yerine, kol çalışıyordu. Birkaç kasap dükkânından sonra nahiyeye girdik. Nahiye müdürü hepimize yemek ikram etti, güzelce karnımızı doyurduk. Gece bir kahveye gittim. Onlardan havadis sordum:

–        Enver Paşa, şarkta bir yeşil ordu hazırlamış. Mustafa Kemal’e gönderiyormuş!

Dediler. Yunan kuvvetlerinin Bursa’ya girdiklerini de konuşuyorlardı. Biri:

–        Yunan kralının oğlu Osman Gazi’nin mübarek sandukasının üstüne oturup resim çıkarmış.

Dediği zaman köylüler:

–        Ülen bu Yunan da adam mı be! Neyine güvenir de bu haltları işler.

–        Arkasındakilere!

–        Ele güvenen, yarı yolda kalır.

Dedikleri zaman ben lafa karıştım.

–        Her millet kendi gücüne güvenmeli.

–        Pek doğru diyen efendi!

Dediler. Birisi de:

–        Beş yüz yıllık köleliğin acısını çıkarıyorlar.

Dedi. Benim ne iş yaptığımı sordular. Cephane taşıdığımı söyledim.

–        Aşk olsun! Delikanlı.

Dediler. Biraz sonra bu kahvehanenin üzerindeki bir odada yattım.

Tekrar yola düzüldük. Yine bir ormanlık bölgeden ilerliyorduk. Çok kere yan yana gittiğim kağnıcı Cemil adında birisi idi. Bu civar köylerden imiş. Dünyanın en güzel manzaraları içinde yaşıyorduk. Bu manzaraların otomobil ve tren penceresinden değil, yürük Türkmenler gibi yaya gidildiği zaman ne olduğu anlaşılıyor. Tevekkeli değil. Büyük Türk filozofu Farabi’yi Suriye hükümdarı Seyfüddevle sarayında alıkoymak istediği zaman Farabi:

–        Ben tabiatın çocuğuyum, avucumla pınarlardan su içemeden, ağaç gölgesinden göğü seyredemeden, yeşil çayırları, ormanları görmeden yaşayamam. Dört duvar arası benim yurdum olamaz.

Demişti. Şimdi anlıyorum ki ne kadar haklı imiş o koca filozof. Yolumuza yine devam ediyorduk. Yanıma Mustafa Çavuş geldi.

–        İşte Ecevit!

Dedi. Dağdan aşağı baktım. Aman yarabbi! Ne güzellikti o. Her taraf bodur çamlarla yeşil bir Isparta halısı gibi idi. Çamlık bir tepenin eteğinde bir hanın önünde durduk… Burası meşhur İsmail Ağa’nın hanı imiş. İsmail Ağa, yolculara yoğurtlu çorba yaparmış. Bu nefis çorbadan biz de içtik.

Bu han, araba yolcularının birinci konağı imiş, bizim ise üçüncüsü idi. İsmail Ağa insancıl bir adamdı. Herkesin hatırını sorar. En büyük meziyeti de kendine mahsus dünya görüşü vardı. Bana selâm verdi, aldım:

–        Oğlum nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Dedi, ben de:

–        İnebolu’dan geliyorum. İnönü cephesine cephane taşıyorum, dedim.

–        Gazan mübarek olsun. Barutsuz tüfek, bir demir çubuktur. Askere silâhla beraber cephane de lâzım.

İsmail Ağa bana, Yunanlıların yaptıklarından bahsetti, sonra dünya siyasetine döndü.

–        Oğlum, biz neden böyle zayıf düştük biliyor musun?

–        Neden?

–        Süveyş Kanalı açıldı. O zaman ticaret yolları buradan geçti. Biz de bütün Müslüman âlemi de fakir düştü.

–        E, şimdi ne yapmak lazım?

–        Bu yolları elinde tutan milletlerle dost olmaya bakalım.

–        Onlar bizim vatanımızı paylaştılar. Anadolu’yu kana boyadılar.

–        Bunların hepsine sebep padişahtır. Artık böyle büyük işleri başaramıyorlar. Nerde o Fatihler, Yavuzlar… Sanki şimdikiler, onların torunları değil.

–        Biz şimdi, Rus’la dost olduk.

–        Rus’a kulak asma, o ne olsa moskoftur. Şimdilik dostuz. Amma sonunu düşünmek lazım. Mustafa Kemal akıllı bir adama benziyor. O, işini bilir.

Dedi. Ben bu ihtiyarın görüşlerine hayran kaldım. Bu adam bir halk filozofu idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitatına sebep olarak, Akdeniz ticaret yollarının batılı devletlere geçmesi ile izah ediyordu. Doğrusu, o ana kadar, benim böyle geniş düşüncem yoktu. Bana:

–        Oğul, beni gönülden çıkarma! Yolun açık olsun, dedi. Geceyi de bu handa geçirdik. Sabah çok erkenden yine yola düzüldük. Ecevit, bir tanrı cenneti idi. Buraya doyamadan, yolumuza devam ettik. Sıra ile üç köyün önünden geçiyorduk. Bu köylerin adlarına Burlen, Karadere, Çataldoruk diyorlardı. Yolların kenarları muşmula ağaçları ile dolu idi. Bundan sonra çamsız yollardan gidiyoruz. Her taraf çıplak. Yollar tozlu. Biz yine gidiyoruz.

CEPHEYE ASKER GİDİYOR

Biz yine dağlar, tepeler aşıyoruz. Bir köylüye rast geldik, bize yolların tehlikeli olduğunu söyledi. Sordum:

–        Ne var?

–        Pontuscu Rumlar dağlarda dolaşıyorlar.

–        Çoklar mı?

–        Bilemiyoruz amma kalabalıklarmış.

–        Bunların peşine asker düştü mü?

–        Giresunlu Topal Osman Ağa müfrezeleri takip ediyormuş.

–        Bunlar hangi dağlarda.

–        Küre dağlarında görünmüşler.

–        Gelecekleri varsa, görecekleri de vardır.

Diyerek yolumuza devam ettik. Fakat gözlerimi dağlardan ayırmadım. Bir saat sonra cepheye giden bir askeri kafile yanımızdan geçti. En önde davul çalıyor. Askerlerin arkalarında beyaz torbaları yaya gidiyorlardı. Hep bir ağızdan şu türküyü tutturmuşlardı.

Ankara’nın taşına bak!

Gözlerimin yaşına bak

Yunan bizi esir almış

Şu feleğin işine bak, pek şanlıyız!

*

Ankara’da Sincan yolu

Yunan tuttu sağı, solu

Biz Yunan’a esir olmayız

Yetişiyor keşif kolu

*

Ankara’da harp olacak

Tarihlere şan olacak

Biz Yunan’a esir olursak

Yüzümüze ar olacak!

Askerler bu türküyü öyle hazin, hazin söylüyorlardı ki insanın içi burkuluyordu. Hele (Yunan bizi esir almış, şu feleğin işine bak) sözü, o kadar mânalı idi ki!.. Tarih boyunca en büyük devletlerle harp etmiş zaferler kazanmış bir millet, şimdi Yunan gibi küçük bir millete esir düşüyor, bu hâle şaşan halk (Şu feleğin işine bak!..) diyerek hayretini izhar etmekte idi. Askerler ilerleyip kayboldular. Cepheden gelenlere sordum:

–        Ne var?..

–        Kuvayı Seyyare Kumandanı Çerkes Ethem kuvvetleri Kütahya’da Yunanlıları yendi. O taraf Yunan cesetleriyle dolu…

–        Ya Menderes cephesinde ne var?

–        Yörük Ali baskınlarına devam ediyor.

Dedi. Her zaman yanımda giden Cemil şu türküyü tutturdu.

Şu dağları oydular

İçine çete koydular

Yörük Ali’nin adını

Hazreti Ali koydular.

*

Vay gidinin efesi.

Efelerin efesi.

*

Mintanımın kolları

Pırıldıyor pulları

Yörük Ali geliyor

Açıl Aydın dağları.

*

Vay gidinin efesi.

Efelerin efesi.

Bu efe türküsünü dinleye dinleye gidiyorduk. Yanımızdan iki atlı süratle geçti. Fakat bir kağnının yanında durdular. Ben hemen oraya koştum. Bunlardan ikisi de milletvekili idi. Şu sahne doğdu. Kezban adında bir kağnıcı kadın vardı. Bu kadının kucağında altı aylık bir de yavrusu vardı. Kadın ve çocuk üşümüşler. Mosmor olmuşlardı. Buna mukabil kağnının üzerinde bir yorgan serili duruyordu. Sonradan Tarım Bakanı olan Sabri Bey, Kezban kadına:

–        İkiniz de pek üşümüşsünüz, bu yorganı al da hem kendini hem de çocuğunu muhafaza et. Yoksa yavrun donar! Dediği zaman, bu kahraman ana, bu milletvekilinin yüzüne bakarak, kağnının üstündeki yorganı kaldırdı, içinden üç sandık cephane çıktı. Sonra:

–        Bu cephanelerin üstüne yağmur yağar, su alırsa bozulur, fakat çocuğum soğuktan ölürse ben bir tane daha doğururum!

Diye bir kahramanlık menkıbesi yarattı. Adamlar bir şey söyleyemediler. Atları sürdüler. Zannedersem ikinci atlı ağlıyordu. Benim kağnıcı kadınlarımdan bir tanesinin adı Ayşe hala idi, bu kadın Keskinli idi. Oğlu cepheye gidince, Ayşe hala da kağnısıyla gönüllü olarak cephane taşımaya gelmiş bir kahramandı. Yolda bir sahneye daha şahit oldum. Seydiler köyüne gelmeden önce karşımıza omuzunda bir mermi taşıyan bir kadın çıktı. Bu kadına sordum:

–        Bu mermiyi nerede buldun?

–        Bir askeri depoda.

–        Bunu nereye götürüyorsun?

–        Cepheye götüreceğim. Askerlerimiz düşmanın bağrına atsın…

Dedi. Omuzunda mermi, bizim kafileye katıldı. Fakat sonradan bu merminin bozuk olduğu anlaşıldı. Yolda ben kimlerle dost olmadım. Konuşmayı çok sevdiğimden, herkesle dost oluyordum. Yanımızdan ara sıra yaylı arabalar geçiyordu. Bunların içinde memur aileleri vardı.

Çataldoruk’un yolunu aşmıştık. Şimdi uzun bir vadiden ilerliyoruz. Dağ yamaçları tiftik keçileri ile dolu idi. Bir müddet sonra gayet şirin bir yere çıktık. Burası kağnıcılardan Cemil’in köyü imiş. Bu köyün adı Cislerik idi. Bir çeşme başında durduk. Cemil beni köyüne misafir etti. Bir ocak başına oturduk. Babasıyla tanıştım. İkram olmak üzere bana sahanda yumurta ile bir kâse yoğurt ve biraz da bal getirdiler. Karnımı güzelce doyurdum. Türk köyleri ne misafirsever insanlardı. İlk gördükleri yabancıyı bile bağırlarına basıyorlar, varlarını yoklarını vermek istiyorlardı.

Türkmen Anadolu, tertemiz insanlar, Oğuz Han’ın temiz soyu. İnsanlığa lâyık meziyetler bunlarda toplanmıştı. Birbirimizi böyle felaketli günlerde tanıyabildik. Türklüğün bütün manevi hazinesi köylerde yaşıyordu. Bir kere ilmin ışığı köye girerse, Anadolu’da parlak bir medeniyet doğacaktı. Bu beyaz tenli, sağlam vücutlu, yüksek karakterli bu insanlara el uzatmak lazımdı. Türklüğün dehası köylerde saklı idi. Zaferi bir kazansak, yeni bir Türkiye doğacaktı.

Bu köyü de arkada bırakarak yolumuza devam ettik. Ruhumda bir neşe, vücudumda bir çeviklik vardı. Akşama doğru Seydiler nahiyesine girdik… Nahiye müdürü bize yer gösterdi. Ben bir kahvenin peykesinde yatacaktım. Zorlukla ekmek bulabildik. Hayvanları da bir ahıra koyduk. Köylüler başıma toplandı. Epey laf ettik, yalnız bir ihtiyar bana, şu öğüdü verdi:

–        Yavrum! Eşini, işini, aşını bil!

Eşini, işini, aşını bilmezsen

Eşin, eşin eşinirsin!

Dedi. Bu ihtiyar pek dertli idi. Oğulları Yemen’de ölmüştü. Bize yanık yanık Yemen türküleri söyledi. Nihayet uykumuz geldi. Heybenin üstüne uzandım. Kuru tahta yatağım, paltom yorganım, fakat yastığım yoktu, kunduralarımı çıkarıp üzerine mendilimi serdim, başımı koyup uyudum. Kuru tahtada pek rahat edemedim. Bizim kağnıcılarla kahveci arasında kavga çıktı. Araya girip bu kavgaya mâni oldum. Yine yola çıktık, hava pek soğuktu. Yollar da çok bozuk olduğundan pek ağır gittik. Akşama doğru Sıra Söğütler denilen bir köye geldik. Ben, on kuruş mukabilinde bir handa yattım. Sabahleyin hava sisli idi. Bir müddet sonra Şeker Köprü’ye geldik. Bir dere boyunu takip ediyorduk. Sonra Cin Doruk denilen bir tepeye tırmandık. Buradan bütün heybetiyle Ilgaz Dağı görünüyordu. Tepesi karla örtülü bu heybetli dağa bayıldım. Artık Kastamonu’ya yaklaşıyorduk. Daday’a giden yolun kenarından ilerliyorduk. Hâlâ Kastamonu görünmüyordu. Büyük bir Anadolu şehri görmediğim için sabırsızlanıyordum. Yol muntazamdı, yoldan arabalar geçiyordu. Şehre yaklaştığımızı, kalabalığın artmasından anlıyordum. Herkes cephane yüklü kağnıları seyrediyordu. [3]

***

DİPNOTLAR

[1] Berthe Georges-Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Cenap Yazansoy, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş., İstanbul, 1999

[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/665/Enver-Behnan-%C5%9Eapolyo

[3] Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967, s. 31-45

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

SEVRES (SEVR) ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)

Published

on

Sevr Antlaşması 433 maddelik ve 150 büyük sayfalık bir vesikadır. Ekler, haritalar ve diğer belgeler bunun dışındadır.

Bu antlaşma ile Orta Doğu haritası adeta yeniden çizilerek paylaşılmaktaydı. Antlaşmanın maddeleri oldukça ağırdır ve Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak için hazırlanmıştır.

İstanbul ve civarından oluşan küçük bir bölge ile Orta Anadolu’nun küçük bir kısmı Kastamonu kıyılarına kadar Türklere bırakılıyordu. Rumeli ve Boğazlar İtilâf Devletleri’nin işgaline bırakılmakla birlikte Boğazların trafiğe açık olması ve karma bir komisyon tarafından yöneltilmesi kararlaştırılmıştır. Doğu Anadolu’da ise Kürdistan ve Ermenistan devleti kuruluyordu. Bu devletlerin sınırlarını ABD çizecek ve Ermenistan 20 yıl ABD mandası altında bulunacaktı. Arabistan Osmanlı Devleti’nden ayrılacak ve müttefiklerin isteklerine terk edilecekti. Müttefikler tarafından daha önce işgal edilen yerler, Fransa, İtalya ve İngiltere’de kalıyordu. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde eşit haklara sahip olacak ve Meclis’te temsil edileceklerdi. Kapitülasyonlar yürürlükte kalıyordu. Devletin askerî ve maddî işleri kontrol altına alınıyordu. Sadece iç güvenliği sağlamak üzere 50.000 kişilik askeri güç dışında silahlı kuvveti olmayacaktı. Liman ve demir yolları uluslararası bir komisyona bırakılıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecekti. Kendi aralarında paylaşamadıklarından İstanbul Osmanlı Devleti’nde kalacaktı. İzmir’in yönetimi Yunanlılara bırakılmıştır. Bunlara ek olarak da savaşa girmiş ve idarî kademelerde bulunmuş Türk vatandaşları savaş suçlusu olarak yargılanacaktı.

Sultan Vahideddin’in başkanlığında 22 Temmuz 1920’de toplanan Şûra-yı Saltanat “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek Sevr Antlaşması’nın onaylanmasına karar vermiştir.

Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından imzalanması üzerine, Kazım Karabekir Paşa, Meclis Başkanlığı’na 16 Ağustos 1920 tarihli gönderdiği bir telgrafta Sevr’i imzalayanların “vatan haini” ilan edilmesini teklif etmiştir. Bu öneri mecliste görüşülerek 19 Ağustos 1920 tarihinde kabul edilmiş ve anlaşmaya imza atan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey, Reşat Halis ve kırk iki kişinin daha vatan haini olduğu ilan edilmiştir. [1]

***

Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.

REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;

Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine

Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yâd edilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

 17 Ağustos 1336 [1920]

Şark Cephesi Kumandanı

Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim. [2]

***

30.10.1338 [1922] Pazartesi günkü Meclis toplantısında Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar okunmuştur. Bu bölümde öncelikle Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar üzerine Osmanlı Devleti’nin mukadderatı ve hilafet meselesi hakkında açılan müzakerede Sadrazam Tevfik Beyin telgrafı okunmuştu. Telgrafta Tevfik Paşa, Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında bir ikiliğin olmadığını ve Sevr Muahedesi konusunda Büyük Millet Meclisi ile müzakereye hazır olduklarını ifade etmiştir. Müzakerede söz alan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Sevr Muahedesini imzalayanların Bab-ı Âli olduğunu Millet Meclisinin ise bu belgeyi kabul etmediğini söyleyerek Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında ikilik olduğunu dile getirmiştir. [3]

Müfit Efendi (Kırşehir), Sevr Muahedesi ile milletin hâkimiyetinin ve istiklâlinin mahvedildiğini belirtmekte, ardından konuşan Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey, Bab-ı Âlinin Türk milletini ebediyen esarete mahkûm eden Sevr Ahitnamesini kabul ettiği üzerinde durmakta, Tunalı Hilmi Bey (Bolu), Padişahı, Sevr Antlaşmasına boyun eğdiği için “taçlı hain” olarak nitelemektedir.[4]

***

Sevr Antlaşmasının birinci yıldönümü münasebetiyle dönemi yaşamış bir kişinin, kişinin yaşadığı topluluk ve toplumun bakış açısını yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-2] künyesinde Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan “BİR SENE-İ DEVRİYE” başlıklı çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

BİR SENE-İ DEVRİYE [YILDÖNÜMÜ]

Kablettarihin [tarih öncesinin] vahşi adamları birbirini parçalamak istedikleri zaman, kastlarını doğrudan doğruya ve dürüst bir hareketle icra ederler, zulme hak süsü vermek riyakârlığına tenezzül etmezlerdi. Hâlbuki dün sene-i devriyesini geçirdiğimiz “Sevr” muahedesini hazırlayanlar, dört harp senesinde hak ve adalet münadiliğiyle cihanın başını ağrıttılar. Nihayet hak ve adaletin Anadolu’ya taalluk edenini gördüler: Sevr muahedesi milyonca Türk’e karşı düşünülmüş bir suikast programından başka nedir?

Cinayet açık bir iştir: Mutemet [güvenilir kimse] kastını hazırlar. Sonra hücum eder, öldürür.  Loyd Corc ve refikası yirmi milyon masumun katl ve imhasını açıkça söyleselerdi belki daha dürüst olurdu. Hâlbuki hem kastettiler hem de kastlarını cihan sulhu, medeniyet, adalet vesaire gibi kelimelerle süslemek istediler. Fakat cinayet, fena olmak için mutlaka bir anda ve bir silahla olmak lazım gelir. Bir milleti “Sevr” denilen hükm-i idam ile ortadan kaldırmak da bir cinayettir. Sonu ölüme kendinden sonra katl ve idamın çelik bir hançer veya altun bir kalem ile irtikâbı birbirinden çok faklı şeyler değildir. Hele bunu bu memleketi temsil etmeyen ve damarlarını harisane bir surette emmek iştihasından başka bir his beslemeyen birkaç hain ele imzalattırmak bundan daha az bir cinayet olamaz.

Bir sene evvel İstanbul’dan gönderilen ve milletle alakası olmayan birkaç kişinin imzaladığı bu ölüm senedine Anadolu’nun on milyon Türkü belki imanına güvenerek elinin tersini urdu. Türk milletini yeşil masa başında ve cigara dumanları arasında boğmağa karar veren efendileri kastlarını yürütemediler: Loyd Corc ve arkadaşlarının ve Avrupa sermayedarlarının keyfi, arzusu ve menfaati için milyonlarca insana ölüm kabul ettirmenin imkânı yoktu.

Medeniyetin sahte hâkimleri, niyetlerini başaracak fedakârlığı göstermeğe de kadir değildiler; İstanbul’dan gönderilen birkaç vatansızın imzası meseleyi hal edemezdi, bu idamı bilfiil infaz edemezlerdi. Anadolu Türkünü öldürecek ücretli bir cellat lazımdı. Anadolu hesabına ücret vaat etmek suretiyle bu celladı buldular: Yunanistan bir senedir bu hizmeti görüyor.

Fakat Avrupa’nın Anadolu’ya memur ettiği vahşi cellat, maksadına eremedi. Türk milletinin iki senedir gösterdiği harikulade mukavemet,  şarka gelen bu deni celladın satırını inşallah kendi kafasında paralayacaktır.

Sevr muahedesini kabul etmek, dörtler meclisinin kurduğu zulüm sehpasına kendi kendimizi asmak, idam ipini boynumuza kendi elimizle geçirmek ve çekmek demekti. “Sevr” muahedesini kabul etseydik bugün Anadolu’da meşgul olmadık toprak, esir olmadık millet kalmayacaktı; Avrupa medenileri bir sülük gibi sırtımıza yapışarak, köylümüzün alın teriyle kazandığı emekleri, Londra, Paris, Roma ve Atina daha zengin ve daha müreffeh olacak, servetini kollarıyla kazanan bu halk, açlıktan, uşaklıktan benzi sola sola ve ram [sürü] olup çökecekti.

Fakat bu milletin ne Avrupalılara uşak olmağa, ne de Avrupa ihtirası için ölmeğe niyeti yoktu. Sevr teklifi, tarihi ve yüksek izzet-i nefse pek giran oldu [dokundu, ağır geldi]. Yorgun ve mecruh olmağla [yaralı olmakla] berber vakurane doğruldu ve kendisine sulh muahedesi diye uzatılan hakaretnameyi okumaya bile tenezzül etmeden, tarihini, şeref ve istiklalini müdafaaya koyuldu.

Bu müdafaa sayesindedir ki Türk milleti iki senedir ölüm savletini [hücumunu] tevkif ediyor [durduruyor]. Hiç şüphe yok ki bu savleti bir gün kıracak, perişan edecek ve beşeriyet tarihinden hiçbir zaman silinemeyen büyük ve mukaddes istiklalini ebediyetle devam edecektir.

Allah ve hak bizimledir.

DİPNOTLAR

 [1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/

[2] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 19.8.1336 (1920), Devre: I, Cilt: 3, İçtima Senesi: I, s. 333

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf

[3] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270-276

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf

[4] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 283-288

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf

[5] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-3

Continue Reading

Özel Günler ve Anlamları

Enver Paşa’nın Şehadeti (4 Ağustos 1922)

Published

on

Giriş

Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla Enver Paşa [1] önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istemiştir. Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919- Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkan Enver Paşa, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Enver Paşa, Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçmiş, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Bolşeviklerin yardımı ile Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarını kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğramış, Bolşeviklerden umduğunu bulamamıştır.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Meydan Muharebesi’ni [23 Ağustos-13 Eylül 1921] kazanan Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız duruma gelmiştir. Bu safhadan sonra Anadolu’da ikilik çıkarmak istemeyen ve kendisi için de bir başarı şansı görmeyen Enver Paşa, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla Bakü’den Buhara’ya geçmiştir. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermektir. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişmiştir. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada şehit olmuştur.

Enver Paşa’nın; İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918’den, Ruslar tarafından şehit edildiği 4 Ağustos 1922’e kadarki dönemde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu, gelişmeleri değerlendirerek Anadolu’da devam eden Türk İstiklal Mücadelesi’ne zarar vermek istemediği söylenebilir. Enver Paşa’nın bu amacı, hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından anlaşılabilir. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, Enver Paşa’yı ve yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıdır.

Enver Paşa’nın hayatı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki amacının olduğu görülmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Enver Paşa, bu iki amaca ulaşmak için Türkçü ve İslâmcı politikalar takip etmiştir.

Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadelesi sırasında Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922‘de şehadet şerbetini içen Enver Paşa’yı ve arkadaşlarını minnet ve rahmetle anarım.

Enver Paşa’nın şehadetinin 103. yıldönümü münasebetiyle “Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652” künyeli eserde yer alan “ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR” başlıklı metin,  Türk devlet ve hükümdarlık anlayışı, devlet adamlarının nitelikleri, “devlet adamlığı kumaşı”ndan nasiplenme gibi kavramların anlaşılması, taşınması, uygulanması gibi konularda “millî bilinç” kazanmak; bunun için de öncelikle “tarih bilinci”ne sahip olmak gerekliliğine katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.

***

ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR

1922 Temmuzunun sonunda, Doğu Buhara hareketlerinin neticesi, artık belli olmuştu. Doğu Buhara, daha önce de kaydettiğimiz gibi, artık fiilen işgal edilmişti. Duşenbe ve Baysun üzerlerinden güneye ve yanında kalan son maiyetiyle çekilen Enver Paşanın, Buhara-Afgan sınırını teşkil eden Penç nehrini bir noktada aşarak Afganistan’a geçememesi, Külap, Balcevan istikametinde Pamir dağlarına doğru doğuya dalışı, onların kurtulma imkânlarını da karartıyordu. Zaten karşı kuvvetlerin, daha ilk günlerden aldıkları emir, Enver Paşanın, yabancı bir ülkeye kaçmasını önlemekti. Bu suretle karşı tarafın bu hedefini, Enver Paşa, kendi hareketiyle, bir nevi kolaylaş­ tırmış oluyordu.

Artık çarpışmalar da fiilen kesilmişti. Enver Paşa, Abıderya kö­yünde, son karargâhını kurmuştu. Temmuz ayı bu sırada sona erdi.

***

Şimdi, 4 ağustos 1922 tarihindeyiz. Kurban Bayramının birinci günüdür. Gerçi köyde bayram namazı, bir tarih yanlışlığı ile bir gün önce kılınmıştı. Ama Kurban Bayramının ikinci günü de, hazin, ümitsiz, fakat duygulu kutlamalara sahne olur. Enver Paşa, maiyetinde kalanların, evin önüne toplanmasını ve onların bayramını kutlayacağım söyler. Toplanılır. Kalan askerlerine dualarını, tebriklerini bildirecek ve kendilerine birer miktar para verecektir. Asker başlarına ise, kendilerinin de bildikleri gibi, onlara sunacak bir şeyi olmadığını söyleyecek ve bu müşterek mücadelelerin hatırası olarak kendilerine, kendi mühür ve imzasıyle birer belge, hatta rütbeler verecektir.

Balcevan Beyi Devletment Bey de Enver Paşaya, altın ve gümüş işlemeli bir çapan yahut ipekli cübbe ile bir sarık hediye etmiştir. Hülasa herkes bu hüzünlü Kurban I3ayramının havası içindedir. Çünkü bilinir ki bu günler, artık son beraberlik günleridir. Arkadan ve çevreden ise düşman ilerler. Doğudaki Pamirler yol vermez karlı dağlardır. Bir gün önce kesilen kurbanların toprağa akan kanları, hala tazedir.

İşte tam bu tören sırasındadır ki doğuda, vadinin Dere-i Hakiyan kısmı ile Çegan tepesi istikametinden silah sesleri gelir. Bu bir baskındır ve tören yerindeki kalabalık, baskıncıların makineli tüfek ateşleri altında eriyebilir.

İşte o anda Enver Paşa, hemen atına atlar. Dört beşi Osmanlı Türklerinden olmak üzere 25 kadar atlı, hemen onu takip ederler. Doğu ÇEgan tepesine yönelinir. Çegan, Abıderya Suyunun kuzey sırtlarına düşer. Altta, Dere-i Hakiyan vadisi uzanır. Çegan, Balcevan’a (yahut Belh-i Ccvan) 15 kilometre kadar doğudadır. Tepede mevzilenmiş ve makindi tüfekleri bulunan bir düşman müfrezesine karşı aşağıdan, vadiden ve ancak atlar üstündc çekilmiş kılıçlarla, azlık bir nevi fedai süvari grubunun saldırıya geçişinin sonu bellidir. Ama Enver Paşa en öndedir. Atını yıldırım gibi sürer. Kılıcıyle havayı yararak koşar. Yanındakiler de ondan geri kalmazlar.

Bir Kumandanın, bir Başkumandanın bir baskın müfrezesine karşı en önde ve atla, kılıçla karşı çıkışı askeri savaş usullerine sığ­maz. Ama burada artık askerlik değil, yolun sonu, son hamle ve beklenen sonu arayış konuşacaktır. Bu son ise ölüm ve şehadettir. . .

Onun içindir ki bu saldırıda hesap, mantık ve nefsini koruma endişesi yoktur. Burada dile gelen. 1908 Haziranında Selaniğin Vardar kapısından tek başına Makedonya dağlarına çıkarken:

Bir gün bana da bir kurşun isabet edecek ve cesedim, bir çukura atılacaktır.”

diyebilen adamın, kaderiyle son ve toptan hesaplaşmasıdır. 1908 Haziranında açılan defterin, artık dürülüşüdür…

Çünkü şimdi, bütün yollar kapalıdır ve 1908’dc Makedonya dağlarında başlayan serüven, artık Himalaya dağlarının kuzey silsilelerini teşkil eden Pamir eteklerinde, yiğitçe sona erecektir.

Öyle de olur. Çegan tepesinde ve Kulikov kumandasında ateş saçan mitralyözlerin üzerine, yalın kılıçlarla hücum eden bu 25 kadar süvarinin akıl almaz saldırısı, karşı tarafta, hatta şaşkınlık da yaratır. Bu kılıçların altında yaralananlar, teslim olanlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur bile. Ama ateş kesilmez ki. Daha arkadaki ikinci mitralyöz, ateşini, huzmesini en önde ilerleyenlerin üzerinde yoğunlaştırır. Bunların en önünde de, Enver Paşa vardır. Böylece, çağdaş Mitralyöz, Ortaçağın ünlü silahı olan Kılıcı yener. Enver Paşa vurulur. Atından düşer. Onunla beraber diğerleri de yerlere serilirler. Paşanın kır atı Derviş, bütün bu tür sahnelerde olduğu gibi, efendisinin başucundadır. Ama mitralyözün şeritleri ateşlerini kusmaya devam ederler. Derviş de önce ön iki ayağı üzerine çöker. Sonra yana devrilir. O da nefesini vermiştir.

Çegan tepesine arkadan kalabalık yardımcılar gelemez. Abıderya panik içindedir. Ama Doğu Buhara Beylerinin en vasıflısı, en sadık olanı ve en yiğidi olan Balcevan Beyi Devletment, köye biraz geç yetişmiştir. Paşasının Çegan’a saldırdığını öğrenince, hemen atına atlar. Son sahneye yetişir. Ve Devletment Beyin de cesedi, bu tepede, Paşasının biraz berisinde toprağa serilir.

Başlangıcını kim bilir hangi günlerden ve belki de ta Makedonya dağlarından aldığımız Enver Paşa Dramının son perdesi, işte böyle kapanır.

Çağı, çağın akımlarını, realiteler ve şartlarla imkânlar arasındaki bağıntıları, hiç şüphe yok ki, gereği gibi değerlendirememişti. Formasyonu, bu ölçülere göre değildi. Ders kitapları dışında kitaplar okumanın yasak olduğu, harp ve kurmay okullarından çıkmış, ayağını ordu saflarına atar atmaz da kendini, Makedonya’nın çete savaşları içinde bulmuştu. Ondan sonra okumaya, genel dünya görüşlerini tamamlamaya, elbette ki fırsat bulamadı.

1908 ihtilalinde yıldızlaşınca kendini, askerlikle beraber siyaset işlerine de verdi. Harpler, harpleri kovaladı. Daha 34 yaşındayken, bir Dünya Harbine karışan İmparatorluğun Tek Adam’ı, en ağır sorumlusu ve İmparatorluğun, kader tayin edici son mücadelesinin Başı ve İdarecisiydi.

Makedonya dağlarında serüveni, yiğitçe başlamıştı. Orta Asya’nın Pamir dağları eteklerinde de, yiğitçe bitti. Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanıydı. Talihine ve nefsine ölçüsüz inanışını, onun neslinin ve kendine benzer insanların, ruh vasıflarına vermelidir.

Enver Paşayı ve serüvenini, akıl ve mantık kriterleri ile değil, bu ruh vasıflarının ve kendilerini yetiştiren şartlarla, kendilerini verdikleri hayal ve ümitlerin ölçüleri ile muhakeme etmek, şüphe yok ki en doğrusudur.

***

Pamir Eteklerindeki Mezar

Çegan tepesindeki Kızılordu baskıncıları, geniş bir hareket için hazırlıklı değildiler. Atlarına atlayıp onlara kılıçları ile saldıran Enver Paşa ve 25 kadar süvarisi için de bu saldırı, bir zafer vaat edemezdi.

Nitekim karşı taraf mitralyözlerini işletince, mühacimler hızla eridi. Geriye dönebilen bir veya birkaç kişiden karargâha, ancak Paşanın ve arkadaşlarının şehadeti haberi geldi.

Ama Karargâh da panik içindeydi. Bayram töreni için gelenlerin her biri bir tarafa dağılmıştı. Bu sebeple, Çegan tepesine doğru takibe geçilemedi. İşin bir talihsizliği de, orada şehit olanların cesetlerinin, düşman elinde kalmasıydı. Bu büyük teessür yarattı. Ama ne Çegan altındaki Dere-i Hakiyan vadisine, ne de Çegan tepesine gidilemedi. Derin bir matem havası, Abıderya karargâhı ile çevreleri sardı.

Karşı tarafa gelince? Onlar, kendilerine kalan baskın sahasını dolaştılar. Ölüler yerlere serilmişlerdi. Ama bunların içinde biri, kı­yafeti ile dikkati çekiyordu. Ayaklarında, bağlı Alman botları vardı. Külotu yerliler gibi değildi. Göğsünde dürbünü, başında yerlileri andırmayan kalpağı, Osmanlı Subaylarınınkini andıran göğüsten ilikli haki ceketi onları şüphelendirdi. Göğsünden bir Kur’an çıkmıştı. Kı­lıcı başka türlüydü ve cebinde, henüz tamamlanmamış bir mektupla, bazı evrak vardı.

O zaman müfreze Kumandanı Kulikof, bu eşyanın alınmasını emretti. Bunları muayene için Taşkent’e gönderecekti. Meçhul süvari, yedi yara almıştı. Atından düşünce, hafif sağa doğru yatmıştı. 40 yaşlarında kadardı ve yerlilere benzemiyordu.

Enver Paşanın cesedi soyuldu. Ama kanlı çamaşırları üstünde bırakıldı. Ve cesetlerle savaş alanı olduğu gibi terkedildi. Bolşevik müfrezesi çekildi. Böylece Enver Paşanın cesedi, iki gün, Dere-i Hakiyan üzerinde, Çegan topraklarında kaldı. Fakat iki gün sonra, dağlardan inen bir köy imamı, Enver Paşanın cesedini tanıdı. Koşarak Abıderya’dakilere haber verdi. Enver Paşanın cesedinin bulunuşu ve düşman elinde kalıp götürülmeyişi de, çevrede bir nevi teselli uyandırdı. Hemen bir süvari grubu, oralara koştular, Enver Paşanın, Devletment Beyin ve diğer şehitlerin naaşları Karargâha getirildi.

Paşanın naaşının bulunuşu etrafa yayılınca, Abıderya karargâhı ve köyü, binlerce insanın akınına uğradı. Kurban Bayramını oradaki yanlışlık dolayısıyle dördüncü ve gerçekte üçüncü günüydü.

Enver Paşayı ve şehitleri, Abıderya Suyu kenarında ve vadisindeki Abıderya köyünde, bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Enver Paşa artık toprağa verilmişti. Makedonya dağlarında Hürriyet Kahramanı Enver Beyle açılan perde, Orta Asya’nın, Pamir eteklerindeki Abıderya köyünde kapanmış ve dram bitmişti…

Taşkent’e gönderilen eşya incelenince, bunların Enver Paşaya ait olduğu, tabii kolaylıkla tespit edildi. Şimdi onun botları, elbisesi, kılıcı, Kur’an’ı ve dürbünü ile diğer parçalar, Moskova’da, Askeri Müze’de, bir vitrin işgal ederler. . .

Paşanın arkadaşlarından Miralay (Albay) Ali Rıza Bey, Enver Paşanın Naibi (Vekili) olarak son vazifeleri tamamladı. Bu arada ilk ve en önemli vazife, tabii, bir Ölüm veya Şehadet Protokolü ile olayı tespit etmek, tarihe mal etmekti. Burada biz, bu Şehadet Protokolü­ nün fotokopisini de veriyoruz. [2]

***

Enver Paşa’nın Naaşı Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilerek 4 Ağustos 1996’da İstanbul Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Defnedilmiştir

“Enver Paşa’nın naaşı 3 Ağustos 1996 tarihinde Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek bir gün sonra Türkiye’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in katıldığı birinci sınıf askeri törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Mahmut Şevket Paşa, Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi eski mücadele arkadaşlarının yanında toprağa verilmiştir. Bu törene birçok üst düzey devlet görevlisi ve Enver Paşa’nın yakınları (torunları Arzu Enver Sadıkoğlu, Neşe Mayatepek ve Nilüfer Ünlü gibi) katılmıştır.

Süleyman Demirel törende yaptığı konuşmada Enver Paşa hakkında şunları dile getirmiştir: “Enver Paşa hatasıyla sevabıyla yakın tarihimizin önemli bir simasıdır. Tarihin geçmişte kalan olayları yargılayıp doğru kararlara varacağından şüphemiz yoktur. Enver Paşa gerçek bir vatansever, milliyetçi idealist çok dürüst bir askerdir. Enver Paşa Türk halkının gözünde bir kahramandır. Milletimizin bu duygusuna gösterdiğimiz saygının bir nişanesi olarak Tacikistan’daki kardeşlerimiz tarafından mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen Enver Paşa’yı oradan alıp bu tarihi mekâna, Hürriyet-i Ebediye Tepesine kendi arkadaşlarının yanına getirmiş bulunuyoruz. Böylece Enver Paşa’nın vatan hasreti ve sürgün süresi son bulmaktadır.” Törene Devlet Bakanı sıfatıyla katılan Abdullah Gül ise Enver Paşa’nın yakın tarihimizde önemli rol oynamış bir Türk askeri olduğunu belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ömrü boyunca çok önemli olaylara ve kararlara şahit olmuş Enver Paşa’nın naaşını Tacikistan’dan İstanbul’a nakletmiş bulunuyoruz. 74’üncü ölüm yıl dönümüne yetişmesi için bütün kurumlarımız gayret göstermiştir. Asya’da bütün Müslüman ve Türk yurtlarını birleştirip, bu ülkü uğruna savaşırken binlerce kardeşimizle şehit olmuş bir komutanımızdır.” [3]

DİPNOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/666/Enver-Pa%C5%9Fa-(1882-1922)

[2] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652

[3] Fahri Türk, “Enver Paşa’nın Naaşının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilişinin Türk Basınında Yansımaları”,  Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17 Kış 2015, s. 74-75

Continue Reading

En Çok Okunanlar