Özel Günler ve Anlamları
Ankara Türkiye Devleti’nin Başkentidir…

Published
2 yıl agoon
By
drkemalkocak
13.10.1923-13.10.2023
100. Yıldönümü
GİRİŞ
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmet, 23 Nisan 1920’denberi Ankara’da bulunmaktadır. Bu sebeple Ankara, Türkiye’nin fiilen merkezidir. Hukuken Ankara’nın başkent yapılması için, işgal askerlerinin Türkiye’den çekip gitmeleri beklenmektedir.
9 Eylül 1922 Büyük Zafer’den sonra, Yunan askerleri Türkiye’den atılmış, İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin bir kısmı Türkiye’de kalmıştı. Bunların da ülkelerine gitmeleri için Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında Londra’da bir protokol imzalanmıştı. Bu protokol, Lozan Antlaşması’nın XIV. ekini teşkil etmekte ve “Britanya, Fransa ve İtalya Birliklerince İşgal Edilen Türkiye Topraklarının Boşaltılmasına İlişkin Protokol” adını taşımaktaydı. Kısaca “Boşaltma Protokolü” (Tahliye Protokolü) olarak bilinmekteydi. Protokol ile yabancı askerlerin Türk topraklarını boşaltmaları şu şarta bağlanmıştır: Önce Türkiye Büyük Millet Meclisi Lozan Antlaşması’nı onaylayacak, antlaşmanın onaylandığı İtilaf Devletlerinin İstanbul’daki yüksek komiserlerine resmen duyurulacak, sonraki altı hafta içinde yabancı askerlerin Türkiye topraklarını boşaltmaları tamamlanmış olacaktır.
Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bir ay sonra 23 Ağustos 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandı. Meclisin onay kararı aynı gün saat 22.30’da İstanbul’daki İtilaf Devletleri yüksek komiserlerine resmen duyuruldu. O anda, altı haftalık süre için geriye sayma işlemi başladı. 2 Ekim 1923’te yabancı askerlerin son kalıntıları, İstanbul’da Dolmabahçe önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamladıktan sonra çekilip gittiler. Böylece Türk toprakları düşmandan temizlendi. İşte o zaman Türkiye Devleti’nin başkent işi gündeme geldi.
Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 14 Teşrinievvel 1923, No: 940, s. 1, sütun: 5-6]’da yayımlanan “ANKARA TÜRKİYE DEVLETİ’NİN MAKARRI…”başlıklı haber metni çevrim yazı olarak ve Ankara’nın başkent olarak kabulüne dair kanun teklifinin TBMM’deki görüşmelerinden ilgili bölüm 13 Ekim 1923 tarihli TBMM Zabıt Ceridesi(Tutanak)’nden sunulmuştur.
***

ANKARA TÜRKİYE DEVLETİ’NİN MAKARRI…
—***—
İsmet Paşa Hazretlerinin teklif-i kanunisi Kanun-ı Esasi Encümeni ve dün de Heyet-i Umumiye tarafından kabul olundu.
—***—
Madde-i Kanuniye: Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi “Ankara” şehridir.
İsmet Paşa Hazretleri ve rüfekası tarafından Meclis Riyasetine verilmiş olan teklif-i kanuni şudur:
Lozan Muahedenamesinin mütemmimlerinden olan tahliye protokolünün tatbikatı hitam bulmuş ve baştanbaşa ecnebi işgalinden kurtulan Türkiye’nin fiilen tamamiyeti tahakkuk eylemiştir. Milletimizin en kıymettar mallarından İstanbul’umuz Hilâfet-i İslâmiye’nin makarrı olan vaziyetini Âlem-i İslâm içinde tahsisan ve hasran Türk Milleti’nin vesait-i müdafaasına mevdu olarak ilelebet muhafaza edecektir. Diğer taraftan Türkiye Devleti’nin makarrı idaresi için Büyük Millet Meclisi’nde karar vermek zamanı gelmiştir.
Bir devletin merkezini tayin için esas olacak mülâhazat yeni Türkiye’nin makarrı idaresi Anadolu’da ve Ankara şehrinde intihap edilmek lüzumunu emreder. Mülâhazat-ı mezkûre muahedename ile Boğazlar için kabul edilen ahkâm yeni Türkiye’nin esası mevcudiyeti, memleketin menabi-i kuvvet ve inkişafını, Anadolu’nun merkezinde tesis etmek lüzumunu, vaziyet-i coğrafya ve sevkulceyşiyenin [stratejinin] müsaadesi, dâhili ve harici emniyet ve istidadı hususunda mesbuk [geçmiş, arkada bırakılmış] olan tecârib [denemeler, deneyişler] ile hulâsa olunabilir. Bu mülâhazatın her biri başlı başına bir ehemmiyet-i katiyeyi haizdir. Devletin makarrı idaresinin yeni bir şekilde tesis ve inkişafına bir an evvel başlamak ve dâhili ve harici tereddütlere nihayet vermek için atideki madde-i kanuniyenin kabulünü arz ve teklif ederiz.
9 Teşrinievvel[Ekim] 1339[1923]
Madde-i Kanuniye: Türkiye Devleti’nin makarrı idaresi Ankara şehridir.
Dr. Fikri (Ertuğrul), Zülfü (Diyarbekir), Ferid Recai (Çorum), İsmet (Malatya), Rüşdü (Erzurum), Mahir (Kastamonu), Hilmi (Malatya), Seyfi (Kütahya), Mehmed Kâmil (Karahisarı Sahib), Necati (Bursa), Rasim (Sivas), Sabit (Erzincan), Refet (Bursa), Kazım Hüsnü (Konya), Ali Rıza (İstanbul)
***
Diğer taraftan Kanun-ı Esasi Encümeni’nin tertip eylediği ve dün Heyet-i Umumiye’nin kabul ve tasvip eylediği esbab-ı mucibe [gerekçe] layihası da ber-vech-i-atidir [aşağıdaki gibidir].
“Encümenimize 10-10-39 tarihiyle havale buyurulan Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin makarr-ı olmasına dair Malatya Mebusu İsmet Paşa Hazretleriyle rüfekası tarafından muta [verilmiş] Layiha Encümeni’nce şayan-ı müzakere görülen teklif-i kanuni Encümenimizce de bilmüzakere musib [isabetli] ve muvafık görüldü. Hadisat Anadolu’nun hemen vüsatında kâin bulunan Ankara’yı zaten makarr-ı tabii olarak irae [tayin etme] ve idad [hazırlama] ettiğinden bu teklif-i kanuni bir şeniyetin tesbitinden ibarettir.
Mezkûr teklif-i kanunide münderiç madde-i kanuniyenin bilahare tanzim ve kabul kılınacak mufassal Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzun silsile-i mevadı meyanında idhali temenniyatının Heyet-i Umumiye’ye arzına müttefikan karar verilmiştir.”
Kanun-ı Esasi Encümeni Reisi Yunus Nadi (Menteşe), Mazbata Muharriri Celal Nuri (Gelibolu), Kâtip Feridun Fikri (Dersim), Azalar: Necati (İzmir), İbrahim Süreyya (İzmit), Ebubekir Hazım (Niğde), Ahmet Bey (Kars) bulunmadığı, Ahmed Süreyya (Karasi), Refet (Bursa), Münir Hüsrev (Erzurum)
***
Birkaç gün evvel, Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi hakkında Halk Fırkası’nda cereyan eden müzakerat esnasında Hariciye Vekili ve Malatya Mebusu İsmet Paşa Hazretlerinin uzun ve müdellel [delil] izahatını müteakip Ankara’nın makarr-ı idare olarak kabulü tasvip olunmuş ve müşarünileyh Paşa Hazretleriyle rüfekasının bu babdaki teklif-i kanunileri 10 Teşrinievvel 339 tarihli içtimada Layiha ve Kanun-i Esasi Encümenlerine havale olunmuştu. Mezkûr encümenlerce de kabul olunan teklife ait mazbatalar dünkü meclis içtimaının ikinci celsesinde mevki-i müzakereye vaz olunarak tafsilatı atide münderiç müzakeratı müteakip Kanun-i Esasi Encümeni’ninin bu babda tanzim eylediği mazbata yukarıda münderiç şekilde ekseriyet-i azime ile kabul olunmuştur. Bu hususta cereyan eden müzakerenin tarihi ehemmiyetine binaen tafsilen bildirilmesini münasip görüyoruz. [1, 2]
***

TBMM’NDE GÖRÜŞMELER
İkinci celse reis-i sani Ali Fuad Paşa tarafından küşad olundu ve Maliye Vekili Hasan Fehmi Beyin bir buçuk ay mezuniyeti kabul edildi.
Reis-Ruznamemizde ikinci madde Ankara’nın makarrı idare ittihazı hakkındaki teklif ve encümen mazbatalarıdır. Müzakeresine başlıyoruz:
Teklif-i Kanuni okundu.
Zeki Bey (Gümüşhane)-Efendiler! Akdeniz ve Karadeniz’in iltisakında hilkatin vücuda getirdiği bütün mahasin ve bedaiiyle kâinatın matmahı nazarı olan o zavallı İstanbul şehrine olan iğbirarınız nedendir bilmem. (Ne iğbirarı sesleri, gürültüler) (Sözlerini tashih et sesleri) Tashih edemem, ben söylediğim sözü bilirim. (Şahsına iğbirar var sesleri) Bir zamanlar hakanların yatağı, maarifin kıblegâhı, satveti İslâmiyenin tecelligâhı ve bilhassa Türk’ün kıblegâhı olan bu zavallı şehrin kabahati neydi?
Şuursuz bir idarenin eli altında kahbe düşmanın harimi ismetimize sokularak bedbahtlık içinde inleyen o zavallı İstanbul’da ordumuz istihlas adımlarıyla yürürken, onun ağuşuna atılırken, şükranına gözyaşları ve kurbanlar katarken bunun böyle mahrumiyetine sebep neydi? (Allah, Allah sesleri) Efendiler! Makarrı Hükûmetin yalçın kayalarda, izbe ovalarda kurulmak asırları çoktan geçmiştir.
Ragıb Bey (Kütahya)-Ovaların hiç kıymeti yok mu?
Zeki Bey (Devamla)-Vardır, söylüyorum.
Cevdet Bey (Kütahya)-Bu memleketi kurtaran ovalardır.
Zeki Bey (Devamla)-Sizin kadar ben de takdir ederim. Zatıâliniz de çıkar müdafaa edersiniz. Toprakların muhafazası, memleketin muhafazası asrı hazır terakkiyatına göre, diyebilirim ki mevzu itibariyle fünun ve asrın ihtiyacatına göre teşekkül etmiştir. Milliyetin zayıf ve kuvvetli zamanlarında 485 seneden beri makarrı Hükûmet olan bu zavallı memlekete müteessir olursa siz de bu teessürü haklı görürsünüz. Binaenaleyh Meclisi Alinizin böyle birdenbire iğbirar… (İğbirar yok sesleri)
Süleyman Sırrı Bey (Bozok)-İğbirarı siz çıkarıyorsunuz.
Zeki Bey (Devamla)-Bu kadar gürültü ettiğiniz için söylemek mecburiyetinde bulunuyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisinin camia-i ittihadı altında bulunan İstanbul, en büyük bir ticaretgâh ve en büyük bir mevkii mümtaza maliktir ve o mevkii bülendi ihraz eden bu şehirde siyasi mahzurlar da zannederim ki o kadar değildir. Efendiler! Bugün tarih noktai nazarından muhakeme edersek dört buçuk asırdan beri elimizde bulunan bu payitahtta siyasi bir mahzur olarak görülen ahval acaba nedir? Bununla mukayese yapacak olursak kârımız mı çok, zararımız mı çoktur? Rica ederim, Anadolu’nun mamuriyetini istemeyen bir fert yoktur. Her tarafını İstanbul’dan daha mamur görmek isteriz. Yalnız buranın Merkezi Hükûmet olmasıyla İstanbul’un hâli harabeye terk edilmemesini rica ederim. (Hah şöyle sesleri)
Talat Bey (Ardahan)-Oranın mamuriyeti de bütün Anadolu’nun harabiyetine bedeldir.
Celal Nuri Bey (Gelibolu)-Efendiler! Evvel be-evvel Gümüşhane Mebusu Muhtereminin sarf ettikleri iğbirar kelimesini reddeder ve protesto ederim. Ondan sonra meseleyi şerh edeyim efendim. Ankara’yı Türkiye Devleti’nin merkezi olmak üzere hadisat ve şüunat göstermiştir. Bunun şeniyeti bedihidir. Bu kanunlar ancak bu şeniyeti tespitten ibarettir. Esasen bu gibi şeyleri şeniyet doğurur. Bir kanun ve bir karar ile bir yer merkezi Hükûmet olarak gösterilemez. Hadisat Ankara’yı Türkiye Devlet hürresinin merkezi olmak üzere idadetmiştir. İstanbul, evet bir payitaht idi. Fakat payitaht maatteessüf Anadolu ve Rumeli’yi kurtaramadı. Kurtaramadı demekten maksadım oradaki saf ve nezih kütlenin kurtaramadığı değildir. Kurtaramayan Hükûmeti merkeziyenin; payitahtın, Babıali’nin orada bulunması idi. Yoksa saf ve nezih İstanbul halkı arkalarında silâh, mühimmat ve saire torbalarını taşımak suretiyle Anadolu’nun bilahare da kendilerinin tahlisine şitaban oldular. Şu Kürsi-i Mualladan kendilerine arzı teşekkür ederim. Evet efendiler! İstanbul bu rolü oynayamadı. Kuvayı Milliye evvel be-evvel Erzurum’da bir kongre şeklinde teşekkül, yani bu millet orada tahaşşüd etti. Bakıldı ki memleketimizin aksayı şarkında olan bu şehir de bir merkez olamaz, onun için kademe kademe Sivas’a gelindi. Sivas’ta da böylece merkez teşkil olunamadı. Ankara’ya gelindi.
Ankara hemen hemen Anadolu’nun merkezindedir. Binaenaleyh burada gerek harekâtı siyasiye ve harekâtı askeriye ve harbiye gayet parlak bir surette ve cümleyi engüşt ber dehan edecek bir tarzda neticelendi. Efendiler! Malumu aliniz olmalı ki: 1918 evahirine doğru İngiliz Avam Kamarasında bir münakaşa cereyan etmiş. Bir sabık başvekil bir lahik başvekilden bir sual soruyordu. O sual da az çok bizim makarrı idaremiz olacak yer hakkında idi. O da cevaben dedi ki: Haşmetlü Kral Hazretlerinin dretnotlarının hedefi olabilecek bir Hükûmet görmek, Toros dağlarının öbür tarafına çekilmiş bir Hükûmet görmekten yeğdir. Gloyd George’nin bu sözü ehemmiyetle telakki edilmeye şayandır. Efendiler! Dikkat edilmeye şayandır ki istediği şey kendi dretnotlarına hedef olan bir yerdir. İşte bizim bundan ihtiraz edebilmemiz için daha içeriye çekilmemiz lâzım geliyordu. Efendiler! Cümlenin malumu olduğu üzere İstanbul şehri 1100 sene müddetle Şarki Roma, yani Bizans İmparatorluğunun payitahtı olmuştu. Ondan sonra da 500 kusur sene Saltanatı Osmaniye’ye payitaht olmuştu. Bu iki devletin coğrafi vaziyeti hemen hemen aynıdır. Rumeli şıbhıceziresi, Anadolu şıbhıceziresi, Suriye, Irak, Filistin ve saire de Afrika’nın müntehayı şimali şarkisi Yemen, Büyük İmparatorluğun iklimlerini teşkil ediyordu. Böyle bir imparatorluğun payitahtlığına İstanbul pek lâyık idi. Fakat bu topraklar parçalandıktan ve Türk Milleti kendine mahsus bir Hükûmet teşkil ettikten sonra İstanbul şehri pek müntehada kalmıştır.
Bütün erkânı askeriyenin de müttefikan tasdik buyuracağı üzere oranın vaziyeti askeriyesi Türk Hükûmeti hürresinin makarrı olmaya müsait değildir. Bizim Ankara’da bulunmamız-bugün velev bir takım levazımı medeniye ve umrandan mehcur bulunması dolayısıyla sıkıntı çekerek-Ankara’da icraayı Hükûmet etmekliğimiz herhalde bu devlet ve millet noktai nazarından hayırlıdır. Biz Ankara’nın yazın tozuna, kışın çamuruna tahammül etmeliyiz ki Anadolu’nun bütün levazım ve ihtiyacatını anlayabilelim ve ona göre derdine devasaz olalım.
Murat Bey (Antalya)– Belediye reisinin kulağı çınlasın.
Celal Nuri Bey (Devamla)-Efendim! Tahammülden maksadımı ilelebet tahammül manasına almayınız. Anadolu’nun ortasında bulunmalıyız ki bu ihtiyaçları görelim, yakinen tetkik edelim, bu derde çare bulalım.
Zeki Bey (Gümüşhane)-Biz çoktan beri görüyoruz.
Celal Nuri Bey (Devamla)-Efendiler! Azayı muhteremeden pek mütehayyiz ve pek muteber bir zatın ifadesini burada söyleyeyim. Bir Hükûmet, hususiyle vatanın eczayı asliyesi en büyüğü yüzde doksan beşi Anadolu’da olursa ve o Hükûmetin merkezi İstanbul’da bulundukça Anadolu’yu biraz güçlükle düşünür. Nitekim yine o zatın mütalaatına iştiraken ve onu teyiden söyleyeyim ki vaktiyle şimendifer yapılmıştır. Bu şimendifer ta buraya kadar geldi, Konya’ya, Pozantı’ya kadar gitti. Bu şimendiferlerin bu suretle tespitine amil olan ne idi acaba? Ankara’nın, Sivas’ın ihtiyacatı mı? Hayır! İngiltere Devleti ile Almanya Devleti arasında Anadolu’nun Hind yolu olması mülabesesiyle bir ihtilaf çıkmıştı. Nihayet Almanların muvaffakiyeti ve Almanların fikri cari olmuş, galip gelmiş ve nihayet bu yolları yapmışlar. Yoksa bizim arzumuzla, bizim muvafakatimizle hemen hemen müstakil olarak cereyan etmemişti. Bizim için esas mesele mesela; bugün Ankara-Sivas hattının yapılmasıdır. Hâlbuki Ankara, Sivas aynı yol üzerinde olmadığından yolu öbür taraftan çekmişler, hatta bir aralık öyle olmuş ki sahil boyunu tutmak istemişler, çünkü Toros ve Antitoros silsilesinde bir takım meni, mevaki varmış, oradan geçilemiyormuş.
Demek ki efendiler, bizim hayatımıza taalluk eden bir meselede bizim reyimiz amil olmamıştır. Bizim için en ziyade nazarı dikkate alınacak Anadolu’nun havayicidir. Binaenaleyh merkezi Hükûmet burada bulunacak olursa ilk iş olarak mesela Ankara-Sivas hattını nazarı itibara alırız. Eğer burada merkezi Hükûmet bulunacak olursa huda negerde bir müsellah ihtilaf olacak olursa aman Boğazlardan geçilmesin, şu olmasın gibi cümlemizi şaşırtacak panik hengâmeye iştirak gibi bir halet zuhur etmez. İşte efendiler! Görülüyor ki Ankara şehrinin merkeziyeti hemen hemen tahakkuk etmiştir.
Vaziyeti iktisadiyeye gelince: Bir memleketin en ticaretgâh olan şehrinin behemehâl Merkezi Hükûmet olması katiyen lazım gelmez. Bugün İstanbul, İstanbul’dan sonra İzmir şehirleri herhalde Ankara’dan daha mühim merakizi ticariye ve iktisadiyedir. Arz ettiğim gibi Ankara’nın üçüncü, hatta beşinci derecede bulunması buna mâni değildir. Nitekim başka memleketlerde de en zengin, en ticaretgâh, en nüfuslu şehrin payitaht olması lâzım gelmediği gibi coğrafya tedkik edilecek olursa birçok misaller görülebilir. Fakat bu misallerden bir tekini arz edeyim ki; o da Amerika’dır. Amerika’da 7,5 milyonluk nüfuslu ve dünyanın birinci veya ikinci derecede bir şehir olan New-York makarrı idaresi değildir. Washington makarrı idaresidir ve hatta Amerika İttihadına dâhil olan devletin makarrı idaresi de New-York değildir. Evyon isminde küçük bir kasabadır. Efendiler! Makarrı idarenin mutlaka topoğrafya itibariyle devletin kalemlerinin tam merkez noktasını da teşkil etmesi doğru değildir. Çünkü bu takdirde mühim ameliyata, yeniden şehirler ihdasına hacet görülüyor ki bu suretle yeniden bir şehir ihdas etmedense o paranın pek küçük bir kısmını Ankara’nın imarına, ıslahına hasredecek olursak yine bu maksat hâsıl olur.
Efendiler! Zannolunmasın ki Ankara şehri Türk Devleti’nin makarrı olmakla biz İstanbul’u siyaseten, idareten, iktisaden terk ediyoruz, ihmal ediyoruz; hayır efendiler! İstanbul’da bundan evvel iki vaziyet vardı. O iki vaziyet sayesinde bu şehir maişetini temin ediyordu. Bunun birincisi payitaht olması, ikincisi transit olmasıydı. Malumu saniyeniz ki merkeziyet, vaka bir tabakai halkın refahını temin ederse de payidar değildir. Devlet ihtirasa uğrar yahut teşkilat küçültülür, ademi merkeziyet usulüne fazlaca riayet edilir. Bunun için memurin şebekesi inhisara uğramak lâzım gelir. Bundan dolayıdır ki İstanbul’un bu merkeziyetinden dolayı elde ettiği menafi hakiki değildir. Kezalik İstanbul bir takım anasırı gayri milliyenin transit merkezi oluyordu; bundan dolayı eline beş on kuruş geçiyordu. Bu da doğru değildir. Çünkü o anasır ittihaz edilecek siyaseti milliye sayesinde Anadolu’daki şebekesinden mahrum kalır, binaenaleyh o transit meselesi de merkeziyet gibi gelici, geçici, suni bir şeydir. Binaenaleyh biz İstanbul’un istikbali idarisini, istikbali iktisadisini herhalde temin edeceğiz. Binaenaleyh Hükûmeti Milliyenin maksadı bütün memleketi idareten, iktisaden ila ve irka olduğundan herhalde tanzim edilen Müfettişi Umumilik ve Vilayet şuraları kanunlarının emri tanzim ve tatbikinde İstanbul idaresinin daha güzel bir şekle gireceği bedihidir. Bu hususta bir temenni beyan ediyorum: Bu temennim kanunun metnine de ruhuna da tamamıyla muvafıktır. [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 14 Teşrinievvel 1923, No: 940, s. 1, sütun: 5-6
[2] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: II, Cilt: 2, İçtima Senesi: 1, 13 Teşrinievvel 1339, s. 665-670
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c002/tbmm02002035.pdf
You may like
Türk İstiklâl Mücadelesi
SEVRES (SEVR) ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)

Published
1 ay agoon
Ağustos 9, 2025By
drkemalkocak
Sevr Antlaşması 433 maddelik ve 150 büyük sayfalık bir vesikadır. Ekler, haritalar ve diğer belgeler bunun dışındadır.
Bu antlaşma ile Orta Doğu haritası adeta yeniden çizilerek paylaşılmaktaydı. Antlaşmanın maddeleri oldukça ağırdır ve Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak için hazırlanmıştır.
İstanbul ve civarından oluşan küçük bir bölge ile Orta Anadolu’nun küçük bir kısmı Kastamonu kıyılarına kadar Türklere bırakılıyordu. Rumeli ve Boğazlar İtilâf Devletleri’nin işgaline bırakılmakla birlikte Boğazların trafiğe açık olması ve karma bir komisyon tarafından yöneltilmesi kararlaştırılmıştır. Doğu Anadolu’da ise Kürdistan ve Ermenistan devleti kuruluyordu. Bu devletlerin sınırlarını ABD çizecek ve Ermenistan 20 yıl ABD mandası altında bulunacaktı. Arabistan Osmanlı Devleti’nden ayrılacak ve müttefiklerin isteklerine terk edilecekti. Müttefikler tarafından daha önce işgal edilen yerler, Fransa, İtalya ve İngiltere’de kalıyordu. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde eşit haklara sahip olacak ve Meclis’te temsil edileceklerdi. Kapitülasyonlar yürürlükte kalıyordu. Devletin askerî ve maddî işleri kontrol altına alınıyordu. Sadece iç güvenliği sağlamak üzere 50.000 kişilik askeri güç dışında silahlı kuvveti olmayacaktı. Liman ve demir yolları uluslararası bir komisyona bırakılıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecekti. Kendi aralarında paylaşamadıklarından İstanbul Osmanlı Devleti’nde kalacaktı. İzmir’in yönetimi Yunanlılara bırakılmıştır. Bunlara ek olarak da savaşa girmiş ve idarî kademelerde bulunmuş Türk vatandaşları savaş suçlusu olarak yargılanacaktı.

Sultan Vahideddin’in başkanlığında 22 Temmuz 1920’de toplanan Şûra-yı Saltanat “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek Sevr Antlaşması’nın onaylanmasına karar vermiştir.
Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından imzalanması üzerine, Kazım Karabekir Paşa, Meclis Başkanlığı’na 16 Ağustos 1920 tarihli gönderdiği bir telgrafta Sevr’i imzalayanların “vatan haini” ilan edilmesini teklif etmiştir. Bu öneri mecliste görüşülerek 19 Ağustos 1920 tarihinde kabul edilmiş ve anlaşmaya imza atan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey, Reşat Halis ve kırk iki kişinin daha vatan haini olduğu ilan edilmiştir. [1]
***
Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.
REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;
Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine
Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yâd edilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.
17 Ağustos 1336 [1920]
Şark Cephesi Kumandanı
Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim. [2]
***

30.10.1338 [1922] Pazartesi günkü Meclis toplantısında Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar okunmuştur. Bu bölümde öncelikle Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar üzerine Osmanlı Devleti’nin mukadderatı ve hilafet meselesi hakkında açılan müzakerede Sadrazam Tevfik Beyin telgrafı okunmuştu. Telgrafta Tevfik Paşa, Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında bir ikiliğin olmadığını ve Sevr Muahedesi konusunda Büyük Millet Meclisi ile müzakereye hazır olduklarını ifade etmiştir. Müzakerede söz alan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Sevr Muahedesini imzalayanların Bab-ı Âli olduğunu Millet Meclisinin ise bu belgeyi kabul etmediğini söyleyerek Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında ikilik olduğunu dile getirmiştir. [3]

Müfit Efendi (Kırşehir), Sevr Muahedesi ile milletin hâkimiyetinin ve istiklâlinin mahvedildiğini belirtmekte, ardından konuşan Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey, Bab-ı Âlinin Türk milletini ebediyen esarete mahkûm eden Sevr Ahitnamesini kabul ettiği üzerinde durmakta, Tunalı Hilmi Bey (Bolu), Padişahı, Sevr Antlaşmasına boyun eğdiği için “taçlı hain” olarak nitelemektedir.[4]

***
Sevr Antlaşmasının birinci yıldönümü münasebetiyle dönemi yaşamış bir kişinin, kişinin yaşadığı topluluk ve toplumun bakış açısını yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-2] künyesinde Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan “BİR SENE-İ DEVRİYE” başlıklı çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
BİR SENE-İ DEVRİYE [YILDÖNÜMÜ]
Kablettarihin [tarih öncesinin] vahşi adamları birbirini parçalamak istedikleri zaman, kastlarını doğrudan doğruya ve dürüst bir hareketle icra ederler, zulme hak süsü vermek riyakârlığına tenezzül etmezlerdi. Hâlbuki dün sene-i devriyesini geçirdiğimiz “Sevr” muahedesini hazırlayanlar, dört harp senesinde hak ve adalet münadiliğiyle cihanın başını ağrıttılar. Nihayet hak ve adaletin Anadolu’ya taalluk edenini gördüler: Sevr muahedesi milyonca Türk’e karşı düşünülmüş bir suikast programından başka nedir?
Cinayet açık bir iştir: Mutemet [güvenilir kimse] kastını hazırlar. Sonra hücum eder, öldürür. Loyd Corc ve refikası yirmi milyon masumun katl ve imhasını açıkça söyleselerdi belki daha dürüst olurdu. Hâlbuki hem kastettiler hem de kastlarını cihan sulhu, medeniyet, adalet vesaire gibi kelimelerle süslemek istediler. Fakat cinayet, fena olmak için mutlaka bir anda ve bir silahla olmak lazım gelir. Bir milleti “Sevr” denilen hükm-i idam ile ortadan kaldırmak da bir cinayettir. Sonu ölüme kendinden sonra katl ve idamın çelik bir hançer veya altun bir kalem ile irtikâbı birbirinden çok faklı şeyler değildir. Hele bunu bu memleketi temsil etmeyen ve damarlarını harisane bir surette emmek iştihasından başka bir his beslemeyen birkaç hain ele imzalattırmak bundan daha az bir cinayet olamaz.
Bir sene evvel İstanbul’dan gönderilen ve milletle alakası olmayan birkaç kişinin imzaladığı bu ölüm senedine Anadolu’nun on milyon Türkü belki imanına güvenerek elinin tersini urdu. Türk milletini yeşil masa başında ve cigara dumanları arasında boğmağa karar veren efendileri kastlarını yürütemediler: Loyd Corc ve arkadaşlarının ve Avrupa sermayedarlarının keyfi, arzusu ve menfaati için milyonlarca insana ölüm kabul ettirmenin imkânı yoktu.
Medeniyetin sahte hâkimleri, niyetlerini başaracak fedakârlığı göstermeğe de kadir değildiler; İstanbul’dan gönderilen birkaç vatansızın imzası meseleyi hal edemezdi, bu idamı bilfiil infaz edemezlerdi. Anadolu Türkünü öldürecek ücretli bir cellat lazımdı. Anadolu hesabına ücret vaat etmek suretiyle bu celladı buldular: Yunanistan bir senedir bu hizmeti görüyor.
Fakat Avrupa’nın Anadolu’ya memur ettiği vahşi cellat, maksadına eremedi. Türk milletinin iki senedir gösterdiği harikulade mukavemet, şarka gelen bu deni celladın satırını inşallah kendi kafasında paralayacaktır.
Sevr muahedesini kabul etmek, dörtler meclisinin kurduğu zulüm sehpasına kendi kendimizi asmak, idam ipini boynumuza kendi elimizle geçirmek ve çekmek demekti. “Sevr” muahedesini kabul etseydik bugün Anadolu’da meşgul olmadık toprak, esir olmadık millet kalmayacaktı; Avrupa medenileri bir sülük gibi sırtımıza yapışarak, köylümüzün alın teriyle kazandığı emekleri, Londra, Paris, Roma ve Atina daha zengin ve daha müreffeh olacak, servetini kollarıyla kazanan bu halk, açlıktan, uşaklıktan benzi sola sola ve ram [sürü] olup çökecekti.
Fakat bu milletin ne Avrupalılara uşak olmağa, ne de Avrupa ihtirası için ölmeğe niyeti yoktu. Sevr teklifi, tarihi ve yüksek izzet-i nefse pek giran oldu [dokundu, ağır geldi]. Yorgun ve mecruh olmağla [yaralı olmakla] berber vakurane doğruldu ve kendisine sulh muahedesi diye uzatılan hakaretnameyi okumaya bile tenezzül etmeden, tarihini, şeref ve istiklalini müdafaaya koyuldu.

Bu müdafaa sayesindedir ki Türk milleti iki senedir ölüm savletini [hücumunu] tevkif ediyor [durduruyor]. Hiç şüphe yok ki bu savleti bir gün kıracak, perişan edecek ve beşeriyet tarihinden hiçbir zaman silinemeyen büyük ve mukaddes istiklalini ebediyetle devam edecektir.
Allah ve hak bizimledir.
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/
[2] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 19.8.1336 (1920), Devre: I, Cilt: 3, İçtima Senesi: I, s. 333
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf
[3] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270-276
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf
[4] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 283-288
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf
[5] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-3
Özel Günler ve Anlamları
Enver Paşa’nın Şehadeti (4 Ağustos 1922)

Published
2 ay agoon
Ağustos 5, 2025By
drkemalkocak
Giriş
Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla Enver Paşa [1] önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istemiştir. Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919- Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkan Enver Paşa, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Enver Paşa, Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçmiş, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Bolşeviklerin yardımı ile Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarını kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğramış, Bolşeviklerden umduğunu bulamamıştır.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Meydan Muharebesi’ni [23 Ağustos-13 Eylül 1921] kazanan Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız duruma gelmiştir. Bu safhadan sonra Anadolu’da ikilik çıkarmak istemeyen ve kendisi için de bir başarı şansı görmeyen Enver Paşa, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla Bakü’den Buhara’ya geçmiştir. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermektir. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişmiştir. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada şehit olmuştur.
Enver Paşa’nın; İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918’den, Ruslar tarafından şehit edildiği 4 Ağustos 1922’e kadarki dönemde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu, gelişmeleri değerlendirerek Anadolu’da devam eden Türk İstiklal Mücadelesi’ne zarar vermek istemediği söylenebilir. Enver Paşa’nın bu amacı, hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından anlaşılabilir. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, Enver Paşa’yı ve yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıdır.
Enver Paşa’nın hayatı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki amacının olduğu görülmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Enver Paşa, bu iki amaca ulaşmak için Türkçü ve İslâmcı politikalar takip etmiştir.
Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadelesi sırasında Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922‘de şehadet şerbetini içen Enver Paşa’yı ve arkadaşlarını minnet ve rahmetle anarım.
Enver Paşa’nın şehadetinin 103. yıldönümü münasebetiyle “Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652” künyeli eserde yer alan “ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR” başlıklı metin, Türk devlet ve hükümdarlık anlayışı, devlet adamlarının nitelikleri, “devlet adamlığı kumaşı”ndan nasiplenme gibi kavramların anlaşılması, taşınması, uygulanması gibi konularda “millî bilinç” kazanmak; bunun için de öncelikle “tarih bilinci”ne sahip olmak gerekliliğine katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.
***
ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR
1922 Temmuzunun sonunda, Doğu Buhara hareketlerinin neticesi, artık belli olmuştu. Doğu Buhara, daha önce de kaydettiğimiz gibi, artık fiilen işgal edilmişti. Duşenbe ve Baysun üzerlerinden güneye ve yanında kalan son maiyetiyle çekilen Enver Paşanın, Buhara-Afgan sınırını teşkil eden Penç nehrini bir noktada aşarak Afganistan’a geçememesi, Külap, Balcevan istikametinde Pamir dağlarına doğru doğuya dalışı, onların kurtulma imkânlarını da karartıyordu. Zaten karşı kuvvetlerin, daha ilk günlerden aldıkları emir, Enver Paşanın, yabancı bir ülkeye kaçmasını önlemekti. Bu suretle karşı tarafın bu hedefini, Enver Paşa, kendi hareketiyle, bir nevi kolaylaş tırmış oluyordu.
Artık çarpışmalar da fiilen kesilmişti. Enver Paşa, Abıderya köyünde, son karargâhını kurmuştu. Temmuz ayı bu sırada sona erdi.
***
Şimdi, 4 ağustos 1922 tarihindeyiz. Kurban Bayramının birinci günüdür. Gerçi köyde bayram namazı, bir tarih yanlışlığı ile bir gün önce kılınmıştı. Ama Kurban Bayramının ikinci günü de, hazin, ümitsiz, fakat duygulu kutlamalara sahne olur. Enver Paşa, maiyetinde kalanların, evin önüne toplanmasını ve onların bayramını kutlayacağım söyler. Toplanılır. Kalan askerlerine dualarını, tebriklerini bildirecek ve kendilerine birer miktar para verecektir. Asker başlarına ise, kendilerinin de bildikleri gibi, onlara sunacak bir şeyi olmadığını söyleyecek ve bu müşterek mücadelelerin hatırası olarak kendilerine, kendi mühür ve imzasıyle birer belge, hatta rütbeler verecektir.

Balcevan Beyi Devletment Bey de Enver Paşaya, altın ve gümüş işlemeli bir çapan yahut ipekli cübbe ile bir sarık hediye etmiştir. Hülasa herkes bu hüzünlü Kurban I3ayramının havası içindedir. Çünkü bilinir ki bu günler, artık son beraberlik günleridir. Arkadan ve çevreden ise düşman ilerler. Doğudaki Pamirler yol vermez karlı dağlardır. Bir gün önce kesilen kurbanların toprağa akan kanları, hala tazedir.
İşte tam bu tören sırasındadır ki doğuda, vadinin Dere-i Hakiyan kısmı ile Çegan tepesi istikametinden silah sesleri gelir. Bu bir baskındır ve tören yerindeki kalabalık, baskıncıların makineli tüfek ateşleri altında eriyebilir.
İşte o anda Enver Paşa, hemen atına atlar. Dört beşi Osmanlı Türklerinden olmak üzere 25 kadar atlı, hemen onu takip ederler. Doğu ÇEgan tepesine yönelinir. Çegan, Abıderya Suyunun kuzey sırtlarına düşer. Altta, Dere-i Hakiyan vadisi uzanır. Çegan, Balcevan’a (yahut Belh-i Ccvan) 15 kilometre kadar doğudadır. Tepede mevzilenmiş ve makindi tüfekleri bulunan bir düşman müfrezesine karşı aşağıdan, vadiden ve ancak atlar üstündc çekilmiş kılıçlarla, azlık bir nevi fedai süvari grubunun saldırıya geçişinin sonu bellidir. Ama Enver Paşa en öndedir. Atını yıldırım gibi sürer. Kılıcıyle havayı yararak koşar. Yanındakiler de ondan geri kalmazlar.
Bir Kumandanın, bir Başkumandanın bir baskın müfrezesine karşı en önde ve atla, kılıçla karşı çıkışı askeri savaş usullerine sığmaz. Ama burada artık askerlik değil, yolun sonu, son hamle ve beklenen sonu arayış konuşacaktır. Bu son ise ölüm ve şehadettir. . .
Onun içindir ki bu saldırıda hesap, mantık ve nefsini koruma endişesi yoktur. Burada dile gelen. 1908 Haziranında Selaniğin Vardar kapısından tek başına Makedonya dağlarına çıkarken:
“Bir gün bana da bir kurşun isabet edecek ve cesedim, bir çukura atılacaktır.”
diyebilen adamın, kaderiyle son ve toptan hesaplaşmasıdır. 1908 Haziranında açılan defterin, artık dürülüşüdür…
Çünkü şimdi, bütün yollar kapalıdır ve 1908’dc Makedonya dağlarında başlayan serüven, artık Himalaya dağlarının kuzey silsilelerini teşkil eden Pamir eteklerinde, yiğitçe sona erecektir.
Öyle de olur. Çegan tepesinde ve Kulikov kumandasında ateş saçan mitralyözlerin üzerine, yalın kılıçlarla hücum eden bu 25 kadar süvarinin akıl almaz saldırısı, karşı tarafta, hatta şaşkınlık da yaratır. Bu kılıçların altında yaralananlar, teslim olanlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur bile. Ama ateş kesilmez ki. Daha arkadaki ikinci mitralyöz, ateşini, huzmesini en önde ilerleyenlerin üzerinde yoğunlaştırır. Bunların en önünde de, Enver Paşa vardır. Böylece, çağdaş Mitralyöz, Ortaçağın ünlü silahı olan Kılıcı yener. Enver Paşa vurulur. Atından düşer. Onunla beraber diğerleri de yerlere serilirler. Paşanın kır atı Derviş, bütün bu tür sahnelerde olduğu gibi, efendisinin başucundadır. Ama mitralyözün şeritleri ateşlerini kusmaya devam ederler. Derviş de önce ön iki ayağı üzerine çöker. Sonra yana devrilir. O da nefesini vermiştir.

Çegan tepesine arkadan kalabalık yardımcılar gelemez. Abıderya panik içindedir. Ama Doğu Buhara Beylerinin en vasıflısı, en sadık olanı ve en yiğidi olan Balcevan Beyi Devletment, köye biraz geç yetişmiştir. Paşasının Çegan’a saldırdığını öğrenince, hemen atına atlar. Son sahneye yetişir. Ve Devletment Beyin de cesedi, bu tepede, Paşasının biraz berisinde toprağa serilir.
Başlangıcını kim bilir hangi günlerden ve belki de ta Makedonya dağlarından aldığımız Enver Paşa Dramının son perdesi, işte böyle kapanır.
Çağı, çağın akımlarını, realiteler ve şartlarla imkânlar arasındaki bağıntıları, hiç şüphe yok ki, gereği gibi değerlendirememişti. Formasyonu, bu ölçülere göre değildi. Ders kitapları dışında kitaplar okumanın yasak olduğu, harp ve kurmay okullarından çıkmış, ayağını ordu saflarına atar atmaz da kendini, Makedonya’nın çete savaşları içinde bulmuştu. Ondan sonra okumaya, genel dünya görüşlerini tamamlamaya, elbette ki fırsat bulamadı.
1908 ihtilalinde yıldızlaşınca kendini, askerlikle beraber siyaset işlerine de verdi. Harpler, harpleri kovaladı. Daha 34 yaşındayken, bir Dünya Harbine karışan İmparatorluğun Tek Adam’ı, en ağır sorumlusu ve İmparatorluğun, kader tayin edici son mücadelesinin Başı ve İdarecisiydi.
Makedonya dağlarında serüveni, yiğitçe başlamıştı. Orta Asya’nın Pamir dağları eteklerinde de, yiğitçe bitti. Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanıydı. Talihine ve nefsine ölçüsüz inanışını, onun neslinin ve kendine benzer insanların, ruh vasıflarına vermelidir.
Enver Paşayı ve serüvenini, akıl ve mantık kriterleri ile değil, bu ruh vasıflarının ve kendilerini yetiştiren şartlarla, kendilerini verdikleri hayal ve ümitlerin ölçüleri ile muhakeme etmek, şüphe yok ki en doğrusudur.
***
Pamir Eteklerindeki Mezar
Çegan tepesindeki Kızılordu baskıncıları, geniş bir hareket için hazırlıklı değildiler. Atlarına atlayıp onlara kılıçları ile saldıran Enver Paşa ve 25 kadar süvarisi için de bu saldırı, bir zafer vaat edemezdi.
Nitekim karşı taraf mitralyözlerini işletince, mühacimler hızla eridi. Geriye dönebilen bir veya birkaç kişiden karargâha, ancak Paşanın ve arkadaşlarının şehadeti haberi geldi.
Ama Karargâh da panik içindeydi. Bayram töreni için gelenlerin her biri bir tarafa dağılmıştı. Bu sebeple, Çegan tepesine doğru takibe geçilemedi. İşin bir talihsizliği de, orada şehit olanların cesetlerinin, düşman elinde kalmasıydı. Bu büyük teessür yarattı. Ama ne Çegan altındaki Dere-i Hakiyan vadisine, ne de Çegan tepesine gidilemedi. Derin bir matem havası, Abıderya karargâhı ile çevreleri sardı.
Karşı tarafa gelince? Onlar, kendilerine kalan baskın sahasını dolaştılar. Ölüler yerlere serilmişlerdi. Ama bunların içinde biri, kıyafeti ile dikkati çekiyordu. Ayaklarında, bağlı Alman botları vardı. Külotu yerliler gibi değildi. Göğsünde dürbünü, başında yerlileri andırmayan kalpağı, Osmanlı Subaylarınınkini andıran göğüsten ilikli haki ceketi onları şüphelendirdi. Göğsünden bir Kur’an çıkmıştı. Kılıcı başka türlüydü ve cebinde, henüz tamamlanmamış bir mektupla, bazı evrak vardı.
O zaman müfreze Kumandanı Kulikof, bu eşyanın alınmasını emretti. Bunları muayene için Taşkent’e gönderecekti. Meçhul süvari, yedi yara almıştı. Atından düşünce, hafif sağa doğru yatmıştı. 40 yaşlarında kadardı ve yerlilere benzemiyordu.
Enver Paşanın cesedi soyuldu. Ama kanlı çamaşırları üstünde bırakıldı. Ve cesetlerle savaş alanı olduğu gibi terkedildi. Bolşevik müfrezesi çekildi. Böylece Enver Paşanın cesedi, iki gün, Dere-i Hakiyan üzerinde, Çegan topraklarında kaldı. Fakat iki gün sonra, dağlardan inen bir köy imamı, Enver Paşanın cesedini tanıdı. Koşarak Abıderya’dakilere haber verdi. Enver Paşanın cesedinin bulunuşu ve düşman elinde kalıp götürülmeyişi de, çevrede bir nevi teselli uyandırdı. Hemen bir süvari grubu, oralara koştular, Enver Paşanın, Devletment Beyin ve diğer şehitlerin naaşları Karargâha getirildi.
Paşanın naaşının bulunuşu etrafa yayılınca, Abıderya karargâhı ve köyü, binlerce insanın akınına uğradı. Kurban Bayramını oradaki yanlışlık dolayısıyle dördüncü ve gerçekte üçüncü günüydü.
Enver Paşayı ve şehitleri, Abıderya Suyu kenarında ve vadisindeki Abıderya köyünde, bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Enver Paşa artık toprağa verilmişti. Makedonya dağlarında Hürriyet Kahramanı Enver Beyle açılan perde, Orta Asya’nın, Pamir eteklerindeki Abıderya köyünde kapanmış ve dram bitmişti…
Taşkent’e gönderilen eşya incelenince, bunların Enver Paşaya ait olduğu, tabii kolaylıkla tespit edildi. Şimdi onun botları, elbisesi, kılıcı, Kur’an’ı ve dürbünü ile diğer parçalar, Moskova’da, Askeri Müze’de, bir vitrin işgal ederler. . .
Paşanın arkadaşlarından Miralay (Albay) Ali Rıza Bey, Enver Paşanın Naibi (Vekili) olarak son vazifeleri tamamladı. Bu arada ilk ve en önemli vazife, tabii, bir Ölüm veya Şehadet Protokolü ile olayı tespit etmek, tarihe mal etmekti. Burada biz, bu Şehadet Protokolü nün fotokopisini de veriyoruz. [2]

***

Enver Paşa’nın Naaşı Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilerek 4 Ağustos 1996’da İstanbul Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Defnedilmiştir
“Enver Paşa’nın naaşı 3 Ağustos 1996 tarihinde Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek bir gün sonra Türkiye’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in katıldığı birinci sınıf askeri törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Mahmut Şevket Paşa, Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi eski mücadele arkadaşlarının yanında toprağa verilmiştir. Bu törene birçok üst düzey devlet görevlisi ve Enver Paşa’nın yakınları (torunları Arzu Enver Sadıkoğlu, Neşe Mayatepek ve Nilüfer Ünlü gibi) katılmıştır.

Süleyman Demirel törende yaptığı konuşmada Enver Paşa hakkında şunları dile getirmiştir: “Enver Paşa hatasıyla sevabıyla yakın tarihimizin önemli bir simasıdır. Tarihin geçmişte kalan olayları yargılayıp doğru kararlara varacağından şüphemiz yoktur. Enver Paşa gerçek bir vatansever, milliyetçi idealist çok dürüst bir askerdir. Enver Paşa Türk halkının gözünde bir kahramandır. Milletimizin bu duygusuna gösterdiğimiz saygının bir nişanesi olarak Tacikistan’daki kardeşlerimiz tarafından mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen Enver Paşa’yı oradan alıp bu tarihi mekâna, Hürriyet-i Ebediye Tepesine kendi arkadaşlarının yanına getirmiş bulunuyoruz. Böylece Enver Paşa’nın vatan hasreti ve sürgün süresi son bulmaktadır.” Törene Devlet Bakanı sıfatıyla katılan Abdullah Gül ise Enver Paşa’nın yakın tarihimizde önemli rol oynamış bir Türk askeri olduğunu belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ömrü boyunca çok önemli olaylara ve kararlara şahit olmuş Enver Paşa’nın naaşını Tacikistan’dan İstanbul’a nakletmiş bulunuyoruz. 74’üncü ölüm yıl dönümüne yetişmesi için bütün kurumlarımız gayret göstermiştir. Asya’da bütün Müslüman ve Türk yurtlarını birleştirip, bu ülkü uğruna savaşırken binlerce kardeşimizle şehit olmuş bir komutanımızdır.” [3]
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/666/Enver-Pa%C5%9Fa-(1882-1922)
[2] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652
[3] Fahri Türk, “Enver Paşa’nın Naaşının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilişinin Türk Basınında Yansımaları”, Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17 Kış 2015, s. 74-75

(20 Temmuz 1974 1. Harekât-14-16 Ağustos 1974 2. Harekât)
[Kıbrıs Barış Harekâtına karar veren Başbakan Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı, harekâtı gerçekleştiren asker ve mücahit şehitlerimizi, Kıbrıs Türk Mücadelesinin lideri Dr. Fazıl Küçük ve Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı da minnet ve rahmetle anarım.
Gazilerimizin sağlık, mutluluk ve huzurlarının daim olmasını dilerim.
51. Yılında Barış Harekâtı ve Kıbrıs Türklerinin Barış ve Özgürlük Bayramı kutlu olsun! ]


1. Tarihsel Arka Plan
Kıbrıs Adası’nın Konumu ve Önemi:
Doğu Akdeniz’de, Anadolu’nun güneyinde stratejik bir adadır. Osmanlı İmparatorluğu tarafından Venedik’ten Limasol (2 Temmuz 1570), Tuzla (3 Temmuz 1570), Girne 9 Temmuz 1570), Lefkoşe (9 Eylül1570) ve nihayet Magosa (6 Ağustos 1571) birbiri arkasından fethedildi. Kıbrıs adası, 1571’den 1878’e kadar Osmanlı hâkimiyetindeydi. 1878’de İngiltere’ye devredildi, 1914’te İngiltere tarafından ilhak edildi.
Adanın nüfusu büyük çoğunlukla Rum Ortodoks ve azınlık olarak Türk Müslüman topluluklarından meydana geliyordu.
Tarihsel coğrafya açısından Kıbrıs, Anadolu, Suriye ve Mısır’a hâkimiyet sağlayan deniz yollarının merkezindedir. Bu jeopolitik konum, ileride yaşanacak çatışmanın temel sebeplerinden biridir.

Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:
Ada halkı Osmanlı döneminde “millet sistemi” kapsamında barış içinde yaşamıştır. İngiliz sömürge döneminde milliyetçilik fikirleri yayılmıştır. Rum toplumunda Enosis (Yunanistan’a bağlanma) ideali yükselmiştir. Türk toplumu ise buna karşı Taksim (adanın ikiye bölünmesi) fikrini savunmaya başlamıştır.
Bu süreç, toplumsal kimliklerin keskinleşmesine ve iki toplum arasında güvensizlik ve şiddet sarmalının gelişmesine zemin hazırlamıştır.
2. Harekât Öncesi Gelişmeler
1950’ler ve 1960’lar:
1950’li yılların ortalarından itibaren Kıbrıs’ta Rum milliyetçiliği ve Enosis fikrini, silahlı bir örgüt olan EOKA tarafından şiddet yoluyla gerçekleştirme çabaları başladı. EOKA Rum örgütü (lideri Georgios Grivas) İngilizlere karşı silahlı mücadeleye girişti.
Bu süreçte Türk toplumu, can güvenliği ve siyasal hakları için örgütlenme ihtiyacı hissetti. 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adlı savunma örgütünü kurdu.
11 Şubat 1959 Zürih ve 19 Şubat 1959 Londra antlaşmaları neticesinde 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Garantör ülkeler: Türkiye, Yunanistan, İngiltere. Cumhurbaşkanı Makarios, yardımcısı Türk lider Fazıl Küçük oldu.

Anayasal düzen, 1963’ten itibaren Rumlar tarafından zorlanmaya başlandı. Türklere yönelik saldırılar başladı (Kanlı Noel). 21-26 Aralık 1963’te Lefkoşa’da başlayan ve Kıbrıs’ın birçok yerine yayılan saldırılar, Kıbrıs Türk halkına karşı gerçekleştirilen organize şiddet dalgalarının en dramatik örneğidir. Bu olaylar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu yapısının fiilen çökmesine ve adanın ilerleyen yıllardaki bölünmesine zemin hazırlamıştır.
1974’e Giden Yol:
Yunanistan’daki cunta yönetimi (Cunta lideri Dimitrios Ioannidis) Enosis’i gerçekleştirmek için Makarios’a karşı darbe düzenledi (15 Temmuz 1974).
Darbe sonrası, Makarios yerine Nikos Sampson getirildi. Bu durum, Kıbrıs’taki Türk toplumunu tamamen yok olma tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

3. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Seyri (Anı)
20 Temmuz 1974 – 1. Harekât:
Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak askeri müdahaleye başladı. Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan idi.
Askerî harekâtın temel amacı:
Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak,
Ada’daki anayasal düzeni yeniden tesis etmek.
Ateşkes ve Görüşmeler:
22 Temmuz’da ateşkes ilan edildi. Cenevre görüşmeleri başladı ancak Yunan cuntasının ve Kıbrıslı Rumların taviz vermemesi sebebiyle ikinci harekât gündeme geldi.
14–16 Ağustos 1974 – 2. Harekât:
Türk ordusu adanın yaklaşık %37’sini kontrol altına aldı. Girne – Lefkoşa hattı kuzeyde Türklerin kontrolüne geçti.

4. Harekât Sonrası ve Sonuçlar
Kıbrıs Türk Federe Devleti (1975):
13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi.
Uluslararası Tepkiler:
BM, Türkiye’yi işgalci olarak nitelendiren kararlar aldı. Ancak Türkiye, garantörlük hakkına ve Kıbrıs Türk halkının meşru savunmasına atıf yaptı.
ABD, İngiltere ve Avrupa ülkeleri Türkiye’ye karşı ambargo ve yaptırımlar uyguladı (özellikle ABD silah ambargosu).
Sosyal ve Kültürel Sonuçlar:
Ada iki toplumlu olarak kesin biçimde ayrıştı.
Güney’de Rumlar, kuzeyde Türkler kaldı; nüfus mübadelesi yapıldı.
Kıbrıs Türkleri, Türkiye ile daha yoğun kültürel ve ekonomik bağ kurdu.
Ekonomik Sonuçlar:
Kıbrıs Türk ekonomisi başlangıçta zorlandı ancak Türkiye’nin yardımlarıyla yeniden inşa edildi.
Güney’de turizm ve ticaret devam ederken, kuzeyde yeni ekonomik modeller geliştirildi.
Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:
Kimlik temelli ayrışma kalıcı hale geldi.
İki toplumun sosyolojik yapısı da değişti; kuzeyde Anadolu’dan göçler, güneyde AB uyum/bütünleşme süreçleri başladı.
5. Taraflar ve Kilit Kişiler
Taraf | Liderler | Rolü |
Türkiye | Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan | Garantör ülke, askeri harekâtı yönetti |
Kıbrıs Türkleri | Rauf Denktaş, Fazıl Küçük | Toplum liderleri, direnişi örgütledi |
Yunanistan Cuntası | Dimitrios Ioannidis | Darbeyi yönetti, Enosis’i destekledi |
Kıbrıs Rumları | Makarios (devrildi), Nikos Sampson | Rum toplumunun liderleri |
İngiltere | Garantör ülke, tarafsız kaldı | Üslerini korudu, doğrudan müdahale etmedi |
6. Sebep ve Sonuçlar Tablosu
Sebepler | Sonuçlar |
Enosis ideali, Rum milliyetçiliği | Kıbrıs Cumhuriyeti’nin fiilen bölünmesi |
Yunan cuntasının darbesi | Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanması |
Türk toplumuna yönelik saldırılar | Kuzey’de Türk varlığının güvence altına alınması |
Uluslararası güçlerin pasifliği | BM’de çözümsüz süreçlerin başlaması |
7. Siyasi, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Boyutlar
Siyasi:
Harekât, Türkiye’nin dış politikasında önemli bir dönüm noktasıdır. Kıbrıs’ta iki kesimli fiili durum yaratılmış, federal çözüm müzakereleri 50 yıldır sürmektedir.

Sosyal:
Kıbrıs Türk toplumu kendi yönetim yapısını oluşturmuş, Rumlarla sosyal temas azalmış, iki toplum birbirinden izole yaşamaya başlamıştır.
Kültürel:
Kuzey’de Türkiye kültürü baskın hale gelirken, Rum tarafı Avrupa kültürüyle bütünleşmiştir. Ortak Kıbrıs kültürü parçalanmıştır.
Ekonomik:
Ambargolar sebebiyle kuzeyde ekonomik sıkıntılar yaşanmış ancak Türkiye’nin desteğiyle tarım, eğitim ve hizmet sektörlerinde gelişmeler olmuştur.
8. Tarihsel Coğrafya Açısından
Kıbrıs’ın kuzeyi (Lefkoşa-Girne-Mağusa hattı) Türkiye’ye yakın, askeri açıdan stratejik ve deniz yollarını kontrol eden bir bölgedir. Güneyi (Limasol-Larnaka) daha çok turizm ve ticaret merkezidir. Bu coğrafi yapı, bölünmenin kalıcılığını etkilemiştir.
9. Tarihsel Sosyoloji Açısından
Kıbrıs meselesine, etnik kimliklerin çatışması, sömürge sonrası devletlerin kırılganlığı ve garantörlük sisteminin zayıflığı üzerinden bakılabilir.
Adada iki toplumun bir arada yaşamasının önündeki engeller:
Ortak tarih bilincinin olmaması,
Siyasal liderlerin milliyetçi söylemleri,
Uluslararası aktörlerin çıkar çatışmalarıdır.
Sonuç:
Kıbrıs Barış Harekâtı sadece askeri bir operasyon değil, aynı zamanda bir toplumun varlığını koruma mücadelesi, bir uluslararası hukuk meselesi ve bir jeopolitik kırılma noktasıdır.
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]