Türk İstiklâl Mücadelesi
PREVEZE DENİZ ZAFERİ

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
(27 Eylül 1538-27 Eylül 2025)
Preveze Deniz Zaferi’nin 487. Yıldönümü ve Deniz Kuvvetleri Günü Kutlu Olsun
Deniz ufkunda bu top sesleri nerden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!..
Adalar`dan mı? Tunus`tan mı, Cezayir`den mi?
Hür ufuklarda donanmış iki yüz pâre gemi
Yeni doğmus aya baktıkları yerden geliyor;
O mübârek gemiler hangi seherden geliyor?
Yahya Kemal BEYATLI-Süleymaniye’de Bayram Sabahı’ndan
“Bu arada Hristiyanlığın güneydeki üslerine yaptığı saldırılarda, bir istisna dışında hep başarılı oldu. Rodos ve komşu adalar (Anadolu anakarasındaki son Hristiyan kalesi olan Bodrum’u da unutmadan) 1522’de düştüler. 1537’de Ege ve Adriyatik sularında üstünlük kazanmak için Venedik ile savaşa girildi. O yıl içinde Korfu’ya yapılan saldırı başarısız oldu ama Hayreddin’in 1538’de Preveze açıklarında kazandığı zafer Osmanlı donanmasına büyük bir ün kazandırdı. Venedik, yine Hayreddin’in 1537-38 yıllarında Ege Denizi’nde düzenlediği büyük akınlar sonucunda Tenos (İstendil) ve Kreta (Girit) dışındaki bütün adalarının elinden kaptırdı. 1540 barışıyla Napoli ve Monemvasia gibi Yunanistan’daki son varlıklarından da vazgeçmek zorunda kaldı (oysa bu kentler o güne dek bütün saldırılara meydan okumuşlardı). [1]
“Akdeniz’de Karl 1535’te Tunus’u aldı; fakat 1538’de Barbaros Andrea Doria komutasındaki haçlı donanmasını Preveze’de yenilgiye uğratarak Akdeniz’in tartışmasız hâkimi oldu.” [2]
GİRİŞ
Osmanlı denizcilik tarihinde Barbaros Hayreddin Paşa’nın Osmanlı donanması hizmetine girmesi, denizcilikle ilgili bir eyaletin kurulmasıyla beylerbeyliğine ve donanma komutanlığına getirilmesi son derece önemli bir hadisedir. Avrupa içlerine kadar ilerleyen Osmanlı İmparatorluğu’nun denizlerde de aynı başarıyı gösterme isteği açıkça görülmektedir. Bu sebeple Barbaros gibi ünü bütün Akdeniz’i tutmuş bir deniz amiralinin Osmanlı devlet hizmetine girmesi, Osmanlı İmparatorluğu denizciliğinde bir dönüm noktasıdır.
Midillili sipahi Yakup Bey’in dört oğlundan biri olarak muhtemelen 1466’da dünyaya gelen ve asıl adı Hızır olan Barbaros Hayreddin’in diğer kardeşleri İshak, Oruç ve İlyas’tır.
Cezayir’de yaptırdığı caminin Nisan 1520 (Cemaziyelevvel 926) tarihli kitabesinde kendi unvanı için kullandığı ve “Allah yolunda cihad eden Sultan Hayreddin ki Türk soyundan meşhur emir, mücahid, Ebu Yusuf Yakub’ub oğlu” anlamına gelen “es-Sultanü’l-mücahid fi sebili’llahi Rabbi’l-âlemin Mevlana Hayreddin ibnü’l-emirü’ş-şehir el-mücahid Ebi Yusuf Ya’kub et-Türki” şeklindeki ifadeye göre Türk asıllıdır. Ailede Akdeniz’e ilk açılan Oruç, kardeşi İlyas ile birlikte hareket etmiş, Anadolu, Suriye ve Mısır sahillerinde bulunmuş ve Hızır da kendisine ait bir gemi ile Ege Denizi ve Selanik sahillerinde faaliyet göstermiştir.
Akdeniz dünyasında Cezayir Sultanı olarak şöhret kazanan Barbaros Hayreddin, 26 Eylül 1533’te İstanbul’a geldi ve büyük bir merasimle karşılandı. Kanuni Sultan Süleyman tarafından kabul edilen Hayreddin Reis, 29 Kasım 1533 Cumartesi günü getirdiği hediyeleri saraya takdim etti.
Barbaros Hayreddin’in Kanuni Sultan Süleyman tarafından kabulü
Kanuni Sultan Süleyman bu görüşmede Hayreddin Reis’i derya beylerbeyliğine getirmeyi uygun görmekle beraber, bizzat hükumet işlerinden sorumlu olan ve o sırada Irakeyn seferi hazırlıkları için serasker olarak Halep’te bulunan veziriazam İbrahim Paşa ile görüşmesini istedi. Bunun üzerine Hayreddin Reis, muhtemelen Ocak 1534’te İstanbul’dan hareket etti ve Halep’te veziriazamla görüştü. Barbaros “Mirmiran-ı Cezayir şüd der derya-yı sefid” (Akdeniz’deki adaların beylerbeyliği) görevine getirildi (2 Şubat 1534). Bu tarihi Barbaros’un Cezayir Beylerbeyi sıfatıyla kaptanıderyalığa tayin tarih olarak kabul etmek gerekir. Veziriazam İbrahim Paşa’nın bu vesile ile Venedeki Doçu’na gönderdiği 25 Ocak-4Şubat 1534 tarihli bir mektupta, Hayreddin Paşa’nın Cezayir beylerbeyi olarak atandığı, donanmanın emrine verildiği ve Rodos’un ona ikametgâh olarak tahsis edildiği ifade edilmekte, denizlere açıldığında kendisine yardım edilmesi istenmektedir.
Kanuni Sultan Süleyman’ın 19 Mart 1534’te vefat eden annesi Hafsa Sultan için 21 Mart’ta devler ricaline bazı ihsanlarda bulunulduğunda “mirmiran-ı derya” olarak Hayreddin Paşa’ya iki hil’at verilmiş olması, Barbaros’un artık beylerbeyi rütbesi ve “paşa” unvanı ile anılmaya başladığını göstermektedir. 22 Mart 1534’te kendisine “bahariye” olarak iki elbise verilmiştir. [3]
Barbaros Hayreddin Paşa’nın gazalarını anlatan “Gazavat-ı Hayreddin Paşa” adlı eser, Ertuğrul DÜZDAĞ tarafından daha kolay okunması ve hoşa gitmesi için hatıra ve roman şeklinde baskıya hazırlanmış ve Tercüman 1001 Temel Eser serisinde 14 ve 15 numaralı olarak yayımlanmıştır.
“Gazavatname”ler, İslam-Türk kahramanlarının din düşmanlarına karşı gaza ve zaferlerini anlatmak için yazılmış eserlerdir. “Gazavat-ı Hayreddin Paşa”da olduğu gibi bazen bir kahramanın bütün gazalarını bazen de bir tek önemli gazayı konu olarak alırlar.
Barbaros Hayreddin Paşa ve Oruç Reis’in gazaları çok sayıda esere konu olmuştur. Bu gazavatnamelerin en meşhuru Hayreddin Paşa’nın yanında harplere katılmış olan Seyyid Muradi Reis’in yazmış olduğu “Gazavat-ı Hayreddin Paşa” adlı eserdir.
Eser, bizzat Hayreddin Paşa’nın emri ve yardımı ile yazılmıştır. Bu durum, eserin ilk sayfalarında anlatılmaktadır.
Sultan Süleyman’ın fermanı
Ve bundan sonra, sultan-ül a’zam ve melik-ül muazzam, ümmetlerin metbuu, Arap, Acem ve Rum reislerinin efendisi, emniyet ve selametin yayıcısı, adalet ve ihsanın koruyucusu Osman Han’ın oğlu Orhan Han’ın oğlu Murad Han’ın oğlu Mehmed Han’ın oğlu Bayezid Han’ın oğlu Selim Han’ın oğlu, es sultan ibn-is sultan Süleyman Han hazretleri-Allah onun mülkünü zamanın ve devranın nihayetine kadar devamlı kılsın, âmin ya Rabbel âlemin-bir gün ferman buyurdular ki:
“-Sen ve karındaşın nasıl ortaya çıkıp cihad meydanına atıldınız? Bunun sebebi ne idi? Kimlerdensiniz? Kul taifesinden mi, sairlerden mi? Bu zamana gelinceye kadar ufak büyük, karada ve denizde, ne şekil gazalar oldu ise baştan sona kadar, ne eksik ne fazla, gerek nazım gerek nesirle yazıp bir kitap düzüp buraya gönderin ki, eskiden yazılmış tarihlerin yanında, Hazine-i Amire’mde bulunsun!”
Seyyid Muradi
Bu yüce fermana can baş üstüne deyip Seyyid Muradi’yi çağırttım.
Seyyid Muradi, emrimdeki reislerden Durak Reis’in baştardasında gazalara iştirak eden bir deniz yiğidi idi. Gazalarımızı nazımla destan edip söylerdi.
Yazdıkları hoş şeyler olup gaziler ezber eder okurlardı.
Muradi’ye dedim ki:
“-Baka Muradi! Bizler için artık dünyada işitilmedik nesne kalmamıştır. Hemen arzumuz, bu fani âlemde bir eser bırakıp ahfadımızın hayır duasına vesile kılmaktır. Nitekim denilmiş ki:
Er odur ki dünyada koya bir eser
Esersiz kişinin yerinde yeller eser.
Benim dediklerimi nesirle ve nazımla yaz. Bu dünyada gazalarımızdan sonra bir de kitap koyup gidelim.”
Muradi benden dinlediklerini, kendi gördüklerini ve öteki reislerden duyduklarını kaleme aldı. Böylece bu eser meydan geldi.
Hemen vasiyetim, işbu kitabı okuyan din karındaşlarımın beni, yoldaşlarımı ve bütün mücahitleri hayır dua ile yâd kılmalarıdır, vesselam. [4]
“Gazavat-ı Hayreddin Paşa”nın “Preveze Zaferi”ni anlatan bölümü aşağıda sunulmuş olup görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak tarafımdan eklenmiştir:
PREVEZE DENİZ ZAFERİ
Biz Eğriboz’da azıklanırdık, kâfirler ise İspanya, Papa, Venedik üçü birlik olmak üzere:
“-Hayreddin Paşa’dan geçen sene bize ettiği kancıklığın hesabını alırız yahut cümlemiz serden geçeriz!”
Diye mertlik davası kılıp, bizi arzulayıp gelmekte imişler.
Ben ise Eğriboz’dan kalkıp Preveze’ye gelmiş idim. Kâfir donanmasının, bizi aradığını haber alınca karakulak çıkardım.
Benim yürük bir işkanpavyem [Kürek ve yelkenle hareket eden süratli küçük tekne] vardı. Onu karakulak [Casus] olmak üzere yanımdan ayırmazdım. Çok yürük idi. Öyle ki uçar kuşa hükmederdi. Dokuz oturak idi. Kerestesi safi incir ağacındandı. Reisi de bir bahadır gazi dilaver yiğit idi.
Varıp kâfir donanmasından bir haber getirsin diye bunu gönderdim.
İşkanpavye yola çıktığının üçüncü günü, kâfir donanmasının karakulağına ras gelmiş. Kâfir teknesi kaçmayı murat etmiş. Ol dahi yürüklüğüne güvenir idi. Amma el elden üstündür demişler.
Kâfir karakulağı bizim işkanpavye önünden bir adım atmaya iktidarı olmamış, tutup almışlar. Bize getirdiler.
İçinde yirmi dört kâfiri vardı. Bunlardan haber sordum.
“-Ne var ne yok?”
Dedim.
Onlar da saklamayıp olduğu gibi söylediler.
“-Biz donanmadan ayrılalı bugün sekiz gündür. Barboroşo’nun donanması Preveze’de, diye bir haber geldi. Onun için bizi gönderdiler. Bakalım bu haber gerçek mi, diye. Geldik, tutulduk. Biz donanmayı filan yerde bırakmıştık. İki üç güne kadar buradadırlar. Hepsi yüz yirmi pare yelkendir. Venedik, İspanyol, Papa, üçü birlik olmak üzere seni ararlar. Artık gerekeni sen bilirsin!”
Dediler.
Bu haberi alınca, Cenab-ı Hakk’a:
“-Yarabbi sen Nusret ihsan eyle, ümmet-i Muhammed’e!”
Deyu dua eyledim.
Reislerin endişesi
Üçüncü gün işkanpavye kâfirlerinin söyledikleri gibi yüz yirmi pare yelken kâfir donanması Preveze’ye girip yattılar.
Gemileri kale altına çektim. Kaliteleri [19-24 oturaklı ağır donanma harp gemisi olup 220 savaşçı taşırdı. Galyot, kalyota veya galita da denir] ve firkateleri [Her küreğini 2-3 kişinin çektiği 10-17 oturaklı hafif donanma harp gemisi. 80 savaşçı taşır] yollu yolunca dizdim.
Amma reislerden birkaçı o gün kale üzerine çıkıp kâfir donanmasına bakıp seyr ederlerdi. Bunların kalplerine bir endişe gelip aralarında konuştular:
“-Bu kâfirlerin cümlesi yüz yirmi pare gemidir. Bizler seksen pare gemiyiz.
Mertlik davası edip geldiler. Bunlara karşı durmak zordur. Hayreddin Paşa ise imanı tamam olan kâfirden korkmaz, der. Kendi bir tedbir etmez, tedbir edecek olanı da dinlemez. Evvela şu burnun ucuna birkaç pare top çıkarıp orasını tahkim eylemek lazım idi. Geceleyin kâfirler sandal ve firkatelerle gelirse bir yüz karalığı olmayaydı.”
Dediler.
Her yerde karakulak eksik olmaz derler. İçlerinden biri bunların söyleştiklerini bana yetiştirdi. O zaman divan eyleyip bütün reisleri topladım.
Reislere dediklerim
Hepsi gelip yollu yolunca oturup hal hatır sorulduktan sonra dedim ki:
“-Oğullar, gaziler! Müşavere, Peygamberin sünnetidir. Ve akıl akıldan üstündür. Her kimin gönlünde, derya işlerine dair bir tedbir varsa, söylesin. Bazı karındaşlar, bizim hakkımızda: Paşa kendi tedbir eylemez ve tedbir edenin dahi sözünü dinlemez, demişler. Haşa, yolunda olan söze muhalefet etmem, isterse bir çocuk söylesin. Siz cümleniz benim oğullarım ve karındaşlarımsınız. Ve lakın bazı gazi kaptanlarımız demişler ki: Paşamız bu kâfir donanmasına ehemmiyet vermez, hâlbuki bunlar yüz yirmi pare teknedir, bizler isem seksen pare tekneyiz. İmdi bu kâfirlerden çekinmek gerektir… Kaptanlarımız bu şekilde dedikodu edip bir miktar yürekleri bulanmış.
İmdi oğullar! Onların o sözleri gerçektir, yalan değildir. Benim kâfirden endişem yoktur. Yüz yirmi pare gemi değil, isterseler iki yüz pare gemi olsunlar. Benim Cenab-ı Rabbülalemin’e sadakatim gayet sağlamdır. Yardım edici odur, düşmanın çokluğuna bakmayalım. Beş vakit namazda yardım dileyelim.
Yine demişler ki: Şu burun üzerine birkaç pare top çıkarmak lazımdı… Güzel bir tedbir. Lakin ben hakirin kısa aklına göre, ol burnun ucuna top çekmek düşmana zebunluk [Düşkünlük, güçsüzlük] alametidir. Zira deniz yolunca iki kavi korsan gemisi baş başa tiremola [Gemiyi çevirmek] edip alabanda [Gemilerin iki yan satıhlarının içeri gelen kısmı] vururlarsa, onların ikisi denktir, birbirlerinden pervası yoktur demektir.
Amma vakta ki birinin başbaşa dönmeğe iktidarı kalmayıp sentebarbadan [Geminin kıç tarafındaki topların bulunduğu kısımdan] top atmağa başlarsa, onun gayri mağlupluğuna verilir. Onu artık öteki çatıp alabilir. Elinden hiçbir şekilde kurtulamaz, meğer Hak izin vermeye.
İşte ol gazilerin burun ucuna top çıkaralım demesi, buna benzer. Şimdi ol gazilerin tedbirlerine göre, oraya top çıkardığımızda, en evvela kâfirler: Gördünüz mü, Barbaroşo baskından korkuyor, diyecekler. Kâfirlere kalp kuvveti vermiş olacağız.
İşte benim bildiğim budur. Sizler dahi kalbinizde olanı söyleyin. Ben hak cevaptan kaçmam.”
Her bir kıllarından birer çeşme oldu
Bu sözlerim üzerine hepsi:
“-Devletlü Paşa, Hak Teâlâ senin vücudun hatasız eylesin! Bizim cümlemizde bir söyleyecek cevap yoktur. Hep başımız sana bağlıdır. Bu hususta rey ve tedbir sen devletlü sultanımızındır. Hak Teâlâ yaptığın işleri, ezeli takdirine uygun eylesin. Bizlere yüz aklıkları ihsan eyleyip ümmet-i Muhammed’i düşman üzerine muzaffer kıla… Ol burun ucuna top çıkarmayı tedbir eden ve sen mücahit Paşamızı diline dolayan her kim ise cümlesini cezalandırıp haklarından gel. Bizim bu işten haberimiz yoktur. Katarda deve bir öter. Bunu söyleyenler nizam ve intizamı bozacak iş işlemişlerdir. Haddini bilmeyene haddini bildirmek, öksüze kaftan giydirmek kadar vardır.”
Dediler.
Hakikaten onların haberi yoktu. Bu sözleri edenler beş altı reisti. Bunlar da divanda idiler. Onları bildiğim halde:
“-İşte bizim hakkımızda dedikodu edenler bunlar imiş!”
Deyip yüzlerine vurmadım.
Kabahatlerini affedip güya ortaya söyler gibi söyledim. Amma onların yüzlerine söylemekten fazla utandılar. Her bir kıllarından birer çeşme odu.
Reislere:
“-Oğullar! Hak Teâlâ sizin cümlenizden razı ola. Benim de sizden beklediğim bu idi. Lakin bu gece inşallah gemilerimizi hazırlayıp piko durasınız. Seherde rüzgâr içerden dönerse kalkıp düşmana mukabil oluruz. Allah teala yardım ihsan eyleye. Göreyim sizi er gibi hareket edesiz. İnşallah düşmanın halinde bir şey yoktur. Allah, erenler bizimle beraberdir. Kalbinizi safi tutasız.”
Dedim.
Divan savulup reisler ve gaziler herkes, gemili gemisine gitti.
Seherde gördüğüm rüya
O gece:
“-Allah’ım, İslâm’ı kâfirler üzerine kuvvetli kıl! İslâm’a Nusret ihsan eyle!”
Diye sabaha kadar tazarru ve niyaz eyledim. Seher vaktinde uyku ile uyanıklık arasında şunu gördüm:
“Yattığımız limanın yalı kenarında sanki karada birçok ufacık serdin balığı çıkmış. Amma ol ufacık serdin balıklarının içinde iki tane karnı yarık balık vardı. Bunları seyr eder dururken, bir şahıs bir al ata binmiş dolu dizgin yanıma geldi, atın başın çekip durdu. Bir peştamal dolusu ufacık balığı elime verip: Al bunu ya Hayreddin! Halife-i ruy-i zemin olan şevketlü Sultan Süleyman’a peşkeş ver, dedi. Sonra çıkarıp elime bir rik’a vererek kayboldu. Ben de rik’ayı açıp baktım. Gördüm ki beyaz kâğıt üzerine yeşil hat ile –Nasrun min Allahi ve fethun karib ve beşşiril mü’minine ya Muhammed-deyu yazılmış. Bunu okuyup yüzüme gözüme sürdüm.
“-Sana hamd ve şükürler olsun ya Rabbi!”
Diyerek uykudan uyandım.
Rüyayı kendim tabir ettim:
“-İnşallah ol ufacık balıklar kâfir donanmasının firkateleri ve sandallarıdır. Erzak ve ganimetlerle İslam askerinin tok doyum olacağıan işarettir. Karnı yarık balıklar ise kâfirlerin kadırgalarıdır. Gaib bilinmez amma, içinde olan kâfirleri firar etmiş olmalı. Padişah-ı âlem-penah hazretlerine peşkeş ver dediği peştamal dolusu ufacık balık, inşallah, yakında Boğdan’ın fetih haberi geleceğine işarettir. Çünkü şimdilerde Padişah-ı âlem-penah Boğdan üzerine gitmiştir. İçinde Nusret ayetleri yazılı olan rik’a ise inşallah, Allah’ın yardımı, Peygamber’in mucizesi, enbiyaların himmeti ile düşmana mansur ve muzaffer olmamıza işarettir.”
Diyerek hamd ü senalar ettim.
Baktım ki Nusret rüzgârı içerden dönmeye başladı. O zaman:
“-Bismillâh, tevekkeltü alellah, niyyeti gazâ, kasdı kâfir!”
Diyerek mübarek bir saatte salpa eyleyip badbanları döküp pupa rüzgârla fecir vaktinde seksen pare gemi olmak üzere kâfir donanmasının üzerine hücum ettim.
Preveze Savaşı
Kâfir donanmasının ise o gece üzerine bir pus çöktü ki birbirlerini görmez oldular. Benim limandan çıkacağımı ise hiç zannetmiyorlardı.
“-Barbaroşo bizden korktu, gayri limandan taşra çıkmaz.”
Derlerdi.
Zira kâfirler gelip oraya lenger-endaz olalı üç gün olmuştu. Bizden bir hareket görmediklerinden böyle kanaat getirmişlerdi. Amma düşman düşmanın halinden bilmez, demişler. Bizim yattığımız Preveze limanından öyle olur olmaz rüzgâr ile çıkılmaz idi.
O sebepten çıkışı rüzgârın içerden eseceği bir mübarek saate tehir etmiş idim.
Seksen parelik donanmamı üç bölük ettim.
Tenbih ettim ki:
“-Bizim gemi alayı kâfirin alayına karşı olsun. Bizim firkate alayı kâfirin firkate alayına, kalite alayı kâfirin kalite alayına mukabil olsun!”
Böylece taksim edip at başı beraber İslam donanması kâfir donanmasının üzerine gitmekte olduk.
Amma kâfirler karanlık pusun içinde, demir üzerinde kendi havalarında yatırlar idi.
Bizi ardımızdan sürüp oraya getiren Nusret rüzgârı, varıp kâfir donanmasının üzerindeki pusu da dağıttı.
Kâfirler gördüler ki İslam donanması üzerlerine bindirip varır. O zaman kâfirlerin içinde, bir ana buba günü bir şaşkınlık, bir rubulya koptu ki demek olmaz!
Daha alaca karanlık olduğundan demirlerini kesip birbirlerinin üzerlerine düşüp kâfir donanmasıyla Müslüman donanması karmakarışık oldular.
Otuz altı pare geminin önünde olarak forsa sancaklarını dikip foralabanda arslanlar gibi yollu yolunca ateşlerimizi saçarak cenge giriştik.
Kalite alayımız kâfirlerin kalitelerini allak bullak edip kimini alıp kimini batırmakta, kimisini ise kâfirler bırakıp kaçmakta idiler.
Firkate alayı dahi kâfir firkatelerinin kimini alıp kimini baştankara [Batmak veya düşman eline düşmek tehlikesi karşısında kalan geminin, mürettebatın kurtulması için baş taraftan karaya bindirilmesi] edip kimini dahi koğup gitmekte idiler.
Elhasıl kâfir donanması münhezim olup asakir-i İslam mansur ve muzaffer oldu.
Kâfir gemilerinden sekiz paresi kuru tekne olarak on beş tanesi alındı, yedisi batırıldı.
Kâfir kalitelerinden yedisi cenk ederek, ikisi içindekilerin bırakıp kaçmasıyla dokuz kalite alındı.
Kâfir firkatelerinden on iki pare firkate alındı.
Netice-i kelam kâfirlerin yüz yirmi pare donanmayı menhuselerinden otuz altı adet tekne alındı, kalanı firar edip gittiler.
Firkateler ve sandallar deryanın yüzünden kâfirleri devşirdiler, kimisi boğulup cehenneme gitti. İki bin yüz yetmiş beş kâfir esir alındı.
Büyük ziyafet verdim
Aktarmaları getirip limana koduk, sonra kendimiz de selametle tekrar limana girip yattık. Sakatlarımızı onardık. Zira biz de salkım saçak olup iler tutar yerimiz kalmamıştı.
Şehit olan gazilerin kimini deryaya kimini ise Preveze’ye defnettik.
Seksen pare gemideki gazi askerlerden dört yüz şehit sekiz yüz yaralı vardı. Mecruhların yarasını hoşça sardık.
Bu büyük gazanın şükrü için yüzümü secdeye koyup hamd ü senalar eyledim.
Sabah olunca kaptanlara ve gazilere büyük ziyafet verdim. Yeyip içip şenlik şadımanlık ettiler.
Bizler bu sürur ve sevin içinde iken Boğdan’ın fethi müjdesiyle Kapıcıbaşı geldi. Kapıcıbaşıyı ihtiyaçtan beri edip göğe erdirdim.
Kaptanlara ve Kapıcıbaşıya gördüğüm rüyayı ve nasıl aynen çıktığını anlattım.
Şevketlü Sultan Süleyman Han, Kapıcıbaşı ile gönderdiği hatt-ı hümayunda buyurmuş ki:
“Sensin ki lalam Hayreddin Paşa,
Derya gazan mübarek olsun. Kış mevsimi yakındır. Gayri ayak ayak Asitane’ye gelmeye acele edesin. Burada refah ve istirahatte olasın!”
Üçüncü gün Kapıcıbaşıyı geri gönderdim. Cengin ahvalini ve sair haberleri de yazıp eline verdim. Padişah hazretlerine bildirdim.
Kendim ise Preveze limanında yirmi gün miktarı eğlenip, kâfirden aldığım aktarmaları donattım. Onlarla beraber yüz pare tekne olduk.
Kâfir Ceneralin dedikleri
Bu sırada kâfir donanmasından bir haber almayı murat ettim. İşkanpavyeyi donatıp gönderdim.
Ayamavra yakınında İncir limanından çıkma keçi, koyun, sığır yüklü bir kayık tuttu. İçinde otuz altı kâfir vardı. İnebahtı’ya kâfir donanmasına satmaya götürüyorlardı. Daha önce bir sefer etmiş, ikinci seferinde işkanpavyeye tutulmuştu. Alıp getirdiler.
Pek memnun oldum. İçindekileri gemilere pay ettim, İslam askerinin kursağına nasip oldu, yediler.
Kayığın Reisi bir laf anlar kâfir idi. Kâfir donanması Ceneralinin ahvalini bize nakletti.
Bu Ceneral daha önce Avlonya önünde bozulup altı tekne ile kaçıp kurtulmuştu. Bu sefer ise yüz yirmi pare tekne ile Venedik, İspanyol, Papa üçü birlik olmak üzere mertlik davası edip gelip intikam almak istemişlerdi.
Elhamdülillah evvelkinden beter başaşağı olup mertlik dava etmiş iken kaçarak gittiler.
Kaçıp kurtulduktan sonra, reislerini yanıan çağırmış ve:
“-Bu Hristiyan düşmanı sihirbaz Barbaroşo için biz mertlik davası edip çıktık. Amme yine evvelki gibi sihirbazlık edip bizim yattığımız yere pus yağdırdı. Haberimiz yok iken gelip bizi demir üzerinde bastırdı, bu kadar yüz karalığı eyledi. Neyse ki kaçarak elinden güç bela kurtulduk. Asla bir poh yemeye kadir olamadık. Şimdi krallarımızla ne yüzle buluşsak gerek. Gelindi hiç olmazsa varalım, İnebahtı’yı alalım.”
Demiş.
Tuttuğumuz kayığın reisi, kâfirin donanması için:
“-Şimdi ben onları İnebahtı’ya yakın bir limanda bıraktım. Geçen sefer yine koyun, sığır, keçi yükletip onlara satmış idim. Çok akça faide ettiğimden, tamah dünyası, yine kayığımı yükletip o tarafa doğru giderken senin işkanpavyeye rastladık. Bizi alıp sana getirdiler.”
Dedi.
Hem kendi halini hem de kâfirlerin ahvalini bir bir söyledi.
Bunu duyunca sabahleyin oradan kalkıp:
“-Nerdesin İnebahtı!”
Diyerek yola çıktık.
Kaçanı pek koğma zarar edersin
Biz böyle gelirken, kâfir donanmasının karakulak kayıkları haber almışlar. Alelacele varıp menhus Ceneral’e söylemişler.
“-Barbaroşo evvel seksen pare tekne idi. Şimdi tamam yüz pare yelken olmak üzere bu tarafa doğru gelmektedir.”
Haberini alan kâfirlerin aklı başından gidip, oradan hemen kalkıp, soluğu körfezde aldılar.
Birkaç gün sonra onların olduğu yere geldik.
“-Venedik donanması buradan gideli üç gün oldu.”
Dediler.
Önce artlarından gitmeyi murat ettimse de sonra:
“-Koyundu! Kaçanı pek koğma zarar edersin, demişlerdir. Bu kadar yüz aklığı oldu, elhamdülillah. Onların firar etmesi de yine Allah Teâlâ hazretlerinin lutf ü keremindendir. Çok şükür meydan yine İslam’da kaldı.”
Diye düşünüp hamd ü senalar ederek vaz geçtim.
Zaten kış mevsimleri dahi yakın olmakla, dönüş eyledim. Selamet ve ganimetle Asitane’ye geldik. Şenlik şadımanlık ederek dostlarla şad düşmanları berbad eyledik.
Varıp şevketlü Hünkâr’a buluştum.
“-Hoş geldin mücahit lalam, gazan mübarek olsun.”
Dedi, hilat giydirdi.
İhtişam ve debdebe ile sarayıma gittim. Tersane-i Amire’nin nizam ve intizamına bakıp, kendim taat ü ibadetimde oldum.
O kışı refah ve rahat içinde, kendi hanemde haremimde geçirdim. [5]
DİPNOTLAR
[1] Donald Edgar PITCHER, Osmanlı İmparatorluğu’nun Tarihsel Coğrafyası, Çeviren: Bahar TIRNAKÇI, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2013 İstanbul, s. 167
[2] Halil İNALCIK, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300-1600), Çeviren: Ruşen SEZER, Yapı Kredi Yayınları, Mayıs 2003 İstanbul, s.41
[3] Başlangıçtan XVII. Yüzyılın Sonuna Kadar Türk Denizcilik Tarihi 1, Editörler: İdris BOSTAN-Salih ÖZBARAN, Boyut Yayıncılık Tic. A. Ş., Temmuz 2009 İstanbul, s. 145-146
[4] Barbaros Hayreddin Paşanın Hatıraları İkinci Cilt, Baskıya Hazırlayan: Ertuğrul DÜZDAĞ, Tercüman 1001 Temel Eser 14, Kervan Kitapçılık A.Ş., İstanbul (Tarihsiz), s. 53-54
[5] Barbaros Hayreddin Paşanın Hatıraları İkinci Cilt, Baskıya Hazırlayan: Ertuğrul DÜZDAĞ, Tercüman 1001 Temel Eser 15, Kervan Kitapçılık A.Ş., İstanbul (Tarihsiz), s. 183-195
You may like
Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi
Öğretim Programı ve Ders Kitaplarında Ahilik
İlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler Ders Kitaplarının Niteliklerinin Değerlendirilmesi
DERS NUMUNE[ÖRNEK]LERİ:
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ ÜZERİNE İZMİR’DE HALKLA KONUŞMASI (3)
TÜRK İSTİKLAL MÜCADELESİNİN BAŞLANGICI: 19 MAYIS 1919’DA MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN SAMSUN’A ÇIKIŞI
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)

Published
8 saat agoon
Ekim 12, 2025By
drkemalkocak
Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.
Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.
Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.
—***—
[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar
İmza neden sabaha kadar gecikti?
Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.
Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.
Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu. Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu. Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.
Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!
Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:
- Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.
Buna General Harington:
- Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.
Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.
Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor
Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:
- Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.
İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.
General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf, fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].
Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!
Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]
—***—
Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri
İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.
Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.
Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:
“Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2
Türk İstiklâl Mücadelesi
Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published
2 hafta agoon
Ekim 1, 2025By
drkemalkocak
Özet
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş
Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]
I. Dil ve Gençliğe Hitabe
1.1. Dilin Sadeleşmesi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]
1.2. Retorik ve Söylem
“Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]
1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi
Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]
II. Tarih ve Gençliğe Hitabe
2.1. Tarihi Arka Plan
Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.
2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler
- İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
- Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
- Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]
2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması
Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]
III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe
3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu
Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]
3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık
“İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]
3.3. İç ve Dış Tehlikeler
“Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]
IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi
4.1. Unsurların Birleşimi
- Dil: Birleştirici unsur.
- Tarih: Uyarıcı hafıza.
- Coğrafya: Aidiyetin mekânı.
4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik
Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.
Sonuç
Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.
Dipnotlar
[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898
[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.
[3] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[4] Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.
[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.
[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.
[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.
[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.
[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.
[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.
Özel Günler ve Anlamları
26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları

Published
2 hafta agoon
Eylül 26, 2025By
drkemalkocak
Giriş
26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak Türkiye’de her yıl kutlanan önemli bir kültürel tarihtir. Kökenini 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’ndan alan bu gün, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna işaret etmekte ve Cumhuriyet’in kültür politikaları arasında dil inkılabının oynadığı merkezi rolü simgelemektedir.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dil, modernleşme ve millet-devlet inşasının merkezî unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil inkılabı, yalnızca alfabe değişikliğiyle sınırlı kalmamış, Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılması ve halkın konuştuğu dil ile yazı dili arasındaki mesafenin kapatılması hedeflenmiştir. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, bu dönemin başlangıç noktası olmuş ve 26 Eylül tarihinin Türk Dil Bayramı olarak kutlanmasına zemin hazırlamıştır.
1. Birinci Türk Dil Kurultayı ve TDK’nın Kuruluşu
26 Eylül 1932’de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, Cumhuriyet’in dil politikalarında kurumsallaşmanın ilk adımıdır. Kurultayın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü TDK) kurulmuş ve Türkçenin söz varlığının zenginleştirilmesi, bilim dili hâline getirilmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

2. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Dil Anlayışı
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığını korumasında olduğu gibi kültürel varlığını sürdürmesinde de dilin belirleyici bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Onun Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” (Ankara 1930, s. 3) adlı eserinin başına 2 Eylül 1930 tarihinde el yazısıyla kaleme aldığı şu satırlar, bu anlayışı en özlü şekilde yansıtmaktadır:
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Bu ifadeler, Atatürk’ün Türkçeyi sadece bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda millî bilincin ve milli bağımsızlığın en temel dayanağı olarak gördüğünü göstermektedir.
3. Günümüzde Türk Dil Bayramı’nın Yansımaları
Günümüzde 26 Eylül, üniversitelerde, okullarda ve kültürel kurumlarda çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. TDK her yıl bildiriler yayımlamakta, gençler arasında Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımını teşvik eden projeler yürütmektedir. Ancak yabancı dillerin artan etkisi ve dijital kültürün getirdiği yozlaşma, Türk Dil Bayramı’nın amaçlarını ve beklentilerini daha da anlamlı kılmaktadır.
Sonuç
26 Eylül Türk Dil Bayramı, Cumhuriyet’in dil inkılabı mirasını simgeleyen ve Türkçenin gelişimi için toplum farkındalığı oluşturan önemli bir tarihtir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dil anlayışı, modern millet-devlet inşasının temel taşlarından biri olarak bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde yapılması gereken, bu mirası yalnızca anmak değil; Türkçeyi bilim, sanat, kültür ve teknoloji dili olarak daha da güçlendirmektir.
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]
- Türk Tarihi3 yıl ago
KIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…