(2 Şubat1923)
GİRİŞ
T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu. Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey, Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını; açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti, Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.
—***—
[Kadının Aile ve Toplum Hayatındaki Yeri ve Önemi]
Arkadaşlar, Yaradan, insanları iki cins olarak yaratmıştır. Fakat bu cinsleri yekdiğerinin lâzımı ve melzumu [tamamlayıcısı] olmak üzere yaratmıştır. Bunlar ayrı ayrı hiçbir şey değildir. Fakat birlik hâlinde bir şeydir; çok büyük bir şeydir. Bütün insanlığın devam edebilmesinin kaynağıdır. Hazreti Âdem ile Hazreti Havva’nın nasıl yaratıldığına dair olan nazariyeler birbirine uymaz. Ben onlardan bahsetmek istemem. Yalnız, herhangi bir başlangıç kabul edildikten sonraki insanlık safhalarında her ne görürseniz kadının eseridir. Ben annemden aldığım terbiye ile belki hayatımın çok senelerini evham içinde geçirdim. O vehmedilen makama karşı, vehmedilen şahsa karşı çok ibadet ettim, çok dua ettim. Eğer annem bana böyle yanlış bir terbiye vermemiş olsaydı, belki çok zaman evvel başka türlü de düşünürdüm ve benim gibi herkes de başka türlü düşünürdü ve bu felâketlere uğramazdık.
Arkadaşlar, bu birlik teşkil eden mevcudiyet hakikatte birtakım vasıfların ve şartların mevcudiyetini ve karşılıklı olmasını lüzumlu kılar. Eğer bu mevcut olmazsa, belki birlik vardır ama bir taraflı vardır. İki şahıs arasında yapılacak olan bir mukayese, iki cinsten meydana gelen bir içtimai heyet için de aynen vakidir. Daha açık söyleyeyim; bir içtimai heyet, yalnız bu iki cinsten birinin insani icapları, asri icapları almasıyla yetinirse, bu içtimai heyet yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. Tam yarıda da değil, yarıdan daha aşağı bir zaaf içindedir. İçtimai heyetin kuvvetli olabilmesi, zayıf olmaması bu iki unsurun çok kuvvetli kaynaşmasıyla mümkündür. Bu itibarla herhangi bir millet cidden ilerlemek, medenileşmek ve gelişmek isterse, bu arz ettiğim noktayı kabul etmek mecburiyetindedir. Çok kati ifade ederim ki, şimdiye kadar bizim milletimizin başvurduğu mesaide muvaffak olamaması, bu arz ettiğim noktadaki kusurdan kaynaklanmaktadır. (Alkışlar)
Arkadaşlar, insanlar dünyada muktedir olduğu kadar yaşamak için bulunuyorlar; yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek yükselmek demektir. Dolayısıyla bir içtimai heyetin bir uzvu faaliyette bulunursa ve diğer uzvu atıl kalırsa, o mevcudiyet tam olarak hayatta değildir. Büyük kısmı felç olmuş demektir ve böyle felçli bir içtimai heyeti behemehâl [mutlaka] ilerlemeye, medenileşmeye sevk edeceğim diye çalışanlar çok beyhude bir çaba içindedirler.
Hayatta çalışmak ve muvaffak olabilmek için ne kadar vasıtalar varsa, ne kadar şartlar varsa bunların tamamını kabul etmek lâzımdır. Dolayısıyla ilim lâzım, fen lâzım ve bu ilimle fennin talep ettiği mesai lâzım. Bunların tamamını ve aynı derecede olmak üzere hem erkeklerin ve hem kadınların yapması lâzımdır. (Alkışlar) Malumdur ki, bir içtimai heyeti teşkil eden fertlerin bir umumi ve müşterek bir vazifesi vardır, bir de hususi vazife ve tasavvuru vardır. Herkes doktor olmaz, herkes çiftçi olmaz, herkes sanatkâr olmaz. Vazife taksimi [işbölümü] lâzımdır. Bu umumi vazife taksimi arasında -ki, bunlara hususi vazife dersek- kadınların kendilerine ait hususi vazifeleri de vardır. Fakat bu demek değildir ki, kadınlar bütün hayati mevcudiyetlerini yalnız bu mahdut [sınırlı] sınırlı olan hususi vazife içinde görecek. Hayır, hem onu yapacak ve hem de içtimai hayatın gelişmesi, refahı, saadeti için lâzım gelen umumi ve müşterek vazifeye dâhil olacaktır. (Alkışlar)
Efendiler, kadınların hususi vazifesinin de umumi olarak hususi vazifelerden bir farkı vardır, esaslı bir farkı vardır. Bu kelimeden zannolunmasın ki, bir kadının hususi vazifeleri demek ev vazifeleri demektir. Ev vazifeleri demek, o vazifelerin en ufak, en teferruatlı kısmındandır. Fakat kadının en mühim vazifesi validelik vazifesidir. Bir milletin ilk mektebi kadının kucağıdır.
Arkadaşlar! İnsan yetiştirmekte ilk talim ve terbiyenin ne kadar mühim olduğunu takdir etmeyen asrımızda hiçbir fert yoktur. İlk terbiyenin mükemmel olmamasının, ilk terbiyenin fena verilmesinin, yanlış verilmesinin doğuracağı mahzurlar [sakıncalar], hiç verilmemesinden daha çoktur ve daha büyüktür. Çok arzuya şayandır [arzu edilir], böyle yanlış bir terbiye yerine, saf ve samimi kalabilmesi için hiç terbiye almasınlar. Hâlbuki buna imkân yoktur. Ana, kucağında taşıdığı çocuğa söylediği her kelime ile bir ders vermektedir. Çocuklar, analarının her hareket tarzından bir ders almaktadırlar. Ve öyle dersler ki, bugün dimağlarımızı yoklayalım, hâlâ yerleri vardır. En yanlışının yeri en derindir. Milletimiz kuvvetli bir millet olmaya azmetmiştir. Dolayısıyla, kuvvetli millet yapmak istiyoruz, insan yapmak istiyoruz, her şeyi istiyoruz. Bunları kim yapacak? Milletin fertleri. Kim yapacak bunları? Farz edelim ki, erkekler yapacaktır. O hâlde erkeklerin nasıl yetişmesi lâzımdır? Ve ne için yetişmesi lâzımdır? Ve ne yapacaktır? Bir defa bunları kadının bilmesi lâzımdır. Hâlbuki kadının bunu bilebilmesi kolaylıkla kendi kendine hâsıl olur. İlim mertebesinde değildir. Bu itibarla kadınlar âlim olacaktır; fen sahibi olacaktır. Erkeklerin geçebileceği bütün tahsil derecelerinden geçecektir. Sonra kadınlar, içtimai hayatta erkeklerle beraber yürüyecektir. Ve daima birbirinin yardımcısı ve yol göstericisi olacaktır. Ve acaba bizim milletimiz de böyle değil midir? Ve bizim milletimizin de böyle olmaması için ne mani [engel] vardır?
Efendiler, affedersiniz, bir noktayı izah için biraz duracağım. “Efendiler” dediğim zaman, hanımefendiler ve beyefendiler demektir. Kolaylık için ve hanımlarla efendilerin tam birliğini ifade etmek için bu hitap tarzını münasip gördüm.
Daima öne sürülen bir şey vardır ki, o da din engellemesidir. Bilhassa Batılılar, bilhassa bu milleti mahvetmek isteyen o koyu düşmanlar, bizi daima her işimizi dinîn tesiri altında yapmış olmakla ve böyle yapışların da mutlaka neticesiz hedeflere varacağını iddia etmekle itham etmektedirler.
Hâlbuki arkadaşlar, bunda büyük bir hata vardır. Çünkü bizim dinîmiz hiçbir vakit böyle bir şey talep etmez. Tabii içimizde bulunan hoca efendiler çok iyi bilirler ki, Allah’ın emri, Müslim ve Müslimenin -evli kadınlar da beraber olarak- her türlü ilim ve irfanı kazanmasıdır. Dinîn emrettiği budur. Yine hepimiz biliriz ki, bu ilim ve irfanı aramaya mecburuz. Nerede bulunursa bulunsun oraya gitmek, onu bulmak, almak, onunla cihazlanmaya [donanmaya] dinen mecburuz. Evvela derim ki, Allah’ın emri, Müslim ve Müslimenin aynı derecede ilmen, fazileten ve her noktai nazardan [bakımdan] olgunlaşmasıdır. İkinci şey, yani Kur’an ile hatırlatmak istiyorum ki, bu nerede ise oraya kadar gidecektir. Kim? Hepsi gidecektir, kadın da gidecektir, erkek de gidecektir. Dolayısıyla dinîn böyle bir engellemesi yoktur.
Sonra tarihin başından, din tarihimizin, millî tarihimizin başlangıcından bugüne kadar bütün safhalarını tetkik edecek olursak, görürüz ki, ne İslâm ve ne de Türk tarihinde bugün nazarı dikkati çeken ve bugün bertaraf etmek için türlü kayıtlarla bağlı olduğumuzu zannettiğimiz şeyler yoktu. (Alkışlar) Diğer bir yerde de bu konuda söz söylerken arz etmiştim ki, Türk içtimai hayatında kadınlar daima ilmen, irfanen, fazileten ve fiilen erkeklerden bir zerre geriye kalmamıştır. Belki daha ileri gitmişlerdir. İleriye gidenler pek çoktur. Ve din tarihimizde de görürüz ki, aynıdır. Kadınlar daima erkeklerle beraber çalışmışlar, beraber yürümüşlerdir. Beraber muvaffak olmuşlar veyahut beraber muvaffakiyetsizliğe uğramışlardır.
Bugün baştan nihayete kadar memleketi ve milleti inceleyelim. Nasıldır? Millî tarihimizin, dinî hadiselerimizin ve ilahi emirlerin emrettiği, caiz gördüğü tarzda mıdır? Yoksa başka bir şekilde midir? Ben zannediyorum ki, bu umumi manzara üzerinde gözlerimizi gezdirdiğimiz zaman açıkça görülen iki safha vardır: Birincisi, tarlalarda sabanına yapışmış olan kadınlar, çocuğunu merkebine bindirmiş arkasından takip eden ve pazara giden kadınlardır. Ve pazarda hepiniz ve ben de gözümle gördüm ki, kızı, anası, babası, çocuğu ve kocası oturmuştur, pazar meydanında terazi elinde olarak anasının, babasının getirdiği şeyi satar. Ve ben öylesine tesadüf ettim ki, kocasından daha güzel hesap yapar. Satıyor, aldığı parayı çocuğu veya babası hesap edemez de o köylü kadın parmağıyla o neticeyi daha güzel bulur.
[Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal]
Ben fırsat buldukça köyleri dolaştım. Kendimin ne olduğunu gizleyerek birdenbire dâhil olduğum evler vardır. Böyle girdiğim zaman çoğunlukla kadınlar tarafından karşılanmışımdır. Mesela hatırıma şimdi gelen bir misali arz edeyim: Akşehir civarında bir gün çok yağmur yağıyordu ve çok soğuk vardı. Herkes bir tarafa sinmişti. Böyle bir günde otomobile bindim ve civar köylerden birine girdim, indim ve yayan yürüyerek bir kapıyı vurdum. Bir genç kız çıktı. “Hemşire” dedim, “çok soğuk ve yağmur var, beni kabul eder misiniz?” dedim. “Buyurun” dendi. Evvela beni bir odaya koydular ve yeniden ateş yakmaya çalışıyorlardı. Fakat gördüler ki, bu ateş yanıncaya kadar zaman geçecektir. Birisi dedi ki, “bizim kendi odamız vardır. Orada ateş yanıyor, oraya gelmez misiniz?” “Pekâlâ” dedim; kendilerinin ocağı tüten odalarına girdik. Oturdular, derken komşudan bir hanım daha geldi. Beş on kadın, genç ve ihtiyar olmak üzere geldiler, oturdular. Ondan sonra bir erkek geldi, biri daha geldi, oturdu. Ve konuştum. Birisi dedi ki: “Sana sütlü kahve yapayım.” Teşekkür ettim. Bana sütlü kahve yaptı ve konuşurken, arkadaşlar, bana en çok soruyu soran kadınlardı. Askeri sordular -askerden bazısının çıplak olduğu dikkati çekmiş-, düşmanın hâlini, en mühim düşmanın hangisi olduğunu sordular. Kocası falan ve falan yerde bulunan kadın vardı; aldığı mektupta çok dikkat çekici noktalar gördüğünü bana söyledi. Dolayısıyla hiçbir telaşa lüzum görmeksizin, mükemmelen ve insanca, bu kadınlar orada benimle ve arkadaşlarımla görüştü. Ondan sonra benim ne olduğumu anladılar. Biraz telaş ettiler ve söyledikleri şeylerden kendilerine bir zarar geleceğini zannederek korktular. Çünkü şimdiye kadar resmi bir adamla açıkça konuşmayı büyük bir kabahat kabul etmişlerdi. Neyse, demek ki tabii hâlde benimle temasa geldiler, telaşlanacak bir şey görünmüyordu. Biraz sonra büyük bir ağırlık kafalarında baskı yaptı. İhtimal ki, o güzel hareketlerinden dolayı kendilerini hatalı göreceğimi zannettiler. Zira babaları, anaları, silsilesi ona onu öğretmiştir. O hâlde baştan nihayete kadar kadınların çoğu içtimai hayatta beraberdir, mesai hayatında beraberdir. İlim ve irfan hayatında beraberdir efendiler… Çünkü hangi köyde bütün erkekler okumuştur da kadınlar cahil kalmıştır. Hayır, eğer bir köyde bir tane ve iki tane okumuş erkek varsa mutlaka bir tane ve iki tane okumuş kadına tesadüf edersiniz.
Eğer cehalet varsa bu umumidir; yalnız kadınlarımıza ait değildir, erkeklerimizi de içine alır. Yalnız büyük şehirlerimizde ve kasabalarda bu izah ettiğim hayattan ayrılan, bununla çelişen bazı manzaralara tesadüf ediyoruz. Diğer bir manzaraya da tesadüf ederiz. Fakat belki bizim gözlerimiz bu manzarayı görmemiştir. Belki kitaplarda ve romanlarda okumuştur; daha çok Batı romanlarında okumuştur; o da kafes romanı. Ben zannediyorum ki, bu millete ve bu memlekete -hepinizce malum olduğu gibi-nereden geldiği, şuradan ve buradan geldiği muhakkaktır. Şuradan ve buradan intikal etmiş olan bu yanlış âdet -ki ne din, ne hayat ve ne tabiat bunu kabul eder ve ne de Allah emretmiştir- bu kötü hâlleri Garbin süslü romanlarına süslü bir tarzda geçirenler yine saraylardır. Çünkü saraylar hakikaten yukarıdan aşağı düpedüz bir kafesle ayrılmış birtakım mahlûklarla doludur. Kasabalarda ve şehirlerde ecnebilerin [yabancıların] nazarı dikkatini çeken mühim manzara ve ifade olunan mühim hâl, cümlemizce [hepimizce] malumdur ki, daha çok tesettür şekli üzerinde toplanıyor. Bu tesettür şekline bakanlar hükmediyorlar ki, kadın evinden başka bir yer görmez ve göremez. Çünkü sokağa çıktığı zaman gözü ve her tarafı kapalı olmaya mahkûmdur. Efendiler, bu tesettür şekli dahi din icabı değildir. Hatta o kadar değildir ki, gayri meşrudur. Din icabı olan tesettürü ifade etmek lâzım gelirse, kısaca diyebiliriz ki, tesettür kadınlara külfeti mucip olmayacak ve adaba muhalif olmayacak şekilde olmamak şartıyla basit e olmalıdır. Bu dediğim ifade ile hâsıl olacak olan tesettür şeklinin belki Garp âlemindeki tesettür şeklinden az çok farkı olabilir. Fakat meselenin mühim noktası behemehâl uymak da değildir ve böyle bir şey aramaya da mecburiyetimiz yoktur. Yeter ki, tesettür şekli kadını hayattan, faaliyetten ve insanlıktan tecrit edecek, gayri meşru aşırı mertebeye getirmiş olmasın.
Kadınlarımızın, İslâm kadınlarının ve Türk kadınlarının ilimde ve fazilette ve faaliyette çok ileri gitmiş olduklarını tarih bize söylemektedir. Benim bugün burada yaptığımı, çok arzu ederim ki, hanım arkadaşlarımızdan birisi yapsın ve hanımlarımız bunu yapar. Hiçbir şer’i mani ve tabii mani yoktur ve olmamalıdır. (Sürekli alkışlar)
Efendim, yeri gelmişken söyledim, asıl silsileye devam edeceğim. Müsaade buyurursanız, bir noktaya ait son sözlerimi şu suretle ifade edeyim: Adam olmak istiyoruz. Bizi adam edebilecek analarımız olmak lâzım gelirdi. Edebildikleri kadar etmişlerdir. Fakat bugünkü seviyemiz, bugünkü esas icaplara ve ihtiyaçlara, asırların geçmesiyle bizi maruz bıraktığı zayiatı [kayıpları] telafiye kâfi değildir. Başka zihniyette, başka fikirde, başka kemalde [olgunlukta] insanlar lâzımdır. Bunlar da bize yarayacak olan anaları yetiştirmektedir, bugünden sonra yetişecek validelerdir. (Alkışlar)
Memleket, millet, istiklâl, hâkimiyet, şeref, her ne telaffuz ediyorsak, her güzel şey yalnız ve ancak kadınlarımızın feyzi ve irfanı sayesinde hâsıl olacaktır. (Alkışlar) Hanımefendi, bundan sonra yeni Türkiye Devletinin takip edeceği programın esas noktasını bu maruzatımın özü teşkil etmesi lâzımdır ve inşallah teşkil edecektir.
Zannediyorum ki, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplanması için yaptığımız teşebbüslerden bahsediliyordu. Ve biz bu teşebbüslerle meşgul iken memleketin umumi hâlinin, umumi manzarasının neden ibaret olduğunu özetliyorduk ve onun içinden düşmanlarımızı tahlil ederken temas ettiğim bir nokta münasebetiyle kadınlığa intikal ettim. Beni bu meseleye intikalde manevi yol göstericilikte bulunan da validem oldu, merhum validem oldu.