Connect with us

Maarifimizde İstikamet

MAARİFİMİZDE İSTİKAMET-1

Published

on

“Efendiler, Garp Medeniyeti kahir ve muzaffer bir medeniyettir. Garp medeniyeti dünyanın üç büyük medeniyetini tam bir hezimete uğratarak yenmiştir. Evvela İslâm Medeniyetine, bu medeniyetin en kuvvetli olduğu yerde Endülüs’te gelip çattı. Endülüs’te onu kahhar bir darbe ile tarumar ettikten sonra, ricat yollarında takip etti. Bugün İslâm Medeniyetinin en güzel bir intişar sahası olan şimali Afrika, Fransız, İtalyan, İngiliz bayrakları altındadır.”

“Evvelki zihniyet, dar muhafazakârlık, garptan aldığımız müessesattan, fikirlerden, usullerden dolayı perişan olduğumuza kanidir. Muhafazakârlığın en kuvvetli zamanı memleketin felâket günleridir. Topraklarımız bir istilâya uğradı mı, ağır belâ milletin başına musallat oldu mu, onun sesi yükselir, meydana çıkar ve geriye doğru çekilmeye başlar. Memleket biraz kuvvetlendi mi, ortadan kaybolduğunu görürsünüz. Fakat yalnız pusuya yatmıştır. Bir fırsat kollayacak, günün birinde müsait zannettiği bir saatte tekrar üstünüze atılacaktır.”

GİRİŞ

Yirminci yüzyıl Türkiye’sinde milliyetçilik çalışmalarının sosyal bir hareket ve edebî bir akım halini almasında, bu hareketlere merkezlik yapmış Türk Ocakları’nın büyük bir vazife gördükleri bir hakikattir. Ocaklarda görev alan Türk ediplerinden bir kısmı gençlik üzerinde yazılarıyla etkili olurken diğer bir kısmı da kuvvetli söz söyleyişleriyle aynı millî heyecanı alevlendirmek ve yaymak için çalışıyorlardı. Ziya Gökalp’in sessiz ve sakin sohbetleri yanında Mehmet Emin’in ve daha bazı Ocaklıların gür bir sesle Türk Milliyetçiliği için konuşup Türkçülük heyecanını terennüm eden şiirler okudukları duyuluyordu. Fakat Türk Ocağı’nın yetiştirdiği hatipler içinde hayatının büyük bir kısmını ocak çalışmalarına ayıran ve kudretli hitabet kabiliyetiyle gençleri Türkçülüğün sihrine sürükleyen, hizmeti unutulmaz sanatkâr, Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir.

Hamdullah Suphi, yetiştirdiği fikir ve sanat adamları ile tanınmış bir ailenin çocuğudur. Büyük babası, Tanzimat devrinin edebiyat ve devlet adamlarından Abdurrahman Sami Paşa, babası yine aynı devir tarihçilerinden ve yine muhtelif nazırlıklarda bulunmuş Suphi Paşadır. Tanzimat ediplerinden Sami Paşazade Sezai Bey, Hamdullah Suphi’nin amcaları arasındadır.

Hamdullah Suphi, 1886’da İstanbul’da doğmuş, Numüne-i Terakki mektebinde ve Galatasaray Sultanisinde okumuştur.  Lise öğrenimi döneminde Türk şairlerinden en çok Namık Kemal’i sevmiş, hatta çocukluk yaşlarında Namık Kemal için şiirler yazmıştır. 1908 inkılabını takip eden yıllarda bir taraftan Fecr-i ati toplantısına katılmış ve bu zümre arasında önce bir şair olarak tanınmıştır. Diğer taraftan muallimlik mesleğine başlamış, Ayasofya rüştiyesinde, İstanbul Darülmuallimini’nde muallimlik yapmıştır.

1902’de 766 numaralı üye olarak Türk Ocağı’na katılan Hamdullah Suphi, bir taraftan Ocak idare heyeti reisi, bir taraftan da canlı ve ateşli hitabeleriyle bu Ocak’ta gelişen Türk Milliyetperverliğinin gür ve temiz sesi olmuştur. Ocak reisliğini 20 yıl süre ve başarı ile yöneten hatip, bir aralık İstanbul Darülfünunu’nda “İslâm-Türk Sanayi-i Nefisesi” müderrisliğine getirilmiştir. Daha sonra Meclis-i Mebusan’da ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk toplantısında Saruhan Milletvekili olarak yer almış, Maarif Vekili [14.12.1920-20.11.1921] olmuş, Büyük Zafer’den sonra İstanbul’dan milletvekili seçilerek yeniden Maarif Vekilliğine [04.03.1925-19.12.1925] getirilmiştir. Hamdullah Suphi, 1946’ya kadar on üç yıl boyunca Bükreş sefirliğinde bulunduktan sonra, 1946’da yeniden İstanbul Milletvekili seçilmiş, 10 Haziran 1966’da vefat etmiştir.

Edebi hayata, vatan ve millet sevgisi heyecanlarıyla terennüm edilmiş güzel ve imanlı şiirlerle atılan Hamdullah Suphi’nin ilk şiirleri önce Sezai Bey tarafından Paris’te ve İstanbul’da çıkarılan “Şuray-ı Ümmet” gazetesinde, daha sonra Musavver Muhit ve Servet-i Fünun mecmualarında yayımlanmıştır. Fakat onun milliyetçilik ve millî edebiyat cereyanına en büyük hizmeti Türk Ocağı’ndaki verimli ve enerjik çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. İstanbul Türk Ocağı’nda toplanan gençlere:

Aziz Ocaklı, milletinin tarihinden bir vazife aldın ve birbirinden daha yüksek tepelere doğru yepyeni bir resul dünya ve imaniyle çıkıyorsun. Genç kalbine büyük bir aşk sünûh [hatıra gelme, içe doğma, çıkma, zuhur etme] etmiştir. Sen, Türk vatanı üstünde aşkın timsalisin, aşkın yani arzın tanıdığı en büyük, en yaratıcı kuvvetin timsalisin. Yokuşları tırmandıkça, ufkun genişledikçe unutulmuş bir âlemi hayran gözlerinle tekrar buluyorsun.

Aziz Ocaklı, sen Türk’ün gören gözü, duyan kulağı, uyanık vicdanısın!”

Gibi haykırışlarla hitap eden Hamdullah Suphi, Türk gençlerine, Türklük uğrunda daima yükselen bir “Dağ yolu”nda bulunduklarını haber vermiştir. Daima gür, ahenkli ve tannan [tınlıyan, çınlayan] bir sesle konuşan Hamdullah Suphi, millî edebiyat cereyanının belki en hareketli ve en heyecanlı ediplerinden biriydi. Berrak, çekici ve inandırıcı söyleyişleriyle 1912-1920 yılları arasındaki millî heyecanın dili ve kalbi oluyor, gençler üzerinde kuvvetli tesirler bırakıyordu.

Türk Ocaklarında söylediği hitabelerden toplanmış eserini “Dağ Yolu” adıyla 1928’de ve ikinci cildini 1931’de yayımlamıştır. Yine millî heyecanla süslenmiş ve muhtelif mecmua ve gazetelerde yayınlanmış makalelerinden meydana gelen diğer bir eserini de “Günebakan” adıyla 1929’da yayımlamıştır. Bu kitaplarda toplanan yazılar, tarihe gizlenen Türk’ü, yaşayan Türk’e tanıtmak ve Türk gençliğine Türk milletinin hürriyeti ve saadeti için çalışmak yolunda kuvvetli telkinler ve örneklerle süslü ve milli edebiyatımızın gür sesli yazıları arasındadır.

Hamdullah Suphi’nin, Cumhuriyet yıllarındaki hayatı daha çok idarî ve siyasî vazifelerle geçmiştir. Bu arada onun bir nevi siyaset edebiyatı denilebilecek ölçüde ve Türk milletinin komşularıyla olan siyasî-tarihî münasebetlerini aydınlatacak mahiyette, tetkike ve iyi görüşlere dayanan ve 1946 yılında Vatan gazetesinde yayımlanan bir kısım konuşmaları da önemle hatırlanmalıdır. [1]

Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 17 Kasım 1922’de Ankara Öğretmenler Derneği Kongresi’nde irat ettiği nutuk “Maarifimizde İstikamet” başlığı altında Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 26 ve 27 Kasım 1922 tarihli nüshalarında yayımlanmıştır:

Maarifimize Umumî İstikametler

Hâkimiyet-i Milliye, 23 Teşrinisani 1338 (1922), No: 668, s. 2, sütun: 1-4

Garp Medeniyeti ve Garbe Doğru!

Hâkimiyet-i Milliye, 24 Teşrinisani 1338 (1922), No: 669, s. 2, sütun: 1-2

Garp Medeniyeti İçinde Benliğimiz Ne Olacak?

Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinisani 1338 (1922), No: 670, s. 2, sütun: 1-4

Maarifimizin Umumi Hedefi Millî İktisattır

Hâkimiyet-i Milliye, 27 Teşrinisani 1338 (1922), No: 671, s. 2, sütun: 1-2

Maarifimizde İstikamet”, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 2 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, İstiklal Matbaası İzmir 1987, s. 127-147’de yayımlanmıştır.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER’in, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayımlanan “Maarifimizde İstikamet” başlığı altında yayımlanan nutkunu, dört bölüm halinde çevrimyazı olarak sunuyoruz.  Gazetede yayımlanan metin ile Dağ Yolu 2, s. 127-147’de yayımlanan metin arasında az sayıda kelime ve cümle farklılıkları bulunmaktadır. Biz, gazetede yayımlanan metni esas aldık ve Dağ Yolu 2’den kontrol ettik.

MAARİFİMİZDE UMUMÎ İSTİKAMETLER

—***—

Kanaatim odur ki: İslâm memleketleri tecerrütten dolayı inkıraza uğrayarak taraf taraf istilâ altına düşmüştür.

—***—

Maarifimizin umumî istikametleri hakkında çoktan Antalya Mebusu Müderris Hamdullah Suphi Beyefendinin mütalaasını rica eylemiş idik. Hamdullah Suphi Bey kendi nokta-ı nazarını bir konferansta izah edeceğini ve binaenaleyh bunun aynen gazetemize girebileceğini söylemişlerdi. Biz bugün geçen cumartesi günü, Muallimler Derneğinin içtimaındaki bu kıymetli hitabeyi bu sütunlarda karilerimize takdim edeceğiz. Bugün bu hitabenin ilk kısmını arz ediyoruz.

Geçen 17 Teşrinisanide toplanan Muallimler Konferansında Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey tarafından irat edilen nutuk:

-1-

Efendiler;

Bundan evvel maarifimiz hakkında size düşüncelerini söyleyen Yusuf Akçura Bey, tedrisatı, terbiyeyi hayat için aramak, terbiyemize muasır telâkkileri her gün biraz daha sokmak lüzumundan bahsetti. Görüyorsunuz, iki yüz seneden beri memleketi yeni ihtiyaçlara göre sevk etmek için uğraşan münevverlerimiz mütemâdi [sürekli] aksülamellere [tepkilere] çarparak yollarından geri kalıyorlar. İster misiniz her sahada olduğu gibi maarif sahasında birbiriyle boğuşan fikirleri kendi isimleriyle yad edelim. Biri koyu, anut [inatçı] bir muhafazakârlık, daha doğrusu her çareyi, her rehayı [kurtuluşu] mazide arayan görenek ve anane zihniyeti, zavallı “Namık Kemal” aynı zihniyeti kastederek, “Eğer hilkat [yaratılma, yaratılış] gözlerimizi daima maziye çevirmek isteseydi onları alnımızda değil ensemizde yaratırdı”, demişti. Diğeri, dünyanın bütün ilm-i cereyanlarını, sanat cereyanlarını benimseyen, garp medeniyetini beşerî bir medeniyet tanıyan, hiçbir sahada tecerrüdü kabul etmeyen teceddüd [tazelenme, yenilenme, yeni olma] perverlerin zihniyeti.

Evvelki zihniyet, dar muhafazakârlık, garptan aldığımız müessesattan, fikirlerden, usullerden dolayı perişan olduğumuza kanidir. Muhafazakârlığın en kuvvetli zamanı memleketin felâket günleridir. Topraklarımız bir istilâya uğradı mı, ağır belâ milletin başına musallat oldu mu, onun sesi yükselir, meydana çıkar ve geriye doğru çekilmeye başlar. Memleket biraz kuvvetlendi mi, ortadan kaybolduğunu görürsünüz. Fakat yalnız pusuya yatmıştır. Bir fırsat kollayacak, günün birinde müsait zannettiği bir saatte tekrar üstünüze atılacaktır.

Efendiler, içtima ettiğimiz bu salonun içinde, ben kendim, seksen beş doksan arkadaşımla beraber, o düşüncede birinin, maarifimizde en mühim mevkie çıkardığımız bir adamın bu milletin başına ne kadar belâ gelse hepsi münevverlerin yüzünden gelmiştir diye haykırdığını işittik, onu alkışlayanlar da vardı. Yine onlardan biri, Meclis kürsüsünde, ki ismini zikretmiyorum, çünkü tekrar edeceğim cümlesiyle kendine kâfi ve kötü bir şöhret temin etmiştir. “Bugünkü mektepler millet nezdinde menfûrdur” demekten çekinmiyordu. Bu cümleyi aynen zabıtnamelerde okuyabilirsiniz, bu sözler, bu sesler 31 Mart gününde aynen söylenmemiş miydi? Bu adamlar biraz fırsat bulur bulmaz, resim dersi yerine çizgi dersi, yalnız cansız şeylere ait olmak kayd-ı mahsusuyla ikame etmekten çekinmediler. Bilmiyorlardı ki Türk milletinin, altmış seneden beri teessüs etmiş bir muasır ressamlığı vardı. Garbın en meşhur koleksiyonları, müzeleri ve belediyelerine eserlerini kabul ettirmiş bir millî ressamlığı vardı. Düşünmüyorlardı ki Türk milletinin, yarım asra yakın bir zamandan beri memleket çocuklarına resim, heykeltıraşlık, mimarî hâk [kazıma, kazınma, bir şeyin üstünü çelik kalemle yazı yahut resim olarak oyma] öğreten bir Sanayi-i Nefise Mektebi vardı. Musiki yerine ilâhi dersi koydular, mekteplerin, terbiye ve tedrisin en makul ve en müessir yardımcısı olan temsili menetmek için tamimler yaptılar. Keşke başka yerlerde değil, yalnız İslâm medeniyeti dahilinde teşekkül eden resim mesleklerini bilselerdi ve hiç olmazsa hattat ve musavvir [ressam] tezkerelerini okumuş olsalardı. Bu hareketin ilk neticesi uzun senelerden beri ömürlerini maarif mesleğine hasretmiş olan en büyük maarif memurlarının istifası oldu. Bu istifayı vilayetlerde diğer istifalar takip etti. Asıl en şayan-ı dikkat cihet, bizi en ziyade müteselli eden nokta, memleketin her tarafında merkezin bu ric’i [geri dönmeye ait, onunla ilgili] zihniyetine karşı gösterilen mukavemettir. Kendi seyahatlerimde bizzat ben, hiçbir mektepte, bu tamimlerin nazar-ı dikkate alınmadığını gördüm. Ne gariptir ki ve ne acıdır ki, Yunan istilası altına düşmüş memleketlerimizde camilerin kürsülerinden ahaliye aynı fikirler telkin ediliyordu. Burada nutukla, şiirle neşredilen mektep husumeti gibi Kütahya’da, Bursa’da da Ulu Camiin minberinde de Ömer Fevzi Efendi gibi adamlar “Bu yeni mektepler ortada durdukça bize felâh yoktur” diye haykırıyorlardı.

Efendiler, benim kanaatim odur ki İslâm memleketleri, tecerrütten dolayı inkıraza uğramış, taraf taraf istilâ altına düşmüştür. İktisadımız cihan iktisadı ile, askerliğimiz cihan mesail-i askeriyesiyle, tababetimiz medenî âlemin her köşesinde münakaşa edilen tıp mesailiyle alâkadar olmalıdır.

Eğer zabitlerimiz harp tecrübeleriyle yeni nazariyat-ı askeriyeye dair mütehassıslar tarafından neşredilen kitapları okumaz, belli başlı manevraları takip etmez, kendi askerliğimizin çerçevesi içine gömülüp kalırsa ordumuz çok zaman geçmeden Yeniçeri ordusu olur. Tababetimiz tıp kongrelerini, garpta neşredilen tıp mecmualarını, kitaplarını, bir kelime ile medenî âlemin bu sahadaki tetkikat ve tecarebinden istifadeyi ihmal ederse döner dolaşır, kurşun dökücülük, macunculuk, kocakarı tedavisi derekesine iner. Terbiye ve tedrisatımız da böyledir. Bütün medenî âlem terbiye ve tedris mesailini daimî bir tetkik ve münakaşaya tabi tutmaktadır. Milletin terbiye ve tedris işini, kendi göreneklerimiz içinde halletmek iddiasında bulunamayız, bunda da garp âleminin irşat ve delâletinden azamî istifadeye muhtacız. Sıbyan mektepleri gibi garp tesiratından tamamıyla uzak kalmış olan mekteplerimizin hali, doğru usulün, doğru anlayışın ne tarafta olduğunu göstermeye kifayet eder.

Efendiler, Garp Medeniyeti kahir ve muzaffer bir medeniyettir. Garp medeniyeti dünyanın üç büyük medeniyetini tam bir hezimete uğratarak yenmiştir. Evvela İslâm Medeniyetine, bu medeniyetin en kuvvetli olduğu yerde Endülüs’te gelip çattı. Endülüs’te onu kahhar bir darbe ile tarumar ettikten sonra, ricat yollarında takip etti. Bugün İslâm Medeniyetinin en güzel bir intişar sahası olan şimali Afrika, Fransız, İtalyan, İngiliz bayrakları altındadır.

Hindistan’da Baberî Türkler tarafından kurulan muazzam saltanat ve onun sahasında inkişaf eden bütün medeniyet eserleri, yeni hayat ve hakikat telâkkilerinden doğan müthiş Avrupa kuvveti karşısında bir avuç Avrupalının mahkûmu olmuştur. Ne vakit başladığı bilinmez denecek kadar eski olan Hint Medeniyeti, üç yüz milyonluk Müslüman ve Mecusî kitlesiyle kendi yurdundan o kadar uzak yerlere sokulan Avrupalılar önünde baş eğmekten başka bir çare bulamadı. Mağlup olan ikinci medeniyet bu idi. Üçüncüsü, sekiz on bin senelik bir hayat ve kadimi olduğu bilinen Aksay-ı Şark Medeniyetidir. O da kendi başına ayrı bir beşeriyet denmeye lâyık olan kesafetine rağmen, rüchânını [üstünlüğünü] taşımaya mecbur oldu.

Şimalde Kazan Astrahan Hanlığı bir zaman kendi mahkûmu olan fakat garpla temas neticesi uyanan Ruslar tarafından tâbi vaziyetine düşürüldü. İki yüz sene evvel Kırım Hanlığı nihayet buldu ve Karlofça Muahedesinden beri biz, İslâm’ın en kuvvetli, en canlı milleti, iradesi bin bir belâdan sonra da dim dik duran Türk Milleti, merkezî Avrupa’dan başlayarak daimî bir ric’at ve daimî bir takip ile Avrupa’daki ekser memalikimizden, Afrika’da ve Asya’da her biri bir ilkim, bir kıt’a denmeye lâyık topraklarımızdan dışarı atıldık. Biz de mağluplar sırası içinde, asırlardır devam eden bir muhaceret hayatı içinde sürünüp duruyoruz. Ve en nihayet Anadolu’nun ortasında aylarca Garp Medeniyetinin aşağı bir çırağı tarafından getirilen orduların şimşeklerini gördük, top seslerini dinledik. Biz bir Fas olmadık, bir Tunus, bir Cezayir olmadık. Çünkü bir garptan biraz bir şey aldık. Büsbütün kurtulmadık. Çünkü kâfi almadık. Muarızlarımız, Tanzimat’tan beri irtikâp edilen hataların memleketi izmihlâle sürüklediğini zannederler. Bunlar nihayet ve nihayet haftalar, aylar, seneler içinde düşünen kimselerdir, Tanzimat’ın ilk harfi telaffuz edilmek için daha geçmesi lâzım gelen birçok asra yakın bir zaman vardır. İzmihlâl her tarafta baş göstermişti. İslâm dünyası Türkiye de dahil olarak yıkılıyordu. Çünkü İslam dünyasında her şey görenek, itiyad-ı kalıp haline geçmişti. Cihanı sürükleyip götüren cereyanlara karşı İslâm dünyası kapalı, sağır ve kördü. İlmimizi yeni ilimler, masal haline düşürdü, millî sanatlarımız, büyük ve kesif sanat karşısında kökünden kurudu. Ziraatimiz, ticaretimiz, Garp Alemini refaha, servete kavuşturan kesif ziraatin, faal ve cihanşümul ticaretin yanında iptidâi kaldı. Tekrar ediyorum İslâm dünyası tecerrütten dolayı yıkılmıştır. Eğer iki askerî vak’a uyandırıcı darbesiyle anut muhafazakârlığın beyninde şimşeklerini parlatmasaydı, biz de son felâkete esaret ve mahkumiyete kadar kendine gelemeyen birçok İslâm milletleriyle hem tali olurduk. Bu iki askerî vak’a Mora İhtilâli ve Nizip Muharebesi’nden ibarettir. Bizim askerimiz Mora’da bir avuç Rum asisini aylarca uğraştıktan sonra itaate almaktan aciz kaldı. Fakat İbrahim Paşa maiyetinde Mısır’dan gelen, Fransız zabitleri tarafından terbiye edilen diğer bir İslâm askeri on beş günde bu ihtilâli bastırmaya muvaffak oldu. İsyan merkezleri, Trepoliçe, Misolonki, Patras, hepsi birer birer sükût etti. Aynı İslâm askeri, mürebbilerinin usulünün rüchanı sayesinde, Nizip’te Hafız Ahmet Paşa emri altında sevk ettiğimiz koca orduyu perişan etti.  Bize garp fikirleri topların, tüfenklerin namlusundan geçerek girmiştir.  Biz garp rüchanını bizi mağlup eden muharebelerin cebri altında öğrendik. Garp programları üzerine tertip edilen ilk mektebimiz Mühendishane-i Berri idi. Bir de Haydarpaşa sırtlarında Selimiye kışlamız vardır. Biri Halic’in içinde, diğeri Marmara sahillerinde, bu iki müessese, Türk milletinin garba doğru attığı ilk adımları yad ettiren iki hayırlı ve kurtarıcı abidemizdir. Garp mektep programları her meslek için tesis edilen mekteplerimizin yeni istikametini tâyin etti. Askerî idâdileri, Mekteb-i Bahriye, Galata Sultanisi, ilk Darülmuallimin ve diğer bütün meslek mektepleri birbirini takip ederek Payitahtta ve memleketin her tarafında garp zihniyetini neşretmeye başladı.

Bugünkü hayatımızı ve son zaferimizi ancak bu mekteplere medyunuz. Eğer biz de asırlardan beri tekrarı mükerrere düşen, her şeyi kalıp haline sokan ezberci ve kelimeci medrese tahsili içinde kalsaydık, çoktan tarihimizin son sahifesi kapanmış olurdu.

Unutmayınız ki geçen sene Buhara’da mektep çocuklarını sıraya oturmak isteyenlerle oturmak istemeyenler arasında kanlı bir mukatele oldu ve yüzlerce adam öldü. İlk defa Sultan Abdülmecit zamanında Darülmuallimine resim albümlerini ve coğrafya haritalarını sokmak bedâatini [yeniliğini] irtikâp eden Maarif Nazırı Ahmet Kemal Paşa tekfire uğradı. Memleketten kaçarak canını kurtarmaya mecbur oldu. Bugün bizde olduğu gibi Buhara’da, Buhara’da olduğu gibi Tunus’ta ve İslâm dünyasının her tarafında yeni eski mücadelesi devam ediyor. [2, 3]

—***—

DİPNOTLAR

[1] Nihat Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi II, MEB Devlet Kitapları, Millî Eğitim Basımevi-İstanbul 1983, s. 1128

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 23 Teşrinisani 1338 (1922), No: 668, s. 2, sütun: 1-4

[3] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 2 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, İstiklal Matbaası İzmir 1987s. 127-133

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Maarifimizde İstikamet

Kılıç Ali’nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı

Published

on

Giriş

Ayşe Afet İnan’[1]ın “1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı:

Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir ant meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı” dedi. Kâğıtta şöyle yazıyordu:

Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.

Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit Galip, evvela bir baba olarak bu hisleri duymuş, sonra da Milli Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.

O, 6 Mart 1934 gününde, daha bu ülkeye çok yararlı olabilecek bir çağda vefat etti. Ulus, bu gibi feragatli değerlere her zaman muhtaçtır. Dr. Reşit Galip’in kişiliğinde Türk Tarih Kurumu, kurucu bir üyesini, vatan, idealist bir evladını kaybetmiştir.” [2] ifadeleriyle tanımladığı Dr. Reşit Galip [3], Mustafa Kemal’in isteği üzerine 19 Eylül 1932-13 Ağustos 1933 tarihleri arasında Maarif Vekilliği yapmıştır.

Mustafa Kemal’in 17-19 Mart 1923 tarihlerinde yaptığı Mersin gezisinde, Millet Bahçesi’nde Türk Ocağı’nın düzenlediği açık hava toplantısında Dr. Reşit Galip, Mersin Türk Ocağı Başkanı ve Hükumet Tabibi olarak konuşma yapmıştır. Dr. Reşit Galip’in konuşmasını dinleyen Mustafa Kemal, konuşmayı cevaplandırmak üzere kürsüye çıkmış ve aşağıdaki konuşmayı yapmıştır [4]:

Mersin’de Halka Nutuk

(17 Mart 1923)

Mersin, 17 [Mart 1923] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretleri Mersin Millet Bahçesi’nde Mersinliler namına Doktor Reşid Bey’in nutkundan pek mütehassis olmuşlar ve halka hitaben bir çeyrek saat irad-i nutuk [nutuk irat] buyurmuşlardır. Paşa Hazretleri’nin bu nutuklarından zapt edilebilen aksamı [kısımları] ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

“Aziz kardeşler,

Genç ve çok kıymetli doktorumuz Reşit Bey’in sözleri bence iki nokta-i nazardan [bakımdan] kabil-i taksimdir [taksim edilebilir].

Birincisi doğrudan doğruya kalbinin, vicdanının ve muhterem Mersin halkının vicdanının, benim kalbimdeki hissiyata tercüman olan hissiyatıdır. Buna teşekkür ile iktifa edeceğim [yetineceğim]. Hakikaten muhterem Doktor’un dediği gibi, benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenabı Hak beni bunda muvaffak etmiş ise, şükür ve hamtlar ederim. Bugün olduğu gibi ömrümün nihayetine kadar milletin hadimi [hizmetçisi] olmakla iftihar edeceğim.

Muhterem Mersin halkı, bugün hakkımda gösterdiğiniz samimi ve heyecanlı tezahürattan size ayrıca teşekkür ederim. Ayrıca itiraf etmek mecburiyetindeyim ki, geldiğim günden bu ana kadar hissiyatımın, memnuniyetimin derecesini biliyorum, müsterih ve emin bulunuyorum ki, her taraftaki kardeşlerimiz gibi burada da bana muhabbet ve itimat eden kardeşler var. Mersinliler, memleketiniz Türkiya’nın çok mü­him bir noktası bulunuyor, çok mühim bir ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün dünya ile Türkiya’nın en mühim bir irtibat noktasıdır. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Memleketinize sahip olabilmek için çektiğiniz elemler, azaplar, mahrumiyetler büyük olmuştur. Bunu sizler takdir edersiniz. Hepimiz arzu edelim ki, acı günler tekerrür etmesin. Buna hakikaten layık olmak lazımdır. Muharebe meydanlarında kıymetli evlatlarımızın süngü ve silahlarının muzafferiyeti kâfi değildir. Bu muzafferiyet ve muvaffakiyet çok büyüktür. Ancak hakiki refah ve saadete sahip olabilmek için, asıl bundan sonra çalışmak lazımdır. Sizin için zafer ve terakki [ilerleme] sahası iktisadiyatta, ticarettedir. Bunu takdir ediyorsanız, çok çalışmaya mecbursunuz. Aksi takdirde memleketin sahib-i hakikisi [hakiki sahibi] olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız. Bu hakikatle dolu sözlerim, fakat bu hakikati ifade ediyorum. Gönül arzu eder ki, burada bir saat, bir gün değil, uzun müddet kalayım, daha hususi hasbıhaller yapalım [özel görüşüp dertleşelim]. Fakat şimdilik buna imkân yoktur. Sözümü kesmek mecburiyetindeyim. Son söz olmak üzere bu memleketin hakiki sahibi olunuz, diyeceğim. Burada geçirdiğim saatler benim için pek kıymetli olmuştur. Derin muhabbetlerle hepinize veda ediyorum; Allah’a ısmarladık arkadaşlar.”

Paşa Hazretleri ve maiyeti erkânı saat üçü on beş geçe bahçeden istasyona ve üç buçukta hususi trenle Tarsus’a hareket buyurdular.

***

Kılıç Ali’[5]nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı

Bu [17-19 Mart 1923 tarihlerinde yapılan] Mersin gezisinden bir hayli sonra, Hamidiye kruvazörü ile Mudanya’dan Trabzon’a gidiyorduk. Hamdullah Suphi Bey de (Tanrıöver) bizimle birlikteydi. Tam Sinop limanına gireceğimiz sırada, boş bulunan birkaç milletvekilliği için adayların durumu konuşuluyordu. Gazi, hemen Reşit Galip’i hatırladı:

Mersin’de bir doktor görmüştük. Adı Ragıp mıydı neydi?

Hamdullah Suphi Bey, Reşit Galip’le ilgili kanaatlerini, onun yurtseverliğini kendine özgü güzel konuşma şekliyle anlattı. Reşit Galip’in adaylığı bu şekilde Hamidiye kruvazöründe kararlaştırılmış oldu. Gazi, bu geziden Ankara’ya döner dönmez Reşit Galip’in adaylığı için hemen emir verdi.

O yıllarda milletvekili adayları, Bakanlar Kurulu ve partinin genel yönetim kurulu ile grup yönetim kurulu üyelerinden oluşan Parti Divanı tarafından belirlenir ve ilan edilirdi. Ben de partinin Genel Yönetim Kurulu Üyesi olduğum için bu divana dâhildim. Başbakan Fethi Okyar’ın başkanlığında toplanan Parti Divanı’nda Dr. Reşit Galip’in adaylığı görü­şüldü. Bazı itirazlar oldu. Arkadaşlar bunun Gazi tarafından istendiğinden haberdar değillerdi. Buna rağmen bütün arkadaşlar oylarını sonuçta Reşit Galip’e verdiler. Bu adaylığa sadece Sağlık Bakanı Dr. Refik Bey (Saydam) karşı çıkmıştı. Divan toplantısından sonra bir aralık Refik Bey’in koluna girdim. “Niçin muhalif kaldınız?” diye sordum. Gazi’nin arzusu olduğunu anlattım. Bana aynen şunları söyledi:

Kılıç Ali, belki doğru yapmadım. Fakat ben gidip bizzat Gazi’ye niçin muhalif kaldığımı arz edeceğim. O zaman hiç şüphe etmem ki beni haklı bulacaklar ve mazur göreceklerdir.

Hemen arkasından şunları ekledi:

Bu adamı çok iyi bilirim. Şimdi bir köy doktorunu milletvekili yapıyoruz. Yarın milletvekilliği kendisine az gelecek. Bakan olmak isteyecek. Bakan olursa o da az gelecek başbakanlık isteyecek! Başbakan olursa. . .

Kolumdan çıktı ve “Ondan sonra ne isteyeceğini artık sen anla” diyerek başını titrete titrete yürüdü, odadan çıkıp gitti.

Reşit Galip’in adaylığı ilan edildi, milletvekili seçildi. Meclis’e gelir gelmez İstiklal Mahkemesi üyesi oldu. Birlikte çalış tık. Ahlakı, yurtseverliği ve başarılı çalışmalarından dolayı kendisini saygıyla anmak görevimdir.

Reşit Galip, okumayı ve çalışmayı çok seven kültürlü bir gençti. Vaktiyle Türk Ocakları’nın yıllık kongrelerinde yaptığı gibi milletvekili olduktan sonra sık sık kürsüye çıkar, gü­zel konuşur, görüş ve düşüncelerini söylemekten, savunmaktan çekinmezdi. Çok olumlu görüş ve düşünceleri vardı. Cesur bir adamdı. Meclis’te tartışmalara katılmaktan zevk alırdı. Meclis’te ve parti toplantılarında yaptığı konuşmalarla giderek dikkati çekmeye başladı.

Reşit Galip’in bir parti toplantısında, doğu illerinden söz edilirken, Kürtlük konusunu gündeme getirerek, hükümetin o illerde halkı rencide ettiğini ileri sürmesi İsmet Paşa ile arasının açılmasına sebep olmuştu. Hele parti toplantısı sırasında, “İsmet Paşa bunları duymuyor. Aslında duymak gücüne sahip değildir” diye bağırmasını İsmet Paşa hiçbir zaman affetmeyecekti.

Atatürk o sıralarda Türk tarihiyle ilgileniyor, bu konuya büyük önem veriyordu. Ülkenin tanınmış tarihçilerini ve profesörlerini davet ediyor, toplantılar, görüşmeler ve araştırmalar yapıyordu. Bu arada Reşit Galip’ten de yararlanıyordu. Reşit Galip ise Atatürk’ten aldığı her görevi büyük bir özenle yerine getiriyordu. Bu nedenle de Atatürk’ün dikkatini çekmeyi başarmıştı. Gerek Meclis çalışmalarında ve devrimler konusunda, gerekse bilim alanında gösterdiği başarılarla Atatürk’ün sevgisini ve güvenini kazanmıştı. Dolayısıyla O’nun çevresine de girmiş oldu. Her akşam sofrada ve yapılan gezilerde arkadaşlar arasında bulunurdu. Fakat Atatürk’ün çevresine girip onun yakını olduktan sonra tavırları değişmeye başladı. Yavaş yavaş yakın arkadaşlarını bile beğenmez olmuştu. Sadece milletvekili olarak kalmış olmasını takdir edilememesine bağlıyordu. Dr. Refik Saydam’ı haklı çıkarır gibiydi.

Atatürk, gezilerinin birinde Reşit Galip’i de yanına alarak İstanbul’a getirmiş, kendisini Dolmabahçe Sarayı’nda konuk ediyordu. Bir gece hep birlikte Beyoğlu’ndaki Turkuvaz lokantasına gittik. Bu lokanta, Bolşevik ihtilalinden kaçıp Türkiye’ye sığınmış olan Beyaz Ruslardan bir karı-koca tarafından açılmıştı. Lokantanın bütün çalışanları da Beyaz Rus’tu. İyi Rus ailelerinden oldukları yüzlerinden anlaşılıyordu. Görüntü ve adamların tavırları Atatürk’ün pek hoşuna gitmişti. Lokantanın sahibi ile sahibesini yanına çağırdı. Böyle güzel düzenlenmiş bir lokanta açtıkları için kendilerini kutladı.

Atatürk, her vatandaşın konforlu bir evde çoluk çocuğuyla refah içinde yaşamasını, güzel lokantalarda oturup yemek yemesini, güzel bir gazinoda eğlenmesini isterdi. Bir vatandaşının, bir yakınının bir eve sahip olduğunu, hele bu evin konforunun yerinde bulunduğunu görünce çok memnun olurdu. Halkın yemek yediği, eğlendiği yerlerin de Avrupai tarzda yapılmasından, konforlu ve temiz olmasından hoşlanırdı. Ankara’da Karpiç’te, İstanbul’da Park Otel, Tokatlıyan ve Turkuvaz’da, temiz salonlarda, temiz masalarda neşe içinde yemek yiyenleri görünce çok mutlu olurdu. Bu çeşit yerlerin sayısının artmasını arzulardı. Turkuvaz sahipleri de bunu bildikleri için Atatürk’ten yardım rica ettiler. Atatürk bu ricaya şu karşılığı verdi:

Mademki yapılacak daha başka yeniliklere maddi imkânları yoktur, o halde büyük bir şehrin ihtiyacını karşılayabilecek bu yeniliğe bankalar yardım etmelidir.”

Daha sonra, sofrada bulunan Hasan Saka’ya şu emri verdi:

Hasan Bey! Yarın İş Bankası’yla görüşünüz. Durumu birlikte inceleyiniz. Bu müesseseye mümkün olan yardımı yapsınlar. Bu şekilde İstanbul rahat edebilecek güzel bir yer kazanmış olur.

Hemen şunu eklemeyi de ihmal etmedi:

Tabii bankanın yapacağı bu yardım, bankanın usul ve teamülüne uygun olsun.”

Hasan Saka Bey bu işle meşgul oldu. İş Bankası bu müesseseye yardım için çok uğraştı. Fakat müessesenin sahipleri teminat gösteremedikleri için kredi verilemedi.

Turkuvaz’da servis yapan Madam Vera, hizmeti ve güler yüzlülüğüyle Atatürk’ün çok kez iltifatına mazhar olmuştu. Bu nedenle Madam Vera adı, özellikle o gece sofrada bulunanların belleğinde kalmış olmalıdır. Bu arada Reşit Galip’in de belleğinde ve anılarında iz bıraktığını sonradan anlamıştık.

***

Reşit Galip Bey, aynı zamanda Ankara Halkevi başkanlığını da üstlenmişti ve bu görevi büyük bir hevesle yapıyordu. Özellikle tiyatro alanında bir yenilik yapmak istiyor, buna çok önem veriyordu. Hatta Atatürk’ün takdirini kazanan bir piyes seyrettirmeyi başarmıştı. Fakat o zaman Milli Eğitim bakanı olan Esat Bey, Reşit Galip’in bu alandaki yenilik teşebbüslerine daima engel oluyordu. Reşit Galip’in bakanlıktan istedikleri reddediliyordu. Reşit Galip sık sık bunları bana anlatır, Esat Bey’den acı acı şikâyet ederdi.

Milli Eğitim Bakanı Esat Bey (Sagay), piyade albaylığından emekli eski bir askerdi. Harbiye’de uzun yıllar Almanca hocalığı yapmıştı. Balkan Savaşı sırasındaki fırka kumandanlığından sonra emekliye ayrılmış, ordu donanma pazarı müdürlüğüne getirilmişti. Mütarekede İstanbul Belediye Cemiyeti’ne üye seçilmiş, sonunda ikinci devrede milletvekili seçilerek Meclis’e gelmişti. Harbiye’de Atatürk’ün de hocalığını yapmış olduğu için Atatürk ona “hocam” diye hitap ederdi.

Esat Bey olgun, tecrübeli, dürüst ve nazik bir insandı. Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildiğinde kendisinden çok olumlu işler ve yenilikler beklenmişti. Zaman geçtikçe bunların hiç­biri olmayınca Atatürk bile hayal kırıklığına uğramıştı. Sırası geldikçe Esat Bey’i uyarıyordu. Esat Bey’in artık uzun süre bakanlıkta kalamayacağı anlaşılmıştı.

***

Turkuvaz lokantasına gittiğimiz geceden dokuz-on gün sonra Dolmabahçe Sarayı’nda akşam yemeğindeydik. Davetliler arasında Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Reşit Galip, Cevat Abbas, diğer bazı arkadaşlar ve ben bulunuyorduk. Sofradan önce Reşit Galip odama geldi. Çok önem verdiği ve üzerinde özenle çalıştığı Akın piyesi için Milli Eğitim Bakanı’nın yine gereksiz ve anlamsız bazı zorluklar çıkardığını anlattıktan sonra, Esat Bey’i kastederek şöyle dedi:

Bu adama karşı o kadar doluyum ki kendimi zapt edemeyeceğim. Belki bir falso yaparım. Onun için sofraya gelmek istemiyorum.”

Ben de kendisine şu cevabı verdim:

Şayet dediğin gibi kendini tutamayacaksan gelme. Atatürk seni sorarsa idare ederim.”

Fakat Reşit Galip sonradan ne düşündüyse, geldi sofraya oturdu. Sofrada tarih konuları üzerinde sohbet ediliyordu. Atatürk özellikle Hasan Cemil Bey’in hazırladığı bazı tezler hakkında verdiği bilgiyi dikkat ve takdirle dinliyordu. Reşit Galip ise çok neşesizdi. Söylenenleri dinlemiyor, dikkatimi çekecek kadar alkol alıyordu. Sohbetin konusu bir ara halkevlerinin çalışmalarına intikal etti. Reşit Galip Bey fırsattan yararlanarak, Milli Eğitim Bakanı’nın halkevlerine çıkardığı güç­ lüklerden şikâyete başladı. Biraz da alkolün etkisiyle Esat Bey’i çok ağır ve acı şekilde eleştirdi.

Atatürk çok nazik bir ev sahibiydi. Sofradaki konuklarının rencide edilmesine asla izin vermezdi. Reşit Galip’in Milli Eğitim bakanına karşı dolu olmasını anlıyordu. Esat Bey’i rencide edici sözler söylememesi için konuyu değiştirmeye çalışıyordu. Reşit Galip Bey ise konuyu daha da alevlendiriyor ve giderek saldırganlaşıyordu. Bir ara Atatürk’e şöyle hitabetti:

Atatürk! Milli Eğitimi ve gençliği bu softa zihniyetli insanlardan ancak sen kurtarabilirsin.”

Atatürk’ün artık sabrı tükenmişti. İstemeye istemeye Re­şit Galip’e şunları söylemeye mecbur oldu:

Reşit Galip! Bunlar nasıl sözlerdir? Sizi bu şekilde konuşmaktan menediyorum. Artık susunuz.”

Reşit Galip o kadar kendinden geçmiş durumdaydı ki, ne söylediğini, ne yaptığını bilmiyordu. Atatürk’ün bu uyarısına cevap verdi:

Bu sofra millet sofrasıdır, bir yere gidemem.”

Atatürk hala nezaketini bozmuyordu:

O halde siz kalınız. Ben gidiyorum.” diyerek ayağa kalktı. Sofradan ayrılarak salonun yanı başındaki çalışma odasına gitti.

Kötü olmuştu. Reşit Galip Bey, Esat Bey’i eleştirmeye hala devam ediyordu. Onun bu aşırı hareketlerine son vermek için Cevat Abbas’la birlikte düşündük, sofracıya derhal yemek getirmesini söyledik. Fakat kimsede yemek yiyecek hal ve iştah kalmamıştı. Yemekler çabucak yenildi. Konuklar ayrılıp gittikleri halde Reşit Galip hala inatla söylenip duruyor, masadan bir türlü kalkmıyordu. Bir ara Turkuvaz gecesi aklına gelmiş olacak ki, “Lokanta sahiplerine paralar veriliyor. Madam Veralara iltifat ediliyor. Bizim halimizi gören yok” diye saçmalamaya başladı. Dayanamadım:

Reşit, bana bak. Şimdi hemen odana gidecek misin, yoksa biz seni gönderelim mi?

Alkolün etkisi biraz azalmış olacak ki, uyarımı ciddiye aldı. Sofradan kalktı. Bu kez de salonun yanındaki kırmızı odaya girdi. Orada Genel Sekreter Tevfik ve Başyaver Rusuhi Beylere derdini dökmeye başladı. Sonunda sabaha doğru odasına götürüldü ve yatırıldı.

Ertesi sabah uyanır uyanmaz Reşit Galip’in durumunu öğrenmek istedim. Bana şu kartı bırakarak sabahın erken saatinde saraydan çıkıp gitmiş:

Biliyorum, hatam büyüktür. Bunun telafisi ve tamiri çarelerine başvurmak üzere Ankara’ya gidiyorum.”

Giderken Tevfik Bey’e uğramış. Ankara’ya gitmek için yataklı trenden bilet alacağını, ancak parası olmadığını söyleyerek on beş lira borç istemiş.

Hataları affetmesini bilen Büyük Atatürk, ertesi gün bize şöyle diyordu:

Zavallı Reşit Galip! Esat Bey’den ne kadar güçlük görmüş, ne kadar çile çekmiş ki kendini tutamayacak hale geldi. Kim bilir şimdi ne kadar sıkılıyordur. Kendisini teselli etmeli.”

Reşit Galip’in sabah erken saatlerde Ankara’ya gitmek üzere saraydan ayrıldığını ve bana bir kart bıraktığını arz ettim, kartı okudum. Parası olmadığı için Tevfik Bey’den de on beş lira ödünç aldığını duyunca Atatürk çok üzüldü:

On beş lira mı verilir? Çok ayıp olmuş. Tevfik biraz fazlaca vermeliydi.”

Reşit Galip, hiç de elinde olmayarak ve istemeyerek yaptığı bu hareketten sonra, Keçiören’deki evinin çok sevdiği kütüphanesine kapandı. Kendini tümüyle okumaya verdi.

***

Aradan aylar geçmişti. Bir gün Çankaya’da sofrada birdenbire Atatürk’ün aklına Reşit Galip geldi. Bana sordu:

Kılıç, Reşit Galip ne âlemde?

Kütüphanesine çekilmiş üzgün bir durumda emirlerinizi bekliyor” dedim.

Acaba şimdi, şu dakikada ne durumda bulunuyor?” “Efendim şimdi anlar arz ederim.”

Sofradan kalktım. Anlıyordum ki bu gece Reşit Galip’i görmek istiyordu. Nitekim öyle de oldu.

Arkamdan bağırmaya başladı:

Durumunu sormaya gerek yok. Hemen kalksın gelsin.”

Gece yarısı olmuştu. Reşit Galip’e bunu telefonla müjdeledim. Çok geçmeden Çankaya’ya geldi. Atatürk’ün elini, Atatürk de onun yüzünü öptü. Sofra birden şenlendi. Reşit Galip’in tekrar sofraya davet edilmesi hepimizi sevindirmişti.

Bir süre sonra Atatürk’ün maiyeti olarak İstanbul’a gitmiştik. Reşit Galip Bey de Atatürk’ün konuğu olarak yine Dolmabahçe Sarayı’ndaydı. O akşam sofra resmi salonda kurulmuş, orada toplanılmıştı. Tesadüfen Milli Eğitim Bakanı Esat Bey de davetliler arasındaydı. Atatürk bir ara kendisine dö­nerek şöyle dedi:

Hocam, Maarif işleri hala düzelemedi. Aradan hayli zaman geçtiği halde, ben sizde bunu düzeltecek ve Maarif’te gerekli yenilikleri yapacak bir faaliyet göremiyorum.”

Esat Bey fena halde ürktü. “Bütçe beni çok sıkıyor, bu yüzden iş çıkarmak mümkün olamıyor efendim” deyince Atatürk büsbütün kızdı:

Bu ne biçim cevaptır? Eski Osmanlı Devleti’nin Maarif nazırları da mektepler olmasaydı maarifi iyi idare ederdim derlermiş. Onların zihniyetiyle aranızdaki fark nedir? Bu zihniyetle benim istediğim maarif idare edilebilir mi?

Atatürk, sözlerini şöyle sürdürdü.

Anlıyorum ki, siz bu işi idare edemeyeceksiniz. Hemen istifa ediniz ve yerinize şimdi bana bir aday teklif ediniz!

Esat Bey bu öneri karşısında şaşırdı ve bocaladı. Atatürk yerinden kalktı. Esat Bey’i alarak, salonun yanındaki somaki odaya çekildi. Reşit Galip sofrada tam yanımda oturuyordu. Güçlü bir önseziyle kulağına şunu söyledim:

Reşit, Milli Eğitim bakanı oluyorsun!

Ve ekledim:

Şayet Milli Eğitim bakanı olursan Antep’e bir yatılı lise açmayı vaat ediyor musun?

Reşit Galip “Söz veriyorum” dedi ve sigara paketinin arkasına şunları yazdı, altını imza etti ve bana verdi:

Milli Eğitim bakanı olursam behemehâl Gazianteplilere bir lise açmayı Kılıç Ali’ye vaat ediyorum.”

Atatürk, Esat Bey’le birlikte sofraya döndü. Konuyu tekrar açtı ve Esat Bey’e sordu:

Tabii şimdiye kadar aday düşündünüz. Adayınız kimdir söyleyiniz.”

Esat Bey ayağa kalkarak cevap verdi:

Efendimiz! Adayı o kadar uzaklarda aramaya gerek yok. (Reşit Galip’i göstererek) İşte adayım huzurunuzdadır. Reşit Galip Beyefendi’dir. Bu iş için her bakımdan güveninizi kazanmış genç bir arkadaşımızdır.”

Bu senaryonun somaki odada Atatürk tarafından hazırlandığı ve Esat Bey’e dikte ettirildiği anlaşılıyordu. Atatürk gülümsedi:

Teşekkür ederim. Çok isabetli oldu. Öteden beri benim de adayım o idi.”

Esat Bey bir odaya çekilerek istifasını yazdı, getirip Atatürk’e takdim etti. Bundan Başbakan İsmet Paşa’nın tabii haberi yoktu. Atatürk onu da telefonla haberdar etti ve Esat Bey’den bo­şalan Milli Eğitim Bakanlığı’na Aydın Milletvekili Reşit Galip’in getirilmesi konusundaki görüşünü sordu. Gece yarısı olmuştu. İsmet Paşa henüz olumlu veya olumsuz cevap vermemişti. Reşit Galip çok heyecanlıydı. Ben kendisini sürekli yatıştırmaya çalışıyordum. Bir taraftan da İsmet Paşa’dan cevap alınması için yaver beylere sürekli haber gönderiyordum. Sonunda İsmet Paşa’dan aşağı yukarı şu şekilde bir cevap geldi:

Reşit Galip Bey arkadaşımız hiç şüphesiz ki Milli Eğitim Bakanlığı için yeterlidir. Ancak kendileri daha genç denebilecek bir çağda iken uykularım sırasında haberdar olmak ve duymak kabil olmayan bazı idari ve siyasi yolsuzlukların sorumluluğuna katılmak uygun mudur? Bunu düşünüyorum. Mamafih emir ve irade yine şefimindir.”

Bir Reformcunun Sonu

İsmet Paşa’dan gelen bu cevap, bir parti toplantısında Reşit Galip’in “Hükumet Başkanı uyuyor ve işitemiyor” sözüne bir karşılıktı. İsmet Pa­şa, o sözü unutmamış ve sırası gelince taşı gediğine koymuştu. Atatürk bunu anladı, “İsmet Paşa taşı gediğine koydu” dedi. Fakat işin pe­şini bırakmadı. İsmet Paşa’ya güzel bir cevap verdi. Çok geçmeden İsmet Paşa’dan Reşit Galip’e yazılı olarak şu telgraf gelecekti:

Maarif Vekili Reşit Galip Beyefendi Hazretleri’ne,

Esat Bey’in istifası üzerine boşalan Maarif Vekilliği’ne zat-ı devletleri seçilerek keyfiyet yüksek onaya sunulmuştur. Hemen Ankara’ya teşrifleriniz rica olunur.

Formalite bu şekilde tamamlanmış oldu ve Reşit Galip Ankara’ya giderek görevine başladı.

Reşit Galip Bey, Milli Eğitim bakanlığı görevini büyük bir şevk ve hevesle yapıyordu. Ancak gün geçtikçe şaşırmaya ve şımarmaya başladı. Bir zamanlar Refik Saydam’ın, hakkında söylediklerini adeta doğrular gibiydi. Çok geçmedi, bakanlıktan istifaya mecbur edildi.

Bu durum Reşit Galip’in çok ağırına gitmişti. Bundan sonra onu ortada görmek mümkün olmadı. Köşesine çekildi. Bütün yakın dostlarıyla ilişkisini kesti. Evinin kütüphanesine karyolasını, yatağını attı, günlerini okuyarak, inceleyerek geçirmeye başladı.

Bir gece Atatürk’le birlikte Akın piyesini seyretmeye Ankara Halkevi’ne gitmiştik. Perde arasıydı. Meğer Reşit Galip de oradaymış. Beni görünce koştu, yanıma geldi. Atatürk’ü çok özledi­ğini söyledi. Ben de memnun olacağını bildiğim için durumu Atatürk’ e arz ettim. Orada Reşit Galip’i kabul etti, iltifatta bulundu.

Reşit Galip. Atatürk’ün yanından çıktıktan sonra tekrar yanıma geldi. Benimle hayli dertleşti, içini döktü:

Hastayım. Müthiş soğuk almışım. Piyesten çok, uzaktan bile olsa Atatürk’ü bir kez daha göreyim diye geldim. İzin ver de gideyim. Fazla kalıp ba­şına bir iş çıkarmayayım.

Öpüştük, ayrıldık. Bu genç, namuslu, vatansever ve inkılapçı insan, iki gün sonra zatürreye yakalandı. Zaten ciğerlerinden rahatsızdı. Bütün çabalara rağmen kurtarılamadı ve çok sevdiği kütüphanesinin bir köşesindeki basit karyolasında bir hafta sonra hayata gözlerini kapadı. Üniversitede reform onun bakanlığı döneminde gerçekleşmiş, yabancı uzmanlar onun zamanında getirilmişti. [6]

DİP NOTLAR:

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ayse-afet-inan-1908-1985/

[2] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s. 287

[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/resit-galip-baydur-1893-1934/

[4] Hâkimiyet-i Milliye, 21 Mart 1923, No: 769, s. 2, sütun: 6

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 222-223

[5] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/kilic-ali-suleyman-asaf-1888-1971/

[6] Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, 289-298

Continue Reading

Maarifimizde İstikamet

Öğretmen Okullarının Kuruluşu

Published

on

16 Mart, Türk Millî Eğitimi Tarihinde, öğretmen yetiştirmede kurumlaşma adımının atıldığı günün yıldönümüdür.

Bu münasebetle Türk Millî Eğitiminin genel amaç ve temel ilkelerinin gerçekleştirilmesinde-özellikle öğretmen yetiştirme ve istihdamı- verimli ve kalıcı hizmetlerde bulunan şahsiyetler ile öğretmenlerden baki âleme göç etmiş bulunanlara rahmet, yaşayan şahsiyet ve öğretmenlerimize sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

“Öğretmen Okulu”nun kuruluşu ve yaygınlaşması hakkındaki bilgi ve açıklamalar ile Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye (SNMU) 1316 (1898)’dan Darülmuallimin ve Darülmuallimat Programı (haftalık ders çizelgesi) ve Darülmuallimin Nizamnamesi aşağıda sunulmuştur.

DARÜLMUALLİMİN [1]

Tanzimat Döneminde, eğitimin modernleştirilmesi yolunda yapılan çalışmalara rağmen, ilköğretimde istenilen başarının gerçekleşmemesini en önemli sebebi olarak öğretmen yokluğu gösterilmiştir. Modern eğitim görmüş öğretmenlerin yokluğu sebebiyle öğretmen ihtiyacı medrese mezunlarından karşılanmıştır. Rüşdiyelerin modern eğitim anlayışına uygun öğretim yapabilmeleri, medrese dışında öğrenim görmüş öğretmenlerin yetiştirilmesini gerekli kılmıştır. İstanbul’da Fatih semtinde 16 Mart 1848’de sıbyan ve rüşdiye mekteplerine öğretmen yetiştirmek üzere “Darülmualimin-i Rüşdi” açılmıştır. Darülmuallimin-i Rüşdi’nin açıldığı ilk yıllarda öğretmen kadrosu, rüşdiye mezunlarının azlığı ve bunların genellikle devlet kurumlarında istihdam edilmeleri sebebiyle yine medrese kökenli kimselerden meydana gelmiştir.

Sıbyan mektepleri yeni usulde eğitime başladıktan sonra, bu okulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere 1868’de İstanbul’da öğrenim süresi iki yıl olan “Darülmuallimin-i Sıbyan” açılmıştır.

1869 Nizamnamesinde; ilk, orta ve yüksekokulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere İstanbul’da “Büyük Darülmuallimin” kurulması öngörülmüştür. Bu okulun idadi, rüşdi ve sıbyan şubelerini ihtiva edeceği ve idadi kısmının edebiyat ve fünun şubelerine ayrılacağı belirtilmiştir.

Sıbyan okulları ve kız rüşdiyelerine öğretmen yetiştirmek üzere, sıbyan ve rüşdiye şubelerinden meydana gelen “Darülmuallimat”, İstanbul’da Ayasofya’da 26 Nisan 1870 tarihinde açılmıştır.

Maarif Nezareti’nce 14 Mart 1874 tarihinde, “Büyük Darülmuallimin”in sıbyan, rüşdiye ve idadiye adlarıyla üç dereceli olmak üzere kurulması kararlaştırılmıştır. Nizamnamenin 54-61’inci maddelerinde; okutulacak dersler belirtilmiş ve mezunlarının isterlerse daha üst basamakta öğrenimlerine devam ederek idadi öğretmeni olabilmeleri esası kabul edilmiştir.

Sultan II. Abdülhamit döneminde, eğitim-öğretimi İstanbul dışında diğer vilayetlere yaygınlaştırma kapsamında ilk teşebbüs 1880 yılında yapılmıştır. İstanbul dışında ilk darülmuallimin, Kosova vilayetinde “Darülmuallimin-i Sıbyan” olarak açılmıştır.

Maarif Meclisi 11 Kasım 1882 tarihli toplantısında, maarif müdürü bulunan 10 vilayet merkezinde darülmuallimin açılmasını kararlaştırmıştır. Buna göre 1885-1886 yıllarında Edirne, Kosova, Manastır, Aydın, Bursa,  Halep, Mamuretülaziz, Erzurum, Sivas, Amasya, Musul, Van ve Bolu’da olmak üzere 14 darülmuallimin-i sıbyan açılmıştır.

Taşra darülmuallimlerinin öğretmen kadrosu son derece sınırlı kaldığından okulun yönetim işleri, okulun tek öğretmeni olan müdür tarafından yürütülmüştür. Osmanlı ülkesinde darülmuallimlerin sayısı, 1899-1904 yılları arasında 20’ye ulaşmıştır. 1899-1900 öğretim yılında bu okullardaki öğretmen sayısı 20, 1900-1901 öğretim yılında 24 ve 1903-1904 öğretim yılında 43’tür. Örnek olarak Ankara Darülmuallimin İbtidai Şubesi öğretmenleri ile öğrenci sayıları aşağıda gösterilmiştir.

1898-1903 Yılları Arasında Ankara Darülmuallimin İbtidai Şubesi Muallimleri ve Öğrenci Sayıları

YILMUALLİMTALEBE
H.1316-M.1898Raşid Efendi15
H.1317-M.1899Raşid Efendi10
H.1318-M.1900Abdurrahim Efendi10
H.1319-M.1901Abdurrahim Efendi14
H.1321-M.1903Abdurrahim Efendi17

—***—

DARÜLMUALLİMİN PROGRAMI [2]

İbtidaiye Şubesi

Esami-i DerusBirinci Sene Haftadaİkinci Sene Haftada
Kur’an-ı Kerim ma Tecvid ve Fıkh-ı Şerif43
Türkçe Kavaid ve İmla3
Usul-ı Tedris1
İnşa2
Arabi Sarf ve Nahv22
Kavaid-i Farisi22
Fransızca1
Hesab22
İlm-i Eşya11
Coğrafyay-ı Umumi ve Osmani22
Tarih-i İslam21
Hüsn-i Hat11
Yekûn1918

Rüşdiye Şubesi

Esami-i DerusBirinci Sene Haftadaİkinci Sene Haftada
Kavaid ve İmla1
Usul-ı Tedris12
İnşa11
Arabi33
Farisi11
Fransızca22
Hesab22
Usul-ı Defteri11
Cebir11
Hendese11
Hikmet12
Mevalid11
Coğrafya21
Tarih22
Hüsn-i Hat11
Resim11
Ulum-ı Diniye2
Yekûn2224

Aliye Şubesi

Esami-i DerusBirinci Sene Haftadaİkinci Sene HaftadaÜçüncü Sene Haftada
Ulum-ı Diniye ve Şerh-i Akaid112
Edebiyat-ı Osmaniye111
Kitabet-i Resmiye11
Usul-ı Tedris1
Edebiyat-ı Arabiye111
Edebiyat-ı Farisiye111
Fransızca443
Hesab2
Usul-ı Defteri11
Cebir-i Adi ve İla211
Hendese121
Müsellesat11
Tersimat-ı Riyaziye2
Kozmoğrafya11
Makine11
Himet-i Tabiiye221
Mevalid-i Sülase212
Coğrafyay-ı Umumi ve Osmani111
Tarih-i Umumi ve Osmani111
KimyaKimyay-ı Gayr-i Uzvi 2Kimyay-ı Uzvi 2Tahlilat-ı Kimyevi 1
Kavanin111
Ulum-ı Servet11
Yekûn242524

DARÜLMUALLİMAT PROGRAMI [3]

(Mevad-ı Tedrisiyenin Senelere Taksimi)

Mevad-ı TedrisiyeHer Sınıfta Bir Hafta Zarfında Okunacak Derslerin Adedi
Birinci Sene Haftadaİkinci Sene HaftadaÜçüncü Sene Haftada
Tecvid ve Kur’an-ı Kerimde Tatbikatı211
Ulum-ı Diniye222
Arabi222
Farisi111
Kaavaid-i Osmaniye   111
Kitabet ve Tatbikat-ı Kavaid112
Hüsn-i Hat111
Usul-ı Tedris211
Ahlak21
İlm-i Eşya111
Mevalid ve Ulum-ı Tabiiye11
Hıfzıssıhha11
İdare-i Beytiye122
Hesab211
Hendese111
Resim111
Coğrafya211
Tarih111
Musiki111
El Hünerleri433
Yekûn262626

DARÜLMUALLİMİN NİZAMNAMESİ [4]

(Maarif-i Umumiye Nizamnamesinin İkinci Faslının Darülmuallimîn Hakkındaki Mevadını Tadilen Kaleme Alınan Nizamname)

(Layiha)

Birinci Madde-Darülmuallimîn iptidaiye ve rüşdiye ve âliye namıyla ve her birinin müddet-i tahsiliyesi ikişer sene olmak itibariyle üç şubeye münkasım olmak ve irade-i seniyye ile mansub [naspolunmuş, konmuş, dikilmiş] ve maarife mensup bir müdürün idaresinde bulunmak üzere müceddeden teşkil olunmuştur.

İkinci Madde-İbtidaiye şubesine şart-ı duhûl sarf, nahiv, kıraet-i Türkiye, hat, imlâdan imtihan vermek ve hüsn-i ahlâk ashabından olmak ve sinni yirmiden dûn [aşağı] ve otuzdan efzûn [fazla, çok] olmamak ve sakat ve malûl bulunmamak ve ileride sınıfına göre açılacak muallimliği kabulden istinkâf eder ise müddet-i tahsiliyesinde aldığı maaşın hakk-ı istirdadını temin eylemektir. Sakat ve malûl olmamak ve istirdat maaşı temin eylemek şartları rüşdiye ve âliye şubelerinde dahi muteber olacaktır.  

Üçüncü Madde-İbtidaiye şubesinde kıraet olunacak derûs balâda münferiden programda gösterilmiştir.

Dördüncü Madde-Rüşdiye şubesine şart-ı duhûl iptidaiye şubesinden şahadetname almak ve hariçten talep olanların yedlerinde mekâtib-i idadiye şahadetnameleri var ise ibraz eylemek yoğ ise iptidaiye şubesi şahadetnamelileri mertebesinde şifahen ve tahriren imtihan vermek ve ahlâk-ı mazbut ve sinni yirmiyi mütecaviz bulunmaktır.

Beşinci Madde-Rüşdiye şubesinde tedris olunacak dersler balâdaki programda münferiden gösterilmiştir.

Darülmuallimîn-i Aliye Şubesi

Altıncı Madde-Bu şube edebiyat ve fünun şubelerini havidir. Rüşdiye şubesinden edebiyat sınıfına kayıt olunacaklar belagat-ı arabiyeden şifahi ve bir vak’a tasviriyle Türkçe makale yazdırılarak tahriri imtihan verecekleri gibi hariçten dâhil olacakların rüşdiye şubesinde tedris olunan ulum ve fünundan dahi ayrıca imtihan vermeleri lazım ve fünun sınıfına rüşdiye şubesinden geçecek olanlar için o şubede tedris olunan ulum-ı riyaziye ve hükmiyeden vermiş oldukları imtihanda sülasen numroyu kazanmış olmaları ve evvelce mekatib-i idadiyeden mülazemet ruusuyle veya mekteb-i sultani veyahut rüşdiye şubesinden mezun olup da fünun-ı mezkurede sülasenden ziyade numro ahz edenlerin tekrar imtihandan istiğnaları için şahadetnameleri tarihinden itibaren bir sene zarfında müracaat etmiş bulunmaları meşruttur.

Yedinci Madde-Edebiyat sınıfında tedris olunacak dersler ber-vechi bala programda zikr olunmuştur.

Sekizinci Madde-Fünun sınıfında okunacak dersler yine balada programda gösterilenlerdir.

Dokuzuncu Madde-Darülmuallimîn talebesi cümlesi muvazzaf olmak üzere yüz kırk nefer ile tahdit edilip altmışı iptidaiye ve kırkı rüşdiye ve kırkı aliye şubelerinde bulunacak ve iptidaiye şubesinde bulunacaklara şehri ellişer ve rüşdiye şubesinde bulunacaklara yetmişer ve aliye şubesinde bulunacaklara yüzer guruş maaş ita edilecektir.

Onuncu Madde-Her şube derslerinin tekmilinde o şubeden şahadetname verilecektir.

On Birinci Madde-İbtidaiye şubesi ve rüşdiye şubesine ve rüşdiye şubesi aliye şubesine mahreçtir fakat iptidaiye şubesinde ikmal-i tahsil edenlerden rüşdiye şubesine ve rüşdiye şubesinde ikmal-i tahsil edenlerden aliye şubesine nakli ihtiyar etmeyenler için bulunduğu şubeye mahsus mekâtibde muallimlik etmek üzere şahadetnamelerine işaret olunacaktır.

On İkinci Madde-Rüşdiye mektepleri üç sınıfa taksim ile her sınıf iki derecede muallimle idare olunacaktır. Her sınıf mekteb-i rüşdiyede muallim-i evvel birinci derecede sani ve salis kaç muallime lüzum var ise onların cümlesi ikinci derecede muallim addedilecektir.

On Üçüncü Madde-Darülmualimînin iptidaiye ve rüşdiye şubelerinden mezun olduktan sonra başka bir mesleğe sülûk edenler yahut sınıfına göre muvazzaf olarak mekatib-i umumiyede istihdam olunmak üzere teklif olunan muallimliği kabülden bila-mucip istinkâf eyleyenler muallimliğe mahsus hukuk ve imtiyazattan sakıt olacaklar ve müddet-i tahsillerinde maarif veznesinden almış oldukları maaşatı kâmilen iade edeceklerdir.

On Dördüncü Madde-Darülmuallimînden neşet etmiş olanların mekatib-i umumiyede muallim olmak için sairlerine hakk-ı rüçhanı olacaktır.

On Beşinci Madde-Darülmuallimînden mezun olanlar ibtida muallimlik sınıfı meyanında terakki edip sonra mekatib-i idadiye ve maarif müdürlüğü gibi maarifçe münasibi veçhile her nev’i memuriyete tayin olunacaklardır. Fakat terakkiyat-ı mevude beş sene ifay-ı hüsn-i hidmete mütevakkıftır.

On Altıncı Madde-Talebeye bir defaya mahsus olmak üzere her şubeye mahsus olan kitaplar meccanen verilecektir.

On Yedinci Madde-Darülmuallimîn talebesinin imtihanlarında kavaid-i teminiye vazı ve sonra muallimliğe tayin olunmak üzere intihap mazbatalarının tanzimi ve aleyhlerinde vaki olacak şikayatın tedkiki ve azl ve becayişlerinin kanuna tevfiki münhasıran meclis-i maarife aittir.

On Sekizinci Madde-Darülmuallimîn müdürü ve muallimin ve memurini meclis-i maarifçe intihap ve maarif nezareti makamından tasdik ve imtihanlar dahi meclis-i mezkûrun nezaret ve malumatı tahtında icra olunur.

On Dokuzuncu Madde-Darülmualimînin bir muntazam kütüphane ve nümunehanesi olacağı gibi hikmet-i tabiye ve kimya ve tersimat-ı riyaziye ile topoğrafya ve tarih-i tabiyeye müteallık alat ve edevat ve levayıh-ı mukteziye dahi mükemmel olacaktır.

Yirminci Madde-Mektebin her ayda vukuatını mübeyyin meclise müzekkere vermek ve meclisçe verilecek talimata tevfik hareket etmek üzere Darülmualimînin bir müfettiş-i mahsusu bulunacaktır.

Yirminci Birinci Madde-İşbu nizamnamenin icrasına Maarif Nezareti memurdur.  

—***—

DİPNOTLAR

[1] Asuman KOÇAK, Salnamelere Göre Ankara Vilayeti (1871-1907),  Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Danışman: Doç. Dr. Şennur ŞENEL), Ankara, 2013, s. 167-168

[2] Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye (SNMU) 1316 (1898), 1. Defa, 1316 Sene-i Hicriyesine Mahsustur, Matbaa-i Amire, s. 127-129

http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU1931-01/index.djvu

[3]  A. g. e., s. 453

http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU1931-02/index.djvu

 [4] A. g. e., s. 130-134http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU1931-01/index.djvu

Continue Reading

Maarifimizde İstikamet

Milli Terbiye

Published

on

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan

Samsun’da Öğretmenlere Nutuk

(22 Eylül 1924)

Giriş

Her türlü külfet ve nimet dengesizliğine rağmen öğretmenlik mesleğini sevgi, heyecan, hoşgörü ve saygı değerleriyle bütünleştirerek idealist bir anlayışla yaşayan ve yaşatan meslektaşlarımın “Öğretmenler Günü”nü tebrik ederim…

Osmanlı Devleti döneminde, asiler dahi öğretmenlerine el kaldırmamış, öğretmeninin tavsiye ve telkini ile isyanı bastırmakla görevli kişilere teslim olmuşlardır.

1923-1938 döneminde milletvekili maaşlarının az olduğu ve artırılması gerektiği gündeme gelmiş ve artış oranı Atatürk’e sorulmuştur. Merhum Atatürk’ün verdiği cevap akıl sahiplerine ibret vericidir, insana, eğitim-öğretime ve öğretmene verilen değerin çarpıcı sonucudur:

Artış, öğretmen maaşını geçmesin!..

Gazi Mustafa Kemal Paşa, 24 Mart 1923’te Kütahya Sultanisi’nde Öğretmenlere yaptığı konuşmada “Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini [geleceğini] yoğuran irfan ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, feyizlidir, muhteremdir; fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi yekdiğerine müreccahtır [tercih edilir]. Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatidir.” sözleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Eğitim Ordusunun önemini ve vazgeçilmezliğini ifade etmiştir. Savunma ve Eğitim Bakanlıklarının önünde yer alan “Milli” sıfatının anlam ve öneminin kaynağı açıkça anlaşılmaktadır.

O halde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları ne ise Türk Eğitim Ordusu mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları da öyle olmalıdır.

Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milli Eğitimine hizmet etmiş öğretmen, yönetici ve müfettişlerimizden fani âlemden baki âleme göç edenlere Yüce Tanrı’dan rahmet niyaz eder, minnet ve şükranlarımı sunar; yaşayanlara sağlık, mutluluk, başarı ve huzur dolu ömürler dilerim.

***

Samsun: 23 [Eylül 1924] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri 22 Eylül’de [1924]  Samsun’da kıtaat-ı askeriyeyi [askeri kıtaları], kışlaları teftiş etmiş ve gördüğü intizam ve talim ve terbiyenin mükemmeliyetinden beyan-ı memnuniyet [memnuniyetlerini beyan] etmişler[dir]. Badehu [ondan sonra] bütün Samsun muallime ve muallimlerinin toplandığı İstiklal Ticaret Mektebi’ne gidilerek orada Gazi Paşa Hazretleri’nin şerefine verilen bir çay ziyafetinde pek samimi iki saat geçirilmiştir. Ziyafete piyano refakatiyle talebe tarafından teganni olunan [söylenen] milli şarkılarla başlanmış ve bir muallime ve üç muallim tarafından nutuklar irat olunmuştur. Reisicumhur Hazretleri cevaben bütün samiini [dinleyicileri] pek teheyyüç [heyecanlandıran] ve mütehassis eden atideki [aşağıdaki] nutku irat buyurmuşlardır:

“Muhterem Hanım, Muhterem Beyefendiler,

Bu çay ziyafetini tertip edenlere suret-i mahsusada [özel olarak] teşekkür ederim. Bu vesile beni Samsun’un çok münevver [aydın] bir muhitinde bulundurmuş oldu. Bu vesile, beni dimağları [beyinleri] ilim ve fen ile müzeyyen [süslü], kıymetli insanlardan mürekkep [meydana gelen] bir heyetin huzurunda bulunmakla pek mesut etti.

Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit [yol gösterici] aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü [gelişmesini] idrak etmek ve terakkiyatını [ilerlemelerini] zamanında takip eylemek şarttır.

Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen lisanının çizdiği düsturları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen tatbike çalışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mesut bir his ile anlıyorum ki, muhataplarım bu hakikatlere nüfuz etmişlerdir. Mesudiyetim yükseliyor. Şununla ki, muhataplarım taht-ı talim ve terbiyelerinde [talim ve terbiyeleri altında] bulunan yeni nesli de bu hakikatin nurlarıyla doğuşuna müessir [etkili] ve amil [etken] olacak surette yetiştireceklerini vaat eylemişlerdir. Bu, cümlemiz [hepimiz] için iftihara değer bir noktadır.

Muhterem efendiler, hemşiremiz hanımefendi ve ondan sonra beyanatta bulunan

muhterem ve hassas arkadaşlarımız uzak maziyi çok güzel işaretle tavzih ettiler [açıkladılar]. Yakın mazinin acılarını da hakikaten kalpleri dilhun edecek [kan ağlatacak] tarzda beyan buyurdular. Bu vesile ile şahsıma çok teveccühatta [teveccühkâr]  bulunmak nezaketini ibraz buyurdular [gösterdiler]. Bu teveccühatın [teveccühlerin] samimi kalplerden çıkması itibariyle şüphesiz çok memnunum, mütehassisim ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi bir ferd-i milletin [milletin bir ferdinin] şahsiyetinde temerküz ettirmek [toplamak], maziye [geçmişe], hale [bugüne], istikbale [geleceğe], bütün bu edvara [devirlere] ait bir heyet-i içtimaiye [toplum] mesailinin [meselesinin] tavzih [açıklanmasını] ve tebarüzünü [ortaya konulmasını], bu yüksek bir heyet-i içtimaiyenin [topluluğun] münferit [tek başına, mütevazi] bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.

Muhterem kardeşler! Memleket ve milletin hayat ve atisine [geleceğine] olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir nokta-ı hakikati [hakikat noktasını dinleyiciler] izaha mecburum.

Vatandaşlar, vatanınızda herhangi bir şahsı, istediğinizi sevebilirsiniz! Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, mevcudiyet-i milliyenizi [milli mevcudiyetinizi/milli varlığınızı], bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye saik olmamalıdır [sevk etmemelidir]. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık irtikâp etmeyeceğine [işlemeyeceğine] dair kemal-i itimat [tam itimat] sahibi olmakla müsterih [gönlüm/içim rahat] ve müftehirim [iftihar ediyorum].

Arkadaşlar, ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler, bundan beş, beş buçuk sene evvel vatan ve millet ümitsiz bir felakete düştüğü zaman, muvazzaf [vazifeli] oldukları, vicdan, namus, haysiyet hissiyle mükellef bulundukları vazifeyi yapmak mevkiinde kaldılar. Bunu bittabi yapacaklardı. Yapmaları mecburi idi, vicdani idi, insani idi, namusu milli [milli namus] icabı idi. Ben bu mukaddes esasların haricinde hareket edebilir miydim?

Efendiler, elbette edemezdim. Türk milletinin hakiki hiçbir ferdi bu icabatın [icapların] haricinde hareket edemezdi. Ben elbette bu acı manzara karşısında vicdanımın emirlerine muhalif, namusu milliyemizin [milli namusumuzun] hilafında [karşısında/aykırı] hareket edemezdim. Mensubiyetiyle [mensubu olmakla] müftehir bulunduğum [iftihar ettiğim] yüksek heyet-i içtimaiyenin [toplumun] yüksek haysiyetine elbette münafi [aykırı] hareket edemezdim.

Bence mensup olmakla müftehir bulunduğum milletin hiçbir ferdi bu icab-ı namustan [namus icabından] asla inhiraf etmemiştir [ayrılmamıştır]. Eğer bundan müstesna gösterilenler varsa, emin olunuz aziz ve namuskâr vatandaşlar; onların kalp ve vicdanı milletimizin müşterek vicdan-ı tenezzühünden [temiz vicdanından] hiç ilham alamamış, kapkara, sefil vicdanlardır.

Efendiler, bizim milletimiz derin, büyük bir maziye sahiptir. Milletimizin hayat-ı asarını [hayat eserlerini] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı-yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan büyük Türk devrine kavuşturur. Bütün bu edvara [devirlere] dikkat buyurunuz, Türk kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş, nereden geldiği belirsiz birtakım reislerin şuursuz vasıtası olmak mevkiine düşmüştür. Türk milleti kendi benliğini, kendi dimağını, kendi ruhunu unutur gibi olmuş ve bütün mevcudiyetiyle herhangi bir maksada, neticesi zillet olan, esaret olan, fisebilillah [karşılık beklemeksizin] köle olmaya müncer olan [götüren] hakir bir hedefe sürüklenmiştir. Millet maatteessüf [ne yazık ki] bu hal-i gafleti [gaflet halini] çok sürdürdü. Bu yüzden her türlü sefaletlere ve mahkûmiyetlere uğramaktan kendini kurtaramadı. Bütün bu tebaiyetleri; aldığı gayr-i milli [milli olmayan] terbiyenin icabatı [icapları] olduğunu fark etmeksizin, mehakim [sağlam] bir terbiyenin eseri olduğu kanaatiyle tatbik ediyordu. Esas-ı terbiye [terbiyenin esası], hedef ve mahiyet-i terbiye [terbiyenin hedefi ve mahiyeti] ne büyüktür. Bu hususta istikamet yanlış ise ve koskoca bir millet emniyet ve itimat ettiği kitaplardan şahit göstererek, rehber olduklarını iddia edenlerin sözlerine inanarak yürürse ve bu yürüyüş istikameti kendilerini mahv ve izmihlale [yok olmaya] düşürürse, kabahat; bu istikameti takip eden nezih, ahlaklı, fedakâr, rehberlerine itimat eden zavallı halktan ziyade, rehberlere ait değil midir?

Efendiler, söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana nereden ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Bu sualine [sorusuna] kısa bir cevap vermek isterim. Bilirim ki, bugünkü intibahı [uyanışı], düne, maziye medyunuz [borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımızın, mürebbilerimizin; ruh ve dimağlarımızın [beyinlerimizin] inkişafında [gelişiminde] feyizli tesirleri vardır. Gerçi biz, belki burada bulunanların kâffesi [tamamı] dünyaya geldiğimiz zaman bu topraklar üzerinde yaşayanlarla beraber, kahhar [kahredici] bir istibdadın pençesi içinde idik. Ağızlar kilitlenmiş gibi idi. Muallimler, mürebbiler yalnız bir noktayı dimağlara yerleştirmeye mecbur tutulmakla idi: Benliğini, her şeyini unutarak bir heyulaya boyun eğmek, onun kulu, kölesi olmak. Bununla beraber, tahattur etmek [hatırlamak] lazımdır ki, o tazyik altında dahi, bizi bugün için yetiştirmeye çalışan hakiki ve fedakâr muallimler ve mürebbiler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi burada bir zatıâliye tesadüf ettim. O, benim rüştiye birinci sınıfında muallimim idi. Bana henüz iptidai [temel] şeyleri öğretirken istikbal [gelecek] için ilk fikirleri de vermişti.

Efendiler, izah etmek istiyorum ki, ilk ilham ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından, terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın [ilhamların] mazhar-ı inkişaf [gelişmeye mazhar] olması, millet ve memlekete hizmet edebilecek kudret ve kabiliyeti bahşedebilmesi için, millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla her an takviye olunmak lazımdır. Bu fikir ve duyguların menba [kaynağı] bizzat memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek ve onun icabatına [icaplarına] mevcudiyetini hasretmeyi hareket düsturu bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin efradında [fertlerinde] hâkim olması, riayet edilmesi icap eden milletin müşterek arzusu, ortak fikridir. Bir insan memleket ve milletine nafi [faydalı] bir iş yaparken, gözünden bir an uzak bulundurmamaya mecbur olduğu düstur milletin hakiki temayülüdür [eğilimidir].

Binaenaleyh [dolayısıyla] efendiler, arkadaşımızın sorduğu ilham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir. Milletin müşterek [ortak] temayülünün [eğiliminin], umumi [genel] fikri olduğunu münkir [inkâr eden] olanlar da vardır. Bu gibileri cümleniz [hepiniz] çok işitmişsinizdir. Bu gibiler, memleket ve milletle alakasız ve gafil insanlardır. Memleketimizin ve milletimizin başına gelmiş olan bunca felaketler hiç şüphe etmemelidir ki, bu gafil insanların memleketin talih ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir.

Efendiler, bir heyet-i içtimaiyenin [toplumun] mutlaka müşterek [ortak] bir fikri vardır. Eğer bu her zaman ifade ve izhar [1] edilmiyorsa [ortaya konulmuyorsa], onun adem-i mevcudiyetine [mevcut olmadığına] hükmolunmamalıdır. O, fiiliyatta behemehâl [mutlaka] mevcuttur. Varlığımızı, istiklalimizi [bağımsızlığımızı] kurtaran bütün afal [fiiller] ve harekât [hareketler], milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek tecellisi eserinden başka bir şey değildir.

Arkadaşlar, bugün vasıl olduğumuz [ulaştığımız] netice şüphe yok, çok şayan-ı memnuniyet [memnuniyet] ve ümid-i bahşdır [ümit vericidir]. Fakat bu memnuniyeti mahfuz tutabilmek için, ümitleri saha-ı fiiliyata [fiiliyat sahasına] koyabilmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son söz söyleyen hoca efendinin beyanatından ilham alarak arz edeyim ki, en mühim, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil [bağımsız], şanlı, ali bir heyet-i içtimaiye [yüksek bir toplum] halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder.

Efendiler, terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince maksut bir medlule [kast olunan bir manaya] intikal eder. Tafsilata girişilirse terbiyenin hedefleri, maksatları tenevvü eder [çeşitlilik gösterir]. Mesela dini terbiye, milli terbiye, beynelmilel [milletlerarası] terbiye. Bütün terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’mizin yeni nesle vereceği terbiyenin milli terbiye olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri tevakkuf etmeyeceğim [üzerinde durmayacağım]. Yalnız işaret etmek istediğim manayı kısa bir misal ile izah edeceğim.

Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz [aşkın] İslam vardır. Bunlar ana baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikat-i hadise [hadisenin hakikati] şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun veya bunun esaret veya zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi [insani meziyeti] verememiştir, veremiyor. Çünkü terbiye hedefleri milli değildir.

Efendiler, milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık herhangi bir tenevvüş [karışıklık] kalmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra, onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayr-i kabulü münakaşadır [münakaşa kabul etmez]. Milli terbiye ile inkişaf [geliştirilmek] ve ila [yükseltilmek] edilmek istenilen genç dimağları [beyinleri] bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali zevaitle [lüzumsuz şeylerle] doldurmaktan dikkatle içtinap etmek [kaçınmak] lazımdır.

Hoca efendi bu fikrini izah için “Vettini vezzeytuni ilah…” ayetini kendince tefsir ettiler [yorumladılar]. İncir ve zeytin çekirdeğinden düstur çıkardılar. Birindeki kesire [çokluğa] diğerindeki vahdeti [tekliğe] işaret ettiler. Ayetin medlulü [manası] bu mudur, değil midir, bir şey demeyeceğim. Yalnız bu seyahatim esnasında tesadüfen bu ayetin manasını ben diğer bir hoca efendiden sormuştum.

Bunun için yarım saat kadar mütalaaya [düşünmeye/araştırmaya] ihtiyaç olduğunu söyledi. Ömrünü medariste [medreselerde] ulum-ı diniye [dini ilimler] tedris ve tedrisiyle [okumak ve okutmakla] geçiren bir zat bir kitabın bir satırını Türkçe ifade edebilmek için böyle bir ihtiyaç dermeyan ederse [öne sürerse], millet, efrad-ı millet [milletin fertleri] ne desin? Onun için efendiler, genç neslin beyni yorulmadan, onun her şeyi ahz [almaya] ve özümlemeye müsait [yatkın] elvahı hakikat izleriyle tezyin olunmalıdır [süslenmelidir].

Muhterem efendiler, bu içtimada [toplantıda] söylenen sözler o kadar hissiyatıma, rikkatime mucip [sebep] oldu ki, samiimde [kulağımda] o kadar ilahi bir ahenk vücuda getirdi ki, bunu bozmamak için bir kelime bile telaffuz etmek niyetinde değildim. Fakat huzurunuzun ruhumda hâsıl ettiği gayr-i kabil-i zapt [zapt edilemez] haz ve his beni beyan-ı hissiyat ve efkâra [hissiyat ve fikrimi beyana] sevk etti. Beni dinlemek zahmetine katlandığınızdan, cümlenize [hepinize] teşekkürler ederim.”

Ziyafetten avdetinde halk pek müteheyyiç ve hassas on binlerce kitleler halinde fenerlerle şehri dolaştıktan sonra Reisicumhur Hazretlerinin ikametgâhları önünde toplanmışlar ve Gazi Hazretlerini şiddetle alkışlamışlardır. Halktan birisi Samsunluların Reisicumhur Hazretlerine hissiyat-ı tazimkaranesini arz etmiş ve Gazi Paşa Hazretleri teşekkür etmişlerdir. Halk saatlerce şehrin sokaklarını dolaşarak icray-ı şadımani eylemişlerdir. [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 1, sütun: 3-5

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67478/0207.pdf?sequence=207&isAllowed=y

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 2, sütun: 4

file:///C:/Users/admin/Downloads/0208.pdf

[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 44-48

Continue Reading

En Çok Okunanlar