Tarihi Konuşmalar
MAARİF VEKİLİ VASIF [ÇINAR] BEY’İN MUALLİMLER BİRLİĞİ KONGRESİ TEMSİLCİLERİNE YAPTIĞI KONUŞMA
Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak“Sizin içinizden yetişmiş, sizin ruhlarınızı, bütün heyecaniyle bütün tahassüslerle [hislerle, duygularla] bilen bir arkadaşınız sıfatıyla, bütün cihana karşı itminan [emin olma] ile arz ediyorum ki yeni hayatın ve varlığın en kuvvetli mesnetleri, en fedakâr istinatgâhları muallimlerdir, mürebbilerdir. Bu hakikati tekrar etmeye lüzum görmekliğim, etrafımızda hilâfında fikirler besleyen ve fikirler beslemek isteyen kimler varsa, onlara en bariz bir hakikati ifade etmek istemekliğimden ileri gelmiştir. Yoksa bu açık ve mütearif [bilinen] bir hakikattir. Hatırlarsınız ki arkadaşlar! Bundan dört sene evvel Türkiye’de bütün muallimleri, bir teşkilâta ve bir müessesata rapt etmek arzusu hâsıl oldu. O zaman Ankara’da teşekkül eden Muallimler Birliği’ni yavaş yavaş Anadolu’da yaymaya çalışmakla beraber memleketin en tehlikeli ve en mütereddit bir zamanında bu yeni hayata ve bu yeni varlığa doğru bir Türk kuvvetiyle koşmaya başlamıştık. Bundan üç sene evvel Muallimler Birliği’nin neşrettiği bir beyannameyi bütün arkadaşlara hatırlatmak isterim. O beyannameyi okuyan arkadaşlar pekiyi hatırlarlar ki bundan dört sene evvel teşekkül eden Muallimler Birliği; Türk milleti için mukadder olan bu yeni hakikat ve yeni imanı bütün vuzuhuyla göstermiş ve bütün vuzuhuyla Türkleri bu hayata davet etmiştir. Muallimler Birliği bugün kendi ideallerinin ve gayelerinin tahakkuk ettiğini büyük bir sürurla görmektedir.”
İRFAN ORDUSU MÜNTESİPLERİ ARASINDA CUMA GÜNÜ AKDOLUNAN İÇTİMA
—***—
Kongre rüesa ve rical-i devletimizin büyük bir alakası ve Maarif Vekilimizin heyecanlı bir nutku ile açıldı.
—***—
Cuma günü [22 Ağustos 1924], irfan ordusu müntesipleri arasında ruseay-ı devletimiz[in] de alâkadar olduğu kongre saat üçte inikat [toplanma] eyledi. Bu, Türkiye muallimleri ve irfan âleminin ilk içtimaıdır. Şimdiye kadar kongreler mahallî olarak kalmış, hiçbir zaman irfan ordusu mümessillerinin huzurunu temin edememiştir. Onun için buna da muallimlerimizin ilk kongresi diyebiliriz ve önümüzdeki senelerde daha feyizli ve şümullü bir surette muntazaman cereyanını temenni ederiz.
Cuma günü Türk Ocağı’nın o vasi [açık, geniş] salonunu yalnız muallimler doldurmuyordu. Rusea [reisler, başkanlar] ve ricalimiz ile birlikte, memlekette mühim ve irfan hayatıyla yakından alâka gösteren kesif bir samiin [dinleyiciler] kitlesi mevcuttu. İlk gelenlerden biri de Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa Hazretleri idi. Kendilerini Ziraat Vekili Zekai, Adliye Vekili Necati, Nafia Vekili Süleyman Sırrı beyler takip etti. Sonra Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri refikaları hanım efendi ile birlikte geldiler ve hazırun tarafından kaimen [ayakta] karşılandılar. Birkaç dakika sonra da Maarif Vekili Vasıf Bey geldi. İsmet Paşa Hazretleri Maarif Vekilinden kongre hakkında izahatta bulunmasını rica ettiler ve Vasıf Bey İsmet Paşa Hazretlerine hususî surette izahatta bulundular ve Mister Con Dövi [John Dewey] hakkında görüştüler ve çayda kendisine takdim olunmasını istediler. Saat tam üçte Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri refakatlerinde muhterem refikaları Latife Hanım Efendi, Siirt Mebusu Mahmut, başkâtipleri Kaymakam Tevfik, yaverleri Binbaşı Rusuhi beyler olduğu halde geldiler ve bütün vekillerimiz ve hazırun tarafından büyük bir samimiyetle karşılandılar. Bütün hazırun Reisicumhur Hazretleri oturuncaya kadar ayakta durmak suretiyle kendilerine beyan-ı hürmet etti. Samiin arasında Dâhiliye Müsteşarı Münir, Nafia Müsteşarı Ali Rıza, Mülkiye Müfettişlerinden Fevzi Mecdi beyler ile bütün maarif ruseay-ı memurin bulunuyorlardı. Biraz sonra Maarif Vekili Vasıf Bey aşağıda görülecek olan mühim ve uzun nutkunu irat eylemek suretiyle kongreyi açtılar. Bundan sonra, en müsinn [yaşlı] azanın muvakkat riyasete, en genç azanın da muvakkat kitabete intihabı talep edildi. Ve Nafia Vekilimiz Süleyman Sırrı Bey üstadımız en müsinn aza olarak reis ve Zağfiranbolu murahhası Hamiyet Rüşdi Hanım da en genç aza olarak kâtip intihap edildiler. Süleyman Sırrı Bey Efendinin en müsinn aza olarak kürsüye çıkması, bilhassa kürsüde bütün hazırunun çok hoşuna giden samimi ve sade ifadesi herkese hususî bir hiss-i hürmet ilka eyledi. Bilhassa “müsinn” kelimesinin, bizzat kendileri tarafından “resmen tevsik” olunması hoş bir latife mevzu oldu.
Reisicumhur Hazretleri dahi, refakatlerindeki zevata, yalnız en kıdemli değil, en yaşlı oldukları hususunu kayıt buyuruyorlardı.
Süleyman Sırrı Bey, bu samimi hava içinde dediler ki:
Süleyman Sırrı Bey’in Nutku
“-Beni reis-i muvakkat intihap buyurdunuz. Sin ve kıdem tefahhur [övünme, kurulma] için sebep teşkil etmez. Mamafih aranızda en eski bir muallim sıfatıyla birkaç kelime söylemekliğime tahammülünüzü rica edeceğim. Her şeyde kemiyetten [niceliklerden] ziyade keyfiyet [nitelik] ehemmiyet-i mahsusası olduğu gibi muallimlikte de bu en ziyade icray-ı hüküm eden bir prensiptir. Nitekim bizim muazzam inkılabımız da bu keyfiyet teveffuktan [üstün olma, yükselme] istihsal edilmiş bir neticedir. Aksine bir misal olarak Çin’i zikredebiliriz. Yüz milyonlarca nüfusu ihtiva eden bu kıta-i arzdaki kemiyet keyfiyetsizliğe daima mağlup olmuştur. İşte siz muallimler bu kadar ehemmiyeti haiz olan bu keyfiyeti teminle mükellefsiniz. Mesleğiniz çok ulvî, çok rahat bir meslektir. Muallimliğin en büyük zevki rahle-i tedrisinde bulundurduğu talebesini bir gün en mümtaz mevkide görmektir. Aynı zamanda huzur ve sükûn-ı vicdanı ihtiva eden bir meslektir. Hiçbir vakit siyasetin hay ve huyu içerisinde yıpranmayan ve ızdırap çekmeyen bir zümresiniz. Aynı zamanda yetiştirdiğiniz gençlerin şurada burada vücuda getirdikleri asardan dolayı sizin de hisse-i şerefiniz vardır. Cümlenizin muvaffakiyetiniz temennisiyle vazifeme başlıyorum. Celse küşat edilmiştir.”
Bundan sonra reyler verildi ve 70 rey ile Adliye Vekili Necati Bey reis, reis vekilliklerine Nakiye Hanım ve Nüzhet Haşim Bey, kâtipliklere de Ayşe Hanım ve Hayri Bey intihap olundular. Necati Bey bilhassa sürekli bir alkış tufanı içinde riyaseti işgal etti. Yine aynı hararetli alkışlar arasında şu kısa nutku irat etti.
Necati Bey’in Nutku
“- Aziz arkadaşlar,
Vazifelerinizin ehemmiyetini arkadaşım Vasıf Bey pek güzel izah ettiler. Ben bunlara bir şey ilave edecek değilim. Yalnız eski bir arkadaşınız sıfatıyla bu içtimaın beni pek çok mütehassıs ettiğini ve riyasete intihabımdan dolayı hakkımda göstermiş olduğunuz teveccühe teşekkür ederim. Mesaimize başlamak üzere ruznameye geçiyoruz.”
Bundan sonra dernek kâtib-i umumisi, yokluk içinde nasıl çalışıldığını ve kongrenin ne suretle hazırlandığını meşur raporu okudu. Rapor memnuniyetle kabul edilerek Giresun Mebusu ve İstanbul murahhası Hakkı Tarık Bey’in takriri [önergesi] mucibince [gereğince] ruzname [gündem] hazırlanması ve üç komisyon teşkili takarrür [kararlaşma] etti. Bu komisyonlardan biri takrirleri, diğeri nizamnameyi, üçüncüsü de muavenet [yardım] teşkilâtını tetkik ve ihzar eyleyecektir. Bu encümenler de intihap edildi ve kongre saat altı buçukta, dün sabah encümenler akşamüzeri beşte de heyet-i umumiyenin tekrar içtima kararıyla dağıldı.
***
Saat dört buçukta ocağın yukarıki salonunda bir çay ziyafeti hazırlanmıştı. Necati Bey bir saat kadar celseyi tatil eyledi ve Reisicumhur Hazretleri ve refikaları hanım efendi dâhil olmak üzere, bütün hazırun yukarıya çıktılar. Burada bir aile samimiyeti içinde ve merasime riayet edilmeksizin dış ve iç salonda hazırlanan masalara oturuldu. Çaydan sonra Mister Con Dövey [John Dewey] ve refikası Reisicumhur Hazretleri ile refikaları hanım efendiye ve İsmet Paşa Hazretleri ve refikalarına takdim edildi.
Reisicumhur Hazretleri bu iki irfan mensubuna iltifatta bulundular. Latife Hanım Efendi Madam Con Dövey ile ilmi bir mübahase [söz, konuşma] yaptılar. İsmet Paşa Hazretleri Mister Dövey’den izahat aldılar. Biraz sonra Reisicumhur Hazretleri, refikaları Hanım Efendi ve refakatindeki zevat ile birlikte ve kendilerini takiben İsmet Paşa Hazretleri ve vekillerimiz müfareket [ayrılma, uzaklaşma] eylediler.
Çay esnasında Cumhuriyet orkestrası terennüm ediyordu.
***
Maarif Vekili Vasıf Bey Efendinin Nutukları
“Aziz Arkadaşlarım!
Yeni hayatın, yeni varlığın çok şuurlu ve kuvvetli devresinde kongrenizi selâmlarken derin iftihar duyuyorum. Karanlıklar içerisinde hedef-i aslisini şaşırmış, yabancı hırsların tesirleri altında esas duygusunun, esas cevherinin harap olduğunu görmüş bir heyet-i içtimaiyenin esaslarını, terbiye ve irfan esaslarını tespit ve tedvin edecek münevver bir kitlenin huzurundayım. Bu münevver kitle yeni itikatlarla yeni imanlarla yeni hamlelerle medeni varlığa doğru koşmak isteyen bir kitle-i içtimaiyenin istinat noktasıdır. Bunların huzurunda söz söylemek fırsatını kazandığımdan dolayı mesudum, istiyorum ki dün aralarında samimi bir aşk ile çalıştığım, yarın da yine çalışmayı kutsî bir gaye telakki edeceğim. Meslektaşlarıma, arkadaşlarıma bu fırsattan istifade ederek iki nokta-i nazarımı arz ve tavzih [açıklama, aydınlatma] edeyim.
Muhterem Arkadaşlarım!
Çok iyi bilirsiniz ki Türk muhtelif devrelerde Anadolu’da kendi hayatını, kendi varlığını yaşarken, her şeyden evvel Altay’dan aşıp gelirken ruhundaki cevahir-i aslisini muhafaza etmiş ve o cevher-i asliyi muhafaza etmek imkânını kazandığı için mütemadi manevî tahribatın altında bugünkü millî varlığını idame edebilmiştir. Bilirsiniz ki arkadaşlar! Selçuk devr-i tarihisinde Türk’ün serdarları ve Türk’ün büyükleri, Türk’ün hakanları Acem harsı tesiri altında kalmışlardır.
Selçuk hükümdarları ve münevverleri Acem lisanıyla yazı yazmayı, Acem şivesiyle konuşmayı, Acem duygusuyla duymayı en büyük zevk, en büyük medeniyet telakki ediyorlardı. Bu tarihin devrini takip eden Osmanlı devr-i tarihisi ise Acem ve Arap harsının ve Arap medeniyetinin zebuni [zayıflık, acizlik, güçsüzlük] idi. Mukaddes bir lisan dini diye telekki edilen Arap lisanına hürmet etmek, onunla hitap etmek, onunla Türk’ün ruhunu tesis etmek bir gaye, bir şeref, bir mazhariyet [elde etme, nail olma] telakki ediliyordu. Bu suretledir ki başta padişahlar olduğu halde ve bu başta olan padişahların teşkil ettiği mutaassıp zümreler bulunduğu hâlde Türk’ün bütün harsını ve hüviyet-i asliyesini teşkil eden millî hissiyatını, millî varlığını unutarak Arap harsını ve Arap medeniyetini hâkim kılmak gaye ve esası takip ediliyordu. Fakat arkadaşlar bunu şükran ve iftihar ile söyleyeyim ki milletimin asil ruhunun kuvvetini derin bir tebcil [yüceltme, ağırlama] ile yâd ederek söylerim ki bütün bu ihtiraslar ve arzular hakiki Türk milletinin cevherini bozamamıştır.
Efendiler! Türk köylüsü bu mütemadi tahribata, bu mütemadi tazyikata rağmen ne kendi adat ve ananatını ne kendi lisanını, ne kendi millî ruhunu kaybetmiştir.
Arap medeniyetinin tesiri altında Türk serdarları, Türk hakanları, Türk hükümdarları, Türk münevverleri gezerken Arap lisanı üzerinde edebiyat yaparken, kendi lisanımızı Arap kaideleri içinde boğarken Türk köylüsü kendi lisanını kaybetmemiştir. Bu gayr-i tabii vaziyetin devamına imkân yoktu. Bilhassa son asırların en büyük mevcudu olarak tespit etmek lâzımdır ki millî duygu, millî benlik, millî şuur, millî gaye bütün insanlar için ateşin bir emel ve bütün insanlar için en kuvvetli bir saik-i hayat telakki olduğu zamanda Türk milleti yabancı bir lisanın, yabancı bir medeniyetin, yabancı bir harsın tesiri altında mahkûm kalamazdı.
Bu aksülamel [tepki, reaksiyon] muhtelif devirlerde tezahür etti. Avrupa medeniyetiyle, Garp medeniyetiyle yakından temasa başlandığı zamandan itibaren Garb’ı sarsan inkılâbın fırtınaları, serpintileri az çok, Türk diyarına da temas etmeye başladığı zamandan itibaren Türklerin bazı münevverleri, Türklerin bazı büyükleri milleti bu içtimaî ve harsî illetten kurtarmaya çok çalıştılar, çok uğraştılar. Selim-i salis devrinden beri meydana gelen birçok münevverler içtimai hayatımızda, edebiyatımızda, lisanımızda, sanayi-i nefisemizde, musikimizde bu inkılâbı yapmak ve bütün bu içtimaî müesseseler üzerinde millî harsımızı, millî şuurumuzu hâkim yapmak istediler. Fakat muvaffak olamıyorlardı. Çünkü millet kendi varlığına, kendi hürriyetine kavuştuğu zaman tacidarlar biliyorlardı ki kendileri için hakk-ı hayat yoktur. O tacidarların etrafında dini alet ittihaz ederek kendi maddi menfaatlerini temin etmek isteyen, kendi gururlarını hâkim yapmak isteyen mutaassıp zümre elbette ki milletin kendi varlığını duymasını arzu etmezdi. Ne zaman kurtuluşa doğru, yeni hayata doğru bir adım atılmak istenilmiş ise karşısında Müslüman dini siper olarak gösterilmiştir. Karşısında bu mutaassıp zümre din kuvvetini istimal ederek bunların küfür olduğunu ve memleketin sebeb-i felâketi olduğunu ilân etmişlerdi. O adamlar ki arkadaşlar! Yabancı bir harsın esiri olarak Türk benliğini, Türk ruhunu tahkir etmekten zevk alıyorlardı. O adamlar ki arkadaşlar! Yabancı bir harsın esiri olarak kendi mensup oldukları milletin felâketler içerisinde yıpranmasına, ölmesine azmediyorlardı. Mütemadi mukavemetin karşısında birçok mütecedditlerimiz [yenilikçilerimiz] gayelerine ve emellerine mazhar olmadan sönüp gittiler. Fakat arkadaşlar! Bu fikir ölemezdi, öldürülemezdi. Bu bir hakikat, hayattan, zaruretten, yaşamak gayesinden ve emelinden doğmuş bir hakikatti. Bu hakikatin müessiriyeti, kuvveti karşısında yabancı dillerin, fikirlerin, emellerin, arzuların müebbet yaşamasına imkân yoktu. Böyle mütemadi tahripler altında zekâsını ve inkişafının kaybeden Türk milleti haricî savletlerin, haricî düşmanların tesiri altında siyaseten de esarete, mahkûmiyete doğru gidiyordu. Bu feci manzara birçok vatanperverlerin ruhunu tehziz [hareket ettirme, hafif titreme] ediyordu.
Nihayet bu zavallı millet, düşürülmek istenen gerilere düşmeye, ölüme mahkûm olmaya ramak kalmıştı. Hep hatırlarsınız ki 35 mütarekesinden sonra milletin bütün istiklâl hayatı, bütün varlığı, en elim bir tehlike karşısında maruz-ı endaras (?) olmuştu. Dâhilden Arap harsının, Arap medeniyetini tesiri altında, hariçten kuvvetli Arap medeniyetinin öldürmek isteyen tehacümleri [saldırıları, hücumları] karşısında bu millet şaşkın bir vaziyette gideceği hedefi şaşırmış, neticeden ümitvar ve mutmain [gönlü kanmış, içi rahat, şüphesi yok] olmakla beraber gideceği yolu takipten aczi kalmıştı. Nihayet arkadaşlar! Ruhlarında, emellerinde, kalplerinde yalnız Türklüğün kuvvetini bilen büyük mücedditler, büyük vatanperverler her türlü yabancı tesirlerden her türlü hırstan azade bir ruh, bir iman ile ortaya atıldılar. Ve Türk milletine yeni hedefi, yeni gayeyi gösterdiler. Bu yeni hedef, yeni gaye zaten milletin ruhundan doğan bir gaye idi.
Zaten milletin aradığı, aramak istediği bir gaye idi. Fakat bulamamış idi. Rehberlerinin, büyüklerinin, vatanperverlerinin atıldığı ve gösterdiği bir yol millet bütün kuvvetiyle, bütün aşkıyla atıldı. Bugün medeniyet itibariyle, hars itibariyle, ruh itibariyle, siyaset itibariyle, iman itibariyle müstakil milleti meydana getirmek imkânı hâsıl oldu. Türk milleti tarihinin en lâyemut [ölmez] bir kahramanlık olarak yâd edeceği bir azim ve kuvvetle kendi istiklâlini, siyasî varlığını müstevli düşmanların pençelerinden kurtardı. Bunu kurtardıktan sonra kendi ruhunu kemiren, ruhunun bütün feyza feyz [feyz ile dolu] heyecanını ve aşkını öldüren ve tahrip eden müesseseleri yıkmayı hedef ittihaz etti. Onda da muvaffak oldu. Arkadaşlar hep hatırlarsınız ki geçen sene bütün cihana yeni bir milletin doğuşunu ilân eden, yeni bir milletin zihnindeki kudretiyle hayat-ı medeniyete atıldığını ilân eden son kanunlar ve son kararlar Türk milletini doğrudan doğruya kendi benliğinden doğan bir varlığa mazhar etti.
Etrafında ruhunun anlamadığı, ruhunun duymadığı ve kendisini daima gerilere sevk eden müessesatın yıkıldığını derin bir zevkle, derin bir saadetle gördü ve artık kani oldu ki ve iman ettiğine millî varlığının istihdaf [hedef tutma, amaç edinme] ettiği bütün gayelere, medeni varlıklara mazhar olmak için, kendisini isal [ulaştırma, ulaştırılma] etmek için hiçbir mani kalmadı. Gözünün önünde medenî bir şehrah [büyük işlek yol, doğru ve açık yol] açıldı. O şehrahta yürürken gözünün önünde; yalnız millî benliği ve yalnız millî mefkûreyi tutacaktır. Bu kuvvetin altında, bu kuvvetin verdiği heyecanların tesiri altında muhakkak hedefine vasıl olacak ve muhakkak yirminci asırda bütün medenî zümreler ve bütün içtimaî kitleler arasında kendisine lâyık olan mevki kazanacaktır. Yalnız bu mukarreratın ve bu kanunların temin ettiği, istihdaf ettiği yolda mütedeyyin bir iman ve koyu bir aşkla yürümek için manen, ruhen kuvvetimizi, daima siyanet etmeye, daima muhafaza etmeye mecbur olduğumuzu unutmamak lâzımdır. Türk milletini kendi millî varlığına ve millî benliğine isal eden bu inkılâbı hazmedemeyen ve bu inkılâbı kendi varlıkları ve kendi mütefessih [çürümüş, bozulmuş, kokmuş] vücutları için bir felâket olarak telakki eden zümreler vardır. İman etmeliyiz ki Türk gençliği binlerce şehit verdikten sonra ve binlerce şehidin enkaz-ı matemi karşısında birçok zamanlar ağladıktan sonra kavuştuğu bu saadet zamanını, tekrar karanlığa boğmamak için karşısına çıkacak bütün manileri bilâ-merhamet ve bilâ -tereddüt daima yıkmaya azmolacaktır. (Sürekli alkışlar)
Yalnız arkadaşlar! Müsaadenizle bir nokta-ı nazarı vazıhen tespit etmek istiyorum. Gayeye doğru koşarken yalnız fikrin harekete gelmesi ile yalnız fikrin harekete gelmesinden mütevellit neticelerle yürümek imkânı yoktur. Bu gayeleri; bütün hissimizle, bütün ruhumuzla, bütün aşkımızla ve bütün heyecanımızla saklayarak, müebbet saklayarak ve müebbet saklamak için bütün varlığımızı feda etmeye amade olarak yürümeliyiz. Bu yeni hayat ve iman; yeni neslin mefkûresi olmalıdır, mihrap [ümit bağlanan yer] emeli olmamalıdır ve mihrap karşısında durduğu zaman kalbinde coşkun bir aşkı daima duymalı ve terennüm etmelidir. Bu aşkın; ruhlarda heyecan ile kuvvetle seherle daima müebbet olarak yaşaması için yeni yetişecek olan neslin kalbinde, ruhunda daima aynı kuvvetle yaşaması için amilleri dikkatle düşünmek ve bu amillerin vazifelerini dikkatle düşünmek mecburiyetindeyiz. İşte arkadaşlar, bu heyecanı müebbet yaşatacak, bu ruh ve mefkûrenin kuvvetini, daima zinde ve kavi olarak yaşatacak sizlersiniz, muallimlerdir, mürebbilerdir. (Akışlar)
Eğer siz kendi ruhunuzdan duyduğunuz bu kuvveti, bu aşkı; ellerinize tevdi edilen çocukların ruhunda ve kalbinde en müebbet bir aşk olarak yaşatmaya muvaffak olursanız o zaman bu milletin istikbâli mümindir, rasindir [sağlamdır, dayanıklıdır], müebbettir.
Fakat arkadaşlar, heyet-i içtimaiyemizin mürebbileri; hakiki bir aşkla ifaya mecbur olduğu vazifeyi ihmal ederler, sarsılırlarsa ve sarsıldıktan sonra gördükleri cereyanlar karşısında tereddütler gösterirlerse, işte o zaman bu millet için bir tehlike, bir felâket, bir fırtına vardır. Muhterem arkadaşlarım! Ben bütün ruhumla eminim ki bu mütemadi felâketlerden sonra yeni doğan hayat için, yeni doğan varlık için en samimi fedakârlıkla daima nigehbanı [gözcülük, bekçilik] olacak münevver kitle, muallimler, mürebbilerdir.
Sizin içinizden yetişmiş, sizin ruhlarınızı, bütün heyecaniyle bütün tahassüslerle [hislerle, duygularla] bilen bir arkadaşınız sıfatıyla, bütün cihana karşı itminan [emin olma] ile arz ediyorum ki yeni hayatın ve varlığın en kuvvetli mesnetleri, en fedakâr istinatgâhları muallimlerdir, mürebbilerdir. Bu hakikati tekrar etmeye lüzum görmekliğim, etrafımızda hilâfında fikirler besleyen ve fikirler beslemek isteyen kimler varsa, onlara en bariz bir hakikati ifade etmek istemekliğimden ileri gelmiştir. Yoksa bu açık ve mütearif [bilinen] bir hakikattir. Hatırlarsınız ki arkadaşlar! Bundan dört sene evvel Türkiye’de bütün muallimleri, bir teşkilâta ve bir müessesata rapt etmek arzusu hâsıl oldu. O zaman Ankara’da teşekkül eden Muallimler Birliği’ni yavaş yavaş Anadolu’da yaymaya çalışmakla beraber memleketin en tehlikeli ve en mütereddit bir zamanında bu yeni hayata ve bu yeni varlığa doğru bir Türk kuvvetiyle koşmaya başlamıştık. Bundan üç sene evvel Muallimler Birliği’nin neşrettiği bir beyannameyi bütün arkadaşlara hatırlatmak isterim. O beyannameyi okuyan arkadaşlar pekiyi hatırlarlar ki bundan dört sene evvel teşekkül eden Muallimler Birliği; Türk milleti için mukadder olan bu yeni hakikat ve yeni imanı bütün vuzuhuyla göstermiş ve bütün vuzuhuyla Türkleri bu hayata davet etmiştir. Muallimler Birliği bugün kendi ideallerinin ve gayelerinin tahakkuk ettiğini büyük bir sürurla görmektedir.
Arkadaşlar! Dün memleketi istilâ eden düşmanların tehlikesinden, ölümünden bu milleti kurtarmak için çalışan, ortaya atılan naci [kurtulan, selamete kavuşan] bir zümre vardır. Ve bu münci [kurtaran, kurtarıcı] zümrenin arasında ve başında da bütün dehasıyla, bütün imanıyla büyük milletine yeni varlığını gösteren bir vatanperver bir halâskâr vardır. Bu zümre ve bu zümrenin büyük halâskârı ve büyük reisi; siyasî istiklâli ve siyasî varlığı kurtardıktan sonra asıl hakiki varlığı, asıl müebbet hayatı bu millete nasip etmek için en cezrî [köklü] ve en seri hatveleri [adımları] attı. Bütün cihan karşısında artık Türk milletinin eski hurafelerden, eski ananelerden, eski batıl fikirlerden tamamıyla hicret ederek yeni bir iman ile yeni bir fikirle yeni bir ruh ile medeniyet zümresine karışmak istediğini anlattı ve bu harap vatanda bu suretle türlü ve yeni bir ufuk doğdu. Bu ufkun aydınlattığı yollarda muazzam bir şehrah vardır ve bu şehrah kurtuluş yoludur, itilâ [yükselme] yoludur. Arkadaşlar bu şehrahın, bu kurtuluş yolunun, pişdarları [öncüleri] sizlersiniz. Bu şehrah üzerinde gayesine doğru bütün kuvvetiyle yürüyecek olan zümre için zafer muhakkaktır. Neticeye büyük bir itminan ile vusul katidir. Bu husustaki gençliğin fikri, azmi lâyetegayyerdir [değişmezdir, bozulmazdır, sabittir]. Bunun karşısında şu veya bu fikirlere kapılmak isteyenler herhangi bir tecrübeye kalkışacakları vakit göreceklerdir ki ölüm, cedel [tartışma, kavga], felâket muhakkaktır. (Alkışlar) İşte arkadaşlar! Muallimler Birliği ve muallimler; bugün bu hayatın içinde kendi meslekî varlığı ve kendi meslekî gayelerini tespit etmek için toplanmak lüzumunu duydu. Bir hatıra olmak üzere yâd etmekten geçemeyeceğim, bütün arkadaşlar hatırlarsınız ki üç sene evvel yine böyle muallimlerden mürekkep bir Maarif Kongresi teşekkül etmişti. Çok muhterem bir arkadaşım Maarif Vekili bulunduğu zaman muallimleri toplamış ve bir kongre teşkil etmişti. Bu kongre içerisinde iki üç muallim hanım bulundu diye burada fırtınalar koptu. O muhterem arkadaşa; bütün gazaplarıyla ve bütün husumetleriyle tecavüz ettiler. Bugün biz ne mesuduz ki ne bahtiyarız ki büyük halâskârımızın, büyük meclisin çok kuvvetli ve çok kıymetli azaları karşısında bizimle beraber aynı ruhu ve aynı hissi taşıyarak milleti itilâ etmek isteyen muhterem bir hükumet karşısında hep beraber kadın ve erkek toplandık. Yeni yolu ve yeni medeniyeti arıyoruz. (Alkışlar) Memleketin her tarafında istikbâlimizi hazırlamak vazifesini deruhte eden muallim arkadaşlarımız; muhtelif tesisler, muhtelif cemiyetler tesis etmişlerdir.
Bütün arkadaşların ruhunun tercümanı olarak şunu da vazıhen söylemek isterdim ki müteferrik cemiyetlerin, müteferrik tesislerin bir emel etrafında, bir gaye etrafında toplanması ve bir birlik vücuda getirmesi; hepimizin ruhlarında hâkim olan bir arzu idi. Bu arzuyu pek yakından duydum. Bundan altı ay evvel sizin reisiniz bulunurken yaptığım temaslar, aldığım mektuplar bu arzuyu vazıhen bildiriyordu. O zaman bu arzunun muhakkak husul bulacağını ve bir muallimler birliğinin meydana geleceğini bütün arkadaşlarıma arz etmiştim, vaat etmiştim. Çok memnunum ki Ankara Birliği bu hususta teşebbüs alarak, karar alarak, bu birliğin bugünkü teşekkülüne sebep olmuştur. Bu itibarla birliği meydana getirmek isteyen ve meydana getirmek için burayı teşrif eden ve iştirak eden muhterem muallimler mümessillerine samim [öz, asıl] ruhumla teşekkür ederim. Muvaffakiyet temenni ederim.
Yalnız şunu da bir arkadaşınız sıfatıyla arz edeyim ki kuvvetli, şuurlu ve müttehit bulunmak mecburiyetindesiniz. Bunun için müteferrik cemiyetler, müteferrik emeller, mütehalif [birbirine uymayan] fikirler altında toplanmaktan ise muallim olmak dolayısıyla bu isim altında ve bu kutsî unvan altında hep beraber toplanarak kuvvetli bulunmak lüzumu vardır. Bütün arkadaşlarımı; bu fikrin etrafında ehemmiyetle düşünmeye davet ediyorum. O zaman çok mutmain olacağım. Memleketin en münevver sınıfını teşkil eden arkadaşlar; bir emel altında, bir arzu altında, bir fikir altında birleşerek müttehit bir zümre meydana getirirlerse kani olalım ki gerek meslekî olan gayelerimiz ve gerekse bunların [1] üstünde daha mukaddes ve daha yüksek olan millî ve içtimaî gayelerimiz daha emin olarak tahakkuk edecektir.
Muallim denince en bariz bir vasfı, en bariz bir seciyeyi tespit ederek sözüme nihayet vermek isterim.
Arkadaşlar! Cihanın her tarafında bütün medenî ve iptidaî milletlerde muallimler; en çok feragat-ı nefis ve en çok fedakârlık hissi taşıyan bir zümredir. İnsanı insan yapan, insan yaratan ve insanlığı medenî ve mütekâmil bir şekilde hayata kuvvetle atan bir zümre; çok feragat-ı nefis ve çok fedakâr olmaya mecburdur. Gözünüzün önünde harap bir vatan var ve bu harap vatanın üstünde yükselmek ihtiyacında bulunan bir heyet-i içtimaiye var. Bunu yükseltmek için fedakârlığı; ruhumuzun en hakiki bir vasfı olarak kabul etmek mecburiyetindeyiz. Bugün mukadderatı idare eden hükumet ve bu hükumetin istinat ettiği kuvvet; çok derin bir hürmetle yâd ettiği muallimler zümresini, muallimler grubunu mesut ve müreffeh yapmak için elinden gelen azamî gayreti sarf ediyor. Bilirsiniz ki arkadaşlar! Diğer milletlerde muallimler; bütün meslek erbabı gibi kendi gayelerini istihsal etmek için çok mücadeleler yaparlar; çok uğraşırlar, fakat bugün içinizden doğan ve sizin bütün ruhlarınızı ve dertlerinizi bilen ve bütün ruhlarınızdaki dertleri izale etmeyi; bir şiar olarak kabul eden bir hükumetiniz başınızdadır. Bu hükumetiniz; bütün samimi ruhuyla arzu ediyor ki heyet-i içtimaiyenin en müreffeh ve en mesut zümresi muallimler olsun. Çünkü buna lâyıktırlar. Fakat memleketin bugünkü vaziyeti karşısında bu gayenin tahakkukuna bütün kuvvetimizle çalışmakla beraber ben; bütün meslektaşlarımı, feragat nefsinin ve diğerkâmlığın en yüksek tecellisine davet ediyorum.
İstiyorum ki Türkiye’de ve Türk heyet-i içtimaiyesinde muallimler; feragat-ı nefiste ve diğerkâmlıkta numune-i imtisal olsunlar!..” (Sürekli akışlar) [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 24 Ağustos 1924, No: 1202, “İrfan Ordusu Müntesipleri Arasında Cuma Günü Akdolunan İçtima”, s. 2, sütun: 1-6
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 24 Ağustos 1924, No: 1202, “İrfan Ordusu Müntesipleri Arasında Cuma Günü Akdolunan İçtima”, s. 3, sütun: 1
You may like
Özel Günler ve Anlamları
Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)
Published
1 yıl agoon
Temmuz 20, 2023By
drkemalkocakGİRİŞ
Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.
23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.
23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 23-31 Ağustos 1925 tarihleri arasındaki Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 1 Eylül 1925 tarihli sayısında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin Kastamonu Halk Fırkasını Ziyareti bölümü araştırmacı tarafından çevrilerek aşağıda sunulmuştur.
***
KASTAMONU HALKI ARASINDA BÜYÜK MÜNCİ [KURTARICI]
Reisicumhurumuz münevver [aydın] ve müteceddit [yenilenen, yenileşen] Kastamonu halkının yine kendi mümessilleri tarafından başka şekilde gösterildiğini açıkça izah eylemiştir.
Kastamonu: 31 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri bugün saat altıda Kastamonu’ya avdet buyurmuşlardır. Kadın erkek binlerce halk tarafından heyecan ve samimiyetle istikbal olunmuşlardır. Gazi Paşa Hazretlerinin geçtiği yollarda bütün Kastamonu halkı aziz kurtarıcıyı bütün hararet ve heyecanıyla alkışladı. Paşa Hazretleri doğruca Türk Ocağı’nı teşrif etmişler ve Ocaklılar tarafından kemal-i hürmetle karşılanmışlardır. Ocak’ta kadın erkek iki yüze yakın Ocaklı hazır bulunuyordu. Paşa Hazretleri biraz istirahatten sonra azalar ezcümle hanımlar ile musahabette bulunmuşlar [sohbet etmişler], Ocak heyetinden Ocak binası hakkında izahat alarak:
“Bütün Ocaklı kardeşleri bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi [dolayı] sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar Türk hakikatinin pişvası [öncüsü] olacaklardır.” buyurmuşlardır.
Gazi Paşa Hazretleri müteakiben Cumhuriyet Halk Fırkasını teşrif etmişlerdir. Fırkanın bahçesi hanım ve erkek binlerce halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi Paşa Hazretlerine bina balkonunda bir mevkii mahsus ihzar edilmişti. Halk, Büyük Gazi’nin Türk milletine feyzi inkılap tebşir eden sözleri bizzat kendi ağzından işitmek için sabırsızlık gösteriyordu. Reisicumhur Hazretleri bir parça istirahatten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüsnü Bey, Gazi Paşa Hazretlerine hitaben kısa bir nutuk irat ederek Gazi Hazretlerine senelerden beri münhasır bulunan Kastamonu halkının hissiyatına tercüman olmak istediğini beyan eylemiş, vatanın altı sene evvel düşmüş olduğu felaketengiz vaziyeti izah ve sırf Gazi’nin kudreti dâhiyanesi sayesinde vatan ve milletin yeniden hayat bulduğunu söyleyerek nutkuna şu suretle devam eylemiştir:
“Altı sene memleket ümitsiz bir halde iken, karanlıklar içerisinde yüzerken Şark’tan doğan büyük güneş siz idiniz. Sizin nam-ı bülendinizi hiçbir vakit unutmayacak ve bu millet yaşadıkça sine-i fahr mübahatında sizi daima yaşatacaktır.”
Müteakiben Hüsnü Bey, sultan ve halifelerin bu millete yapmış olduğu zulümleri ve fenalıkları izah ederek Kastamonuluların ve bütün milletin Cumhuriyeti muhafazaya ve tamamıyla asri bir Türkiye vücuda getirmeye kemal-i katiyetle azmetmiş olduklarına işaret ettikten sonra sözlerini şu suretle bitirmiştir:
“Memleketimizde bulunduğunuz müddetçe vazife-i şükranı hakkıyla yapamadığımız için kusurlarımızı affedin. Ayrılık zamanı yaklaştığı için mahzun oluyor ve bizi şerefli ve saadetli huzurunuzdan ayırmamanızı istirham ediyoruz. Bugün şerefli Dumlupınar Zaferi’ni huzurunuzda tesitle mesuduz. Bu zaferin büyük kahramanına bütün hemşehrilerimin nihayetsiz şükranlarını arz ve size binihaye sıhhat ve afiyetler temenni eylerim.”
Reisicumhur Hazretleri mukabeleten irat buyurdukları nutukta teşekkür ve hissiyatı munzamen bir mukaddemeden sonra hasbıhallerine ber-vech-i ati [aşağıda olduğu gibi] devam buyurdular:
“Meşhudatımın [gördüklerimin] en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki, bu seyahatimden evvelki malumatım, meşhudatımın [gördüklerimin] hâsıl ettiği kanaatlerden çok kısa [başka] idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydı, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanıtmak için çalışanlar ezhanı teşevvüşte [zihinleri bulandırmakta] kim bilir ne kadar ileri gitmeye muvaffak olacaklardı. Asar-ı fiiliyatını [fiili eserlerini] memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız [yüksek anlayışınız] bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi [meydana gelemezdi]. Böyle bir iddia serdetmek [iddiada bulunmak] aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekâmülün [gelişmenin] silsile-i tabiiyesi [tabii silsilesi] üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben o tekâmülün tabii tecelliyatının mesut bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatin aksini ifade ve izah ederek müceddit hatvelerinizi [yenileşme adımlarımızı] felce uğratmaya yeltenen sebük-mağzanın [beyinsizlerin] hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, na-kâfi [yetersiz] akıllarına istinat etmiş [dayanmış] olduklarına zahip oluyorum [zannediyorum]. O zavallı hodbinler [benciller] böyle yapacaklarına halkın hiss-i selimine [sağduyusuna] müracaat etselerdi, ondan feyiz ve ilham alsalardı, kendilerini bugün şayan-ı hende [gülünecek] ve hacil [utanılacak] vaziyette bırakan bu kadar müstekreh [iğrenç] hatalara düşmezlerdi. Fakat hiss-i selimin [sağduyunun], akıl, mantık ve marifetin fevkinde [üstünde] haiz-i ehemmiyet [ehemmiyete sahip] olduğunu takdir etmek yalancı âlimlerin işine gelmez.
Arkadaşlar, milletimizin sağlam bir şuura malik [sahip] olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fiili asar [eserler] ve hadisattan [hadiselerden] sonra kimsenin şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Şuur, daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileri ve teceddüte [yeniliğe] uzun hatvelerle [adımlarla] yürümeye devam edecektir. Şuura illet tarı olmadıkça [bulaşmadıkça] geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelemez. Asırlardan beri sarf olunan iğrenç çaba ve gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber, milletin şuurunu felce uğratmaya asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat, milletin bugün gösterdiği asar-ı şuur [şuurlu eserler] ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet [sakatlık, hastalık] olsaydı, onu [1] bugünkü hayatta ihya etmek [canlandırmak] desti kudretten bile muntazır değildir [beklenemez].
Efendiler, bu millet temayül-i hakikiyesi [hakiki eğilimi] hilafında zehaplarda [zanlarda] bulunanlara iltifat etmemektedir. Bununla bilhassa bugün çok müftehirim [iftihar ediyorum]. Bundaki sırr-ı isabeti [isabet sırrını] izah için derhal arz etmeliyim ki, bizim ilham menbamız [kaynağımız] doğrudan doğruya bütün Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı-ı milliden [milli vicdandan] aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin hiss-i selimini [sağduyusunu] rehber ittihaz [kabul] ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere isal edeceğimize [ulaştıracağımıza] imanımız kavidir [kuvvetlidir].
Hakiki inkılapçılar onlardır ki, terakki [ilerleme] ve teceddüt [yenileşme] inkılabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye [hakiki eğilime] nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai [toplumsal] inkılapların sahib-i hakikiyesi [hakiki sahibi] kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu istidat ve tekâmül [kabiliyet ve gelişme, gelişme kabiliyeti] mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi [kâfi gelemezdi]. Herhangi bir vaz-ı tekâmülde [gelişme vaziyetinde] bulunan bir kitle-i beşeri [insan kitlesini] bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebe-i tekâmüle [gelişme mertebesine] isal etmenin [ulaştırmanın] tabii imkânsızlığı muhtaç-ı izah [izaha muhtaç] değildir.
Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle [şekilleriyle] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] haline isal etmektir [kavuşturmaktır]. İnkılabatımızın [inkılaplarımızın] umde-i asliyesi [asli ilkesi] budur.
Bu noktada ısrar ile izahat verdikten sonra:
Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını [beynini] paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen [tamamen] tard olunacaktır [kovulacaktır]. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek [nüfuz ettirmek] imkânsızdır.”
Paşa Hazretleri hurafelere dair misallerle tafsilat verdiler. Türbelerden, yalancı evliyalardan bahsederek: “Ölülerden istimdat etmek [yardım istemek] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] için şenidir [lekedir, ayıptır]” dediler. Sonra tekyelere intikal ederek ber-vech-i ati [aşağıdaki] beyanatta bulundular:
“Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet [saadete mazhar] kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle [kapsamıyla] medeniyetin [yaydığı] mevacihe-i şule [ışık karşısında] filan ve falan şeyhin irşadıyla [yol göstericiliğiyle] saadet-i maddiye ve maneviye [maddi ve manevi saadet] arayacak kadar iptidai [ilkel] insanların Türkiye camia-ı medeniyesinde [medeni camiasında] mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar)
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir [medeniyet tarikatıdır]. (Sürekli alkışlar) Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Rusay-ı tarikat [tarikat reisleri] bu dediğim hakikati bütün vuzuhuyla [açıklığıyla] idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekyelerini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir.”
Reisicumhur Hazretleri, müteakiben [bundan sonra]:
“Arkadaşlar, huzurunuzda, mevacihe-i millette [millet karşısında] beyan-ı fikir [fikir beyan] ederken hissettiğim ve gördüğüm hususları olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.”
Mukaddemesiyle [sözleriyle] diğer bir zemine intikal ederek demişlerdir ki:
“Hükûmet-i Cumhuriyemizin [Cumhuriyet hükûmetimizin] bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut [bağlı] müftü, hatip, imam gibi muvazzaf [vazifeli] birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın [vazifeli kişilerin] ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar [vazifeli] olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti iktisasında [giymekte] berdevamdırlar [devam etmektedirler]. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela [cahiller], bazı yerlerde halkın mümessilleri [temsilcileri] imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden ve nereden almışlardır? Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri [seçtikleri] mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in itimadına mazhar hükûmet-i Cumhuriyedir [Cumhuriyet hükûmetidir]. Bir de mahalli müntehip [seçilmiş] belediye reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahib-i salahiyet [salahiyet sahibi] olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükûmetin nazarı dikkatine vaz edeceğim [koyacağım].
Reisicumhur Hazretleri bu zemin üzerinde çok ciddi nokta-i nazarlar [görüşler] dermeyanından [ortaya koyduktan] sonra kıyafet meselesine intikal ederek buyurdular ki:
“İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edilebileceğinden [değerlendirilebileceğinden] burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayr-i kabil-i inkârdır [inkâr edilemez] ki, taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan, bu acayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” (Hayır, güldürmez sesleri)
Gazi Hazretleri kıyafet hakkında mufassal [tafsilatlı] izahat ve malumat vererek sözü şu neticeye getirdi:
“Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir [düzeltecektir]. Fen ve sıhhat nokta-i nazarından [bakımından] ameli [pratik] olmak itibariyle, her nokta-i nazardan [bakımdan] tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir [giyilecektir]. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu ispat etmek ve izhar [göstermek] için icap edeni yapmakta inat etmek adamlıkla kabil-i telif değildir [bağdaşmaz].
“Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla ispat etti ki, müceddit [yenilikçi] ve inkılapçı bir millettir. Son senelerden mukaddem [önce] de milletimiz müceddit [yenileşme] yolları üzerinde yürümeye, içtima-i inkılaba [toplumsal inkılaba] teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeyim: Bir toplum, bir heyet-i içtimaiye [millet], erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir [meydana gelir]. Kabil midir [mümkün müdür] ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim [ilerletelim], diğerini müsamaha [ihmal] edelim de kitlenin heyet-i umumiyesi [tamamı] mazhar-ı terakki [ilerlemeye mazhar] olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki [ilerleme] adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve saha-i terakki ve teceddütte [ilerleme ve yenileşme sahasında] birlikte kat merahet [merhaleler kat] edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffak olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır [görmekteyiz] ki bugünkü gidişatımız hakiki icaba takarrüp etmektedir [yaklaşmaktadır]. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikârdır.”
Bu husustaki cesaret ve adem-i cesaret esbap ve avamilini [cesaret ve cesaretsizliğin sebeplerini ve etkenlerini ilerleme] izah ettikten sonra derhal tashihi [düzeltilmesi] elzem bir misal zikretti:
“Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil [benzer] bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü [ifadesi] nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, bir millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi [düzeltilmesi] lazımdır.”
Müteakiben [sonra], memlekette mevcut cemiyetlerin milleti tenvir [aydınlatmakta] ve irşatta [uyarmakta] ciddi surette alakadar olmalarını tavsiye etti. Badehu [daha sonra] milletle temastan aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen muhabbet [sevgi] ve itimadı [güveni] hüsn-i istimal etmeye [güzel, iyi kullanmaya] çok dikkat sarf edeceğinden ve gayenin milleti mesut ve müreffeh [refah içinde] ve medeni dünyada evsafı [vasıfları] takdir olunmuş mütekâmil [gelişmiş] bir millet görmekten ibaret olduğunu izah ederek çok hararetli ve heyecanlı nutkuna hitam [son] verdi ve pek şiddetli alkışlandı.
Halk Fırkasında Coşkun Bir İçtima [Toplantı]
Kastamonu: 31 [Ağustos] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretlerinin Halk Fırkasında irat buyurdukları çok kıymettar ve tarihi nutka mukabeleten Taşköprü’nün Kurtiye karyesi Muallimi Sabri Bey, bütün Kastamonu halkı şimdiye kadar yapılan inkılabatta Gazi’nin yürüdüğü yoldan, işaret ettiği noktadan nasıl yürüdü ise bundan sonra da kemal-i metanetle ve süratle aynı yoldan yürüyeceğini ve halkın Gazi’nin emir ve işaretine amade olduğunu söyleyerek Gazi Paşa Hazretlerine arz-ı şükran eylemiştir. Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri bu nutuktan pek mütehassis olarak ayağa kalkmış ve demişlerdir ki:
“Efendiler, gösterdiğiniz kıymettar teyakkuz [dikkat] ve intibahtan [uyanıklıktan] çok mütehassisim. Sesim müsait değil, bu nutka da müsaade ederseniz bir beyitle cevap vereyim:
Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta
Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi.” [2] [3, 4]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 1, sütun: 3-4
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 2, sütun: 3-5
[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 223(667)-227(671)
[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, 2005, İstanbul, s. 292-296
CAN KURTARAN KALLAVİ…
Sultan II. Mahmut’un vezirlerinden [Mehmet Emin] Rauf Paşa [1] zeki, çalışkan, yakışıklı bir adamdı; ilk sadrazamlığında ancak otuz beşinde vardı.
[Mehmet Said] Halet Efendi [2] ona kancayı taktı, azlettirdi; idamına ferman istedi, fakat padişah:
— Hayır, kallavi başına çok yakışıyor; ben o güzel başa kıyamam!
Dedi, Sakız adasına sürmekle kaldı.
Daha sonra affedilerek valiliklerde, hatta sadrazamlıkta bulunan Rauf Paşa mesuliyetten çok korktuğu için savsaklama siyasetini tuttu. Fikirlerini niçin açıkça söylemediği sorulunca şu cevabı verdi:
— Kallavi [sadrazam ve vezirlerin giydikleri, sivri bir koni biçiminde olan ve üzerine tülbent sarılan uzun kavuk] her zaman insanı kurtaramaz!
Son sadrazamlığı sırasında savsaklama siyaseti o kadar almış yürümüştü ki makamı olan ve “yüksek kapı” manasına gelen “Bâbıâli” nin ismini “boş kapı” demek olan “Bâbıhâli”ye çevirmişlerdi.
*
MEZAR HALKI DAYANSIN!..
1820 senelerinde darphane nazırı olup Halet Efendinin idam ettirdiği Abdurrahman beyin adamlarından Reşit Efendi, İstanbul’da münzevi yaşıyordu; hiç suçu yokken idamı emir olundu.
Merhametli adamlardan biri Halet Efendiye yalvardı:
— Efendim, bu Reşit genç bir adamdır; başka türlü cezalandırılsa!..
— Genci öldürmek yazık, ihtiyarı öldürmek günah; her zaman idam için orta yaşlı adamı nereden bulmalı?
Halet Efendinin ne kötü nasihatçi olduğunu Sultan Mahmut da anladı; 1822’de Konya’ya sürüldü; orada kesilen başı İstanbul’a getirildi. Bu hadise hakkında söylenen şu beyit meşhurdur:
Ne kendi eyledi rahat ne verdi halka huzur;
Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!
*
EŞREF SAAT…
Sultan II. Mahmut, batıl itikatlarla ilgili olmayan padişahtı. Bir gün tersanede bir gemi denize indirilecekti. Padişah “eşref saat” yani uğurlu zaman gibi şeylere inanmazdı ama herhalde halkın düşünüşüne hürmet için olacak, müneccimbaşıya:
— Münasip bir zaman tayin etsin!
Diye haber yolladı. Zira böyle yapmasa ve gemi de bir kazaya uğrasa halk bahane sayabilirdi.
Müneccimbaşı “eşref saat”i tayin etti; lakin padişahın yemek zamanına rastladı. Padişah onu çağırdı ve azarladı:
—- Benim yemek yiyeceğim zamandan başka “eşref saat” yok mudur?
Müneccimbaşı affını diledi; hem yıldızların vaziyetine, hem de padişahın arzusuna uygun başka bir saat tayin etti.
*
DİPNOTLAR
[1] 5 Eylûl 1812’de Ahmed Paşa, 1 yıl, 4 ay, 25 gün süren bir sadâretten sonra azledildi. Sofya seraskeri Ahmed Hurşid Paşa, sadrâzam oldu. 1 Nisan 1815’e kadar 2 yıl, 6 ay, 27 gün sadârette kaldı. Mehmed Emin Rauf Paşa, sadârete getirildi. Başdefterdârlıktan (maliye bakanlığı) sadrâzam olan bu zat, Çavuşbaşı Said Mehmed Efendi’nin oğludur. İlk sadâretinde 2 yıl, 9 ay, 4 gün kaldı. 5 Ocak 1818’de Hudâvendigâr (Bursa) valisi Derviş Mehmed Paşa, sadrâzam oldu. Bu zat, 2 yıl ve 1 gün sadârette kaldı. 5 Ocak 1820’de Ispartalı Ali Paşa, Hudâvendigâr valiliğinden sadrâzamlığa çağırıldı. Ali Paşa, Koca Mustafa Reşid Paşa’nın eniştesi (ablasının zevci) olup, bu sırada 20 yaşında bulunan Mustafa Reşid Bey, onun yanında ilk devlet adamlığı tecrübelerini edinmiştir. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 47]
[2] Sultan Mahmud’un danışmanı Hâlet Efendi, 13 yıl kadar “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk danışmanı” unvânı ile anıldı. Sultan Mahmud bu adamı Yeniçeri ocağını ve muhafazakârları yanında tutmak, her türlü fitneden haber almak için kullanırdı. Sultan Mahmud bu zümrelere karşı idi, fakat 1826’ya kadar açıkça cephe alamadı, 1826’da ise darbesini amansız biçimde vurdu. Sonunda Mehmed Saîd Hâlet Efendi diktatör tavırları almaya başladı ve 1822 Aralığında Konya’da kellesi kesildi. Üçüncü Selim zamanında Paris büyükelçisi (1802-1807), 2 defa nişancı (devlet nâzırı), vekâleten reîsülküttâb ve kethudâ (dış ve iç işleri bakanı), bir ara musâhib-i şehryârî (padişah nedîmi) olmuştu. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 16]
ESKİ KAFA YENİ KAFA…
1799-1857 seneleri arasında yaşayan Mustafa Reşit Paşa Sultan Abdülmecit tahta çıktığı sırada Hariciye Nazırı olmakla beraber Londra’da elçi bulunuyordu.
Sadrazam Hüsrev Paşa eski kafalı bir adamdı; henüz on sekiz yaşındaki yeni padişahı aldatarak yeni kafalı bir adam olan Reşit Paşayı idama karar verdi. Onu güler yüzle karşıladı. Sonra padişaha tezkere yazarak kapattı ve ona verdi:
— İstanbul’a geldiğinizi ve hariciye nazırlığını eskisi gibi idareye başlayacağınızı bildiriyorum. Kendiniz saraya götürürsünüz ve hem de padişahımıza kulluğunuzu arz edersiniz!..
Hâlbuki tezkerede, memleketin adetlerini bozduğu ve her hususta saygısızlığa cesaret ettiği için Reşit Paşanın idamına izin istiyordu.
Reşit Paşa, Beşiktaş sarayına gitti; tezkereyi mabeyinci vasıtasıyla padişaha gönderdi. Sultan Abdülmecit onu okur okumaz hiddetinden yere attı ve Reşit Paşayı çağırdı. Avrupa’nın vaziyetini sordu; memleketin selameti için ne yapmak lazım geldiği hakkında konuştu. Sonra sadrazamın tezkeresini gösterdi. Reşit Paşa hayretini gizleyemedi. Padişah ona:
— Tamamıyla emin ve müsterih olunuz. Sizi takdir ediyorum. İnşallah dediklerinizin hepsi yapılacaktır.
Dedi. Vazifesinde ipka edildiğini bildiren bir emirle Hüsrev Paşaya yolladı. Çok geçmeden de sadrazam yaptı.
*
HÜKÜMDARLARI SUSTURAN ADAM!..
1814-1868 senelerinde yaşayan Keçecizade Fuat Paşa Osmanlı İmparatorluğunu batmaktan kurtarmanın tek çaresinin Avrupalılaşmak olduğunu Sultan Abdülaziz’e açıkça anlatan vasiyetnamesiyle meşhurdur. Softalar ve geri kafalılar onun hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sadrazam bulunduğu sırada İstanbul’da yaptırdığı kaldırımları metheden birine:
— O kaldırımlar bize atılan taşlardan yapılıyor!
Demişti.
Bir aralık para sıkıntısı vardı; saraydaki altın eşyanın eritilmesi ve paraya çevrilmesi düşünüldü. Bunu padişaha söylemek cesaretini yalnız o gösterdi.
Sultan Abdülaziz kızdı:
— Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları çok görüyorsunuz!
— Padişahım, yarın, Allah esirgesin, buraya düşman girince bizler efendimizin üzengisine sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar da o altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?
Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Paris’te III. Napolyon’un sofrasında bulunuyordu. Girit isyanlarından bahsedilirken Napolyon bir aralık Fuat Paşaya takıldı:
— Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanız!
— Güzel bir fikir!..
— Kaça satarsınız?
— Aldığımız fiyata!..
Girit’i almayı tasarlayan mağrur Napolyon Türklerin orayı yirmi beş sene dövüşerek aldıklarını biliyordu. Kızardı ve artık bir daha bu bahse yanaşmadı.
Fuat Paşa Petersburg’da elçi iken Osmanlı İmparatorluğuna “hasta adam” diyen ve İslam düşmanı olan car I. Nikola güya alay etmek istedi; peygamberin miracından bahis olunurken sordu:
— Acaba gökyüzüne hangi merdivenden çıktı?
Hâlbuki gerek Müslümanlar ve gerek Hristiyanlar, ölmeden evvel veya sonra İsa’nın da göğe çıktığına inanırlar. Fuat Paşa cevap verdi:
— İsa’nın çıktığı merdivenden…
*
MISIR KOÇANI VE MEZAR TAŞI…
1843-1911 senelerinde yaşayan şair Eşref, Türk edebiyatında hicivle meşhur olanların ön safında gelir. Bu yüzden hapiste yattı, sürüldü; gurbete çıktı; sefalet çekti.
II. Abdülhamit zamanında “Mısır”ın büsbütün elden gitmesi üzerine söylediği kıt’a meşhurdur:
Vakti fırsat gözetir şahı cihan,
Tutar elbette elinden kaçanı…
Gene sahip olur inşallah,
Mısır’ın kaldı elinde koçanı…
Mezar taşına yazılmak üzere söylediği kıt’a, onun hayatta iken insanlardan çektiklerini anlatmak itibariyle değerlidir:
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı.
Gözlerim ebnayi âdemden o rütbe yıldı ki,
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı…
Bir rivayete gore Kırkağaç’ta bulunan mezarının taşı gerçekten çalınmıştır. Yoksa bunu Eşref’e hayran olanlardan biri, onun tahmin ve korkusunu haklı göstermek için, mahsus mu yaptı?
***
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)