Maarifimizde İstikamet
MAARİFE DAİR: 5
Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocakON DÖRT SUALİMİZE CEVAPLAR
Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)
“Bence kadın ve erkek tahsili aynı esasa tabi olmalıdır. İlk tedrisin mutlaka muhtelit olmasına taraftarım. Orta tedrisat mekteplerinde de muhtelit sistemin beraber ve tedricen tatbiki çok faydalı olacaktır. Leyli orta mekteplerin bile, bittabi yatakhaneleri ayrı olmak üzere muhtelit yapılması da rahti [cinsi] (Sexuel) ahlak için çok faydalı olacağına kaniim. Hassaten bizim gibi kadınları cemiyet hayatına yeni girmeye başlayan bu tarz adeta zaruridir. Garp maişet tarzının gittikçe artan teması neticesinde bizde tevlit ettiği buhranlara salim bir istikamet vermek istersek genç kızlarımızı ve erkeklerimizi bu hayata daha mektepte “inisiye” etmeliyiz. Bugün İstanbul’un bazı semtlerinde alabildiğine giden inzibatsız bir garplılaşmak cereyanı var. Bizim şimdiki ayrı kız mekteplerimizde verdiğimiz terbiye bu cereyanı durduramaz; hâlbuki bugünkü gidişin atide iyi neticeler vereceğini ümit için elimizde kuvvetli emareler de yok. Binaenaleyh bu buhrana salim bir rekuvvet (?) vermek için hayatta istediğimiz kadın ve erkeğin iştirak-i mesaisini mekteplerde “disipline” etmeliyiz. Muhtelit olmayan kız mekteplerinde ahlâki inzibat meselesi daima mühmel [ihmal edilmiş] kalıyor ve gayri tabii, yek rahti [unisexuel] münasebetler çokça işitiliyor. Orta tedrisatta muhtelit usul Amerika’da yüzde altmış nispetinde tatbik ediliyor. İngiltere’nin bazı yerlerinde, Almanya’nın Protestan kesimlerinde, İskandinav memleketlerinde ve Hollanda’da bu şekil çok müfit neticeler veriyor. Yalnız Katolik milletler bunu hoş görmüyorlar. Kadın ve erkek terbiyesinde vahdet esası kabul edilince yalnız programlarda kadın ve erkek için bazı tadilat yapılır ve darülfünuna gitmeyecek, ev kadını kalacak olanlar için orta mekteplerden muhtelif tali şubelere geçmek imkânı bırakılırsa çok ameli hareket edilmiş olur.”
GİRİŞ
Birinci Heyet-i İlmiye, 15 Temmuz-1 Ağustos 1923 tarihleri arasında Ankara’da dönemin Maarif Vekili İsmail Safa (ÖZLER)’nın yönetiminde, vekâlet müsteşarı, genel müdürleri, ilgili vekâletlerin temsilcileri, çeşitli tür ve kademedeki eğitim kurumlarının yönetici ve öğretmenlerinin katılımıyla toplanmıştır. Heyet-i İlmiye toplantıları Cumhuriyet eğitiminin temellerinin atılmasında önemli bir yere sahiptir.
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, Birinci Heyet-i İlmiye toplantıları sırasında heyet üyelerine “maarif meselelerine dair” 14 soru içeren anket yöneltmiş ve cevaplandırmalarını istemiştir. Anket, dönemin karar vericilerinin eğitim hakkındaki görüşlerini yansıtması, Türk eğitim sisteminde geçmişten günümüze eğitim meseleleri ve çözüm tekliflerine ait düşünce ve görüşlerin bugüne yansımalarının ortaya konulması bakımından önem taşımaktadır.
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinin 2 Ağustos-9Ağustos 1923 tarihlerindeki sayılarında yayımlanan anketi, dönemin eğitiminde mevcut eksikliklerin neler olduğu, eğitimin ilerleyip ilerlemediği, eğitimde reformalara hangi kademe ve türden başlanması gerektiği, eğitim meselelerinin çözülmesi için ne kadar bütçeye ihtiyaç duyulduğu, öğretenler, öğrenciler ve ders araç gereçlerinin durumu, yükseköğretimden sonraki öğretim hayatı, kadınların eğitimi, yabancı dil öğretimi, ilköğretimin yaygınlaştırılması, bilim ve kültürün herkese ulaşması için neler yapılması gerektiği ve nasıl bir reform hareketine ihtiyaç duyulduğuna ilişkin soru ve cevapları içermektedir.
Tablo 1: Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinin Maarif Hakkındaki Anketi
Anket Soruları | Yayımlandığı Tarih |
Maarifimizde en büyük noksan nedir? | 2 Ağustos 1923 |
Maarifimiz terakkide (ilerleme) midir? Tedennide (gerileme) midir? Ve bu vaziyet ne zamandan beri devam ediyor, sebepleri nedir, izale (giderilmesi) için en müeesir çare olarak ne tavsiye edersiniz? | |
En ziyade muhtaç-ı ıslah hangi derece mekteplerimizdir? | 3 Ağustos 1923 |
Dar veya geniş bir bütçeye göre ıslahatın sıra ve tertibi ne olmalıdır? | |
Esaslı bir maarif bütçesi için senevi ne kadar paraya ihtiyaç vardır? | 5 Ağustos 1923 |
Muallimler, talebe, kitaplar hakkındaki fikriniz nedir? | |
Müderris ve muallimlerin terfihi için ne düşünürsünüz? | 6 Ağustos 1923 |
Tahsil-i Alinin ikmalinden sonra tetebbua atılacaklara ne gibi vesait ve teşkilat hazırlanması lüzumuna kailsiniz? | |
Kadın ve erkek tahsilinin aynı esas dâhilinde mi icrasına taraftarsınız? | 7 Ağustos 1923 |
Kadınların ilim ve irfandaki mevki ve istikbalini nasıl görüyorsunuz? | |
İlim ve irfanın memleketin her tarafında aynı tarz ve kuvvette intişarı (yayılması) için ne lazım? | 8 Ağustos 1923 |
Ecnebi lisanı ve tamimi için ne gibi usuller düşünüyorsunuz? Darülfünunun ıslahı neye mütevakkıftır (bağlıdır). Muhtelif fakültelerin ihtiyaçları nedir? | |
Halkı iptidai tahsile (ilköğretime) ısındırmak, müstefit etmek (faydalandırmak) için ne düşünürsünüz? | 9 Ağustos 1923 |
Maarif Vekaletini’nin vazifesini bi-hakkın ifa etmesi için ne gibi ıslahat ve anasıra ihtiyacı vardır? |
Tablo 2: Ankete Cevap Veren Heyet-i İlmiye Üyeleri [1, 2]
Adı | Kurumu | Görevi | Çalıştığı Komisyon |
Mustafa Rahmi [BALABAN] | Telif ve Tercüme Heyeti | Telif ve Tercüme Heyeti Azası | Milli ve İlmi Teşkilat, İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat |
Nafi Atuf [KANSU] | Orta Tedrisat | Orta Tedrisat Müdürü | Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Orta Tedrisat, Maarif İcraat |
Abdülfeyyaz Tevfik [YERGÖK] | Teftiş Heyeti | Heyet-i Teftişiye Müdürü | İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Orta Tedrisat |
Ahmet Hilmi [YOLAÇ] | Müfettiş | İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat | |
Avni [BAŞMAN] | İhsaiyat | Milli ve İlmi Teşkilat, Darülmuallimin ve Darülmuallimat | |
İbrahim Alaeddin [GÖVSA] | Darülmuallimin ve Darülmuallimat-ı Aliye | Darülmuallimin- Aliye Terbiye Muallimi | Milli ve İlmi Teşkilat, İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Maarif İcraat |
Ali Haydar [TANER] | Darülmuallimat-ı Aliye Terbiye Muallimi | Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Orta Tedrisat, Maarif İcraat | |
Faik | Galatasaray Mektebi | Galatasaray Mektebi Müdürü | İlk Tahsil, Orta Tedrisat |
Hasan Fehmi [ÇAYKÖY] | Orta Tedrisat | Orta Tedrisat, Müfettiş | İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Orta Tedrisat, Maarif İcraat |
Ali Rıza [ÖZKUT] | Orta Tedrisat Müntesiplerinden Kastamonu Sultanisi Edebiyat Muallimi | Orta Tedrisat | |
İhsan [SUNGU] | Maarif Vekâletince Seçilen Uzmanlar | Darülmuallimin-i Aliye Müdürü | İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Maarif İcraat |
Selim Sırrı [TARCAN] | Darülmuallimin-i Aliye Beden Terbiyesi Muallimi | İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat | |
Ali Sami [YEN] | Türkiye İdman Cemiyetleri İttifakı Reisi | İlk Tahsil, Darülmuallimin ve Darülmuallimat, Orta Tedrisat |
—***—
Heyet-i İlmiye azasından on bir zat, anketimize pek şayan-ı dikkat mütalaat ile iştirak etmişlerdir.
—***—
“Hâkimiyet-i Milliye”, Heyet-i İlmiye azasından, muhtelif maarif meselelerine dair tertip eylediği on dört suale cevap verilmesini rica eylemişti. Bu anketimize kırk kişiden mürekkep olan Heyet-i İlmiye azasından yalnız on bir zat iştirak eylemiştir. Bazı zevat bir iki gün zarfında cevaplarını vereceklerdir. Bazıları ise pek ziyade meşguliyetlerini ileri sürerek cevaptan imtina eylemişlerdir. Bu on bir cevap içinde pek şayan-ı dikkat mütalaat görülecektir.
Anketimizi şu suretle neşrediyoruz. Her sualimiz karşısında, muhtelif zevat tarafından verilen cevaplar bulunacaktır ve bu cevaplar idarehanemize tevzi sırasıyla yazılmaktadır.
—***—
Dokuzuncu sualimiz: Kadın ve erkek tahsilinin aynı esas dâhilinde mi icrasına taraftarsınız?
Onuncu sualimiz: Kadınların ilim ve irfandaki mevki ve istikbalini nasıl görüyorsunuz?
—***—
9- Evet, fakat tahsil-i ali sahasında kadınların doktor, mühendis, avukat olmaya heves etmelerini arzu etmem, onları muallime, eczacı, ressam, musikişinas ve ana görmek isterim.
10- Bir (tranzisyon) devrindeyiz doğru bir hüküm veremem. Mükemmel bir teşkilat yapılırsa alâ, yoksa bu gidiş pek tehlikelidir.
Selim Sırrı
—***—
9- Malumat-ı umumiye veren iptidai, idadi ve sultanilerde aynı esaslar muhafaza edilmeli. Bu mekteplere kadınlığa mahsus dikiş ve nakış gibi dersler de ilâve etmelidir. Suret-i mahsusada kızlara mahsus meslek mektepleri açılmalı: (kız sanayi) (idare-i beytiye) (tabâhat) [aşçılık, yemek pişirme sanatı] mektepleri gibi. Darülmuallimatlara çok kıymet verilmelidir.
10- Kadınlar orta ve yüksek tahsile on seneden beri başladılar. Bu müddet zarfında büyük bir kudret ve istidat gösterdiler. İrfan sahasında kendilerine parlak bir istikbal mevuttur [vaat olunmuştur, söz verilmiştir].
Darülfünun ve Darülmuallimat Muallimlerinden
Ali Haydar
—***—
9- Ben (11) senelik programı ihzar ettiğim zaman bu husustaki kanaatimi fiilen gösterdim. Yani Darülfünun şuabatına girecek, mali ve dimağı kudretleri müsait hanımların tahsilini zükurdan ayırmadım. Fakat bu yüksek gayeyi göze aldırmayıp tahsili ancak hayat ve maişet için kabul eden hanımlara gelince, iş değişiyor. Bu seviyedeki mektepler ayrılmaya, programları da (tabiat kanunlarını) takip etmeye mecburdur. Çünkü her cins kendi teşkilâtına göre az emek ve zahmet sarfıyla çok fayda istihsal edebilecek, meslekleri takip edecektir. Vaktiyle (Servet-i Fünun)da neşrolunan (Kadınlık) silsile-i makalatımda izah ettiğim veçhile, tabiat her iki cinsin teşkilatı üzerinde taksim-i imal ve mesai damgasını [v]urmuştur. Kadından (hamal), erkekten de (dadı) yetiştirmemelidir. Şayet böyle bir yanlışlık yapılmış ise tebdil-i merzi [rıza ile değişiklik] etmedikçe karınlarını doyuramazlar.
10- Kadınlarımızın zekâ itibariyle güzideleri ilmin ve nefis-i sanayin yüksek dallarına ve tababatın da her nevi şuabatına intisap ederlerse pek isabet olur. Hele memleketimizde (Tıbbiye)lere çok ihtiyaç vardır. Aramızdan daha pek kolay atamayacağımız (taassup) onları dört gözle bekliyor. Fakat iki zümre de aile teşkilini, memleketin herkesten istediği nüfus borcunun kudsiyetini unutmamalıdır!
Heyet-i Teftişiye Müdürü
Abdülfeyyaz Tevfik
—***—
9- Kadın ve erkekten birinin istidat-ı ruhiyesi nazar-ı dikkate alınarak kendilerine mahsus programlar ile inkişaf ettirilmelerine taraftarım.
10- Benim fikrimce kızlarımız, oğullarımızdan tahsil hususunda ileridedir. Bir kız sultanimiz ile bir erkek sultanimizde aynı zamanda hocalık yaptım. Kızlarımızın daha çalışkan, daha devamlı olduğunu gördüm. Birçok meslektaşım da bunu teyit etmiştir.
Hal böyle. İstikbal hakkında, hale bakarak hüküm verecek olursak ilim ve fen tahsilinde, bilhassa kendi istidat-ı mahsusları olan ilimlerde, bidayette kızlarımızın oğullarımızı geçeceği anlaşılmaktadır.
Telif ve Tercüme Encümeni Azasından
Mustafa Rahmi
—***—
9- Kadın ve erkek tahsilinin aynı esas dâhilinde icrasına asla taraftar değilim.
10- Kadınların ilim ve irfanındaki mevki ve istikbalini müşevveş [karışık, karmakarışık] görüyorum.
Galata Mekteb-i Sultanisi Müdürü
Faik
—***—
9- Kadınlarımızın ilim ve irfan hususunda istikballeri emin ve bugünkü mesaileri de şayan-ı itimattır. Kız mekteplerimiz iyi çalışıyorlar ve muvaffak oluyorlar. Türk kadınları bazı Avrupalı kadınların ifrat ve tefrit hareketlerinden içtinap ederek münevver bir Türk annesi olmak, şen ve mesut bir yuvanın hâkimi bulunmak ve yarının münevver Türk neslini ihzar etmek. Bu düşünce ile hareket eden hanımlarımızın takip ettikleri hayat yollarını pek salim görüyorum.
10- İlim ve irfanın memleketin her tarafında aynı tarz ve kuvvette intişar edebileceğini zannetmiyorum. Çünkü memleketin her tarafında içtimai hayat ve ihtiyaç yekdiğerinin aynı değildir.
Bilfarz İzmir vilayetiyle Van vilayetinin başka başka ihtiyaçları vardır. Her ikisinin bünye-i içtimaisine zerk edeceğimiz iksir bazen birinde müspet, diğerinde menfi netice verebilir.
Maarif Müfettişlerinden
Ahmet Hilmi
—***—
9- Kadın ve erkeklerin tabi olacakları terbiye ve tahsil esaslarının müşterekleri de var, ayrıları da. Darülfünuna gidecek olan kızlarımızın erkeklere orta tahsilin temin ettiği nisab-ı malumat derecesine bir hamule-i irfan edinmeleri lazımdır. Fakat iptidai veya tali bir tahsil ile iktifa edecek olan hanımlara verilecek tahsil ve terbiyenin, her noktada, erkeklere verilen nev’i ve miktar-ı irfana mutabık düşmesi ne mümkündür, ne de lazım. Her cinse verilecek tahsil meselesinde, kadının daha çok sükûn ve mesalemet [barış] içinde geçecek bir ev hayatına, erkeklerin de daha çok mücadele içinde geçecek bir belde hayatına atılacakları, kadının en çok hissi ve hadesi umurda, erkeğin de en çok zihni ve akli hususlarda daha müstait [kabiliyetli] ve daha mücehhez bulundukları, nihayet çocuğu yetiştirmek için nefsini … eden kadınla ailesi için lazım olan şeyleri tabiatın … sinesinden ve insanların kıskaçlarından çekip koparmakla uğraşan erkeğin ahlaki mebdelerde de az çok ayrı istikametler tuttukları göz önünde bulundurulmalıdır.
10- Kadınların istikbali şüphesiz bugünkü suni ce cebri çerçevelerin tahdit ettiği bugünkü merzi vaziyetin ötesindedir. Kadınlığın kanatlarına bağlanıp da onlara göklerin yolunu kapayan kurşunların sökülüp atılması mukadderdir. Fakat ne derseniz deyiniz ben kadın dedikleri tair-i kudsi [kutsal uçucu kuş] için evinin mütemadi saadetinden daha güneşli bir gök tasavvur edemiyorum. Kadın diyorum, hapsedilmeden onda kalmalıdır.
Hele kadının annelik ve zevcelik vazifesini ihlal edecek işlere atılmasına hiç razı değilim.
Kastamonu Sultanisi Edebiyat Muallimi
Ali Rıza
—***—
3- Kadınlar için iptidaiden aliye kadar tahsil mertebelerinin hepsinin açık bulundurulmasına, yalnız programlarda kadınların hususiyetinin nazar-ı dikkate alınmasına taraftarım.
4- Türk kadınını irfan sahasında pek yüksek bir istikbale namzet görüyorum. Bilhassa çocuk terbiyesi sahasında Türk kadınına namütenahi vazifeler teveccüh ediyor.
Darülmuallimini Aliye Müdürü
İhsan
—***—
9- Kadın ve erkek tahsilinin aynı esas dâhilinde icrasına tamamen taraftar değilim. Kadının terbiye ve tahsili; tabii vazifelerine göre tayin edilmeli, ancak aralarında erkekleşmek isteyen ve buna mecbur olanlar bulunduğu zaman mani olmamalıdır.
10- Kız mektepleri gayret ve muvaffakiyet [1] gösteriyor. Kadınlık terakki etmektedir. Ancak tabii mecradan inhiraf [dönme, sapma] edilmemesi ehemmiyetle temenniye şayandır.
Darülmuallimini Aliye Muallimlerinden
İbrahim Alâeddin
—***—
9- Darülfünuna müteveccih olan tahsilin mutlaka zükurun aynı olması lazımdır. Bundan başka sahalarda bittabi her iki zümrenin hususiyetine göre teşkilata, tedrisata ihtiyaç derkârdır [açıktır, bilinmektedir].
10- 9 sene hususi bir Darülmualimatta geçen tedris hayatımın tecrübelerinden anladığıma göre kadınlarımızdaki say [mesai], erkeklere gıpta bahş olacak bir derece-i mühimmededir. Muntazam bir sevk ve irşat ile bu muazzam saydan kadınlığımızın ilmen çok itilâ [yükselme] edeceğine kaniim.
Maarif Müfettişlerinden
Hasan Fehmi
—***—
9- Evet, aynı esasat dairesinde fakat kadınların siyasetle alakadar olmayıp evleri ve çocuklarıyla meşgul olmaları esbabının temini şartıyla.
10- Kadınları erkeklerimizden daha müstait [kabiliyetli], daha açık fikirli görüyorum. Bence bu farkı şimdiye kadar yakalarını hükumet makinesine kaptırmamış olmalarına, erkeklerimiz gibi bıkmış yorulmuş olmamalarına medyundurlar. İnkılab-ı içtimaiyemizde mühim mevki işgal edeceklerini tahmin ediyorum.
Şemsettin Sami Beyzade
Ali Sami
—***—
9- Bence kadın ve erkek tahsili aynı esasa tabi olmalıdır. İlk tedrisin mutlaka muhtelit olmasına taraftarım. Orta tedrisat mekteplerinde de muhtelit sistemin beraber ve tedricen tatbiki çok faydalı olacaktır. Leyli orta mekteplerin bile, bittabi yatakhaneleri ayrı olmak üzere muhtelit yapılması da rahti [cinsi] (Sexuel) ahlak için çok faydalı olacağına kaniim. Hassaten bizim gibi kadınları cemiyet hayatına yeni girmeye başlayan bu tarz adeta zaruridir. Garp maişet tarzının gittikçe artan teması neticesinde bizde tevlit ettiği buhranlara salim bir istikamet vermek istersek genç kızlarımızı ve erkeklerimizi bu hayata daha mektepte “inisiye” etmeliyiz. Bugün İstanbul’un bazı semtlerinde alabildiğine giden inzibatsız bir garplılaşmak cereyanı var. Bizim şimdiki ayrı kız mekteplerimizde verdiğimiz terbiye bu cereyanı durduramaz; hâlbuki bugünkü gidişin atide iyi neticeler vereceğini ümit için elimizde kuvvetli emareler de yok. Binaenaleyh bu buhrana salim bir rekuvvet (?) vermek için hayatta istediğimiz kadın ve erkeğin iştirak-i mesaisini mekteplerde “disipline” etmeliyiz. Muhtelit olmayan kız mekteplerinde ahlâki inzibat meselesi daima mühmel [ihmal edilmiş] kalıyor ve gayri tabii, yek rahti [unisexuel] münasebetler çokça işitiliyor. Orta tedrisatta muhtelit usul Amerika’da yüzde altmış nispetinde tatbik ediliyor. İngiltere’nin bazı yerlerinde, Almanya’nın Protestan kesimlerinde, İskandinav memleketlerinde ve Hollanda’da bu şekil çok müfit neticeler veriyor. Yalnız Katolik milletler bunu hoş görmüyorlar. Kadın ve erkek terbiyesinde vahdet esası kabul edilince yalnız programlarda kadın ve erkek için bazı tadilat yapılır ve darülfünuna gitmeyecek, ev kadını kalacak olanlar için orta mekteplerden muhtelif tali şubelere geçmek imkânı bırakılırsa çok ameli hareket edilmiş olur.
10- Kadınların ilim ve irfanındaki mevki ve istikbali hakkında suret-i mahsusada ne söylenebileceğini bulamadım. Kadınları insanlıktan hariç mahlûklar görmediğim, onlarda erkeklere karşı bir mümtaziyet [imtiyazlılık] de tahmil [yükleme] etmediğim için ilim ve irfan hususunda bir mevki mahsusları olacağını zannetmiyorum. Kadın terbiyesinde umumi bir planla hareket cereyanı Garp‘ta da yenidir. En çok elli altmış senelik bir şeydir. Kadınların Darülfünuna kabulü ise nihayet yirmi senelik bir meseledir. Böyle olmakla beraber alınan neticeler hiç de ehemmiyetsiz görülemez.
Fizikçi Madam Kuri, riyaziyeci Kuvaleveska, terbiyeci Eleni Kemi, Monte Söri, Gebt Vikinkins, terbiye ıslahatçısı Keri Tomas, kör, sağır-dilsiz doğduğu halde Darülfünun tahsili yapabilen Elen Keller yüz senelik bir kıdeme malik olmayan umumi kadın maarifi siyasetinin iftiharla gösterebileceği misallerdir. Edip, şair, ressam ve musikişinas yani sanata mensup kadınlardan misaller zikretmeye lüzum görmedim.
İhsaiyat Müdürü
Avni
—***—
9- Kadın ve erkek arasında tarihin yaptığı uçurumu tedricen kapayacak bir tarzda erkek ve kadın tahsilinin birbirine yaklaştırılması lazımdır.
10- Kadınlar, erkekler kadar beşeriyetin her saha-i faaliyetinde kudret ve muvaffakiyetlerini gösteriyorlar. Binaenaleyh kadınların da, erkeklerin namzet oldukları istikbale ermelerine hiçbir mani yoktur.
Orta Tedrisat Müdürü
Nafi Atuf [2]
DİPNOTLAR
(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.com, drkkocak@gmail.com
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 07.08.1923, No: 882, s. 1, sütun: 5-6
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 07.08.1923, No: 882, s. 2, sütun: 5-6
You may like
Maarifimizde İstikamet
Kılıç Ali’nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı
Published
7 ay agoon
Haziran 26, 2024By
drkemalkocakGiriş
Ayşe Afet İnan’[1]ın “1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı:
“Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir ant meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı” dedi. Kâğıtta şöyle yazıyordu:
Türküm, doğruyum, çalışkanım. Yasam: Küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak; yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun.
Bu sözler, Türk çocukları tarafından o yıldan beri tekrarlanmaktadır. Vatanperver Dr. Reşit Galip, evvela bir baba olarak bu hisleri duymuş, sonra da Milli Eğitim Bakanı olarak okul çocuklarına bu andı içirmişti.
O, 6 Mart 1934 gününde, daha bu ülkeye çok yararlı olabilecek bir çağda vefat etti. Ulus, bu gibi feragatli değerlere her zaman muhtaçtır. Dr. Reşit Galip’in kişiliğinde Türk Tarih Kurumu, kurucu bir üyesini, vatan, idealist bir evladını kaybetmiştir.” [2] ifadeleriyle tanımladığı Dr. Reşit Galip [3], Mustafa Kemal’in isteği üzerine 19 Eylül 1932-13 Ağustos 1933 tarihleri arasında Maarif Vekilliği yapmıştır.
Mustafa Kemal’in 17-19 Mart 1923 tarihlerinde yaptığı Mersin gezisinde, Millet Bahçesi’nde Türk Ocağı’nın düzenlediği açık hava toplantısında Dr. Reşit Galip, Mersin Türk Ocağı Başkanı ve Hükumet Tabibi olarak konuşma yapmıştır. Dr. Reşit Galip’in konuşmasını dinleyen Mustafa Kemal, konuşmayı cevaplandırmak üzere kürsüye çıkmış ve aşağıdaki konuşmayı yapmıştır [4]:
Mersin’de Halka Nutuk
(17 Mart 1923)
Mersin, 17 [Mart 1923] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretleri Mersin Millet Bahçesi’nde Mersinliler namına Doktor Reşid Bey’in nutkundan pek mütehassis olmuşlar ve halka hitaben bir çeyrek saat irad-i nutuk [nutuk irat] buyurmuşlardır. Paşa Hazretleri’nin bu nutuklarından zapt edilebilen aksamı [kısımları] ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
“Aziz kardeşler,
Genç ve çok kıymetli doktorumuz Reşit Bey’in sözleri bence iki nokta-i nazardan [bakımdan] kabil-i taksimdir [taksim edilebilir].
Birincisi doğrudan doğruya kalbinin, vicdanının ve muhterem Mersin halkının vicdanının, benim kalbimdeki hissiyata tercüman olan hissiyatıdır. Buna teşekkür ile iktifa edeceğim [yetineceğim]. Hakikaten muhterem Doktor’un dediği gibi, benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenabı Hak beni bunda muvaffak etmiş ise, şükür ve hamtlar ederim. Bugün olduğu gibi ömrümün nihayetine kadar milletin hadimi [hizmetçisi] olmakla iftihar edeceğim.
Muhterem Mersin halkı, bugün hakkımda gösterdiğiniz samimi ve heyecanlı tezahürattan size ayrıca teşekkür ederim. Ayrıca itiraf etmek mecburiyetindeyim ki, geldiğim günden bu ana kadar hissiyatımın, memnuniyetimin derecesini biliyorum, müsterih ve emin bulunuyorum ki, her taraftaki kardeşlerimiz gibi burada da bana muhabbet ve itimat eden kardeşler var. Mersinliler, memleketiniz Türkiya’nın çok mühim bir noktası bulunuyor, çok mühim bir ticaret noktasıdır. Memleketiniz bütün dünya ile Türkiya’nın en mühim bir irtibat noktasıdır. Bunu sizler benden iyi biliyorsunuz. Memleketinize sahip olabilmek için çektiğiniz elemler, azaplar, mahrumiyetler büyük olmuştur. Bunu sizler takdir edersiniz. Hepimiz arzu edelim ki, acı günler tekerrür etmesin. Buna hakikaten layık olmak lazımdır. Muharebe meydanlarında kıymetli evlatlarımızın süngü ve silahlarının muzafferiyeti kâfi değildir. Bu muzafferiyet ve muvaffakiyet çok büyüktür. Ancak hakiki refah ve saadete sahip olabilmek için, asıl bundan sonra çalışmak lazımdır. Sizin için zafer ve terakki [ilerleme] sahası iktisadiyatta, ticarettedir. Bunu takdir ediyorsanız, çok çalışmaya mecbursunuz. Aksi takdirde memleketin sahib-i hakikisi [hakiki sahibi] olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız. Bu hakikatle dolu sözlerim, fakat bu hakikati ifade ediyorum. Gönül arzu eder ki, burada bir saat, bir gün değil, uzun müddet kalayım, daha hususi hasbıhaller yapalım [özel görüşüp dertleşelim]. Fakat şimdilik buna imkân yoktur. Sözümü kesmek mecburiyetindeyim. Son söz olmak üzere bu memleketin hakiki sahibi olunuz, diyeceğim. Burada geçirdiğim saatler benim için pek kıymetli olmuştur. Derin muhabbetlerle hepinize veda ediyorum; Allah’a ısmarladık arkadaşlar.”
Paşa Hazretleri ve maiyeti erkânı saat üçü on beş geçe bahçeden istasyona ve üç buçukta hususi trenle Tarsus’a hareket buyurdular.
***
Kılıç Ali’[5]nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı
Bu [17-19 Mart 1923 tarihlerinde yapılan] Mersin gezisinden bir hayli sonra, Hamidiye kruvazörü ile Mudanya’dan Trabzon’a gidiyorduk. Hamdullah Suphi Bey de (Tanrıöver) bizimle birlikteydi. Tam Sinop limanına gireceğimiz sırada, boş bulunan birkaç milletvekilliği için adayların durumu konuşuluyordu. Gazi, hemen Reşit Galip’i hatırladı:
“Mersin’de bir doktor görmüştük. Adı Ragıp mıydı neydi?“
Hamdullah Suphi Bey, Reşit Galip’le ilgili kanaatlerini, onun yurtseverliğini kendine özgü güzel konuşma şekliyle anlattı. Reşit Galip’in adaylığı bu şekilde Hamidiye kruvazöründe kararlaştırılmış oldu. Gazi, bu geziden Ankara’ya döner dönmez Reşit Galip’in adaylığı için hemen emir verdi.
O yıllarda milletvekili adayları, Bakanlar Kurulu ve partinin genel yönetim kurulu ile grup yönetim kurulu üyelerinden oluşan Parti Divanı tarafından belirlenir ve ilan edilirdi. Ben de partinin Genel Yönetim Kurulu Üyesi olduğum için bu divana dâhildim. Başbakan Fethi Okyar’ın başkanlığında toplanan Parti Divanı’nda Dr. Reşit Galip’in adaylığı görüşüldü. Bazı itirazlar oldu. Arkadaşlar bunun Gazi tarafından istendiğinden haberdar değillerdi. Buna rağmen bütün arkadaşlar oylarını sonuçta Reşit Galip’e verdiler. Bu adaylığa sadece Sağlık Bakanı Dr. Refik Bey (Saydam) karşı çıkmıştı. Divan toplantısından sonra bir aralık Refik Bey’in koluna girdim. “Niçin muhalif kaldınız?” diye sordum. Gazi’nin arzusu olduğunu anlattım. Bana aynen şunları söyledi:
“Kılıç Ali, belki doğru yapmadım. Fakat ben gidip bizzat Gazi’ye niçin muhalif kaldığımı arz edeceğim. O zaman hiç şüphe etmem ki beni haklı bulacaklar ve mazur göreceklerdir.“
Hemen arkasından şunları ekledi:
“Bu adamı çok iyi bilirim. Şimdi bir köy doktorunu milletvekili yapıyoruz. Yarın milletvekilliği kendisine az gelecek. Bakan olmak isteyecek. Bakan olursa o da az gelecek başbakanlık isteyecek! Başbakan olursa. . . “
Kolumdan çıktı ve “Ondan sonra ne isteyeceğini artık sen anla” diyerek başını titrete titrete yürüdü, odadan çıkıp gitti.
Reşit Galip’in adaylığı ilan edildi, milletvekili seçildi. Meclis’e gelir gelmez İstiklal Mahkemesi üyesi oldu. Birlikte çalış tık. Ahlakı, yurtseverliği ve başarılı çalışmalarından dolayı kendisini saygıyla anmak görevimdir.
Reşit Galip, okumayı ve çalışmayı çok seven kültürlü bir gençti. Vaktiyle Türk Ocakları’nın yıllık kongrelerinde yaptığı gibi milletvekili olduktan sonra sık sık kürsüye çıkar, güzel konuşur, görüş ve düşüncelerini söylemekten, savunmaktan çekinmezdi. Çok olumlu görüş ve düşünceleri vardı. Cesur bir adamdı. Meclis’te tartışmalara katılmaktan zevk alırdı. Meclis’te ve parti toplantılarında yaptığı konuşmalarla giderek dikkati çekmeye başladı.
Reşit Galip’in bir parti toplantısında, doğu illerinden söz edilirken, Kürtlük konusunu gündeme getirerek, hükümetin o illerde halkı rencide ettiğini ileri sürmesi İsmet Paşa ile arasının açılmasına sebep olmuştu. Hele parti toplantısı sırasında, “İsmet Paşa bunları duymuyor. Aslında duymak gücüne sahip değildir” diye bağırmasını İsmet Paşa hiçbir zaman affetmeyecekti.
Atatürk o sıralarda Türk tarihiyle ilgileniyor, bu konuya büyük önem veriyordu. Ülkenin tanınmış tarihçilerini ve profesörlerini davet ediyor, toplantılar, görüşmeler ve araştırmalar yapıyordu. Bu arada Reşit Galip’ten de yararlanıyordu. Reşit Galip ise Atatürk’ten aldığı her görevi büyük bir özenle yerine getiriyordu. Bu nedenle de Atatürk’ün dikkatini çekmeyi başarmıştı. Gerek Meclis çalışmalarında ve devrimler konusunda, gerekse bilim alanında gösterdiği başarılarla Atatürk’ün sevgisini ve güvenini kazanmıştı. Dolayısıyla O’nun çevresine de girmiş oldu. Her akşam sofrada ve yapılan gezilerde arkadaşlar arasında bulunurdu. Fakat Atatürk’ün çevresine girip onun yakını olduktan sonra tavırları değişmeye başladı. Yavaş yavaş yakın arkadaşlarını bile beğenmez olmuştu. Sadece milletvekili olarak kalmış olmasını takdir edilememesine bağlıyordu. Dr. Refik Saydam’ı haklı çıkarır gibiydi.
Atatürk, gezilerinin birinde Reşit Galip’i de yanına alarak İstanbul’a getirmiş, kendisini Dolmabahçe Sarayı’nda konuk ediyordu. Bir gece hep birlikte Beyoğlu’ndaki Turkuvaz lokantasına gittik. Bu lokanta, Bolşevik ihtilalinden kaçıp Türkiye’ye sığınmış olan Beyaz Ruslardan bir karı-koca tarafından açılmıştı. Lokantanın bütün çalışanları da Beyaz Rus’tu. İyi Rus ailelerinden oldukları yüzlerinden anlaşılıyordu. Görüntü ve adamların tavırları Atatürk’ün pek hoşuna gitmişti. Lokantanın sahibi ile sahibesini yanına çağırdı. Böyle güzel düzenlenmiş bir lokanta açtıkları için kendilerini kutladı.
Atatürk, her vatandaşın konforlu bir evde çoluk çocuğuyla refah içinde yaşamasını, güzel lokantalarda oturup yemek yemesini, güzel bir gazinoda eğlenmesini isterdi. Bir vatandaşının, bir yakınının bir eve sahip olduğunu, hele bu evin konforunun yerinde bulunduğunu görünce çok memnun olurdu. Halkın yemek yediği, eğlendiği yerlerin de Avrupai tarzda yapılmasından, konforlu ve temiz olmasından hoşlanırdı. Ankara’da Karpiç’te, İstanbul’da Park Otel, Tokatlıyan ve Turkuvaz’da, temiz salonlarda, temiz masalarda neşe içinde yemek yiyenleri görünce çok mutlu olurdu. Bu çeşit yerlerin sayısının artmasını arzulardı. Turkuvaz sahipleri de bunu bildikleri için Atatürk’ten yardım rica ettiler. Atatürk bu ricaya şu karşılığı verdi:
“Mademki yapılacak daha başka yeniliklere maddi imkânları yoktur, o halde büyük bir şehrin ihtiyacını karşılayabilecek bu yeniliğe bankalar yardım etmelidir.”
Daha sonra, sofrada bulunan Hasan Saka’ya şu emri verdi:
“Hasan Bey! Yarın İş Bankası’yla görüşünüz. Durumu birlikte inceleyiniz. Bu müesseseye mümkün olan yardımı yapsınlar. Bu şekilde İstanbul rahat edebilecek güzel bir yer kazanmış olur.“
Hemen şunu eklemeyi de ihmal etmedi:
“Tabii bankanın yapacağı bu yardım, bankanın usul ve teamülüne uygun olsun.”
Hasan Saka Bey bu işle meşgul oldu. İş Bankası bu müesseseye yardım için çok uğraştı. Fakat müessesenin sahipleri teminat gösteremedikleri için kredi verilemedi.
Turkuvaz’da servis yapan Madam Vera, hizmeti ve güler yüzlülüğüyle Atatürk’ün çok kez iltifatına mazhar olmuştu. Bu nedenle Madam Vera adı, özellikle o gece sofrada bulunanların belleğinde kalmış olmalıdır. Bu arada Reşit Galip’in de belleğinde ve anılarında iz bıraktığını sonradan anlamıştık.
***
Reşit Galip Bey, aynı zamanda Ankara Halkevi başkanlığını da üstlenmişti ve bu görevi büyük bir hevesle yapıyordu. Özellikle tiyatro alanında bir yenilik yapmak istiyor, buna çok önem veriyordu. Hatta Atatürk’ün takdirini kazanan bir piyes seyrettirmeyi başarmıştı. Fakat o zaman Milli Eğitim bakanı olan Esat Bey, Reşit Galip’in bu alandaki yenilik teşebbüslerine daima engel oluyordu. Reşit Galip’in bakanlıktan istedikleri reddediliyordu. Reşit Galip sık sık bunları bana anlatır, Esat Bey’den acı acı şikâyet ederdi.
Milli Eğitim Bakanı Esat Bey (Sagay), piyade albaylığından emekli eski bir askerdi. Harbiye’de uzun yıllar Almanca hocalığı yapmıştı. Balkan Savaşı sırasındaki fırka kumandanlığından sonra emekliye ayrılmış, ordu donanma pazarı müdürlüğüne getirilmişti. Mütarekede İstanbul Belediye Cemiyeti’ne üye seçilmiş, sonunda ikinci devrede milletvekili seçilerek Meclis’e gelmişti. Harbiye’de Atatürk’ün de hocalığını yapmış olduğu için Atatürk ona “hocam” diye hitap ederdi.
Esat Bey olgun, tecrübeli, dürüst ve nazik bir insandı. Milli Eğitim Bakanlığı’na getirildiğinde kendisinden çok olumlu işler ve yenilikler beklenmişti. Zaman geçtikçe bunların hiçbiri olmayınca Atatürk bile hayal kırıklığına uğramıştı. Sırası geldikçe Esat Bey’i uyarıyordu. Esat Bey’in artık uzun süre bakanlıkta kalamayacağı anlaşılmıştı.
***
Turkuvaz lokantasına gittiğimiz geceden dokuz-on gün sonra Dolmabahçe Sarayı’nda akşam yemeğindeydik. Davetliler arasında Bolu Milletvekili Hasan Cemil, Reşit Galip, Cevat Abbas, diğer bazı arkadaşlar ve ben bulunuyorduk. Sofradan önce Reşit Galip odama geldi. Çok önem verdiği ve üzerinde özenle çalıştığı Akın piyesi için Milli Eğitim Bakanı’nın yine gereksiz ve anlamsız bazı zorluklar çıkardığını anlattıktan sonra, Esat Bey’i kastederek şöyle dedi:
“Bu adama karşı o kadar doluyum ki kendimi zapt edemeyeceğim. Belki bir falso yaparım. Onun için sofraya gelmek istemiyorum.”
Ben de kendisine şu cevabı verdim:
“Şayet dediğin gibi kendini tutamayacaksan gelme. Atatürk seni sorarsa idare ederim.”
Fakat Reşit Galip sonradan ne düşündüyse, geldi sofraya oturdu. Sofrada tarih konuları üzerinde sohbet ediliyordu. Atatürk özellikle Hasan Cemil Bey’in hazırladığı bazı tezler hakkında verdiği bilgiyi dikkat ve takdirle dinliyordu. Reşit Galip ise çok neşesizdi. Söylenenleri dinlemiyor, dikkatimi çekecek kadar alkol alıyordu. Sohbetin konusu bir ara halkevlerinin çalışmalarına intikal etti. Reşit Galip Bey fırsattan yararlanarak, Milli Eğitim Bakanı’nın halkevlerine çıkardığı güç lüklerden şikâyete başladı. Biraz da alkolün etkisiyle Esat Bey’i çok ağır ve acı şekilde eleştirdi.
Atatürk çok nazik bir ev sahibiydi. Sofradaki konuklarının rencide edilmesine asla izin vermezdi. Reşit Galip’in Milli Eğitim bakanına karşı dolu olmasını anlıyordu. Esat Bey’i rencide edici sözler söylememesi için konuyu değiştirmeye çalışıyordu. Reşit Galip Bey ise konuyu daha da alevlendiriyor ve giderek saldırganlaşıyordu. Bir ara Atatürk’e şöyle hitabetti:
“Atatürk! Milli Eğitimi ve gençliği bu softa zihniyetli insanlardan ancak sen kurtarabilirsin.”
Atatürk’ün artık sabrı tükenmişti. İstemeye istemeye Reşit Galip’e şunları söylemeye mecbur oldu:
“Reşit Galip! Bunlar nasıl sözlerdir? Sizi bu şekilde konuşmaktan menediyorum. Artık susunuz.”
Reşit Galip o kadar kendinden geçmiş durumdaydı ki, ne söylediğini, ne yaptığını bilmiyordu. Atatürk’ün bu uyarısına cevap verdi:
“Bu sofra millet sofrasıdır, bir yere gidemem.”
Atatürk hala nezaketini bozmuyordu:
“O halde siz kalınız. Ben gidiyorum.” diyerek ayağa kalktı. Sofradan ayrılarak salonun yanı başındaki çalışma odasına gitti.
Kötü olmuştu. Reşit Galip Bey, Esat Bey’i eleştirmeye hala devam ediyordu. Onun bu aşırı hareketlerine son vermek için Cevat Abbas’la birlikte düşündük, sofracıya derhal yemek getirmesini söyledik. Fakat kimsede yemek yiyecek hal ve iştah kalmamıştı. Yemekler çabucak yenildi. Konuklar ayrılıp gittikleri halde Reşit Galip hala inatla söylenip duruyor, masadan bir türlü kalkmıyordu. Bir ara Turkuvaz gecesi aklına gelmiş olacak ki, “Lokanta sahiplerine paralar veriliyor. Madam Veralara iltifat ediliyor. Bizim halimizi gören yok” diye saçmalamaya başladı. Dayanamadım:
“Reşit, bana bak. Şimdi hemen odana gidecek misin, yoksa biz seni gönderelim mi?“
Alkolün etkisi biraz azalmış olacak ki, uyarımı ciddiye aldı. Sofradan kalktı. Bu kez de salonun yanındaki kırmızı odaya girdi. Orada Genel Sekreter Tevfik ve Başyaver Rusuhi Beylere derdini dökmeye başladı. Sonunda sabaha doğru odasına götürüldü ve yatırıldı.
Ertesi sabah uyanır uyanmaz Reşit Galip’in durumunu öğrenmek istedim. Bana şu kartı bırakarak sabahın erken saatinde saraydan çıkıp gitmiş:
“Biliyorum, hatam büyüktür. Bunun telafisi ve tamiri çarelerine başvurmak üzere Ankara’ya gidiyorum.”
Giderken Tevfik Bey’e uğramış. Ankara’ya gitmek için yataklı trenden bilet alacağını, ancak parası olmadığını söyleyerek on beş lira borç istemiş.
Hataları affetmesini bilen Büyük Atatürk, ertesi gün bize şöyle diyordu:
“Zavallı Reşit Galip! Esat Bey’den ne kadar güçlük görmüş, ne kadar çile çekmiş ki kendini tutamayacak hale geldi. Kim bilir şimdi ne kadar sıkılıyordur. Kendisini teselli etmeli.”
Reşit Galip’in sabah erken saatlerde Ankara’ya gitmek üzere saraydan ayrıldığını ve bana bir kart bıraktığını arz ettim, kartı okudum. Parası olmadığı için Tevfik Bey’den de on beş lira ödünç aldığını duyunca Atatürk çok üzüldü:
“On beş lira mı verilir? Çok ayıp olmuş. Tevfik biraz fazlaca vermeliydi.”
Reşit Galip, hiç de elinde olmayarak ve istemeyerek yaptığı bu hareketten sonra, Keçiören’deki evinin çok sevdiği kütüphanesine kapandı. Kendini tümüyle okumaya verdi.
***
Aradan aylar geçmişti. Bir gün Çankaya’da sofrada birdenbire Atatürk’ün aklına Reşit Galip geldi. Bana sordu:
“Kılıç, Reşit Galip ne âlemde?“
“Kütüphanesine çekilmiş üzgün bir durumda emirlerinizi bekliyor” dedim.
“Acaba şimdi, şu dakikada ne durumda bulunuyor?” “Efendim şimdi anlar arz ederim.”
Sofradan kalktım. Anlıyordum ki bu gece Reşit Galip’i görmek istiyordu. Nitekim öyle de oldu.
Arkamdan bağırmaya başladı:
“Durumunu sormaya gerek yok. Hemen kalksın gelsin.”
Gece yarısı olmuştu. Reşit Galip’e bunu telefonla müjdeledim. Çok geçmeden Çankaya’ya geldi. Atatürk’ün elini, Atatürk de onun yüzünü öptü. Sofra birden şenlendi. Reşit Galip’in tekrar sofraya davet edilmesi hepimizi sevindirmişti.
Bir süre sonra Atatürk’ün maiyeti olarak İstanbul’a gitmiştik. Reşit Galip Bey de Atatürk’ün konuğu olarak yine Dolmabahçe Sarayı’ndaydı. O akşam sofra resmi salonda kurulmuş, orada toplanılmıştı. Tesadüfen Milli Eğitim Bakanı Esat Bey de davetliler arasındaydı. Atatürk bir ara kendisine dönerek şöyle dedi:
“Hocam, Maarif işleri hala düzelemedi. Aradan hayli zaman geçtiği halde, ben sizde bunu düzeltecek ve Maarif’te gerekli yenilikleri yapacak bir faaliyet göremiyorum.”
Esat Bey fena halde ürktü. “Bütçe beni çok sıkıyor, bu yüzden iş çıkarmak mümkün olamıyor efendim” deyince Atatürk büsbütün kızdı:
“Bu ne biçim cevaptır? Eski Osmanlı Devleti’nin Maarif nazırları da mektepler olmasaydı maarifi iyi idare ederdim derlermiş. Onların zihniyetiyle aranızdaki fark nedir? Bu zihniyetle benim istediğim maarif idare edilebilir mi?“
Atatürk, sözlerini şöyle sürdürdü.
“Anlıyorum ki, siz bu işi idare edemeyeceksiniz. Hemen istifa ediniz ve yerinize şimdi bana bir aday teklif ediniz!“
Esat Bey bu öneri karşısında şaşırdı ve bocaladı. Atatürk yerinden kalktı. Esat Bey’i alarak, salonun yanındaki somaki odaya çekildi. Reşit Galip sofrada tam yanımda oturuyordu. Güçlü bir önseziyle kulağına şunu söyledim:
“Reşit, Milli Eğitim bakanı oluyorsun!“
Ve ekledim:
“Şayet Milli Eğitim bakanı olursan Antep’e bir yatılı lise açmayı vaat ediyor musun?“
Reşit Galip “Söz veriyorum” dedi ve sigara paketinin arkasına şunları yazdı, altını imza etti ve bana verdi:
“Milli Eğitim bakanı olursam behemehâl Gazianteplilere bir lise açmayı Kılıç Ali’ye vaat ediyorum.”
Atatürk, Esat Bey’le birlikte sofraya döndü. Konuyu tekrar açtı ve Esat Bey’e sordu:
“Tabii şimdiye kadar aday düşündünüz. Adayınız kimdir söyleyiniz.”
Esat Bey ayağa kalkarak cevap verdi:
“Efendimiz! Adayı o kadar uzaklarda aramaya gerek yok. (Reşit Galip’i göstererek) İşte adayım huzurunuzdadır. Reşit Galip Beyefendi’dir. Bu iş için her bakımdan güveninizi kazanmış genç bir arkadaşımızdır.”
Bu senaryonun somaki odada Atatürk tarafından hazırlandığı ve Esat Bey’e dikte ettirildiği anlaşılıyordu. Atatürk gülümsedi:
“Teşekkür ederim. Çok isabetli oldu. Öteden beri benim de adayım o idi.”
Esat Bey bir odaya çekilerek istifasını yazdı, getirip Atatürk’e takdim etti. Bundan Başbakan İsmet Paşa’nın tabii haberi yoktu. Atatürk onu da telefonla haberdar etti ve Esat Bey’den boşalan Milli Eğitim Bakanlığı’na Aydın Milletvekili Reşit Galip’in getirilmesi konusundaki görüşünü sordu. Gece yarısı olmuştu. İsmet Paşa henüz olumlu veya olumsuz cevap vermemişti. Reşit Galip çok heyecanlıydı. Ben kendisini sürekli yatıştırmaya çalışıyordum. Bir taraftan da İsmet Paşa’dan cevap alınması için yaver beylere sürekli haber gönderiyordum. Sonunda İsmet Paşa’dan aşağı yukarı şu şekilde bir cevap geldi:
“Reşit Galip Bey arkadaşımız hiç şüphesiz ki Milli Eğitim Bakanlığı için yeterlidir. Ancak kendileri daha genç denebilecek bir çağda iken uykularım sırasında haberdar olmak ve duymak kabil olmayan bazı idari ve siyasi yolsuzlukların sorumluluğuna katılmak uygun mudur? Bunu düşünüyorum. Mamafih emir ve irade yine şefimindir.”
Bir Reformcunun Sonu
İsmet Paşa’dan gelen bu cevap, bir parti toplantısında Reşit Galip’in “Hükumet Başkanı uyuyor ve işitemiyor” sözüne bir karşılıktı. İsmet Paşa, o sözü unutmamış ve sırası gelince taşı gediğine koymuştu. Atatürk bunu anladı, “İsmet Paşa taşı gediğine koydu” dedi. Fakat işin peşini bırakmadı. İsmet Paşa’ya güzel bir cevap verdi. Çok geçmeden İsmet Paşa’dan Reşit Galip’e yazılı olarak şu telgraf gelecekti:
“Maarif Vekili Reşit Galip Beyefendi Hazretleri’ne,
Esat Bey’in istifası üzerine boşalan Maarif Vekilliği’ne zat-ı devletleri seçilerek keyfiyet yüksek onaya sunulmuştur. Hemen Ankara’ya teşrifleriniz rica olunur.”
Formalite bu şekilde tamamlanmış oldu ve Reşit Galip Ankara’ya giderek görevine başladı.
Reşit Galip Bey, Milli Eğitim bakanlığı görevini büyük bir şevk ve hevesle yapıyordu. Ancak gün geçtikçe şaşırmaya ve şımarmaya başladı. Bir zamanlar Refik Saydam’ın, hakkında söylediklerini adeta doğrular gibiydi. Çok geçmedi, bakanlıktan istifaya mecbur edildi.
Bu durum Reşit Galip’in çok ağırına gitmişti. Bundan sonra onu ortada görmek mümkün olmadı. Köşesine çekildi. Bütün yakın dostlarıyla ilişkisini kesti. Evinin kütüphanesine karyolasını, yatağını attı, günlerini okuyarak, inceleyerek geçirmeye başladı.
Bir gece Atatürk’le birlikte Akın piyesini seyretmeye Ankara Halkevi’ne gitmiştik. Perde arasıydı. Meğer Reşit Galip de oradaymış. Beni görünce koştu, yanıma geldi. Atatürk’ü çok özlediğini söyledi. Ben de memnun olacağını bildiğim için durumu Atatürk’ e arz ettim. Orada Reşit Galip’i kabul etti, iltifatta bulundu.
Reşit Galip. Atatürk’ün yanından çıktıktan sonra tekrar yanıma geldi. Benimle hayli dertleşti, içini döktü:
“Hastayım. Müthiş soğuk almışım. Piyesten çok, uzaktan bile olsa Atatürk’ü bir kez daha göreyim diye geldim. İzin ver de gideyim. Fazla kalıp başına bir iş çıkarmayayım.“
Öpüştük, ayrıldık. Bu genç, namuslu, vatansever ve inkılapçı insan, iki gün sonra zatürreye yakalandı. Zaten ciğerlerinden rahatsızdı. Bütün çabalara rağmen kurtarılamadı ve çok sevdiği kütüphanesinin bir köşesindeki basit karyolasında bir hafta sonra hayata gözlerini kapadı. Üniversitede reform onun bakanlığı döneminde gerçekleşmiş, yabancı uzmanlar onun zamanında getirilmişti. [6]
DİP NOTLAR:
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ayse-afet-inan-1908-1985/
[2] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s. 287
[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/resit-galip-baydur-1893-1934/
[4] Hâkimiyet-i Milliye, 21 Mart 1923, No: 769, s. 2, sütun: 6
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 222-223
[5] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/kilic-ali-suleyman-asaf-1888-1971/
[6] Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, 289-298
Maarifimizde İstikamet
Öğretmen Okullarının Kuruluşu
Published
10 ay agoon
Mart 16, 2024By
drkemalkocak16 Mart, Türk Millî Eğitimi Tarihinde, öğretmen yetiştirmede kurumlaşma adımının atıldığı günün yıldönümüdür.
Bu münasebetle Türk Millî Eğitiminin genel amaç ve temel ilkelerinin gerçekleştirilmesinde-özellikle öğretmen yetiştirme ve istihdamı- verimli ve kalıcı hizmetlerde bulunan şahsiyetler ile öğretmenlerden baki âleme göç etmiş bulunanlara rahmet, yaşayan şahsiyet ve öğretmenlerimize sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.
“Öğretmen Okulu”nun kuruluşu ve yaygınlaşması hakkındaki bilgi ve açıklamalar ile Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye (SNMU) 1316 (1898)’dan Darülmuallimin ve Darülmuallimat Programı (haftalık ders çizelgesi) ve Darülmuallimin Nizamnamesi aşağıda sunulmuştur.
DARÜLMUALLİMİN [1]
Tanzimat Döneminde, eğitimin modernleştirilmesi yolunda yapılan çalışmalara rağmen, ilköğretimde istenilen başarının gerçekleşmemesini en önemli sebebi olarak öğretmen yokluğu gösterilmiştir. Modern eğitim görmüş öğretmenlerin yokluğu sebebiyle öğretmen ihtiyacı medrese mezunlarından karşılanmıştır. Rüşdiyelerin modern eğitim anlayışına uygun öğretim yapabilmeleri, medrese dışında öğrenim görmüş öğretmenlerin yetiştirilmesini gerekli kılmıştır. İstanbul’da Fatih semtinde 16 Mart 1848’de sıbyan ve rüşdiye mekteplerine öğretmen yetiştirmek üzere “Darülmualimin-i Rüşdi” açılmıştır. Darülmuallimin-i Rüşdi’nin açıldığı ilk yıllarda öğretmen kadrosu, rüşdiye mezunlarının azlığı ve bunların genellikle devlet kurumlarında istihdam edilmeleri sebebiyle yine medrese kökenli kimselerden meydana gelmiştir.
Sıbyan mektepleri yeni usulde eğitime başladıktan sonra, bu okulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere 1868’de İstanbul’da öğrenim süresi iki yıl olan “Darülmuallimin-i Sıbyan” açılmıştır.
1869 Nizamnamesinde; ilk, orta ve yüksekokulların öğretmen ihtiyacını karşılamak üzere İstanbul’da “Büyük Darülmuallimin” kurulması öngörülmüştür. Bu okulun idadi, rüşdi ve sıbyan şubelerini ihtiva edeceği ve idadi kısmının edebiyat ve fünun şubelerine ayrılacağı belirtilmiştir.
Sıbyan okulları ve kız rüşdiyelerine öğretmen yetiştirmek üzere, sıbyan ve rüşdiye şubelerinden meydana gelen “Darülmuallimat”, İstanbul’da Ayasofya’da 26 Nisan 1870 tarihinde açılmıştır.
Maarif Nezareti’nce 14 Mart 1874 tarihinde, “Büyük Darülmuallimin”in sıbyan, rüşdiye ve idadiye adlarıyla üç dereceli olmak üzere kurulması kararlaştırılmıştır. Nizamnamenin 54-61’inci maddelerinde; okutulacak dersler belirtilmiş ve mezunlarının isterlerse daha üst basamakta öğrenimlerine devam ederek idadi öğretmeni olabilmeleri esası kabul edilmiştir.
Sultan II. Abdülhamit döneminde, eğitim-öğretimi İstanbul dışında diğer vilayetlere yaygınlaştırma kapsamında ilk teşebbüs 1880 yılında yapılmıştır. İstanbul dışında ilk darülmuallimin, Kosova vilayetinde “Darülmuallimin-i Sıbyan” olarak açılmıştır.
Maarif Meclisi 11 Kasım 1882 tarihli toplantısında, maarif müdürü bulunan 10 vilayet merkezinde darülmuallimin açılmasını kararlaştırmıştır. Buna göre 1885-1886 yıllarında Edirne, Kosova, Manastır, Aydın, Bursa, Halep, Mamuretülaziz, Erzurum, Sivas, Amasya, Musul, Van ve Bolu’da olmak üzere 14 darülmuallimin-i sıbyan açılmıştır.
Taşra darülmuallimlerinin öğretmen kadrosu son derece sınırlı kaldığından okulun yönetim işleri, okulun tek öğretmeni olan müdür tarafından yürütülmüştür. Osmanlı ülkesinde darülmuallimlerin sayısı, 1899-1904 yılları arasında 20’ye ulaşmıştır. 1899-1900 öğretim yılında bu okullardaki öğretmen sayısı 20, 1900-1901 öğretim yılında 24 ve 1903-1904 öğretim yılında 43’tür. Örnek olarak Ankara Darülmuallimin İbtidai Şubesi öğretmenleri ile öğrenci sayıları aşağıda gösterilmiştir.
1898-1903 Yılları Arasında Ankara Darülmuallimin İbtidai Şubesi Muallimleri ve Öğrenci Sayıları
YIL | MUALLİM | TALEBE |
H.1316-M.1898 | Raşid Efendi | 15 |
H.1317-M.1899 | Raşid Efendi | 10 |
H.1318-M.1900 | Abdurrahim Efendi | 10 |
H.1319-M.1901 | Abdurrahim Efendi | 14 |
H.1321-M.1903 | Abdurrahim Efendi | 17 |
—***—
DARÜLMUALLİMİN PROGRAMI [2]
İbtidaiye Şubesi
Esami-i Derus | Birinci Sene Haftada | İkinci Sene Haftada |
Kur’an-ı Kerim ma Tecvid ve Fıkh-ı Şerif | 4 | 3 |
Türkçe Kavaid ve İmla | 3 | – |
Usul-ı Tedris | – | 1 |
İnşa | – | 2 |
Arabi Sarf ve Nahv | 2 | 2 |
Kavaid-i Farisi | 2 | 2 |
Fransızca | – | 1 |
Hesab | 2 | 2 |
İlm-i Eşya | 1 | 1 |
Coğrafyay-ı Umumi ve Osmani | 2 | 2 |
Tarih-i İslam | 2 | 1 |
Hüsn-i Hat | 1 | 1 |
Yekûn | 19 | 18 |
Rüşdiye Şubesi
Esami-i Derus | Birinci Sene Haftada | İkinci Sene Haftada |
Kavaid ve İmla | 1 | – |
Usul-ı Tedris | 1 | 2 |
İnşa | 1 | 1 |
Arabi | 3 | 3 |
Farisi | 1 | 1 |
Fransızca | 2 | 2 |
Hesab | 2 | 2 |
Usul-ı Defteri | 1 | 1 |
Cebir | 1 | 1 |
Hendese | 1 | 1 |
Hikmet | 1 | 2 |
Mevalid | 1 | 1 |
Coğrafya | 2 | 1 |
Tarih | 2 | 2 |
Hüsn-i Hat | 1 | 1 |
Resim | 1 | 1 |
Ulum-ı Diniye | – | 2 |
Yekûn | 22 | 24 |
Aliye Şubesi
Esami-i Derus | Birinci Sene Haftada | İkinci Sene Haftada | Üçüncü Sene Haftada |
Ulum-ı Diniye ve Şerh-i Akaid | 1 | 1 | 2 |
Edebiyat-ı Osmaniye | 1 | 1 | 1 |
Kitabet-i Resmiye | – | 1 | 1 |
Usul-ı Tedris | – | – | 1 |
Edebiyat-ı Arabiye | 1 | 1 | 1 |
Edebiyat-ı Farisiye | 1 | 1 | 1 |
Fransızca | 4 | 4 | 3 |
Hesab | 2 | – | – |
Usul-ı Defteri | 1 | 1 | – |
Cebir-i Adi ve İla | 2 | 1 | 1 |
Hendese | 1 | 2 | 1 |
Müsellesat | 1 | 1 | – |
Tersimat-ı Riyaziye | – | – | 2 |
Kozmoğrafya | – | 1 | 1 |
Makine | – | 1 | 1 |
Himet-i Tabiiye | 2 | 2 | 1 |
Mevalid-i Sülase | 2 | 1 | 2 |
Coğrafyay-ı Umumi ve Osmani | 1 | 1 | 1 |
Tarih-i Umumi ve Osmani | 1 | 1 | 1 |
Kimya | Kimyay-ı Gayr-i Uzvi 2 | Kimyay-ı Uzvi 2 | Tahlilat-ı Kimyevi 1 |
Kavanin | 1 | 1 | 1 |
Ulum-ı Servet | – | 1 | 1 |
Yekûn | 24 | 25 | 24 |
DARÜLMUALLİMAT PROGRAMI [3]
(Mevad-ı Tedrisiyenin Senelere Taksimi)
Mevad-ı Tedrisiye | Her Sınıfta Bir Hafta Zarfında Okunacak Derslerin Adedi | ||
Birinci Sene Haftada | İkinci Sene Haftada | Üçüncü Sene Haftada | |
Tecvid ve Kur’an-ı Kerimde Tatbikatı | 2 | 1 | 1 |
Ulum-ı Diniye | 2 | 2 | 2 |
Arabi | 2 | 2 | 2 |
Farisi | 1 | 1 | 1 |
Kaavaid-i Osmaniye | 1 | 1 | 1 |
Kitabet ve Tatbikat-ı Kavaid | 1 | 1 | 2 |
Hüsn-i Hat | 1 | 1 | 1 |
Usul-ı Tedris | 2 | 1 | 1 |
Ahlak | – | 2 | 1 |
İlm-i Eşya | 1 | 1 | 1 |
Mevalid ve Ulum-ı Tabiiye | – | 1 | 1 |
Hıfzıssıhha | – | 1 | 1 |
İdare-i Beytiye | 1 | 2 | 2 |
Hesab | 2 | 1 | 1 |
Hendese | 1 | 1 | 1 |
Resim | 1 | 1 | 1 |
Coğrafya | 2 | 1 | 1 |
Tarih | 1 | 1 | 1 |
Musiki | 1 | 1 | 1 |
El Hünerleri | 4 | 3 | 3 |
Yekûn | 26 | 26 | 26 |
DARÜLMUALLİMİN NİZAMNAMESİ [4]
(Maarif-i Umumiye Nizamnamesinin İkinci Faslının Darülmuallimîn Hakkındaki Mevadını Tadilen Kaleme Alınan Nizamname)
(Layiha)
Birinci Madde-Darülmuallimîn iptidaiye ve rüşdiye ve âliye namıyla ve her birinin müddet-i tahsiliyesi ikişer sene olmak itibariyle üç şubeye münkasım olmak ve irade-i seniyye ile mansub [naspolunmuş, konmuş, dikilmiş] ve maarife mensup bir müdürün idaresinde bulunmak üzere müceddeden teşkil olunmuştur.
İkinci Madde-İbtidaiye şubesine şart-ı duhûl sarf, nahiv, kıraet-i Türkiye, hat, imlâdan imtihan vermek ve hüsn-i ahlâk ashabından olmak ve sinni yirmiden dûn [aşağı] ve otuzdan efzûn [fazla, çok] olmamak ve sakat ve malûl bulunmamak ve ileride sınıfına göre açılacak muallimliği kabulden istinkâf eder ise müddet-i tahsiliyesinde aldığı maaşın hakk-ı istirdadını temin eylemektir. Sakat ve malûl olmamak ve istirdat maaşı temin eylemek şartları rüşdiye ve âliye şubelerinde dahi muteber olacaktır.
Üçüncü Madde-İbtidaiye şubesinde kıraet olunacak derûs balâda münferiden programda gösterilmiştir.
Dördüncü Madde-Rüşdiye şubesine şart-ı duhûl iptidaiye şubesinden şahadetname almak ve hariçten talep olanların yedlerinde mekâtib-i idadiye şahadetnameleri var ise ibraz eylemek yoğ ise iptidaiye şubesi şahadetnamelileri mertebesinde şifahen ve tahriren imtihan vermek ve ahlâk-ı mazbut ve sinni yirmiyi mütecaviz bulunmaktır.
Beşinci Madde-Rüşdiye şubesinde tedris olunacak dersler balâdaki programda münferiden gösterilmiştir.
Darülmuallimîn-i Aliye Şubesi
Altıncı Madde-Bu şube edebiyat ve fünun şubelerini havidir. Rüşdiye şubesinden edebiyat sınıfına kayıt olunacaklar belagat-ı arabiyeden şifahi ve bir vak’a tasviriyle Türkçe makale yazdırılarak tahriri imtihan verecekleri gibi hariçten dâhil olacakların rüşdiye şubesinde tedris olunan ulum ve fünundan dahi ayrıca imtihan vermeleri lazım ve fünun sınıfına rüşdiye şubesinden geçecek olanlar için o şubede tedris olunan ulum-ı riyaziye ve hükmiyeden vermiş oldukları imtihanda sülasen numroyu kazanmış olmaları ve evvelce mekatib-i idadiyeden mülazemet ruusuyle veya mekteb-i sultani veyahut rüşdiye şubesinden mezun olup da fünun-ı mezkurede sülasenden ziyade numro ahz edenlerin tekrar imtihandan istiğnaları için şahadetnameleri tarihinden itibaren bir sene zarfında müracaat etmiş bulunmaları meşruttur.
Yedinci Madde-Edebiyat sınıfında tedris olunacak dersler ber-vechi bala programda zikr olunmuştur.
Sekizinci Madde-Fünun sınıfında okunacak dersler yine balada programda gösterilenlerdir.
Dokuzuncu Madde-Darülmuallimîn talebesi cümlesi muvazzaf olmak üzere yüz kırk nefer ile tahdit edilip altmışı iptidaiye ve kırkı rüşdiye ve kırkı aliye şubelerinde bulunacak ve iptidaiye şubesinde bulunacaklara şehri ellişer ve rüşdiye şubesinde bulunacaklara yetmişer ve aliye şubesinde bulunacaklara yüzer guruş maaş ita edilecektir.
Onuncu Madde-Her şube derslerinin tekmilinde o şubeden şahadetname verilecektir.
On Birinci Madde-İbtidaiye şubesi ve rüşdiye şubesine ve rüşdiye şubesi aliye şubesine mahreçtir fakat iptidaiye şubesinde ikmal-i tahsil edenlerden rüşdiye şubesine ve rüşdiye şubesinde ikmal-i tahsil edenlerden aliye şubesine nakli ihtiyar etmeyenler için bulunduğu şubeye mahsus mekâtibde muallimlik etmek üzere şahadetnamelerine işaret olunacaktır.
On İkinci Madde-Rüşdiye mektepleri üç sınıfa taksim ile her sınıf iki derecede muallimle idare olunacaktır. Her sınıf mekteb-i rüşdiyede muallim-i evvel birinci derecede sani ve salis kaç muallime lüzum var ise onların cümlesi ikinci derecede muallim addedilecektir.
On Üçüncü Madde-Darülmualimînin iptidaiye ve rüşdiye şubelerinden mezun olduktan sonra başka bir mesleğe sülûk edenler yahut sınıfına göre muvazzaf olarak mekatib-i umumiyede istihdam olunmak üzere teklif olunan muallimliği kabülden bila-mucip istinkâf eyleyenler muallimliğe mahsus hukuk ve imtiyazattan sakıt olacaklar ve müddet-i tahsillerinde maarif veznesinden almış oldukları maaşatı kâmilen iade edeceklerdir.
On Dördüncü Madde-Darülmuallimînden neşet etmiş olanların mekatib-i umumiyede muallim olmak için sairlerine hakk-ı rüçhanı olacaktır.
On Beşinci Madde-Darülmuallimînden mezun olanlar ibtida muallimlik sınıfı meyanında terakki edip sonra mekatib-i idadiye ve maarif müdürlüğü gibi maarifçe münasibi veçhile her nev’i memuriyete tayin olunacaklardır. Fakat terakkiyat-ı mevude beş sene ifay-ı hüsn-i hidmete mütevakkıftır.
On Altıncı Madde-Talebeye bir defaya mahsus olmak üzere her şubeye mahsus olan kitaplar meccanen verilecektir.
On Yedinci Madde-Darülmuallimîn talebesinin imtihanlarında kavaid-i teminiye vazı ve sonra muallimliğe tayin olunmak üzere intihap mazbatalarının tanzimi ve aleyhlerinde vaki olacak şikayatın tedkiki ve azl ve becayişlerinin kanuna tevfiki münhasıran meclis-i maarife aittir.
On Sekizinci Madde-Darülmuallimîn müdürü ve muallimin ve memurini meclis-i maarifçe intihap ve maarif nezareti makamından tasdik ve imtihanlar dahi meclis-i mezkûrun nezaret ve malumatı tahtında icra olunur.
On Dokuzuncu Madde-Darülmualimînin bir muntazam kütüphane ve nümunehanesi olacağı gibi hikmet-i tabiye ve kimya ve tersimat-ı riyaziye ile topoğrafya ve tarih-i tabiyeye müteallık alat ve edevat ve levayıh-ı mukteziye dahi mükemmel olacaktır.
Yirminci Madde-Mektebin her ayda vukuatını mübeyyin meclise müzekkere vermek ve meclisçe verilecek talimata tevfik hareket etmek üzere Darülmualimînin bir müfettiş-i mahsusu bulunacaktır.
Yirminci Birinci Madde-İşbu nizamnamenin icrasına Maarif Nezareti memurdur.
—***—
DİPNOTLAR
[1] Asuman KOÇAK, Salnamelere Göre Ankara Vilayeti (1871-1907), Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Danışman: Doç. Dr. Şennur ŞENEL), Ankara, 2013, s. 167-168
[2] Salname-i Nezaret-i Maarif-i Umumiye (SNMU) 1316 (1898), 1. Defa, 1316 Sene-i Hicriyesine Mahsustur, Matbaa-i Amire, s. 127-129
http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU1931-01/index.djvu
[3] A. g. e., s. 453
http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU1931-02/index.djvu
[4] A. g. e., s. 130-134http://www.tufs.ac.jp/common/fs/asw/tur/htu/data/HTU1931-01/index.djvu
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’dan
Samsun’da Öğretmenlere Nutuk
(22 Eylül 1924)
Giriş
Her türlü külfet ve nimet dengesizliğine rağmen öğretmenlik mesleğini sevgi, heyecan, hoşgörü ve saygı değerleriyle bütünleştirerek idealist bir anlayışla yaşayan ve yaşatan meslektaşlarımın “Öğretmenler Günü”nü tebrik ederim…
Osmanlı Devleti döneminde, asiler dahi öğretmenlerine el kaldırmamış, öğretmeninin tavsiye ve telkini ile isyanı bastırmakla görevli kişilere teslim olmuşlardır.
1923-1938 döneminde milletvekili maaşlarının az olduğu ve artırılması gerektiği gündeme gelmiş ve artış oranı Atatürk’e sorulmuştur. Merhum Atatürk’ün verdiği cevap akıl sahiplerine ibret vericidir, insana, eğitim-öğretime ve öğretmene verilen değerin çarpıcı sonucudur:
Artış, öğretmen maaşını geçmesin!..
Gazi Mustafa Kemal Paşa, 24 Mart 1923’te Kütahya Sultanisi’nde Öğretmenlere yaptığı konuşmada “Biri vatanın hayatını kurtaran asker ordusu, diğeri milletin istikbalini [geleceğini] yoğuran irfan ordusu. Bu iki ordunun her ikisi de kıymetlidir, yücedir, feyizlidir, muhteremdir; fakat bu iki ordudan hangisi daha kıymetlidir, hangisi yekdiğerine müreccahtır [tercih edilir]. Şüphesiz böyle bir tercih yapılamaz, bu iki ordunun ikisi de hayatidir.” sözleriyle Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk Eğitim Ordusunun önemini ve vazgeçilmezliğini ifade etmiştir. Savunma ve Eğitim Bakanlıklarının önünde yer alan “Milli” sıfatının anlam ve öneminin kaynağı açıkça anlaşılmaktadır.
O halde Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları ne ise Türk Eğitim Ordusu mensuplarının sosyal ve ekonomik hakları da öyle olmalıdır.
Başta Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere Türk Milli Eğitimine hizmet etmiş öğretmen, yönetici ve müfettişlerimizden fani âlemden baki âleme göç edenlere Yüce Tanrı’dan rahmet niyaz eder, minnet ve şükranlarımı sunar; yaşayanlara sağlık, mutluluk, başarı ve huzur dolu ömürler dilerim.
***
Samsun: 23 [Eylül 1924] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri 22 Eylül’de [1924] Samsun’da kıtaat-ı askeriyeyi [askeri kıtaları], kışlaları teftiş etmiş ve gördüğü intizam ve talim ve terbiyenin mükemmeliyetinden beyan-ı memnuniyet [memnuniyetlerini beyan] etmişler[dir]. Badehu [ondan sonra] bütün Samsun muallime ve muallimlerinin toplandığı İstiklal Ticaret Mektebi’ne gidilerek orada Gazi Paşa Hazretleri’nin şerefine verilen bir çay ziyafetinde pek samimi iki saat geçirilmiştir. Ziyafete piyano refakatiyle talebe tarafından teganni olunan [söylenen] milli şarkılarla başlanmış ve bir muallime ve üç muallim tarafından nutuklar irat olunmuştur. Reisicumhur Hazretleri cevaben bütün samiini [dinleyicileri] pek teheyyüç [heyecanlandıran] ve mütehassis eden atideki [aşağıdaki] nutku irat buyurmuşlardır:
“Muhterem Hanım, Muhterem Beyefendiler,
Bu çay ziyafetini tertip edenlere suret-i mahsusada [özel olarak] teşekkür ederim. Bu vesile beni Samsun’un çok münevver [aydın] bir muhitinde bulundurmuş oldu. Bu vesile, beni dimağları [beyinleri] ilim ve fen ile müzeyyen [süslü], kıymetli insanlardan mürekkep [meydana gelen] bir heyetin huzurunda bulunmakla pek mesut etti.
Efendiler, dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin haricinde mürşit [yol gösterici] aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının tekâmülünü [gelişmesini] idrak etmek ve terakkiyatını [ilerlemelerini] zamanında takip eylemek şarttır.
Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen lisanının çizdiği düsturları, şu kadar bin sene sonra bugün aynen tatbike çalışmak elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. Çok mesut bir his ile anlıyorum ki, muhataplarım bu hakikatlere nüfuz etmişlerdir. Mesudiyetim yükseliyor. Şununla ki, muhataplarım taht-ı talim ve terbiyelerinde [talim ve terbiyeleri altında] bulunan yeni nesli de bu hakikatin nurlarıyla doğuşuna müessir [etkili] ve amil [etken] olacak surette yetiştireceklerini vaat eylemişlerdir. Bu, cümlemiz [hepimiz] için iftihara değer bir noktadır.
Muhterem efendiler, hemşiremiz hanımefendi ve ondan sonra beyanatta bulunan
muhterem ve hassas arkadaşlarımız uzak maziyi çok güzel işaretle tavzih ettiler [açıkladılar]. Yakın mazinin acılarını da hakikaten kalpleri dilhun edecek [kan ağlatacak] tarzda beyan buyurdular. Bu vesile ile şahsıma çok teveccühatta [teveccühkâr] bulunmak nezaketini ibraz buyurdular [gösterdiler]. Bu teveccühatın [teveccühlerin] samimi kalplerden çıkması itibariyle şüphesiz çok memnunum, mütehassisim ve müteşekkirim. Yalnız sizden olan bir şahsa sizden fazla ehemmiyet atfetmek, her şeyi bir ferd-i milletin [milletin bir ferdinin] şahsiyetinde temerküz ettirmek [toplamak], maziye [geçmişe], hale [bugüne], istikbale [geleceğe], bütün bu edvara [devirlere] ait bir heyet-i içtimaiye [toplum] mesailinin [meselesinin] tavzih [açıklanmasını] ve tebarüzünü [ortaya konulmasını], bu yüksek bir heyet-i içtimaiyenin [topluluğun] münferit [tek başına, mütevazi] bir şahsiyetinden beklemek, elbette ki layık değildir; elbette ki lazım değildir.
Muhterem kardeşler! Memleket ve milletin hayat ve atisine [geleceğine] olan muhabbet ve hürmetimden dolayı huzurunuzda bir nokta-ı hakikati [hakikat noktasını dinleyiciler] izaha mecburum.
Vatandaşlar, vatanınızda herhangi bir şahsı, istediğinizi sevebilirsiniz! Kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi, evladınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, mevcudiyet-i milliyenizi [milli mevcudiyetinizi/milli varlığınızı], bütün muhabbetlerinize rağmen, herhangi bir şahsa, herhangi bir sevdiğinize vermeye saik olmamalıdır [sevk etmemelidir]. Bunun aksine hareket kadar büyük hata olamaz. Ben, mensup olduğum büyük milletimin böyle bir hatayı artık irtikâp etmeyeceğine [işlemeyeceğine] dair kemal-i itimat [tam itimat] sahibi olmakla müsterih [gönlüm/içim rahat] ve müftehirim [iftihar ediyorum].
Arkadaşlar, ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler, bundan beş, beş buçuk sene evvel vatan ve millet ümitsiz bir felakete düştüğü zaman, muvazzaf [vazifeli] oldukları, vicdan, namus, haysiyet hissiyle mükellef bulundukları vazifeyi yapmak mevkiinde kaldılar. Bunu bittabi yapacaklardı. Yapmaları mecburi idi, vicdani idi, insani idi, namusu milli [milli namus] icabı idi. Ben bu mukaddes esasların haricinde hareket edebilir miydim?
Efendiler, elbette edemezdim. Türk milletinin hakiki hiçbir ferdi bu icabatın [icapların] haricinde hareket edemezdi. Ben elbette bu acı manzara karşısında vicdanımın emirlerine muhalif, namusu milliyemizin [milli namusumuzun] hilafında [karşısında/aykırı] hareket edemezdim. Mensubiyetiyle [mensubu olmakla] müftehir bulunduğum [iftihar ettiğim] yüksek heyet-i içtimaiyenin [toplumun] yüksek haysiyetine elbette münafi [aykırı] hareket edemezdim.
Bence mensup olmakla müftehir bulunduğum milletin hiçbir ferdi bu icab-ı namustan [namus icabından] asla inhiraf etmemiştir [ayrılmamıştır]. Eğer bundan müstesna gösterilenler varsa, emin olunuz aziz ve namuskâr vatandaşlar; onların kalp ve vicdanı milletimizin müşterek vicdan-ı tenezzühünden [temiz vicdanından] hiç ilham alamamış, kapkara, sefil vicdanlardır.
Efendiler, bizim milletimiz derin, büyük bir maziye sahiptir. Milletimizin hayat-ı asarını [hayat eserlerini] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı-yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan büyük Türk devrine kavuşturur. Bütün bu edvara [devirlere] dikkat buyurunuz, Türk kendi ruhunu, benliğini, hayatını unutmuş, nereden geldiği belirsiz birtakım reislerin şuursuz vasıtası olmak mevkiine düşmüştür. Türk milleti kendi benliğini, kendi dimağını, kendi ruhunu unutur gibi olmuş ve bütün mevcudiyetiyle herhangi bir maksada, neticesi zillet olan, esaret olan, fisebilillah [karşılık beklemeksizin] köle olmaya müncer olan [götüren] hakir bir hedefe sürüklenmiştir. Millet maatteessüf [ne yazık ki] bu hal-i gafleti [gaflet halini] çok sürdürdü. Bu yüzden her türlü sefaletlere ve mahkûmiyetlere uğramaktan kendini kurtaramadı. Bütün bu tebaiyetleri; aldığı gayr-i milli [milli olmayan] terbiyenin icabatı [icapları] olduğunu fark etmeksizin, mehakim [sağlam] bir terbiyenin eseri olduğu kanaatiyle tatbik ediyordu. Esas-ı terbiye [terbiyenin esası], hedef ve mahiyet-i terbiye [terbiyenin hedefi ve mahiyeti] ne büyüktür. Bu hususta istikamet yanlış ise ve koskoca bir millet emniyet ve itimat ettiği kitaplardan şahit göstererek, rehber olduklarını iddia edenlerin sözlerine inanarak yürürse ve bu yürüyüş istikameti kendilerini mahv ve izmihlale [yok olmaya] düşürürse, kabahat; bu istikameti takip eden nezih, ahlaklı, fedakâr, rehberlerine itimat eden zavallı halktan ziyade, rehberlere ait değil midir?
Efendiler, söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana nereden ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Bu sualine [sorusuna] kısa bir cevap vermek isterim. Bilirim ki, bugünkü intibahı [uyanışı], düne, maziye medyunuz [borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımızın, mürebbilerimizin; ruh ve dimağlarımızın [beyinlerimizin] inkişafında [gelişiminde] feyizli tesirleri vardır. Gerçi biz, belki burada bulunanların kâffesi [tamamı] dünyaya geldiğimiz zaman bu topraklar üzerinde yaşayanlarla beraber, kahhar [kahredici] bir istibdadın pençesi içinde idik. Ağızlar kilitlenmiş gibi idi. Muallimler, mürebbiler yalnız bir noktayı dimağlara yerleştirmeye mecbur tutulmakla idi: Benliğini, her şeyini unutarak bir heyulaya boyun eğmek, onun kulu, kölesi olmak. Bununla beraber, tahattur etmek [hatırlamak] lazımdır ki, o tazyik altında dahi, bizi bugün için yetiştirmeye çalışan hakiki ve fedakâr muallimler ve mürebbiler eksik değildi. Onların bize verdikleri feyiz elbette esersiz kalmamıştır. Şimdi burada bir zatıâliye tesadüf ettim. O, benim rüştiye birinci sınıfında muallimim idi. Bana henüz iptidai [temel] şeyleri öğretirken istikbal [gelecek] için ilk fikirleri de vermişti.
Efendiler, izah etmek istiyorum ki, ilk ilham ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından, terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın [ilhamların] mazhar-ı inkişaf [gelişmeye mazhar] olması, millet ve memlekete hizmet edebilecek kudret ve kabiliyeti bahşedebilmesi için, millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla her an takviye olunmak lazımdır. Bu fikir ve duyguların menba [kaynağı] bizzat memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek ve onun icabatına [icaplarına] mevcudiyetini hasretmeyi hareket düsturu bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin efradında [fertlerinde] hâkim olması, riayet edilmesi icap eden milletin müşterek arzusu, ortak fikridir. Bir insan memleket ve milletine nafi [faydalı] bir iş yaparken, gözünden bir an uzak bulundurmamaya mecbur olduğu düstur milletin hakiki temayülüdür [eğilimidir].
Binaenaleyh [dolayısıyla] efendiler, arkadaşımızın sorduğu ilham ve kuvvet kaynağı milletin kendisidir. Milletin müşterek [ortak] temayülünün [eğiliminin], umumi [genel] fikri olduğunu münkir [inkâr eden] olanlar da vardır. Bu gibileri cümleniz [hepiniz] çok işitmişsinizdir. Bu gibiler, memleket ve milletle alakasız ve gafil insanlardır. Memleketimizin ve milletimizin başına gelmiş olan bunca felaketler hiç şüphe etmemelidir ki, bu gafil insanların memleketin talih ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından ileri gelmiştir.
Efendiler, bir heyet-i içtimaiyenin [toplumun] mutlaka müşterek [ortak] bir fikri vardır. Eğer bu her zaman ifade ve izhar [1] edilmiyorsa [ortaya konulmuyorsa], onun adem-i mevcudiyetine [mevcut olmadığına] hükmolunmamalıdır. O, fiiliyatta behemehâl [mutlaka] mevcuttur. Varlığımızı, istiklalimizi [bağımsızlığımızı] kurtaran bütün afal [fiiller] ve harekât [hareketler], milletin müşterek fikrinin, arzusunun, azminin yüksek tecellisi eserinden başka bir şey değildir.
Arkadaşlar, bugün vasıl olduğumuz [ulaştığımız] netice şüphe yok, çok şayan-ı memnuniyet [memnuniyet] ve ümid-i bahşdır [ümit vericidir]. Fakat bu memnuniyeti mahfuz tutabilmek için, ümitleri saha-ı fiiliyata [fiiliyat sahasına] koyabilmek için bundan sonra dikkat edilecek noktalar da çoktur. Son söz söyleyen hoca efendinin beyanatından ilham alarak arz edeyim ki, en mühim, en esaslı nokta terbiye meselesidir. Terbiyedir ki, bir milleti hür, müstakil [bağımsız], şanlı, ali bir heyet-i içtimaiye [yüksek bir toplum] halinde yaşatır veya bir milleti esaret ve sefalete terk eder.
Efendiler, terbiye kelimesi yalnız olarak kullanıldığı zaman herkes kendince maksut bir medlule [kast olunan bir manaya] intikal eder. Tafsilata girişilirse terbiyenin hedefleri, maksatları tenevvü eder [çeşitlilik gösterir]. Mesela dini terbiye, milli terbiye, beynelmilel [milletlerarası] terbiye. Bütün terbiyelerin hedef ve gayeleri başka başkadır. Ben burada yalnız yeni Türk Cumhuriyeti’mizin yeni nesle vereceği terbiyenin milli terbiye olduğunu katiyetle ifade ettikten sonra diğerleri tevakkuf etmeyeceğim [üzerinde durmayacağım]. Yalnız işaret etmek istediğim manayı kısa bir misal ile izah edeceğim.
Efendiler, yeryüzünde üç yüz milyonu mütecaviz [aşkın] İslam vardır. Bunlar ana baba, hoca terbiyesiyle terbiye ve ahlak almaktadırlar. Fakat maalesef hakikat-i hadise [hadisenin hakikati] şudur ki, bütün bu milyonlarca insan kitleleri şunun veya bunun esaret veya zillet zincirleri altındadır. Aldıkları manevi terbiye ve ahlak onlara bu esaret zincirlerini kırabilecek meziyet-i insaniyeyi [insani meziyeti] verememiştir, veremiyor. Çünkü terbiye hedefleri milli değildir.
Efendiler, milli terbiyenin ne demek olduğunu bilmekte artık herhangi bir tenevvüş [karışıklık] kalmamalıdır. Bir de milli terbiye esas olduktan sonra, onun lisanını, usulünü, vasıtalarını da milli yapmak zarureti gayr-i kabulü münakaşadır [münakaşa kabul etmez]. Milli terbiye ile inkişaf [geliştirilmek] ve ila [yükseltilmek] edilmek istenilen genç dimağları [beyinleri] bir taraftan da paslandırıcı, uyuşturucu, hayali zevaitle [lüzumsuz şeylerle] doldurmaktan dikkatle içtinap etmek [kaçınmak] lazımdır.
Hoca efendi bu fikrini izah için “Vettini vezzeytuni ilah…” ayetini kendince tefsir ettiler [yorumladılar]. İncir ve zeytin çekirdeğinden düstur çıkardılar. Birindeki kesire [çokluğa] diğerindeki vahdeti [tekliğe] işaret ettiler. Ayetin medlulü [manası] bu mudur, değil midir, bir şey demeyeceğim. Yalnız bu seyahatim esnasında tesadüfen bu ayetin manasını ben diğer bir hoca efendiden sormuştum.
Bunun için yarım saat kadar mütalaaya [düşünmeye/araştırmaya] ihtiyaç olduğunu söyledi. Ömrünü medariste [medreselerde] ulum-ı diniye [dini ilimler] tedris ve tedrisiyle [okumak ve okutmakla] geçiren bir zat bir kitabın bir satırını Türkçe ifade edebilmek için böyle bir ihtiyaç dermeyan ederse [öne sürerse], millet, efrad-ı millet [milletin fertleri] ne desin? Onun için efendiler, genç neslin beyni yorulmadan, onun her şeyi ahz [almaya] ve özümlemeye müsait [yatkın] elvahı hakikat izleriyle tezyin olunmalıdır [süslenmelidir].
Muhterem efendiler, bu içtimada [toplantıda] söylenen sözler o kadar hissiyatıma, rikkatime mucip [sebep] oldu ki, samiimde [kulağımda] o kadar ilahi bir ahenk vücuda getirdi ki, bunu bozmamak için bir kelime bile telaffuz etmek niyetinde değildim. Fakat huzurunuzun ruhumda hâsıl ettiği gayr-i kabil-i zapt [zapt edilemez] haz ve his beni beyan-ı hissiyat ve efkâra [hissiyat ve fikrimi beyana] sevk etti. Beni dinlemek zahmetine katlandığınızdan, cümlenize [hepinize] teşekkürler ederim.”
Ziyafetten avdetinde halk pek müteheyyiç ve hassas on binlerce kitleler halinde fenerlerle şehri dolaştıktan sonra Reisicumhur Hazretlerinin ikametgâhları önünde toplanmışlar ve Gazi Hazretlerini şiddetle alkışlamışlardır. Halktan birisi Samsunluların Reisicumhur Hazretlerine hissiyat-ı tazimkaranesini arz etmiş ve Gazi Paşa Hazretleri teşekkür etmişlerdir. Halk saatlerce şehrin sokaklarını dolaşarak icray-ı şadımani eylemişlerdir. [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 1, sütun: 3-5
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Eylül 1924, No: 1230, s. 2, sütun: 4
file:///C:/Users/admin/Downloads/0208.pdf
[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 44-48
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)