Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

Published

on

SAKARYA MEYDAN MUHAREBESİ

(23 Ağustos-13 Eylül 1921)

“Nutuk”ta Sakarya Meydan Muharebesi

Saygıdeğer Efendiler, olayları Sakarya Meydan Muharebesi’ne getirmek istiyorum. Fakat, bunun için müsaade buyurursanız, ufak bir giriş yapacağım.

İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra, üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan sonra 10 Temmuz 1921 tarihinde, Yunan ordusu yeniden cephemize genel taarruza girişti. Bu tarihten önceki günlerde tarafların durumu şöyleydi:

Bizim ordumuz, başlıca Eskişehir ve Eskişehir’in kuzeybatısındaki İnönü mevzileri ile Kütahya – Altıntaş dolaylarında yığınak yapmıştı. Afyonkarahisar dolaylarında iki tümenimiz vardı. Geyve ve Menderes dolaylarında da birer tümenimiz bulunuyordu.

Yunan ordusu da, Bursa’da bir, Uşak doğusunda iki kolordusunu toplu olarak bulunduruyordu. Menderes’te de bir tümeni vardı.

Yunanlıların bu taarruzu ile başlayan ve Kütahya – Eskişehir Muharebeleri adıyla anılan bir sıra muharebeler vardır. Bunlar on beş gün sürmüştür. Ordumuz 25 Temmuz 1921 akşamı büyük kısmıyla Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Ordumuzun çekilmesini zarurî kılan sebeplerin başlıcasına işaret edeyim:

İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından ordumuzdan önemli derecede üstündü. Temmuzda, Yunan ordusu taarruza geçtiği zaman millî hükûmetin durumu ve Millî Mücadele’nin gelişmesi, bizim genel seferberlik ilân ederek, milletin bütün kaynak ve imkânlarını, başka bir şey düşünmeden düşman karşısında toplamaya daha elverişli ve yeterli görülmemişti. İki ordu arasındaki kuvvet, vasıta ve şartlar bakımından kendini gösteren nispetsizliğin elle tutulur başlıca sebebi budur.

Bunun sonucu olarak, biz, daha tümenlerimizin taşıt araçlarını bile tamamlayamadığımızdan, bunların hareket güçleri yoktu. Yunan milletinin bütün kuvvetiyle yaptığı bu taarruz karşısında, bizim askerlik bakımından asıl görevimiz, Millî Mücadele’nin başından beri yürüte geldiğimiz görev idi ki, o da, her Yunan taarruzu karşısında kaldıkça, bu taarruzu direnerek ve uygun hareketler yaparak durdurup etkisiz bırakmak ve yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak şeklinde özetlenebilir. Son düşman taarruzu karşısında da, bu aslî görevi gözden uzak tutmamak şarttı. Bu düşünceyle, 18 Temmuz 1921 tarihinde, İsmet Paşa’nın Eskişehir’in güneybatısında, Karacahisar’da bulunan karargâhına giderek, durumu yakından inceledikten sonra, İsmet Paşa’ya genel olarak şu direktifi vermiştim: “Orduyu, Eskişehir’in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla aramızda büyük bir açıklık bırakmak gerekir ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin.

Bunun için Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir. Düşman hiç durmadan takip ederse, hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları kurmaya mecbur olacak; herhalde beklemediği birçok güçlüklerle karşılaşacak; buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli şartlara sahip olacaktır.

Bu şekildeki çekilişimizin en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevî sarsıntıdır. Fakat kısa zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla, bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulayalım. Başka türden sakıncalara karşı koyabiliriz.”

ORDUNUN BAŞINA GEÇMEMİ İSTEYENLER

Efendiler, gerçekten de tahmin ettiğim manevî sakıncalar hemen kendini gösterdi. İlk duyarlık Meclis’te belirdi. Özellikle muhalifler, kötümser nutuklarla feryada başladılar: «Ordu nereye gidiyor; millet nereye götürülüyor? Bu gidişin elbette bir sorumlusu vardır; o nerededir? Onu göremiyoruz. Bugünkü acıklı ve korkunç durumun asıl sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik» diyorlardı. Bu şekilde konuşan kimselerin dolaylı yoldan kastettikleri şahsın ben olduğuma şüphe yoktu.

En sonunda, Mersin Milletvekili Salâhattin Bey, kürsüden benim adımı söyleyerek: «Ordunun başına geçsin!» dedi. Bu teklife katılanlar çoğaldı. Buna karşı olanlar da vardı.

Efendiler, bu görüş ayrılıklarının sebepleri üzerinde biraz açıklamada bulunmak uygun olur. Bir defa, benim doğrudan doğruya ordunun başına geçmem teklifinde bulunanların düşünce ve maksatlarını ikiye ayırmak mümkündür.

Benim ve benimle birlikte birçoklarının o zaman anladığımıza göre, birtakım kimseler, artık ordunun büsbütün yenildiğine, durumun iadesine imkân kalmadığına, bundan dolayı da dâvânın, güttüğümüz millî dâvânın kaybedildiği yargısına varmışlardı. Bu sebeplerle duydukları öfke ve hıncın acısını benden almak istiyorlardı.

İstiyorlardı ki, kendi zanlarına göre bozguna uğramış ve bozgunu devam edecek olan ordunun başında benim de şahsiyetim bozguna uğrasın! Diğer birtakım kimseler, diyebilirim ki çoğunluk, bana karşı duydukları güven dolayısıyla, samimî olarak ordunun başına geçmemi arzu ediyorlardı.

Şimdilik komutanlığı fiilî olarak üzerime almamı sakıncalı görenlerin de düşüncesi şuydu:

Ordunun bundan sonraki herhangi bir savaşta başarı kazanamayıp yeniden geri çekilmesi, uzak bir ihtimal değildir. Bu durumlarda ben, fiilen ordunun başında bulunursam, genel kanaate göre son ümidin de yitirilmiş olduğu gibi bir inanç doğabilir.

Oysa, genel durum, daha son tedbir, son çare ve son kuvvetlerin feda edilmesini gerektirecek bir nitelikte değildir. Bundan dolayı, kamuoyunda son ümidin korunabilmesi için benim askerî harekâtı şahsen yürütme zamanım gelmemiştir.

BAŞKOMUTANLIĞI KABUL EDİYORUM

Ben, görüşmeler ve tartışmalarla ortaya çıkan bu görüşleri, gerektiği kadar göz önünde tutuyor ve inceliyordum. Son görüşü savunanlar, mantığa dayanan kuvvetli sebepler ileri sürüyorlardı. Samimiyetsiz isteklerde bulunanların yaygaraları, başkomutanlığı üzerime almamı içtenlikle teklif edenlerde, derin ve kaygı verici etkiler yapmaya başladı. Benim fiilen başkomutanlığı üzerime almam, bütün Meclis’te son çare ve son tedbir olarak görüldü.

Meclis’in bu görüşü çabucak Meclis dışında da yayıldı. Benim ses çıkarmayışım ve komutayı fiilen üzerime almaya yanaşmayışım, adeta felâketin kesin ve yakın olduğu düşünce ve inancını yaygın bir duruma getirdi. Bunu anlar anlamaz derhal kürsüye çıktım.

Efendiler, bu anlattığım durum, 4 Ağustos 1921 günü bir gizli oturumda geçiyordu. Üyelerin bana karşı gösterdikleri yakınlık ve güvene teşekkür ettikten sonra, Başkanlık makamına şöyle bir önerge verdim:

Türkiye Büyük Millet Meclisi Yüce Başkanlığına

Meclisin pek sayın üyelerinin genel olarak beliren istek ve talepleri üzerine, Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi şahsen üzerime almaktan doğacak yararları azamî çabuklukla elde edebilmek, ordunun maddî ve manevî gücünü en kısa zamanda artırıp en yüksek seviyeye çıkarmak, sevk ve idaresini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin sahip olduğu yetkileri, fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum.

Ömrüm boyunca, millî hâkimiyetin en sadık bir kulu olduğumu millete bir defa daha gösterebilmek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlandırılmasını ayrıca rica ederim.

4 Ağustos 1921

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı

Mustafa Kemal

BAŞKOMUTANLIĞIMA YAPILAN İTİRAZLAR

Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünerek tekliflerde bulunanların gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı. Derhal itirazlar başladı. «Bir defa, Başkomutanlık ünvanını veremeyiz» dediler. «O, Büyük Millet Meclisi’nin manevî şahsiyeti içindedir. Başkomutan Vekili denilmelidir.»

İkinci olarak, «Meclis’in yetkilerini kullanmak gibi bir imtiyazın verilmesi asla söz konusu olamaz» düşüncesini ileri sürdüler.

Ben, padişah ve halifeler tarafından verilegelmiş eski bir ünvanı takınamayacağımı; yerine getireceğim görev, fiilen başkomutanlık olduğuna göre, bu ünvanı olduğu gibi vermekten kaçınmanın yersizliğini ileri sürerek görüşümde direndim.

Durum, Meclis’in değerlendirdiği ve belirttiği gibi olağanüstü olduğuna göre, benim de alacağım kararların ve yapacağım işlerin olağanüstü olması gerekeceğine şüphe yoktu.

Düşünce ve kararlarımı çabuk ve sert bir şekilde yürütmek ve uygulamak zarureti vardı. Hükûmetten ve Meclis’ten izin istemekle doğacak gecikmelere durum elverişli olmayabilirdi. Bütün memleketi ve memleketin bütün kaynaklarını ilgilendiren emir ve tebliğlerim için, her işin ilgili bakanından veya Bakanlar Kurulu’ndan olur ve izin almak, benim yapacağım Başkomutanlıktan beklenen yararları sağlayamazdı. Onun için kayıtsız ve şartsız emir verebilmeliydim.

Bunun için de Büyük Millet Meclisi’nin yetkisi benim kişiliğimde belirmeliydi. Bunu, başarı için zarurî görüyordum. Onun için bu noktada ısrar ettim.

Salâhattin Bey, Hulûsi Bey gibi birtakım milletvekilleri, Meclis’in, kendi yetkisini bir başkasına vermekle işleyemez duruma geleceğinden, milletten aldığı vekâleti başkasına devretme hakkı bulunmadığını ve aslında orduya komuta edecek bir kimseye Meclis’e ait yetkilerin verilmesinin söz konusu olamayacağını, buna gerek de olmadığını belirttiler. Meclis’in yetkisini kullanabilecek bir kimseye, milletvekillerinin şahsen güvenemeyecekleri ihtimalinden söz edenler de oldu.

Ben bu düşüncelerin hiçbirine karşı çıkmadım. Hepsini doğru bulduğumu belirttim. Meclis’in bu noktayı çok dikkatle ve önemle düşünüp incelemesini söyledim. Yalnız, şahıslarından korkanların, telâşlarına yer olmadığını söyledim. 4 Ağustosta bu konu bir karara bağlanamadı. Görüşme, 5 Ağustos 1921 günü de devam etti. Bugün bazı milletvekillerindeki kararsızlığın iki noktada toplandığı anlaşıldı. Birincisi: Meclis’in varlığının herhangi bir şekilde iş göremez duruma getirilmesi; ikincisi de üyelerden herhangi biri için keyfî ve kanunsuz işlem yapılması…

Bu şüphe ve kararsızlıkları giderecek şekilde konuştuktan ve açıklamalar yaptıktan sonra, yapılacak kanuna da bu hususlarla ilgili bağlayıcı hükümler konmasının yerinde olduğunu belirttim ve vermiş olduğum önergeyi buna göre bazı maddeler haline getirerek bir tasarı şeklinde Meclis’e sundum. İşte bu tasarı maddeleri üzerinde yapılan görüşmeler sonunda, bana Başkomutanlık ünvanının verilmesiyle ilgili, 5 Ağustos 1921 tarihli kanun çıktı.

Bu kanunun ikinci maddesine göre bana verilmiş olan yetki şuydu:

«Başkomutan, ordunun maddî ve manevî gücünü büyük ölçüde artırmak, sevk ve idaresini bir kat daha sağlamlaştırmak için Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına fiilen kullanabilir.»

Bu maddeye göre benim vereceğim emirler kanun olacaktı.

Efendiler, bu ünvanın verilişinden dolayı, «Meclis’in bana karşı gösterdiği güvene lâyık olduğumu az zamanda ispatlamayı başaracağım» dedikten sonra, Meclis’ten bazı ricalarda bulundum: Örnek olarak, Millî Savunma Bakanlığı ve Genelkurmay Başkanlığı görevlerini yapmakta olan Fevzi Paşa Hazretleri’nin yalnız Genelkurmay’ın işleri ile uğraşabilmesi için, İçişleri Bakanlığı görevinde bulunan Refet Paşa’nın Millî Savunma Bakanlığı’na getirilmesi ve onun yerine bir başkasının seçilmesi gibi…

Özellikle, Meclis’in ve Bakanlar Kurulu’nun içeriye ve dışarıya karşı sükûnet içinde ve çok güçlü bir durum ve görünüşte kalmasının önemli olduğunu, ufak tefek sebeplerle Bakanlar Kurulu’nu sarsmanın doğru olmadığını arz ettim. Kanun teklifi, o gün açık oturumda okundu. Öncelikle görüşüldü ve ad okunarak oylandı. Oy birliğiyle kabul edildi.

Bu münasebetle yaptığım kısa bir konuşmanın bir iki cümlesini, tekrar etmeme müsaade buyurmanızı rica ederim. O cümleler şunlardı:

“Efendiler, zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları mutlaka yeneceğimize olan güven ve inancım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Şu dakikada, bu kesin inancımı yüksek hey’etinize karşı, bütün millete karşı bütün dünyaya karşı ilân ederim.”

BAŞKOMUTANLIĞI FİİLÎ OLARAK ÜZERİME ALDIM

Saygıdeğer Efendiler, Başkomutanlığı fiilî olarak üzerime aldıktan sonra birkaç gün Ankara’da çalıştım.

Genelkurmay Başkanlığı’nın ve Millî Savunma Bakanlığı’nın bütün kadrosu ile Başkomutanlık karargâhını kurdum. Bu iki makamın ortak çalışmalarını Başkomutanlıkta uyumlu bir şekilde birleştirmek; bundan başka orduyu ilgilendiren ve Başkomutanlık yoluyla çözümü gereken öteki bakanlıklara ait işleri yürütebilmek için de yanımda küçük bir büro kurdum.

Ankara’daki çalışmalarım, yalnız, ordunun insan ve taşıt araçları bakımından gücünün artırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp düzene konmasıyla ilgili tedbirler almak ve hazırlıklar yapmakla geçti.

MİLLÎ VERGİLER EMRİ

Bu sözünü ettiğim hususları gerçekleştirmek için iki gün içinde, 7, 8 Ağustos 1921 tarihlerinde, Tekâlif-i Milliye Emri (Millî Vergiler Emri) adı altında yaptığım genel tebliğlerden her biri için kısaca bilgi vereyim. Bir savaşın kazanılmasında en küçük şeylerin bile dikkate alınması gerektiğini gösterebilmek için bunları bilginize sunmayı yararlı bulurum:

“1 sayılı” emrimle her ilçede bir Tekâlif-i Milliye Komisyonu (Millî Vergiler Komisyonu) kurdurdum. Bu komisyonlarca toplanan malzemenin, ordunun çeşitli bölümlerine dağıtım şeklini düzenledim.

“2 sayılı” emrime göre, vatanın her ailesi birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Tekâlif-i Milliye Komisyonu’na teslim edecekti.

“3 sayılı” emrimle, tüccarın ve halkın elinde bulunan çamaşırlık bez, amerikan, patiska, pamuk, yıkanmış ve yıkanmamış yün ve tiftik, erkek elbisesi dikmeye yarayan her türlü kışlık ve yazlık kumaş, kalın bez, kösele, vaketa, (İnce meşin) taban astarlığı, sarı ve siyah meşin, sahtiyan, dikilmiş ve dikilmemiş çarık, potin, demir kundura çivisi, tel çivi, kundura ve saraç ipliği, nallık demir ve yapılmış nal, mıh, yem torbası, yular, belleme, kolan, kaşağı, gebre, semer ve urgan stoklarından yüzde kırkına, bedeli sonradan ödenmek üzere el koydum.

“4 sayılı” emrimle, eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvan, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay, mum stoklarından yine yüzde kırkına, bedeli sonradan ödenmek üzere el koydum.

“5 sayılı” emrimle, ordu ihtiyacı için alınan taşıt araçları dışında, halkın elinde kalan taşıt araçlarıyla, yüz kilometrelik bir uzaklığa kadar, ayda bir defa olmak üzere, parasız askerî ulaşım yapılmasını mecbur tuttum.

“6 sayılı” emrimle, ordunun giyimine ve beslenmesine yarayan bütün sahipsiz mallara el koydum.

“7 sayılı” emrimle, halkın elinde bulunan savaşta işe yarar bütün silâh ve cephânenin üç gün içinde teslimini istedim.

“8 sayılı” emirle, benzin, vakum, gres, makine, don, saatçi ve taban yağları, vazelin, otomobil ve kamyon lâstiği, solisyon, buji, soğuk tutkal, Fransız tutkalı, telefon makinesi, kablo, pil, çıplak tel, yalıtkan maddeler ve bunlar türünden malzeme ve asit sülfürik stoklarının yüzde kırkına el koydum.

“9 sayılı” emirle demirci, marangoz, dökümcü, tesviyeci, saraç, arabacı esnafları ve imalâthaneleriyle, bu esnaf ve imalâthanelerin iş çıkarabilme güçleri ve kasatura, kılıç, mızrak ve eyer yapabilecek ustaların adlarıyla birlikte sayılarını ve durumlarını tespit ettirdim.

“10 sayılı” emirle, halkın elinde bulunan dört tekerlekli yaylı araba, dört tekerlekli at ve öküz arabalarıyla, kağnı arabalarının bütün takım ve hayvanlarıyla birlikte binek ve topçeker hayvanlarının, katır ve yük hayvanlarının, deve ve eşek sayısının yüzde yirmisine el koydurdum.

Efendiler, emirlerimin ve tebliğlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemeleri’ni Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara’da da bir mahkeme bulundurdum.

CEPHE KARARGÂHINA HAREKET

Ondan sonra Efendiler, 12 Ağustos 1921 günü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı’ya cephe karargâhına gittim.

Düşman ordusunun cephemize yüklenerek sol kanadımızdan kuşatacağı yargısına varmıştık. Bu görüşe dayanarak tam bir cesaretle gerekli tedbirleri aldırdım ve yapılacak hazırlıkları yaptırdım. Olaylar görüşümüzü doğruladı.

Düşman ordusu, 23 Ağustos 1921′de ciddî olarak cephemize doğru ilerlemeye başladı ve taarruza geçti. Birçok kanlı, bunalımlı safhalar ve dalgalar oldu. Düşman ordusunun üstün grupları, savunma hattımızın birçok parçalarını kırdılar. Bu ilerleyen düşman birliklerinin karşısına kuvvetlerimizi yetiştirdik.

Meydan muharebesi yüz kilometrelik cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız, Ankara’nın elli kilometre güneyine kadar çekilmişti. Ordumuzun yönü batıya iken güneye döndü. Arkası Ankara’ya iken kuzeye çevrildi. Cephenin yönü değiştirilmiş oldu. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma hatlarımız kısım kısım kırılıyordu. Fakat kırılan her kısmın yerine en yakın bir yerde hemen yeni bir savunma hattı kuruluyordu. Savunma hattına çok ümit bağlamak ve onun kırılmasıyla, ordunun büyüklüğü ölçüsünde çok gerilere çekilmek gerektiği teorisini çürütmek için memleket savunmasını başka türlü ifade etmeyi ve bu ifademde direnerek şiddet göstermeyi yararlı ve etkili buldum. Dedim ki:

SAVUNMA HATTI YOKTUR SAVUNMA SATHI VARDIR

Savunma hattı yoktur, savunma sathı vardır. O satıh bütün vatandır (Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır). Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük büyük her birlik, ilk durabildiği noktada yeniden düşmana cephe kurup savaşa devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur olduğunu gören birlikler ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmaya ve karşı koymaya mecburdur.

İşte ordumuzun her ferdi, bu sistem içinde her adımda en büyük fedakârlığını göstererek ve düşmanın üstün kuvvetlerini yıpratıp yok ederek, sonunda onu, taarruzuna devam güç ve kudretinden yoksun bir duruma getirdi.

Muharebe durumunun bu safhasını sezer sezmez hemen özellikle sağ kanadımızla Sakarya ırmağı doğusunda düşman ordusunun sol kanadına ve daha sonra cephenin önemli yerlerinde karşı taarruza geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmeye mecbur oldu. 13 Eylül 1921 günü Sakarya ırmağının doğusunda düşman ordusundan eser kalmadı. Böylece 23 Ağustos gününden 13 Eylül gününe kadar, bu günler de dâhil olmak üzere, yirmi iki gün yirmi iki gece aralıksız devam eden büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muharebesi (Sakarya Melhame-i Kübrâsı) yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az rastlanan büyük bir meydan muharebesi örneği kaydetti.

Saygıdeğer Efendiler, Başkomutanlık görevini fiilen üzerime aldığım zaman, Meclis’e ve millete mutlaka başaracağımız yolundaki kesin inancımı arz ve ilân etmekle ve bu inancımı, varlığımın bütün haysiyetini ortaya atarak gerçekleştirmekle ilk manevî görevimi yapmış olduğumu sanırım. Ondan sonra, önemli maddî görevlerim de vardı. Onlardan biri, savaş ve muharebe karşısında millete aldırmaya mecbur olduğum durum idi.

BÜTÜN TÜRK MİLLETİNİ, CEPHEDE BULUNAN ORDU KADAR DUYGU, DÜŞÜNCE VE HAREKET OLARAK SAVAŞLA İLGİLENDİRMELİYDİM

Bildiğiniz gibi savaş ve muharebe demek; iki milletin, yalnız iki ordunun değil, iki milletin bütün varlıklarıyla, bütün maddî ve manevî kuvvetleriyle, birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması demektir.

Bunun içindir ki, bütün Türk milletini cephede bulunan ordu kadar duygu, düşünce ve hareket bakımından savaşla ilgilendirmeliydim. Yalnız düşman karşısında bulunanlar değil, köyünde, evinde, tarlasında bulunan herkes, milletin her ferdi silâhla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli sayarak bütün varlığını yalnız mücadeleye verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını vatan savunmasına vermekte ağır davranan ve titizlik göstermeyen milletler, savaş ve muharebeyi gerçekten göze almış ve başarabileceklerine inanmış sayılamazlar.

Gelecekteki harplerin tek başarı şartı da en çok bu arz ettiğim noktaya bağlı olacaktır. Avrupa’nın askerlik bakımından ileri durumda olan büyük milletleri, daha şimdiden bu tutumu kanun haline getirmeye başlamışlardır.

Biz, Başkomutan olduğumuz zaman, Meclis’ten bir vatanı savunma kanunu istemedik. Fakat, Meclis’ten aldığımız yetkiye dayanarak bu amacı kanun niteliğindeki belirli emirlerle sağlamaya çalıştık. Millet, bundan sonra, bugüne kadar olan tecrübeleri de dikkatle gözden geçirerek aziz vatana taarruzu imkânsız kılan sebep ve şartları daha açık ve daha kesin olarak tespit eder.

BÜYÜK MİLLET MECLİSİ’NCE BANA “MAREŞAL” RÜTBESİYLE “GAZİ” ÜNVANININ VERİLMESİ

Efendiler, diğer bir görevim de, ordu içinde, muha­rebe safları arasında bizzat muharebeye katılmak ve savaşı bizzat yönetmekti. Bunu da gücümün yet­tiği ölçüde, hattâ bir kaza sonucu sol kaburga ke­miklerimden birinin kırılmış olmasına rağmen, bütün varlığımla en iyi şekilde yapmaya çalıştığımı sanırım. Sakarya Muharebesi’nin sonuna kadar askerî bir rütbem yoktu.

Ondan sonra, Büyük Millet Meclisi’nce bana «Mareşal» rütbesiyle «Gazi» ünvanı verildi. Osmanlı Devleti’nin rütbesinin, yine o devlet tarafından geri alınmış ol­duğunu biliyorsunuz.

FRANSA HÜKÛMETİ İLE YAPILAN GÖRÜŞMELER VE ANKARA ANLAŞMASI

Efendiler, Sakarya Zaferinden sonra, Batı ile yaptığımız olumlu ve verimli temas ve görüşmeler Ankara Anlaşması (Ankara İtilâfnâmesi) ile sonuçlanmıştır. Bu anlaşma Ankara’da, 20 Ekim 1921′de imza edilmiştir. Bu konuda özet halinde bir bilgi vermek için, kısa bir açıklamada bulunayım:

Bekir Sami Bey’in başkanlığındaki delegeler hey’etinin gittiği Londra Konferansı’ndan sonra, bildiğiniz üzere, İkinci İnönü Zaferiyle sonuçlanan Yunan taarruzu geri püskürtülmüştü. Bir zaman için, askerî durum sakinleşti. Rusya ile, Moskova Anlaşması imzalanmış ve doğudaki durumumuz açıklık kazanmıştı. İtilâf Devletleri’nden de millî ilkelerimize saygılı olabileceklerle anlaşmanın yararlı olacağı düşünülmekteydi. Adana, Antep ve dolaylarını yabancı işgalinden kurtarmak, bizce önemli görülmekteydi.

Çeşitli sebeplerle, Suriye’den başka, bu adı geçen illeri işgalleri altında bulunduran Fransızların da, bizimle anlaşma eğiliminde oldukları anlaşılıyordu. Gerçi, Bekir Sami Bey’in, Mösyö Briand (Briyan)’la yaptığı fakat millî olmayan anlaşma reddedilmiş idiyse de, ne Fransızlar ne de biz çarpışmaları sürdürmeye istekli değildik.

Bu yüzden her iki taraf biribiriyle görüşme yollarını aramaya başladı. Fransız Hükûmeti, eski bakanlardan Mösyö Franklin Bouillon (Franklen Buyon)’u önce gayri resmî olarak Ankara’ya göndermişti. 9 Haziran 1921 tarihinde Ankara’ya gelen Mösyö Franklin Bouillon ile Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey ve Fevzi Paşa Hazretleri’nin de katılmasıyla, bizzat iki hafta süren görüşmeler yaptım.

Birbirimizi tanımakla geçen özel bir buluşmadan sonra, 13 Haziran 1921 Pazartesi günü, Ankara istasyonundaki bana ait dairede yaptığımız ilk toplantıda görüşmelerimizin hareket noktasını belirtmek gerektiğinden söz ederek konuşmaya başladık. Ben, bizim için hareket noktasının Misak-ı Millî’de tespit edilen ilkeler olduğunu ortaya attım.

Mösyö Franklin Bouillon, ilkeler üzerindeki tartışmanın güçlüklerini ileri sürerek, Sévres Antlaşması’nın bir oldubitti olarak ortada bulunduğunu söyledikten sonra, Londra’da Bekir Sami Bey’le Mösyö Briand’ın yaptıkları anlaşmayı temel almanın ve bu anlaşmanın Misak-ı Millî’ye aykırı olan noktaları üzerinde tartışmanın yerinde olacağı görüşünü savundu.

Bu teklifinde haklı olduğunu göstermek için, Londra’ya giden delegelerimizin Misak-ı Millî’den söz etmediklerini, Misak-ı Millî’nin ve Millî Mücadele’nin, değil Avrupa’da, daha İstanbul’da bile değeri anlaşılmamış olduğunu söyledi.

Ben verdiğim cevaplarda dedim ki: «Eski Osmanlı İmparatorluğu’ndan yeni bir Türk Devleti doğmuştur. Bunu tanımak gerekir. Bu yeni Türkiye, her bağımsız devlet gibi haklarını tanıtacaktır. Sévres Antlaşması Türk milleti için öylesine uğursuz bir idam kararnâmesidir ki, onun bir dost ağzından çıkmamasını dileriz. Bu konuşmamız sırasında bile Sévres Antlaşmasını ağzıma almak istemem. Sévres Antlaşması’nı kafasından çıkarmayan milletlerle güven temeline dayanan ilişkilere girişemeyiz. Bize göre böyle bir antlaşma yoktur. Londra’ya giden delege hey’etimizin başkanı eğer bundan bahsetmemişse, verdiğimiz talimat ve yetki çerçevesinde hareket etmemiş demektir. Yanlış iş görmüştür. Bu yanlışlık yüzünden Avrupa ve özellikle Fransız kamuoyunda ters etkiler doğduğu görülüyor.

Bekir Sami Bey’in gittiği yoldan hareket edersek, biz de aynı yanlışlığı yapmış oluruz. Avrupa’nın Misak-ı Millî’den haberdar olmamasına imkân yoktur. Avrupa Misak-ı Millî deyimini öğrenmemiş olabilir. Fakat, yıllardan beri kan döktüğümüzü gören Avrupa ve bütün dünya, şu kanlı mücadelelerin neden ileri geldiğini elbette düşünmektedir.

İstanbul’un Misak-ı Millî’den ve Millî Mücadele’den haberi olmadığı yolundaki sözler doğru değildir. İstanbul halkı, bütün Türk milleti gibi, Millî Mücadele’yi bilmektedir ve ondan yanadır. Bu mücadeleyi bilmezlikten gelen ve ona karşı görünen kimselerle bunların yardakçıları azdır ve milletçe de tanınmaktadır.»

Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey’in kendisine verilen talimat ve yetki dışına çıkarak hareket etmiş olduğu yolundaki sözlerim üzerine dediler ki, «Bunu açıklayabilir miyim?» Sözlerimi istediği yerlere bildirip anlatabileceğini söyledim.

Mösyö Franklin Bouillon, Bekir Sami Bey’le yapılan anlaşmadan ayrılmamak için mazeret ileri sürerken, Bekir Sami Bey’in bir Misak-ı Millî olduğundan ve onun sınırları dışına çıkamayacağından söz etmediğini, eğer bundan söz etmiş olsaydı, o zaman ona göre görüşülüp gerektiği şekilde hareket edilebileceğini; ancak, şimdi durumun güçleştiğini tekrarladı.

Batıdaki kamuoyu, “bu Türkler, delegeleri vasıtasıyla bunu niçin dile getirmemişler de şimdi yeni yeni meseleler çıkarıyorlar” diyeceklerdir.

Nihayet, uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, Mösyö Franklin Bouillon, Misak-ı Millî’yi okuyup anladıktan sonra yeniden görüşmek üzere, toplantının ertelenmesini teklif etti. Ondan sonra Misak-ı Millî’nin maddeleri baştan sona kadar birer birer okunarak görüşme ve tartışmaya devam edildi.

Üzerinde en çok durulan nokta, kapitülasyonların kaldırılması ve istiklâlimizin tam olarak sağlanmasını isteyen madde oldu. Mösyö Franklin Bouillon, bu meselelerin incelenmesi ve üzerinde durulması gerektiğini bildirdi. Ben bu noktaya cevap verdim. Söylediklerimin özeti şuydu: “Tam istiklâl, bizim bugün üzerimize aldığımız görevin can damarıdır. Bu görev, bütün millete ve tarihe karşı yüklenilmiştir.

Bu görevi yüklenirken, ne ölçüde başarılabileceği üzerinde hiç şüphe yok ki çok düşündük. Fakat sonunda vardığımız kanaat ve inanç, bunda başarılı olabileceğimizdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlışlıklar yüzünden, milletimiz sözde var sanılan istiklâline gerçekte sahip değildi. Şimdiye kadar Türkiye’yi medeniyet dünyasında kusurlu gösteren neler düşünülebilirse, hep bu yanlışlıktan ve bu yanlışlığa boyun eğmekten ileri gelmektedir.

Bu yanlışlığa boyun eğmenin sonucu, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetini ve bütün yaşama kabiliyetini kaybetmesine ve ondan yoksun kalmasına yol açabilir. Biz, yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir yanlışlığa boyun eğme yüzünden bu vasıflardan yoksun kalmaya katlanamayız.

Aydın olsun cahil olsun, istisnasız milletimizin bütün fertleri, belki işin içindeki güçlüğü iyice kavramamış olsalar bile, bugün yalnız tek bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, istiklâlimizin tam olarak kazanılması ve devam ettirilmesidir.

Tam istiklâl demek, elbette, siyasî, malî, iktisadî, adlî, askerî, kültürel v.b. her alanda tam bir bağımsızlığa ve hürriyete kavuşmak demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde istiklâlden yoksun kalmak, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün istiklâlinden yoksun kalması demektir.

Biz, bunu elde etmeden barış ve huzura kavuşacağımız kanaatinde değiliz. Şekil ve usullere uyarak barış yapabiliriz, anlaşma yapabiliriz. Ancak, istiklâlimizi tam olarak sağlamayacak olan bu gibi barışlar, uyuşma ve anlaşmalarla, milletimiz hiçbir vakit varlığına ve huzura kavuşamayacaktır. Belki de silâhlı mücadelesini bırakarak, yıkıma sürüklenmeye razı olacaktır. Eğer milletimiz buna razı olsaydı, bunu kabul edebilecek yaratılışta bulunsaydı, iki yıldan beri mücadele etmeye hiç de gerek kalmazdı. Daha ateşkes anlaşmasının ertesinde harekete geçmemek olabilirdi.

Mösyö Franklin Bouillon, bu sözlerim karşısında, ciddî ve samimî olarak bazı görüşler ileri sürdü ve en sonunda da bunun zaman meselesi olduğu görüşünü belirtti.

Efendiler, Mösyö Franklin Bouillon ile önemli ve ikinci derecede kalan meseleler üzerinde günlerce ve günlerce görüştük. Sonuç olarak birbirimizi, düşüncelerimizle, duygularımızla ve tutumlarımızla anlayabildik sanırım. Fakat Fransa Hükûmetiyle Türk Millî Hükûmeti arasında, kesin anlaşma noktalarının tespit edilebilmesi için biraz daha zaman geçmesi zarurî oldu. Ne bekleniyordu? Belki de, Türk millî varlığının Birinci ve İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra daha büyücek bir eserle ispatlanmış olması!.. Gerçekten de, Mösyö Franklin Bouillon’un kesin karara vararak imza ettiği Ankara Anlaşması, büyük ve kanlı Sakarya Meydan Muhaberesi’nden otuz yedi gün sonra, arz etmiş olduğum gibi, 20 Ekim 1921′de doğmuş olan bir belgedir.

Bu anlaşma ile siyasî, iktisadî, askerî v.b. hiçbir alanda bağımsızlığımızdan hiçbir şey feda etmeksizin, vatan topraklarımızın değerli parçalarını işgalden kurtarmış olduk. Bu anlaşma ile millî davamız ilk defa olarak Batı devletlerinden biri tarafından kabul ve açıklanmış oldu.

Mösyö Franklin Bouillon, bundan sonra da birkaç kere Türkiye’ye gelmiş, Ankara’da ilk günlerde aramızda kurulan dostluk duygularını göstermeye vesile aramıştır.

KAYNAK:

Nutuk II, Baskıya Hazırlayanlar: Doç. Dr. Birol EMİLMelin HAS-ER, Kültür Bakanlığı Yayınları:389 Atatürk Serisi:2, İkinci Basılış Millî Eğitim Basımevi, İstanbul 1980, s.203-224

Kemal ATATÜRK, Nutuk Cilt: II 1920-1927, MEB, İstanbul 1997, s.607-625

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)

Published

on

Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.

Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.

Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.

—***—

[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar

İmza neden sabaha kadar gecikti?

Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.

Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.

Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu.  Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu.  Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.

Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!

Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:

  • Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.

Buna General Harington:

  • Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.

Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.  

Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor

Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:

  • Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.

İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.

General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf,  fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].

Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!

Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]

—***—

Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri

İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.

Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.

Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:

Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]  

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published

on

Özet

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş

Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]

I. Dil ve Gençliğe Hitabe

1.1. Dilin Sadeleşmesi

Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]

1.2. Retorik ve Söylem

Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]

1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi

Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]

II. Tarih ve Gençliğe Hitabe

2.1. Tarihi Arka Plan

Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.

2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler

  • İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
  • Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
  • Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]

2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması

Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]

III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe

3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu

Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]

3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık

İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]

3.3. İç ve Dış Tehlikeler

Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]

IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi

4.1. Unsurların Birleşimi

  • Dil: Birleştirici unsur.
  • Tarih: Uyarıcı hafıza.
  • Coğrafya: Aidiyetin mekânı.

4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik

Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.

Sonuç

Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.

Dipnotlar

[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898

[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.

[3]   Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[4]  Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.

[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.

[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.

[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.

[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.

[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.

[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.

Continue Reading

Özel Günler ve Anlamları

26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları

Published

on

Giriş

26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak Türkiye’de her yıl kutlanan önemli bir kültürel tarihtir. Kökenini 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’ndan alan bu gün, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna işaret etmekte ve Cumhuriyet’in kültür politikaları arasında dil inkılabının oynadığı merkezi rolü simgelemektedir.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dil, modernleşme ve millet-devlet inşasının merkezî unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil inkılabı, yalnızca alfabe değişikliğiyle sınırlı kalmamış, Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılması ve halkın konuştuğu dil ile yazı dili arasındaki mesafenin kapatılması hedeflenmiştir. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, bu dönemin başlangıç noktası olmuş ve 26 Eylül tarihinin Türk Dil Bayramı olarak kutlanmasına zemin hazırlamıştır.

1. Birinci Türk Dil Kurultayı ve TDK’nın Kuruluşu

26 Eylül 1932’de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, Cumhuriyet’in dil politikalarında kurumsallaşmanın ilk adımıdır. Kurultayın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü TDK) kurulmuş ve Türkçenin söz varlığının zenginleştirilmesi, bilim dili hâline getirilmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

2. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Dil Anlayışı

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığını korumasında olduğu gibi kültürel varlığını sürdürmesinde de dilin belirleyici bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Onun Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” (Ankara 1930, s. 3) adlı eserinin başına 2 Eylül 1930 tarihinde el yazısıyla kaleme aldığı şu satırlar, bu anlayışı en özlü şekilde yansıtmaktadır:

Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Bu ifadeler, Atatürk’ün Türkçeyi sadece bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda millî bilincin ve milli bağımsızlığın en temel dayanağı olarak gördüğünü göstermektedir.

3. Günümüzde Türk Dil Bayramı’nın Yansımaları

Günümüzde 26 Eylül, üniversitelerde, okullarda ve kültürel kurumlarda çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. TDK her yıl bildiriler yayımlamakta, gençler arasında Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımını teşvik eden projeler yürütmektedir. Ancak yabancı dillerin artan etkisi ve dijital kültürün getirdiği yozlaşma, Türk Dil Bayramı’nın amaçlarını ve beklentilerini daha da anlamlı kılmaktadır.

Sonuç

26 Eylül Türk Dil Bayramı, Cumhuriyet’in dil inkılabı mirasını simgeleyen ve Türkçenin gelişimi için toplum farkındalığı oluşturan önemli bir tarihtir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dil anlayışı, modern millet-devlet inşasının temel taşlarından biri olarak bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde yapılması gereken, bu mirası yalnızca anmak değil; Türkçeyi bilim, sanat, kültür ve teknoloji dili olarak daha da güçlendirmektir.

Continue Reading

En Çok Okunanlar