Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

ÇANAKKALE DENİZ ZAFERİNİN 107. YILDÖNÜMÜ

Published

on

18 Mart 1915-18 Mart 2022

 

18 Mart 1915-18 Mart 2022

Çanakkale Deniz Zaferinin 107. Yıldönümü

Çanakkale Muharebeleri (3 Kasım 1914-9 Ocak 1916); deniz, kara ve hava harekâtları olarak gerçekleşmiştir. Bu vatan uğruna bir gül bahçesine girercesine canlarını veren aziz şehitlerimizi rahmet ve minnetle anarım.

Çanakkale Şehitler Abidesi

Türk Milletinin istiklal ve istikbal mücadelesinde-özellikle Çanakkale deniz ve kara muharebelerinde-emeği geçen Çanakkale Müstahkem Mevkii komutanı Cevat (Çobanlı) Paşa, Kuzey Grubu ve 3. Kolordu komutanı Mehmet Esat (Bülkat) Paşa ve Kurmaybaşkanı Yb. Fahrettin (Altay),  19. Tümen ve Anafartalar Grup komutanı Mustafa Kemal, Kurmaybaşkanı İzzettin (Çalışlar) olmak üzere komutan, devlet adamı ve topun namlusundan cepheyi gören erlerin aziz hatırasını rahmet ve minnetle yâd ederim.

Günümüz nesli, Çanakkale Muharebeleri’ni her yıl 18 Mart günü gazetelerin ve televizyonların anlattıkları üzerinden ve biraz da ders kitaplarından öğrenme imkânına sahiptir. Mehmet Akif’in “Şu Boğaz Harbi nedir, var mı ki dünyada eşi? /En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.” diye başlayan şiiri muharebelere ilişkin ruhani bir atmosfer kurar ve yaşatır.

             ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!

Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.

Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.

Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…

Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.

Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;

Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

                                      Mehmet Akif Ersoy

Kabul edilmelidir ki, şiir dili ölümsüzlüğün ses ve harfle/sembolle ifadesidir. Çanakkale Muharebeleri’nin ölümsüzleşen özellikleri mevcuttur, ama bir de şiirle ifade edilemeyen ölümlü dünyanın olağan halleri, ayrıntıları, küçük olayların üzerinden giden çok katı bir gerçekliği vardır. Bu konuda yeterli veri olmayınca veya var olan veriler kullanılmadığında günümüz nesline, 1915 yılı boyunca süren bu kanlı çatışmanın içinden birkaç kesit verilmesi ile sınırlı bir öğrenme-öğretme etkinlikleri kalır: “Boğazı aşmak isteyen gemilerin püskürtülmesi, denizden geçilemeyeceği anlaşılınca karaya asker çıkarılması, siper savaşları, binlerce km. uzaktan gelen Anzak askerleri ve tabyalar boyunca yaşanan bazı dramatik insan hikâyeleri…” Sonuçta her şey sanki bir güne toplanmıştır.

Her 19 Mart günü bizim için muharebeler bitmiş olmasına rağmen, gerçekte çarpışmalar 9 Ocak 1916’ya kadar devam etmiştir. Yakın tarihimizin en kanlı muharebelerinin gerçekleştiği Çanakkale’de neler olmuş, neler yaşanmış, neler düşünülmüş, zaaflarımız, zayıflıklarımız, üstünlüklerimiz nelerdir, bunlardan yeteri kadar haberdar mıyız/değiliz. Çünkü konuşmaktan bir türlü yazmaya vakit bulamadığımızdan güçlü bir hatıra anlayış ve kurumlarının tesis edilmemesi, var olanların da milli tarih bilinci ve bilimsellikten uzak veya yapılan çalışmaların yetersiz olması-gerçeklerin ideolojik ve siyasi saplantılara kurban edilmesi- muharebelerin temelindeki insani yanı karanlıkta bırakmaktadır. Tarihçinin yaptığı/yapacağı biraz belge çokça hayal gücü denilmektedir. Aslında bu söylem hem tarih hem de bugün için doğrudur.

Yüz yedi yıl çok fazla bir zaman değil. Yılların nasıl geçtiğini hepimiz görüyor ve biliyoruz. Günler, aylar, mevsimler böylesine akıp gittiğine göre insanın çeşitli vesileler üzerinden geçmişi sınıflayarak zamana özel bir anlam verme/anlamlandırma çabası boşunadır. “Çok eski” ya da “biraz öncesi”, “geçmiş” olmanın sonsuzluğunda aynı anlamdadır. On yıl ya da yüz beş yıl öncesi fark etmez, “geçmiş”, ona ulaşılacak bir iz/damar bulunabildiğinde zamandan bağımsız olarak yanı başımızda olabilir; aksi takdirde düne ait olan bile bir daha hiç dönmemek üzere kaybolup gidebilir. Bu iz/damar bazen yazarının okuyucusunu içine aldığı satırları olur, başkalarının tecrübesi insanın tecrübesi haline gelir, bazen yalnızca fotoğraflardır, bizimle ilgisiz görünseler bile onlarla kendi fotoğraf hatıralarımız üzerinden bir bağ kurabiliriz. Fotoğraflar, gerçekliğin ne kadar mükemmel taklidi olurlarsa olsunlar geçmişteki canlılığa “fotoğraf” olmanın getirdiği bir yabancılaşma uzaklığıyla tanıklık ederler. Fotoğraflar zamana karşı “şimdi ve burada” anlayışını daha kolay somutlaştırır. Bu sebeple üzerinden yüz dört yıl geçmiş olsa ve “bugün” dediğimiz zaman diliminde artık o canlılıktan bahsedilemese bile “fotoğrafın tanıklığı” yaşanmışlığın temsil ettiği gerçeklik üzerinden bize dokunur. Biliriz ki oradaki insanlar, başlarına gelecek bütün dünyevi tehdit ve risklerin ötesinde zamana yenik düşmüşlerdir. Bugün onlardan hiçbiri hayatta değildir. Ama yine de her birinin bir hikâyesi vardır ve biz bir fotoğrafın gösterdiği o anın içinden, bütün hikâyenin ipuçlarını görebilir, bakışlardan, hal ve tavırlardan, ellerin, ayakların, bedenin dilinden neler olduğunu anlayabilir/anlatabiliriz.

Çanakkale Muharebeleri, yüksek lisans ve doktora tezlerinde inceleme konusu yapılsa da insanı içine çeken romantik yapısı öngörülemez bir gerçektir. Bugün muharebe alanlarına yapılan gezilerde hissedilenler gibi. El birliği ile yapılan tahribatlarla o günlerden bu günlere bir şey kalmasın mücadelesine rağmen; muharebe alanlarının, ısrarlı mücadelesi hâlâ galip gelmekte, damarlarında Türk kanı dolaşan her Türk evladına “namus davası”nı anlatmakta/ebedileştirmektedir.

***

İlköğretim ve Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük ders kitaplarında “Çanakkale Muharebeleri”nin işlenişine ait örnekler:

Çanakkale Cephesi: İngiltere ve Fransa, İstanbul’u alarak Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak ve müttefikleri Rusya ile doğrudan bağlantı kurmak istediler. Bunun için de 18 Mart 1915’te donanmalarıyla birlikte Çanakkale Boğazı’nı geçme girişiminde bulundular. Ancak Boğaz’a döşenmiş mayınlar ve Türk topçularının isabetli atışları karşısında ağır kayıplar vererek geri çekildiler.

Müttefikler, denizde uğradıkları başarısızlık üzerine Türk savunmasını çökertmek için bu kez de Gelibolu Yarımadası’na asker çıkardılar. Mehmetçik’in kahramanlığı karşısında tutunamayacaklarını anlayınca da bir süre sonra yarımadayı terk etmek zorunda kaldılar. Çanakkale Savaşları, Birinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirecek nitelikte önemli sonuçlar ortaya çıkardı. Boğaz’ın geçilememesi nedeniyle yardım alamayan Rusya’da çarlık rejimi yıkıldı. Yeni yönetim Rusya’nın savaştan çekildiğini ilan etti. Diğer yandan İtalya, İtilaf Devletlerinin yanında savaşa girerken Bulgaristan İttifak Devletleri safına katıldı. [1] 

Çanakkale Cephesi

Komutanlar: Liman von Sanders, Cevat Paşa, Kazım (İnanç) Paşa

Güç: 315.500 asker

Avrupa’da Almanlara mağlup olan Ruslar, İngilizlerden yardım istedi. İngiliz donanması, Fransız donanması ile birlikte Boğazlar yoluyla Ruslar’a yardım göndermek için Çanakkale önlerine geldi. Fakat İtilaf Devletleri, 18 Mart 1915 tarihinde, Çanakkale Boğazı’nda yenilgiye uğrayınca 25 Nisan’da birçok noktadan Gelibolu Yarımadası’na çıkarma yaptı. Kıyıya hâkim tepeleri elinde tutan Türkler, düşmanı dar bir sahil şeridinde tutmayı başardı. İngiliz kuvvetleri Anafartalar’da da yenilgiye uğradı. İtilaf Devletleri 1916 başlarında bölgeyi terk etmek zorunda kaldı. [2] 

Çanakkale Cephesi

İngiltere ve Fransa İstanbul’u ele geçirip Osmanlı Devleti’ni savaş dışı bırakmak, Süveyş Kanalı’na yönelik Türk baskısını ortadan kaldırmak, ekonomik, siyasi ve askerî açıdan zor durumda olan Rusya’ya yardım göndermek için bu cepheyi açtı. İtilaf (Anlaşma) Devletleri donanması, Çanakkale Boğazı’nda beklemediği bir savunmayla karşılaştı. Türk topçularının başarılı atışları ve Nusret Mayın Gemisi’nin Boğaz’ı mayınlaması sonucunda 18 Mart 1915’te ağır bir yenilgi alan İtilaf Devletleri Çanakkale’yi denizden geçemeyeceklerini anladılar. Denizden başarılı olamayan İtilaf Devletleri amaçlarına bu sefer bir kara harekâtı ile ulaşmaya çalıştılar. Mustafa Kemal, 20 Ocak 1915’’te merkezi Tekirdağ’da bulunan 19. Tümen Komutanlığına atanmıştı. Düşmanın Arıburnu bölgesindeki Seddülbahir ve Kabatepe civarından karaya asker çıkaracağını öngörüyordu. Bu nedenle emrindeki birlikleri bu bölgenin savunmasını yapabilecek şekilde yerleştirdi. 25 Nisan sabahı Mustafa Kemal, düşman kuvvetlerinin Arıburnu bölgesine çıkarma yaptığını haber aldı. Düşman, öngördüğü bölgeden kara harekâtına başlamıştı. Çıkarma bölgesine ilerlemek için birliklerini harekete hazır duruma getirdi ancak bağlı bulunduğu kolordudan herhangi bir talimat gelmediği için beklemek zorunda kaldı. Düşmanın ilerleyişine devam etmesi üzerine sorumluluğu üzerine aldı ve emrindeki kuvvetlerin bir kısmıyla Kocaçimen Tepesi’ne yöneldi. Conkbayırı’na çıktığı sırada düşmandan kaçan Mehmetçikle karşılaştı. Onlara moral verip iyi komuta ederek Arıburnu Cephesi’nin açılmasını sağladı.

Balkan savaşları sırasında bu bölgede görev yapmış olan Mustafa Kemal, ölümü göze alan Mehmetçikle birlikte Arıburnu, Anafartalar ve Conkbayırı’nda İtilaf birliklerinin ilerleyişini durdurdu ve İtilaf güçlerini yenilgiye uğrattı. Conkbayırı’ndaki mücadelede bir şarapnel parçası Mustafa Kemal’in cep saatine saplandı. Bu sayede Mustafa Kemal’in hayatı kurtuldu. Mustafa Kemal, komutası altındaki askerleri taarruza kaldırırken etrafında topladığı subaylara şöyle seslenmişti: “Size ben taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka komutanlar alabilir.” Mustafa Kemal Çanakkale Cephesi’ndeki başarılarından dolayı albaylığa terfi etti. Adı “Anafartalar Kahramanı” olarak anılmaya başladı. Bu başarılar, halk arasında daha çok tanınmasında ve ileride Millî Mücadele’nin lideri olmasında son derece etkili olmuştur. [3] 

Çanakkale Savaşı

Mustafa Kemal’in askerlik hayatında Millî Mücadele’nin liderliğine giden en önemli olaylardan birisi de Çanakkale Savaşı’dır (1915). Çanakkale Boğazı’nı geçmeye çalışan İngiliz ve Fransız donanması başarısız olunca karadan çıkartma yapma kararı aldılar. Gelibolu Yarımadası’na asker çıkarmaya başlayan düşman kuvvetlerini Mustafa Kemal’in komuta ettiği tümen Arıburnu’nda ve Conkbayırı’nda durdurdu. Mustafa Kemal, bu başarı üzerine albaylığa yükseltildi. İngilizler 6–7 Ağustos’ta Arıburnu’nda ikinci taarruz harekâtına başladılar. Fakat başarı elde edemediler. Anafartalar Grup Komutanı Mustafa Kemal 9–10 Ağustos’ta Anafartalar Zaferi’ni kazandı. Bu zaferi 17 Ağustos’ta Kireçtepe, 21 Ağustos’ta II. Anafartalar zaferleri takip etti (1915).

Mustafa Kemal Çanakkale Savaşı’nda Türk ordusunun yazdığı kahramanlık destanının en önemli komutanı ve yönlendiricisi olacaktır. Conkbayırı’nda taarruz etmek için hazırlık yapan subaylarına verdiği: “Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimizi başka kuvvetler ve başka kumandanlar alabilir.” emriyle Çanakkale Savaşı’nın bir varoluş savaşı olduğunu anlatmıştır. Mustafa Kemal’in Arıburnu, Conkbayırı ve Anafartalar’da elde ettiği başarılar onun iyi bir lider ve komutan olmasının yanında cesaretinin sonucudur. Çanakkale Savaşı’nda askerleriyle cephenin en önünde mücadele etmiş sevk ve idareyi gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal’in savaşta gösterdiği cesareti ve liderliği onun Türk milleti tarafından tanınıp Millî Mücadele’nin lideri olarak kabul edilmesinde etkili olmuştur. Millî Mücadele’nin Başkumandanı Mustafa Kemal bu savaşta üstün askerî yetenekleriyle mesleğindeki başarısını kanıtlamıştır. [4] 

Çanakkale Savaşı

Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’na girdiğinde Mustafa Kemal, Sofya’da ateşemiliter olarak görev yapıyordu. Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesi üzerine Başkomutanlık Vekâletine yaptığı ısrarlı başvuruların sonucunda 20 Ocak 1915’te oluşum hâlindeki Tekirdağ 19. Tümen Komutanlığına atandı. 2 Şubat’ta komutasını aldığı 19. Tümen, Çanakkale Boğazı’nı geçemeyen İtilaf (Anlaşma) Devletleri’nin Gelibolu’ya asker çıkaracakları gerekçesiyle bu bölgeye kaydırıldı. Çanakkale Cephesi komutanı Alman Liman Van Sanders (Liman Von Sanders), savunma planını çıkartmanın Saros Körfezi’ne yapılacağını düşünerek hazırlamıştı. Mustafa Kemal ise çıkarmanın Arıburnu üzerinden yapılacağını öngörmüş ve savunma planının bu ihtimale göre yapılması gerektiğini ileri sürmüştü. 25 Nisan’da İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Anzak Kolordusu ile Arıburnu, Seddülbahir ve Kumkale sahillerine çıkarma yapmaya başladılar. Mustafa Kemal Arıburnu’na çıkarma yapan İngiliz birliklerinin hedefinde Conkbayırı hattının olduğunu askerî zekâsı ve ileri görüşlülüğü sayesinde fark etmişti. Emrindeki kuvvetleri bu bölgeye sevk ederek İngiliz birliklerine karşı destansı bir zafer elde etti. Conkbayırı’nı tutan İngiliz kuvvetlerini geri çekilmek zorunda bırakan askerlere Mustafa Kemal şu emri vermişti:

Ben, size taarruzu emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir!

19. Tümen komutanı iken albaylığa terfi eden Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına getirildi. Anafartalar Savaşı’nda bir şarapnel parçasının göğsü üzerindeki saate isabet etmesine rağmen cephenin en önünde savaşmayı sürdürdü. Türk askerinin azmini ve savaş kabiliyetini yakından gördü ve komutanlık deneyimini geliştirdi. Buradaki başarıları, ayrıca Anafartalar kahramanı olarak ünlenmesini sağladı. Bu durum Mustafa Kemal’in ileride Millî Mücadele’nin liderliğine gelmesinde ve Sakarya Savaşı’nda Başkomutan sıfatıyla ordunun başına geçerek başarılar kazanmasında etkili oldu. Anafartalar başarısı, Mustafa Kemal’in savaştığı ülkeler tarafından da tanınmasına önemli katkı sağladı. İngiliz Generali Hamilton (Hemıltın) 17 Ağustos 1915’te Londra’ya gönderdiği raporda şu itirafta bulunuyordu:

Üzülerek söylemeliyim ki Türkler bizim bazı yeni birliklerimiz üzerinde manevi üstünlük sağlamışlardır… İyi komuta edilen ve cesaretle savaşan Türk ordusunun karşısındayız.” [5]  

Çanakkale Cephesi

Rusya, Birinci Dünya Savaşı devam ederken ekonomik ve askerî açıdan zor günler yaşamaktaydı. Savaşa devam edebilmesi için İngiltere ve Fransa’nın askerî ve teknik yardımına ihtiyacı vardı. Rusya’ya giden geçiş yolları, kuzeyde Almanya ve güneyde Osmanlı Devleti tarafından kesilmişti. İngiltere ve Fransa’dan yardım alamayan Rusya, savaşı sürdürmekte zorlanıyordu.

Bu sırada İngiltere Donanma Bakanı Winston Churchill (Vinston Çörçil), Çanakkale Boğazı’na yapılacak bir saldırı ile İstanbul’u ele geçirmeyi tasarlıyordu. Böylece hem İstanbul’u işgal ederek Osmanlı Devleti’ni etkisiz hâle getirecek hem de Rusya’ya gereksinimi olan ekonomik ve askerî yardımı ulaştıracaktı. Bu amaçla, İngiliz ve Fransız gemilerinden oluşan bir donanma Çanakkale açıklarına kadar geldi. Bu sırada Nusret Mayın gemisi bir gecede Boğaz’ı mayınlamıştı. 18 Mart 1915 tarihinde İtilaf Devletleri donanması Boğaz’ın mayınlardan temizlenmiş olduğunu düşünerek önce kıyılardaki top istihkâmlarını ağır bir topçu ateşine tuttu. Daha sonra Çanakkale Boğazı’na girdi. Savaş gemileri Boğaz’a girince kıyılardaki topçuların ağır ateşi ve direnişi ile karşılaştılar ve mayınlara çarparak büyük kayıplar verdiler. İtilaf Devletlerinin gemilerinin büyük bir bölümü battı. İtilaf Devletleri donanması, bu şiddetli direnme sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı.

Çanakkale Boğazı’nın denizden geçilemeyeceğinin anlaşılması üzerine, karadan yapılacak bir harekâtla Gelibolu Yarımadası’nı ele geçirme planları yapan İtilaf Devletleri yeni bir saldırı düzenlediler. İngiliz, Fransız, Hintli, Cezayirli, Afrikalı ve Anzak (Yeni Zelandalı – Avustralyalı) askerlerden oluşan birlikler Seddülbahir, Arıburnu ve Kumkale’ye çıkartma yaptılar.

İtilaf Devletleri birlikleri önce kıyıları ele geçirerek Türk ordusunu geri çekilmeye zorladılar. Düşman birlikleri karadan saldırılarına devam ederken Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığına atandı. Kuvvetlerini toparlayan Mustafa Kemal “Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde yerimize başka kuvvetler ve komutanlar gelebilir.’’ sözü ile emrindeki birliklere savunmanın önemini belirtti.

Çanakkale Zaferi, Rusya’ya yardım yapılmasını engelledi. İtilaf Devletlerinden yardım alamayan Rusya’da Bolşevik İhtilali çıktı. Çarlık rejimi yıkıldı. Rusya, savaştan çekilmek zorunda kaldı. İngiltere’nin Çanakkale Savaşı’nda yenilmesi sonucunda bu devletin sömürgelerindeki Müslümanlar ayaklandı. Türkler ise Çanakkale’nin geçilmez olduğunu bütün dünyaya kanıtladı. Bu olayla Türkler, millî birlik ve bütünlüklerini tüm dünyaya göstermiş oldu. [6]

—***—

DİPNOTLAR

[1] Sami TÜYSÜZ, İlköğretim 8 Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Ders Kitabı, Tuna Matbaacılık Sanayi ve Ticaret A. Ş., Ankara 2016, s. 28

[2] Samettin BAŞOL, Tuğrul YILDIRIM, Miyase KOYUNCU, Abdullah YILDIZ, Ömer Faruk EVİRGEN, İlköğretim 8 Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Ders Kitabı, MEB Devlet Kitapları 2017, s. 33

[3] Çiğdem ATAŞ, İlköğretim 8. Sınıf Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Ders Kitabı, Top Yayıncılık, İzmir 2017, s. 18-19

[4] Komisyon, Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük, MEB Devlet Kitapları, 2016, s. 12

[5] Ersun BALCILAR, Murat KILIÇ, Yunus KURT, Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük Ders Kitabı, Top Yayıncılık, İzmir 2016, s. 26-27

[6] Mahmut ÜRKÜT, Ortaöğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve 

Türk İstiklâl Mücadelesi

Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı

Published

on

(1 Kasım 1922)

Sadrazam Tevfik Paşa 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta [1], Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye varlığını sürdürecek bir unsur olarak görmüş, hatta Barış Konferansı’nda İstanbul Hükûmetinin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın son vazifesini yapmasını bekler vaziyette bulunmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim 1922 tarihli telgrafta [2], “…Teşki­lât-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin tarihi teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vaziülyet ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti olduğu”nu belirtmiş, aynı kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükûmeti’nin temsil edeceğini bildirmiştir. Hamit Bey, Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde edememiştir.

27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara Hükûmetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılacak konferansa davet ettiler. 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirmiş, 29 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta[3], birlikte katılma teklifinde bulunulmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği ortadan kaldırmak için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiştir. Bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde konuşma yapmalarını istemiştir. Bu istek kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân edilmesini teklif etmiştir.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın barış konferansına birlikte katılma teklifi TBMM’de büyük tepki ile karşılanmıştır. Bu konu, 30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde görüşülmüştür. Vahi­deddin’in ve Hükûmetlerinin Millî Mücadeledeki karşı icraatları açıklanarak saltanat makamını suçlayan konuşmalar yapılmıştır. Bu sebeple kimi mebuslar İstanbul Hükûmetinin konferansa katılma haklarının bulunmadığını ifade ederken, kimileri de İstanbul Hükûmetinin yok sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını istemişlerdir. Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen 81 imzalı altı maddelik önerge [4] Meclis Başkanlığına sunulmuş, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamamış ve 1 Kasım Çarşamba günü tekrar oylama yapılmak üzere oturuma son verilmiştir. TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının mecburi olduğuna dair açıklamada bulunmuştur. 1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu tekrar gündeme getirilmiştir.

 Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine yönelik değişiklik teklifinde bulundular[5]. Teklifte, hilâfetin Türklere, özellikle Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine açıklık getirilmiştir. İkinci Grup liderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik bir önergede[6], İstanbul Hükûmetinin 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı belirtilmiş olmasına rağmen saltanatın kaldırılmasına yönelik herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Bu önerge sadece İstanbul Hükûmeti’ni hedef almıştır. Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini, tarihten örnekler vererek açıklamış neticede söz konusu tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden meydana gelen ortak komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.

Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında; hâkimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini, milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini ifade etmiştir. Bu konuşmayla aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.

TBMM Genel Kurulunun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla kabul edilen iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na [7] göre;  saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir. Aynı kararda İstanbul Hükûmetinin varlığına son verilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı

Numara: 308

Birkaç asırdır Saray ve Bab-ı Âlinin cehâlet ve sefâhati yüzünden devlet azim felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda, Osmanlı İmparatorluğunun müessisi ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti, Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Bab-ı Âli aleyhine mücâhedeye atılarak Türkiye’de Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti ve ordularını bitteşkil harici düşmanlar, Saray ve Bab-ı Âli ile fiilen ve müsellahan ve malum müşkilât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidâle girişmiş, bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur.

Türk milleti, Saray ve Bab-ı Âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle icrai ve teşri kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-ı hükümraniyi milletin nefsinde cem eylemiştir.

Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve milli bir Türkiye devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayr-i meşru ecnebi kuvvete ve müzâheret-i milliyeye malik olmayıp bir zıll-ı zâil halindedir. Millet, şahsi hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefâhati esası üzerine müessis bir saltanat yerine, asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk Hükûmeti idaresi tesis ve vaz’edilmiştir.

Hal böyle iken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesâi etmiş olanların elan hukuk-ı hilâfet ve saltanat ve hukuk-ı hanedandan bahs eylemelerini görmekle müstekreh-i hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka’ı bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi bervechi ati mevadı neşr ve ilâna karar vermiştir:

1-Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinad etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dâhilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinden başka şekl-i Hükûmeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hâkimiyet-i şahsiyeye müstenid olan İstanbul’daki şekl-i Hükûmeti 16 Mart 1336’dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.

2-Hilâfet; Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu Hanedanın ilmen ve ahlâken erşed ve eslâh olanı intihap olunur. Türkiye devleti makam-ı hilâfetin istinatgâhıdır.

1-2 Teşrinisani 1338 [1-2 Kasım 1922]

DİP NOTLAR

[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 269; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 260, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1236-1237

[2] Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 262, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1237

[3] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 263, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982,s.1238-1239

[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 292-293

[5] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304

[6] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304-305

[7] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 313-314; Büyük Millet Meclisi Kavanin Mecmuası, Cilt:1, s. 487-488; Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk İnkılâbı Kanunlar-Kararlar Tamimler-Bildiriler Belgeler-Gerekçe ve Tutanaklarıyla- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, s. 286-288

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]

Published

on

(22 Eylül 1923)

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri yanında yabancı asker ve siyasi temsilciler ve gazetecilerle temas ve görüşmeleri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır. Bu kapsamda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nöye Fraye Prese [Neue Freie Presse] adındaki Avusturya gazetesi muhabirine verdiği “Cumhuriyetin ilanını öngören” demeç, Osmanlı Türkçesi ile yayımlandığı [Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3]’ten çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Viyana’da münteşir [yayımlanan] “Nöye Fraye Prese” [Neue Freie Presse] namındaki Avusturya gazetesine vaki beyanatının asıl metni.

Ankara, 26 [Eylül 1923], (A. A.) – İki üç günden beri Ankara ve İstanbul gazetelerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne atfedilen beyanat, salahiyettar olmayan zevat tarafından neşredilmiştir [yayımlanmıştır]. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin şehrimizde bulunan Nöye Fraye Prese Muhabiri Mösyö Jozef Hans Lazar’a vaki olan beyanatı aynen ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Muharririn [yazarın], Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki müstakbel tadilatın [gelecekteki değişikliğin] ne olacağı hakkındaki sualine [sorusuna] Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri şu suretle cevap vermiştir:

Yeni Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim:

Hâkimiyet bila kaydu şart [kayıtsız şartsız] milletindir. İcra kudreti, teşri kudreti [kanun yapma] salahiyeti, milletin yegâne hakiki mümessili [temsilcisi] olan Meclis’te tecelli etmiş ve toplanmıştır.

Bu iki maddeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir [özetlemek mümkündür]: “Cumhuriyet“.

Yeni Türkiye’nin umur-ı teceddüdü [yenileşme işi] daha nihayet bulmamıştır. Ancak yolun sonuna kadar gidilmelidir. Harpten sonra Türk Teşkilatı Esasiye’sinin inkişafı [gelişmesi] henüz kati bir şekil almış addedilemez [sayılamaz]. Tadilat [değişiklikler] ve tashihat [düzeltmeler] yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir. İkmaline [tamamlanmasına] başlanan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yakın bir atide [gelecekte] bu meseleye ait hükûmet teklifatı [teklifleri] Meclis’e arz edilecektir. Bu teklifatın [tekliflerin] bütün mevadı [maddeleri] Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun inkişaf [gelişme] ve ikmaline [tamamlanmasına] ait bulunacaktır.

Bütün Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler nasıl esas itibariyle yekdiğerinden ayrı değilse ve aralarındaki fark nasıl yalnız şekle ait bulunuyorsa, Türkiye’nin da bu cumhuriyetlerden farkı sırf bir şekil meselesidir. Diğer cumhuriyet usulüyle idare edilen memleketlerde olduğu gibi bizim de hâkimiyete malik [sahip] bir parlamentomuz vardır. Yalnız bizde Büyük Millet Meclisi hem teşri [kanun yapma] hem de icrai salahiyete maliktir [icra salahiyetine sahiptir]. Başka yerde olduğu gibi, bizde de vekiller kendi vekâletlerine ait işlerden mesuldürler. Başka yerlerde yeni Türkiye devleti icra vekillerinin Millet Meclisi elinde bir oyuncak olduğu zannediliyor; bu, hatadır. Vekillerin mesuliyetine ve vazifesine ait meselede, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yapılacak tadilat ile [değişikliklerle] tespit edilmiş olacaktır. Netice itibariyle reisicumhurdan, reisi hükûmetten [hükûmet reisinden] ve mesul vekillerden müteşekkil bir hükûmet teşkil edeceğiz.

Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendiliğinden zahir olur [ortaya çıkar]: Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.

S[ual]  – Avrupa’da, Türkiye’nin Avrupa’ya ve Garplılığa [Batılılığa] husumeti [düşmanlığı] bulunduğu fikri vardır. Türk matbuatında da bu nokta hakkında bir münakaşa açılmıştı. Bu münakaşada Garplılık müdafaa ediliyor veya aleyhinde bulunuluyordu. Bu hususta ne düşünülüyor?

C[evap]  – Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa akvamı [milletleri] arasında Türklere karşı kin ve husumet [düşmanlık] fikirleri telkin etmişlerdir. Garp zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler, hususi [özel] bir zihniyet vücuda getirmişlerdir. Bu zihniyet hala her şeye ve bütün hadisata [hadiselere] rağmen mevcuttur. Ve Avrupa’da hala Türk’ün her türlü terakkiye [ilerlemeye] hasım [düşman] bir adam olduğu, manen ve fikren inkişafa [gelişmeye] gayr-i müstaid [kabiliyetsiz] bir adam olduğu zannedilmektedir. Bu, azim [büyük] bir hatadır. Cevabımı basitleştirmek için size şu misali serdedeceğim [vereceğim]: Farz ediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait muhya [vasıtalar hazır], diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. Bu vesait fıkdanından [vasıta yokluğundan] başka ikincinin manevi ruhu da diğerinden hiç farkı ve maduniyeti [geriliği] yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyettedir. Bizi madun [geri] olmaya mahkûm bir kavim olarak tanımakla iktifa etmemiş [yetinmemiş] olan Garp, harabiyetimizi [haraplığımızı] tacil [çabuklaştırmak] için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Garp ve Şark  [Doğu] zihinlerinde yekdiğeriyle muarız [çatışan] iki prensip mevzu bahs [söz konusu] olduğu vakit, bunun en mühim menbaını [kaynağını] bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da mütemadiyen [devamlı] olarak mücadele ettiğimiz bu zihniyet mevcuttur.

İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri Türk milletinin Avrupa ile temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icray-ı hükûmet [hükûmet icra] etmişler ve Türk milletini terakkiden [ilerlemeden] hariç bırakmışlardır.

Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha ziyade açmakta ve gerek dâhilde ve gerek hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin mütemeddin [medeni] milletlerle temasını teshil etmek [kolaylaştırmak] menafimiz [menfaatlarımız]  mukteziyatındandır [gereklerindendir].

Bu temasın, münasebetlerin yeniden tesisini yalnız arzu etmekle kalmıyoruz, onları inkişaf ettirmek [geliştirmek] için her şeyi yapıyoruz. Bu tavrımız, çok açık ve tartışmasız olarak, Türklerin zenofobisi [yabancı korkusu] bulunduğu şeklindeki yanlış zannı çürütmektedir.

Matbuatla milliyetperver Türkiye’nin ecnebi [yabancı] düşmanı olduğu ilan edilirse, büyük bir hata irtikâp edilmiş [işlenmiş] ve hakikaten mevcut olan şeyin aksi iddia edilmiş olur.

İkinci noktaya gelince, yani Türk matbuatında da Garplılık [Batılılık] ve Şarklılık [Doğululuk] münakaşası açıldığına gelince, matbuat, istediği bahiste istediği veçhile [şekilde] tefsiratta [yorumlarda] bulunabilir. Matbuat, hiçbir veçhile [şekilde] tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz. Benim bu hususta şahsi nokta-ı nazarım [görüşüm] şudur ki, muhafazakâr olan ve bu hususta yalnız olan Tevhidi Efkâr’ın karşısında Türk matbuatının kesreti [çoğunluğu] var. Bu matbuat Garplılaşmak [Batılılaşmak] veçhesini [yönünü] müdafaa ediyor. Tevhidi Efkâr’ın fikri bizim inkişafımızın [gelişmemizin] Garp usulünde vaki olmasını tadil edemez [değiştiremez]. Onun hareketi Garp matbuatına karşı aksülamel [tepki] diye telakki [kabul] edilebilir. O Garp matbuatı ki, ekseriyeti [çoğunluğu] mukaddema [başlangıçta] bizim aleyhimizde bulunuyordu. Vaki olan tebeddülata [değişikliklere] rağmen eski metotlarını değiştirmiyorlar.

SLozan sulhu [barışı] hakkındaki fikr-i devletlileri [devletlilerinin fikri]?

C Lozan sulhu heyet-i umumiyesi [bütünü] itibariyle bizi tatmin ediyor. Biz bu muahedeye [antlaşmaya] tamamıyla riayet edeceğiz. Buna rağmen şunu söylemekten kendimizi men edemeyiz ki, daha taleplerimiz vardır ve bunların kuvveden [düşünceden] fiile çıktığını ahiren [son zamanda] Avrupa akvamının [milletlerinin] zihinlerinde vaki olan Türkiye’ye müsait yeni bir temayül [eğilim] vasıtasıyla görmek istiyoruz.

Muallak mesail [meseleler] için dostane tarz-ı tasfiyeler [çözüm tarzları] bulunacağını ümit etmek istiyoruz. Uzak bir atide [gelecekte] değil yakın bir istikbalde [gelecekte] şimdiye kadar halledilemeyen mesailin [meselelerin] kati hal şekline iktiran ettiğini [kavuştuğunu] görmek istiyoruz.

[Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3;

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 16 (1924), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-119]

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı

Published

on

[25 Ekim 1924]

Giriş

Türk sosyolojisinin kurucusu ve Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürlerinden biri olan Ziya GÖKALP [1], “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözünü sarf eden Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en fazla etkilendiği kişiler arasında yer alır.

Vefatının 100. yıldönümünde Ziya Gökalp’i minnet ve rahmetle anarım. Bu münasebetle başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devleti uğrunda hizmet eden bilim, kültür, sanat, devlet, asker ve siyaset adamları ile Türk Mehmetçiklerinden bu dünyadan göç edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

Hafızalarımızı tazeleyip zihin jimnastiği yapmak amacıyla GÖKALP’in vefatının ertesi günü [Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3]’te yayımlanan “Hamdullah Suphi [TANRIÖVER],” ve “Ziya Gökalp Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Ziyaı” başlıklı haber metinleri Osmanlı Türkçesi’nden çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

ZİYA GÖKALP

“Ne elim bir haberle dilhunuz [içimiz kan ağlıyor]. Türk milliyetperverleri bir baş, hakiki bir mürşit kaybettiler. Türkçülük mefkûresinin bir meşalesi olan bu asil zekâ, kendi izinde yürüyecek binlerce muakkip [takipçi] bıraktı. Onun Türk tarihini, Türk içtimaiyatını, Türk harsını aydınlatan tahlil ve tasnif kuvveti, asırlardır ruhumuzda biriken karanlıkları derece derece eritmişti. Geçtiği yol evvelce bir izdi, şimdi bir şehrahtır [ana yoldur]. Türk vatanı en aziz evladından birini kaybetmekle taziye edilmek lazım gelen bir felakete uğradı. Ziya Gökalp’in hatırası önünde başlarımızı eğdiğimiz bu acı dakikalarda, tesellimiz odur ki, onun ufkumuzda dalgalandırdığı manevi bayrağı yere düşürmeyecek bir gençlik; memleketin her köşesinde bu imanın mahfuziyeti [korunması] için ayakta silahlanmış duruyor.” [2]

Hamdullah Suphi [TANRIÖVER]

***

BÜYÜK ÂLİM ZİYA GÖKALP’İN ZİYAI

Diyarbakır Mebus-ı Muhteremi; çok kıymetli eserlerini Türklüğe ve gençliğe hatıra bırakarak aramızdan ebediyen ayrılmıştır

Reisicumhurumuz ve İsmet Paşa hazeratı birer telgrafla merhum müşarünileyhin [adı geçenin] ailesine teessürlerini [üzüntülerini] iblağ buyurmuşlardır [bildirmişlerdir]. Bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşkil edilmiştir.

***

Bir müddetten beri rahatsız bulunan ve son günlerde hastalığının şiddetlenmesi dolayısıyla hastahaneye nakledilen Diyarbakır Mebusu Ziya Gökalp Bey üstadımız dün [25 Ekim 1924] sabaha karşı irtihal-i dar-ı beka [ahirete göç] eylemiş ve bu müellim [elem veren] haber şehrimizde birden bire şayi olarak [duyularak] umumi ve derin bir teessürle [keder ve üzüntüyle] karşılanmıştır.

Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleriyle Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri merhum müşarünileyhin ailesine birer taziye telgrafı çekmek suretiyle teessürlerini iblağ buyurdukları gibi hükumet tarafından lazım gelenlere cenaze merasiminin pek mutantan bir surette icrası için de emirler verilmiştir.

İstanbul’da icra edilecek olan cenaze merasiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi namına orada bulunan İkinci Reis Vekili Şarkikarahisar Mebusu Ali Sururi Bey hazır bulunacaktır. Merhum müşarünileyhin ailesine bu devreye ait olan tahsisatın kâmilen verilmesi ve ayrıca hidmet-i vataniye [vatana hizmet] tertibinden maaş tahsisi takarrür etmiştir [kararlaştırılmıştır]. Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa Hazretleri ordu namına, beyan-ı taziyet edilmesini Üçüncü Kolordu Kumandanlığına ve Maarif Vekili Vasıf Bey Efendi de cenaze merasiminin icra edildiği gün bütün mekteplerin kapatılmasını ve bilumum muallimlerle talebelerin merasime iştirak etmelerini İstanbul’daki memurin-i aidesine emreylemişlerdir.

Vasıf Bey Efendi merhumun ailesine çektikleri telgrafta; kendisiyle beraber bilumum muallimlerin muhtaç-ı taziye ve teselliye bir halde olduklarını ve merhumun hatırasının gençlik için kuvvetli bir menba-ı ilham [ilham kaynağı]  olacağını ve bir arzuları varsa muhatap olmak istediğini bildirmiş ve ayrıca Muallimler Birliği, Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyelerince telgrafla beyan-ı tessesür ve arz-ı taziyet olunmuştur.

Dün gece Ankara’da Türkçülük Cereyanının maruf simaları, mebuslar ve Türkçü gençler bir içtima akdederek [toplantı yaparak] bir “Ziya Gökalp Cemiyeti” tesis etmişlerdir. Cemiyetin Birinci Reisliğine Sinop Mebusu sabık Sıhhiye Vekili Doktor Ziya Nur Bey, İkinci Reisliğine Zonguldak Mebusu Ragıp beyler bil ittifak intihap edilmişlerdir [seçilmişlerdir]. Cemiyet Ziya Gökalp Beyin bütün Türk şehirlerindeki muhiplerinden ve talebesinden taazzuv edecektir [meydana gelecektir]. Cemiyetin programı ve gayesi; Ziya Gökalp Beyin kitaplarının tabı [basımı], yazılarının ve hatıralarının cemi [toplanması] ve ihtifallerinin [törenlerinin] tertibi olacaktır.

Diğer taraftan “Türk Ocakları Merkez Heyeti ve Hars Heyeti” ve “Ziya Gökalp Cemiyeti” şu suretle derin teessürlerini ve hissiyat-ı taziyetkaranelerini ifade etmektedirler:

Türklüğe ve Türk Ocaklarına ifa ettiği layemut [ölmez] hidmetler ile kalbimizde ebediyen yaşayacak bir minnet ve şükran hatırası bırakmış olan büyük âlim ve rehber Ziya Gökalp’in vefatı dolayısıyla Türk milletine en samimi taziyetlerimizi ve memleketin umumi kederine bütün mevcudiyetimizle iştirak ettiğimizi beyan ederiz.

Anadolu Ajansı da şu satırlarla teessürlerini bildirmektedir:

Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadelenin ruhu ve istinatgâhı olan milliyet fikirlerini neşretmek hususunda Ziya Gökalp Beyin ifa ettiği hidmetler Türk milletinin kalbinde ebedi bir minnet bırakmıştır. Anadolu Ajansı bu büyük ziya [kayıp] karşısında duyduğu derin teessürleri beyan ve Türk milletini bütün ruhuyla taziye eder [başsağlığı diler].”

Üstadın son hayatına ait ajans tarafından verilen malumat ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Ajans ve matbuat mensubini [mensupları] namına üstat Ziya Gökalp Beyi 23 Teşirinievvel’de [23 Ekim 1924] ziyaret eden Anadolu Ajansının İstanbul mümessili [temsilcisi] Edhem Hidayet Bey o günkü tarihle şu telgrafı ajansa göndermiştir:

İstanbul: 23 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beye gittim. Çok dalgın, etrafındakileri tanıyamaz bir halde idi. Hiçbir şey söyleyemiyor ve ızdırap alameti gösteriyordu. Dünkü konsültasyon neticesinde kati olmamak üzere dimağında iltihap olduğu teşhis edildiğini ve doktorların ümitvar bulunmadığını biraderi Nihad Bey ifade etti. Kemal-i teessürle arz ederim.”

Anadolu Ajansının üstadın hastalığına ve irtihaline dair müteakip telgrafları da ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

İstanbul: 24 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beyin vaziyet-i sıhhiyesine [sağlık durumuna] dair bu akşamki tabip raporu ber-vech-i atidir:

Hastanın ahval-i umumiyesi git gide kesb-i vahamet ediyor. Hastalık süratle seyrini takip ediyor. Ziya Bey artık etrafındakileri tanımıyor. Kalp mukavemet ediyor. Hastalığın vahameti bütün kuvvetiyle bakidir.” [2]

DİP NOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ziya-gokalp-1876-1924/

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3

Continue Reading

En Çok Okunanlar