Fethi Bey ve İsmet Paşa kabinelerinde Bahriye (Denizcilik) bakanlığı yapan Topçu İhsan, yani İhsan Eryavuz, çok yakın arkadaşımdı. Edirne’de topçu yüzbaşısı iken Meşrutiyet’ten önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiş, Meşrutiyet’ in ilanının ardından Edirne’ de ve daha sonra askerlikten ayrılarak çeşitli yerlerde İttihat ve Terakki katib-i mesullük görevini üstlenmişti. Okumuş, aydın ve yurtsever, aynı zamanda komitacı bir arkadaştı.
İttihat ve Terakki’ deki arkadaşlarından Kürt Mustafa’nın Divan-ı Harp’te mahkûm olarak idam edilmesi ve kendisinin de idam edilmek üzere aranması karşısında mütarekeden sonra bin bir güçlükle Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal’e katılmıştı. Atatürk’ün güvenini kazanmış ve Büyük M illet Meclisi’ne Cebelibereket milletvekili olarak girmişti.
Meşhur Hintli Ağa Han, Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılan hilafeti övücü bir mektubu yayımlanmak üzere İstanbul’daki gazetelere göndermişti. Bu mektubu önce hiçbir gazete yayımlamadı. Yalnız Hüseyin Cahit Bey, bir gün bu mektubu Tanin gazetesinde yayımladı. Ertesi gün İkdam ve Tasvir-i Efkâr gazeteleri de ondan alıntı yaparak mektuba sayfalarında yer verdiler. İsmet Paşa Hükümeti bunu açık bir vatana ihanet kabul etti ve Meclis’in yalnız bu sorunu incelemek ve sorumlularını yargılamak üzere İstiklal Mahkemesi oluşturmasını önerdi.
Meclis bu öneriyi kabul ederek, Topçu İhsan’ın başkanlığında Refik (Konya), Asaf (Bursa), Cevdet (Kütahya) ve Başsavcı olarak da Vasıf (Saruhan) Beylerden oluşan bir İstiklal Mahkemesi oluşturdu.
Mahkemenin Ankara’dan İstanbul’a hareketi sırasında uğurlayıcılar arasında ben de vardım. İstasyonda İsmet Paşa ile İhsan Bey’in yanında duruyordum. İsmet Paşa, İhsan Bey’in koluna girdi ve “İhsan, bu yayının hilafet için bir olay çıkarmak amacıyla kasten yapıldığına şüphe etme. Haydutların defterlerinin mutlaka dürülmesi lazım” dedi. İhsan Bey de, “Paşam, dendiği gibi bu adamların vatana ihanetlerine kanaat verici bir sonuç alırsam, herhalde gerekeni yapacağıma şüphe etmezsiniz” cevabını verdi.
Mahkeme heyeti İstanbul’a gitti ve Hüseyin Cahit Bey’i yargılamaya başladı. Mektuptan başka bir delil olmadığı ve Hüseyin Cahit Bey’in sadece bu nedenle mahkûm edilemeyeceğine kanaat getirdi. Bu kanaat İsmet Paşa’yı çok sinirlendirmişti. Fuar (Bulca)’yı İstanbul’a göndererek sanıkların mutlaka cezalandırılması gerektiğini bildirdi. Fakat mahkeme, sonuçta Hüseyin Cahit Bey’in ve diğer sanıkların beraatine karar verdi.
Atatürk o sırada harp oyunları için İzmir’deydi. İhsan Bey, Atatürk’e bir şifre yazarak, Hüseyin Cahit Bey’in ve diğer bazı gazetecilerin İzmir’e davet edilmelerinin onlar üzerinde olumlu etki yapacağını arz etti. Atatürk, İhsan Bey’in mektubuna 18 Ocak 1924’te şu cevabı gönderdi:
“İstanbul’da İstiklal Mahkemesi Reisi İhsan Beyefendi’ye,
Mektubunuzu aldım. İstanbul gazete sahip ve yazarlarının İzmir’de tarafımdan kabulüne aracı olmalarını rica etmiş olduklarına nazaran kendilerini kabul edeceğim. Yalnız, tarafımdan davet olunmuşlar gibi bir yoruma kalkışmaları tabii doğru olmaz.
Bu noktanın uygun şekilde hatırlatılması ile birlikte kimlerin ve ne vakit geleceklerinin bildirilmesini rica eder, zat-ı alinizin ve diğer arkadaşların gözlerinden öperim kardeşim.“
Atatürk’ün bu şifre mektubuna İhsan Bey’in 26 Ocak 1924 tarihli şifre cevabı şöyle idi:
“Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne,
Ahmet Emin, Hüseyin Cahit, Asım Velid, İsmail Müştak, Suphi Nuri ve Necmettin Sadak Beyler zat-ı alilerince kabule mazhar olacakları ümidiyle ziyaret-i davetlerine geleceklerdir. Cümlesine ve Hüseyin Cahit’e iltifat buyurulması ve hususi mülakata nail olması pek etkili olacağı düşüncesiyle durumu arz eder, kemal-i hürmetle ellerinizden öperim efendim.“
Hüseyin Cahit’in beraat etmesi yetmiyormuş gibi İzmir’e, Atatürk’ün yanına götürülmesi İsmet Paşa’yı çileden çıkarmıştı. Aleyhindeki dedikodulardan rahatsız olan İhsan Bey, hemen İzmir’e gitti ve Atatürk’e gerekli açıklamaları yaptı. Atatürk şöyle diyordu:
“Çok haklısın. Bence hiçbir mesele yoktur. Yalnız bunları İsmet Paşa’ya da anlat, onu tatmin et.“
İhsan Bey, o günlerde İzmir’ de olan İsmet Paşa ile de görüşmek istedi ama başaramadı. Çünkü İsmet Paşa her seferinde “evde yok” dedirtiyordu.
İhsan Bey’in Fethi Bey kabinesindeki Bahriye vekilliği, İsmet Paşa kabinesinde de devam ediyordu. İsmet Paşa, İhsan Bey’i kabineden çıkarmak istedi. Fakat Atatürk’ün bu konuda onayını alamayınca, tuttu Bahriye Vekilliği’ni kaldırdı. Bununla da yetinmedi, İhsan Bey’in bir muhalefet hareketi oluşturmaya çalıştığını gidip Atatürk’e söyledi. O sırada Atatürk’ün yanında olan Ertuğrul Milletvekili Dr. Fikret Bey de bunu hemen İhsan Bey’e haber verdi. İhsan Bey çok üzüldü ve İsmet Paşa’ya ağır bir mektup yazdı.
Bir gün Meclis’te Atatürk, İhsan Bey’e soğuk davranmış, o da bana şöyle yakınmıştı:
“İsmet Paşa Atatürk ‘e kim bilir neler söyledi, neler anlattı ki Meclis’in yukarı koridoruna çıktığım zaman etrafımı sivil memurlar ve yaverler sardı.”
İhsan Bey Atatürk’e, “Bu mektuba neden tepki gösterdiğini” sormuş, o da “Çünkü bu mektupta hakaret var, tecavüz var, tehdit var” demişti. Bunun üzerine İhsan Bey, Atatürk’e şu öneride bulundu:
“Benim size karşı gelmeye ne haddim ne de kudretim vardır. Eğer İsmet Paşa böyle yapmaya devam edecekse, milletvekilliğinden istifa edip çekileyim ve senin başarın için dua edeyim.“
Atatürk’ün cevabı ise bir çeşit “Aranızı düzeltin” mesajı içeriyordu:
“İsmet Paşa ile aranızda bir olay var. Ben bu işte nötr kalacağım.“
***
Gün geldi, bir “Yavuz-Havuz meselesi” ortaya atıldı. İhsan Bey’in, Bahriye vekili iken, Yavuz sözleşmesinin tadilinde yetkisi dışında devlet ve hazine aleyhine madde koyduğu iddia ediliyordu. İddia aldı yürüdü. Basına ve sonunda Meclis’e intikal etti. Konu bir gün sonra Meclis’te görüşülecekti. Ben de Almanya’dan yeni dönmüştüm. O akşam Çankaya’daki evimde otururken, İhsan Bey telefonla beni aradı:
“Yarın bizim mesele Meclis’te görüşülecek. Gazi buna tarafsız mı kalacak? Beni korumayacak mı? Senin gidip görüşmeni rica edecektim.“
Zor bir durumdu. Gazi ile görüşmekten bir sonuç alınacağı şüpheliydi. Ama arkadaşlık görevimi yapmak zorundaydım. Kalktım, Köşk’e gittim. Başyaver Rasuhi Bey tek başına bilardo oynuyordu. Gazi’nin ne durumda olduğunu sordum.
“Kütüphanede İsmet Paşa ve Meclis Başkanı Kazım Paşa ile birlikte yarın Meclis’te görüşülecek olan İhsan Bey meselesini konuşuyorlar” dedi.
Kütüphaneye çıktım. Gazi, uzaktan beni görür görmez hemen, “İhsan için geliyorsun, değil mi?” diye karşıladı. “Evet, Paşam” dedim. “Ne istiyor?” diye sordu. Anlattım:
“Yarın Meclis’te görüşme açılacakmış. Görüşmenin tarafsız yapılmasının sağlanmasını, kendisinin bu şekilde olsun korunmasını rica ediyor.“
Gazi bu sözlerime daha cevap vermeden, Meclis Başkanı Kazım Paşa (Özalp) atıldı:
“Kılıç Ali, biz karar verdik, bu iş bu şekilde devam edecek…“
Sonra Gazi’ye dönerek: “Değil mi Paşam?” diye sordu. Gazi, bana dönerek şöyle dedi:
“İhsan’ın bu işten açık alınla çıkacağına eminim. Binaenaleyh şimdi onun için yapılacak iş, yarınki görüşmelerde soğukkanlılıkla, mantık çerçevesinde kendini savunmaktır.“
Ayağa kalkarak yemek zamanı olduğu için aşağıya, sofraya inmek üzere yürümeye başladı. Ben merdivenden inerken İsmet Paşa koluma girdi:
“Kılıç Ali, görüyorum ki çok üzgünsün.“
“Evet, Paşam, çok üzgünüm. Nasıl üzgün olmayayım? İnkılap işlerinde arkadaşlık yaptığımız, canla başla çalışan yakın bir arkadaşımız gözümüzün önünde kurban ediliyor.”
“Haklısın, ben de üzgünüm.“
Sonra ekledi:
“Haklısın, ama baldırından et kesip başkalarına yama yapma!“
İsmet Paşa’nın bu sözünden sonra sofraya oturmadım. Gazi’nin iznini alarak eve döndüm. Hemen İhsan’ı telefonla buldum. Kendisine yalnız Gazi’nin sözlerini aktardım. O’nun tavsiyesine göre hareket etmesini söyledim.
Ertesi gün Meclis’te görüşme başladı. [1] İhsan Bey iyi hazırlanmıştı. Günlerce çalışarak yazdığı savunmasında, hakkındaki bütün iddiaları çürütmeye çalışıyordu. Görüşmeye girmeden önce, hazırladığı savunmayı bir kere gözden geçireyim diye bana verdi. Ben de savunmayı hemen orada Hasan Saka’ya verdim. Merdivenin yanındaki şube odasına girdik. Savunmayı baştan sona okuduk. Hasan Saka bazı noktaları uygun görmedi. Onları çizdik.
Meclis genel kurulu toplandı. Görüşme başladı. Önce İsmet Paşa kürsüye çıkarak uzun bir konuşma yaptı ve İhsan Bey’in Yüce Divan’a gönderilmesini istedi. İhsan Bey, büyük bir soğukkanlılıkla savunmasına başladı. Savunmasının sonlarına doğru heyecanlandı. Bizim metinden çıkardığımız İsmet Paşa aleyhindeki cümlelere geldiği zaman, “Merak etmeyin, o cümleleri geçeceğim” deyince, Afyon Milletvekili Ali Bey oturduğu yerden bağırdı: “Ne söylersen söyle! Bana ne!“
İhsan Bey bir ara kendinden geçer gibi oldu:
“Ben namus ve haysiyetin değerini bilen adamım!“
Bunu derken elini tabancasına götürür gibi bir hareket yaptı. Ayağa kalkıp bağırdım:
“İhsan, kendine gel!“
Arkadaşım Salih Bozok da aynı şekilde bağırarak bana yardımcı oldu.
Bu müdahalemiz üzerine İhsan biraz kendine gelir gibi oldu. Sözlerini bitirdi. Kürsüden inerek toplantı salonunu terk etti, çıkıp gitti.
İsmet Paşa tekrar kürsüye geldi. “İki milyon lira sarf ederek çürük bir havuzu milletin başına yıktığından ve bu işte kendisini kandırdığından” söz ederek İhsan Bey’in derhal Yüce Divan’a gönderilmesini istedi. Meclis de bu isteğe uyarak İhsan Bey’in Yüce Divan’da yargılanmasına karar verdi. [2, 3]
İhsan Bey hemen o gece Keçiören’deki evinden polis ve jandarma tarafından alındı, götürülüp tutuklandı.
Yüce Divan toplandı. Mahkeme günlerce devam etti. İsmet Paşa da Yüce Divan’a gidip ifade verdi. Mahkeme devam ederken bir taraftan da Londra ve Almanya’ dan getirilen uzmanlar, bahriye teknik kuruluyla birlikte havuzun inşaat planlarını incelediler. İzmit’e gidip havuzu gördüler. Sonunda, havuzun en iyi ve birinci sınıf malzeme ile yapıldığına dair rapor verdiler.
Yüce Divan, “Bakanlar Kurulu’ndan çıkmadan önce Flander Şirketi’ ne mektup yazmakla memuriyet görevini suiistimal ettiği” gerekçesiyle İhsan Bey’i bir yıla, komisyonculuk yapan Sapancalı Hakkı’nın Saint-Nazaire Şirketi’nden aldığı yüz bin liralık komisyon mektubunun İhsan Bey’e ait olması ihtimali de göz önüne alınarak bundan dolayı da bir yıla, yani toplam iki yıla mahkûm etti.
Hapse girdiğinin ilk zamanlarında İhsan’a gösterdiğim ilgi yanlış yorumlara neden olmuştu. Sanki Atatürk’le İhsan arasında bir davanın hesaplaşması yapılmış da biz mahkûm olan İhsan’ın tarafında imişiz gibi dedikodular yapıldı. Bu durumda, hapishanede yatan İhsan’la ilişkimizi içimiz kan ağlayarak kesmeye mecbur kaldık. Onun için, cezasını tamamlayarak hapisten çıkan İhsan Bey bizi aramadığı gibi bizim de onu aramaya yüzümüz yoktu. Fakat bir süre sonra kader bizi yine karşı karşıya getirdi.
Sanatçı Münir Nurettin Selçuk’la birlikte Taksim’den Beyoğlu’na doğru iniyorduk. Tam Fransız Konsolosluğu’nun önündeyken, karşıdan İhsan’ın gelmekte olduğunu görünce birden şaşırdım. Yaz olduğu için başı açıktı ve bıyıkları -bıraktığım gibi değildi- uzamıştı. Hapse girmeden önceki haline göre biraz daha düşkün, bitkin görünüyordu. Biraz daha ihtiyarlamış gibiydi. Şaşıran ve heyecanlanan yalnız ben değildim. Arkadaşım İhsan da beni görünce aynı heyecana kapılmıştı. Ben “Acaba nasıl davranacak?” diye tasalanırken, o duyduğu heyecanı ve sevinci gösterir bir şekilde beni kucakladı, öpüştük. Ayaküstü biraz dertleştikten sonra ayrılırken Gazi’nin sağlığını sordu:
“Gazi nasıldır? Ellerinden öperim.“
“Yahu ne söylüyorsun! Gazi falan kaldı mı? Şimdi Atatürk var.“
“Ne bileyim birader… Ben O’nu Gazi olarak bırakmıştım.“
Vedalaşıp ayrıldık.
Mevsim dediğim gibi yazdı ve Dolmabahçe’deydik. Akşam yemeğinden önce Atatürk’ü çalışma odasında, gözünde gözlüğü, yazı yazarken buldum. Ayak seslerimizden odaya girdiğimizi anlayınca gözlüğünün üzerinden baktı ve bana eliyle yer göstererek oturmamı işaret etti. Oturdum. Elindeki yazıyı bitirir bitirmez sordu:
“Ne var ne yok?“
“Paşam, size acı bir manzara anlatacağım. Bugün Taksim’de İhsan’la karşılaştım.“
Elindeki kalemi masaya bıraktı. Yüzüme merakla baktı:
“Eee… Ne oldu?“
“İhsan beni görünce çok heyecanlandı. Kucaklaştık, öpüştük. Sağlığınızı sordu, bilhassa ellerinizden öptü.“
Bunları dinlerken Atatürk’ün üzüntüsü çok belirgindi. Ceketinin üst cebindeki beyaz mendilini çıkararak burnuna götürdü. “Hım…” diye bir ses çıkardı. Daha fazla havadis vermeme fırsat bırakmadan “Başka?” diye konuyu değiştirdi.
İhsan, ölümüne neden olacak hastalığı sırasında bana, hakkındaki suçlamalara Atatürk’ün inanıp inanmadığını sormuştu. Hiç düşünmeden “Hayır, asla” dedim. “O halde beni niçin feda etti?” diye sordu. Ben de anlattım:
“İhsancığım, bazı kötü olaylar ve rastlantılar İsmet Paşa ile seni karşıya karşıya getirdi. Aranızda büyük bir uçurum meydana geldi. İsmet Paşa’nın ‘Ya o, ya ben’ diye ısrarı karşısında Atatürk, onu atıp seni iktidara getiremezdi. Aslında sen de bunu beklemezdin. İş o hale gelince inkılabın kendine özgü cilvelerine sen kurban oldun.“
Bunlar İhsan’ı teselli etmek için söylenmiş sözler değildi, gerçekti.
İhsan Bey Yüce Divan tarafından çoğunluk kararıyla mahkûm olur olmaz, Gazi’ye şu iki satırcık mektubu yazıp göndermişti:
“Aziz Paşam! Aleyhime düzenlenen feci dram bitti. Piyeste rol alan aktörler, gördünüz ki, rollerini ne kadar hatalı ve ne kadar acemice oynadılar. Buna rağmen kendimi size daha iyi tanıtmak için herkesle ilişkimi kesmiş olduğum şu sıralarda, şahsınıza karşı saygım ve bağlılığım ölünceye kadar olduğu gibi devam edecektir.“
Cumhuriyet’in Yüce Divan’a gönderilen ilk bakanı olan İhsan Bey’in bu kısa mektubu Gazi’yi çok üzmüştü. Mektubu okuduktan sonra başını pencereden Ankara’nın ovalarına çevirerek bir süre öylece düşünmüştü.
İhsan mahkûm edilip hapse atıldıktan sonra Ankara’da herkes sinmiş, herkes birbirinden korkar olmuştu. İhsan’ın hapishanede adi suçlular ve katillerden ayrı bir yerde yatırılması için cezaevi müdürüne yaptığımız başvurular bile çeşitli yorumlara yol açıyordu. Bu durumda İhsan Bey’in hapishanede bir kazaya kurban gidebileceği ihtimali haklı olarak bizi kaygılandırıyordu. Bu kaygıyı paylaşan arkadaşlar olarak, cezaevi müdürünün dikkatini çekmiş, İhsan’ın uyanık ve tedbirli olması için eşi vasıtasıyla kendisine haber göndermeyi düşünmüştük. Bu konuşmaları yaptığımız arkadaşlar arasında Ağaoğlu Ahmet Bey de vardı. Ahmet Bey, İhsan’ın eşi Nuriye Hanım’a durumu açık olarak anlatmış ve Nuriye Hanım da, içinde yemek bulunan sefertaslarından birisinin arasına bir tabanca gizleyerek hapishaneye götürmüş, İhsan’a vermişti.
İhsan bu tabancayı hapishaneden çıkacağı son güne kadar gizlice yanında sakladığını söylerdi. Ağaoğlu Ahmet Bey’e minnettarlığını ise şöyle ifade ediyordu:
“Tabancayı aldıktan sonra sanki moralim yerine geldi.“
İhsan’ın hapse düşmesinden sonra, Nuriye Hanım, genç denebilecek bir yaşta, iki küçük kızı ve bir oğluyla yapayalnız kalmıştı. O iki yıl içinde kimseye güvenmeyerek İhsan’ın yemeklerini kendisi yaptı, kendi eliyle götürdü. Hem çocuklarına baktı, hem de hapisteki kocasına. Fakat bu ağır yüke genç yüreği fazla dayanamadı. Kalp hastalığına yakalanarak yataklara düştü. Ben, arkadaşlarım Hasan Rıza Soyak ve Fuat Bulca ile oğlum Altemur Kılıç, bu vefakâr ve çileli kadının ölümü sırasında başucunda bulunuyorduk.
[Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi TURGUT, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2005, s. 246-255]
DİPNOTLAR
[1] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 24 Kânunuevvel 1927, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 157-171
[2] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26 Kânunusani 1928, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 60-97
[3] Teşkilatı Esasiye ve Adliye Encümenlerinden Müteşekkil Muhtelit Tahkikat Encümeni Mazbatası
T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26 Kânunusani 1928, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 1-29