Connect with us

Tarihi Konuşmalar

ADLİYE VEKİLİ SEYİD BEY’İN, “HİLÂFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANÎNİN TÜRKİYE HARİCİNE ÇI­KARILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ”NİN GÖRÜŞMELERİNDE YAPTIĞI TARİHİ KONUŞMA (03.03.1924) (2)

Published

on

GİRİŞ

Seyid Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adliye vekilidir. Türk İstiklal Harbi dönemi Türkiye’sinin müçtehit sıfatını taşıyan ender şahsiyetlerinden biridir. Doğu’yu ve Batı’yı bilen, İslam fıkhında derinliği olan üstün zekâlı ve yaratıcı bir insandır. Bir üniversite profesörü olan Seyid Bey İslâm Fıkhı hocasıdır. Onun “Usuli Fıkıh, Birinci Kısım: Medhal “ adlı eseri, fıkıh tarihinin inkılapçı eserlerinden biridir. [1]

Adliye Vekili Seyid Bey, “Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi”nin görüşmeleri sırasında tarihi bir konuşma yapmıştır. Konuşma metni aşağıda verilmiştir. Konuşma metni,  anlamlı okuma yapıldığında; günümüzde tartışılan “Hilâfet”le ilgili çok sayıda kavram ve konunun anlam ve içeriğinin açık, anlamlı ve doğru olarak ortaya konulduğu anlaşılmaktadır/anlaşılacaktır.

Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç arkadaşının Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi (2/307) hakkında TBMM’nde yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 27-69’da yer almaktadır.

İlköğretim, Ortaöğretim ve Yükseköğretim kurumlarında T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ derslerini okutan öğretmen ve öğretim elemanlarının, eğitim yöneticisi ve denetmenlerinin; öğrenme-öğretme etkinliklerinde 429, 430 ve 431 sayılı kanunların metinlerini, gerekçelerini ve milletvekillerinin konuşmalarını inceleyerek sebep-sonuç ilişkilerini kurmaları beklenmektedir.

—***—

“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu hâlde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?” 

“Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.”

“Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.”

“Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatınmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.”

“Millet kendi işimi kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükûmet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükûmet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.”

***

[İkinci Bölüm]

Şimdi de sonra gelen ulemayı İslâm’ın bu mesele hakkındaki tarzı telâkkilerini tetkik edelim. Bilirsiniz ki bugün ehlisünnet doğrudan doğruya Şehrullahi İslâmiyet’te giden, sıratı müstakim üzerinde bulunan dört mezhepten ibarettir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanibeli mezhepleri değil mi efendim. İşte bu dört mezhebin heyeti mecmuasına ehlisünnet denir. Sıratı müstakim bunların gittikleri yoldur. Bu zatların telâkkisine gelince burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhep diğer tarafa ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri müttefikan hilâfetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak zatın müctehid derecesinde âlim olmasını, tam bir adaletle muttasıf bulunmasını ve her halde (Kureyş)den olmasını şart ederler.  Hattâ imamı Şafi Hazretleri (Halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olur. Ayrıca hul ve azle tevakkuf etmez) diyor. Mezhebi Şafiide böyledir. En muteber Şafii kitaplarından olan (Münhaci nuvi)de ve onun şerhi olan (Mugnilmuhtac)da bu bapta sarahat vardır. Merak edenler, sözüme itimat etmiyenler bu kitaplara müracaat etsinler. Yalnız Hanefiler şeraiti hilâfet hakkında biraz müsamahakâr davranıyorlar. Meselâ halifenin müctehid olması şart değildir. Âlim olması kâfidir diyorlar. Kezalik halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olmaz, azledilmek lâzım gelir diyorlar. Mahaza bu dört mezhebin dördü de hilafetin şeraiti esasivesinde meselâ halifenin âlim ve âdil olmasında ittifak edivorlar. Âlim ve âdil olmıyan bir zata halife demiyorlar. Mülkü sultan diyorlar.

İlmi itikat kitaplarını tetkik ederseniz görürsünüz ki ulemayı ehlisünnet hilâfeti iki kısma ayırıyorlar. Birine hilafeti hakikiye, diğerine hilâfeti suveriye divorlar. Hilâfeti suveriyeye hilâfeti hükmiye dahi ıtlak olunur. Şimdi bu iki nevi hilâfeti ayrı ayrı izah edeyim. Şöyle ki hilâfeti hakikiye şeraiti lâzımesini cami ve milletin intihap ve biatiyle hâsıl olan hilâfettir. İşte asıl hakikaten ve şer’an (Hilâfet) diye bu birinci nevi hilâfete denir. İşte demin söylediğim (Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalib olur) mealindeki hâdisi şerifte zikrolunan hilâfetten maksat da bu hilâfeti hakikiyedir. Hanefi ulemasının en büyük muhakkiklerinden olan ve bugün dahi eserleri bütün âlemi İslâm’da tedris edilmekte bulunan Sadrüşşerianın (Tadililulûm) nam kitabı güzininde bu hilâfeti hakikiyeye (Hilâfeti nübüvvet) ıtlak olunur.

Hanbeli mezhebinin en büyük müctehitlerinden bulunan meşhur İbni Teymiye’nin (Münhacüssünne)sinde dahi bu suretle muharrerdir. Yani İbni Teymiye dahi bu hilâfeti hakikiyeye hilâfeti nübüvvet ıtlak ediyor. Nitekim o hâdisi şerif diğer bir rivayette (Hilâfeti ennübüvvetü selâsüne seneten ilâh), tarzında vârid olmuştur. Şimdi ismini zikrettiğim Sadrüşşeria Türk’tür, Buharalıdır. 848 tarihinde Buhara’da vefat etmiştir. Zamanının en büvük âlimlerindendir. Yalnız ulûmu şer’iyede değil, zamanında mevcud olan bütün ulûm ve fünunda yeddi tulâ sahibidir. Hakikaten her mânasiyle ulemadır. (Tadililulûm) namındaki kitabı isminden de anlaşıldığı veçhile müteaddit ilimlerden bahistir. Pek müdekkikane yazılmış güzide bir eserdir. Bahsettiği ilimlerden biri de ilmi heyettir. Kendi eliyle çizilmiş filmi heyet eşkâlini dahi havidir. Mütalâa edilirse sahibinin ne büyük âlim olduğu tebeyyün eder. Fakat maatteessüf şimdiye kadar tab edilmemiştir. Yalnız yazmaları mevcuttur. Bu münasebetle şu ciheti de arz edeyim ki dini İslâm ve Şarkta bilcümle ulûm ve fünuna hizmet eden büvük âlimlerin ekserisi Türk’tür. Ben vaktiyle bunlardan bâzılarının isimlerini, kısa kısa tercümei halleriyle neşretmiştim. İşte bu Sadrüşşeria da onlardandır. Mezhebi Hanefide 600 seneden beri onun ayarında bir âlim yetişmemiştir.

Bu hilâfeti hakikivenin şartlarına gelince, bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olımak, selâmeti havas ve âzaya malik bulunmak, umuru memleket ve masalihi milleti temsilde rey ve tedbir ve hüsnü sivaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam mânasivle adalette muttasıf olmak, (Kureyş)ten olmak. İşte hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de (ilim) şartı vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu şartta ulemayı İslâm iki kısma ayrılıyorlar. (Muvakıf)da sarahaten beyan edildiği üzere cumhuru ulemayı ehlisünnete göre halife olacak zatın alelâde âlim olması kâfi değildir. Usul ve füruda müctehit derecesinde âlim olmak şarttır. Fakat Hanefiler bu hususta müsamahakâr davranıyorlar Hanefilere göre müctehid olmak şart değildir, alelıtlak ahkâmı şeriatı ve mesalihi hilâfeti bilmek kâfidir.

Burada (adalet) şartını biraz izah etmek iktiza ediyor. Adaletin ıstılahta iki mânası vardır. Biri ihkakı hak ve iptali batıl mânasıdır. İkincisi sirette istikamet mânasınadır ki, (fisk)in zıddıdır. Bu makamda âdil demek, fasik değil demektir. Adaletin bu ikinci mânası birinci mânasından eamdır. Ona da şâmildir. Şu halde zalim ve gaddar bir insan hilâfete ehil olamıyacağı gibi fisküfücur ile müttasıf olan bir zat da hilâfete ehil değildir. Ulemayı İslâm zulüm ve itisaf ile muttasıf olan bir zatı halife yapmak demek, kurdu koyuna çoban etmek demektir diyorlar. Bundan evvel (imamet hakkında Cenabı Hak ile İbrahim Aleyhisselâm arasında cereyan eden bir mükâlemei mâneviyeyi Kur’an-ı Kerim’den nakletmiştim. Onda kendi zürriyetinden de imam yapılmasını niyaz eden Hazreti İbrahim’e cevaben Cenabı Hak (Lâ yenâlü ahdîzzalimin) buyuruyor. Yani (benim ahdü imametim, zalimlere vâsıl olmaz) diyor. Zaten halife ve imam nasp ve tâyininde maksat zalimin zulmünü defetmektir. Yoksa nas ürerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun içindir ki kâffei ulemayı İslâm’a göre zalim ve itisafkâr bir zatı halife intihab etmek caiz olmaz ve sonra irtikâbı zulmeden bir halife de bütün ulemanın ittifakiyle azle müstehak olur. Hattâ başta İmamı Şafii olduğu halde mütekaddimini Şafiiye göre millet tarafından azledilmemiş olsa bile kendiliğinden münazil olur. Hanefiler (fitnei kıtal ve ihtilâli melhuz değilse azledilmesi lâzım olur) diyorlar. Bâzıları (fukahayı Hanife indinde adaleti sıhhati hilâfetin şartı değildir. Binaenaleyh fasikın hilâfeti maalkerahe sahih olur) demişlerse de bu doğru değildir, yanlıştır. Sadrüşşeria’nın demin ismini zikrettiğim (Taldililulûm)unda ve fukahai Hanefiyenin Sadrüşşeria derecesinde muhakkiklerden olan meşhur İbnihümam’ın (Müsayere) namındaki kitabındaki sarahaten beyan olunmuştur ki, eimmei Hanefiye indinde dahi (adalet) sıhhati hilâfetin şartıdır. Yalnız mülk ve saltanatın şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim hilâfetin ikinci nevinin şartı değildir. Çünkü hilâfetin ikinci nevi hükümdarlıktan, saltanattan ibarettir. Bu ise intihap ve biat üzerine müesses değildir. Kuvvet, kahir ve galebe üzerine mübtenidir. Bu makamda hilâfetle saltanatı biribirine karıştırmamak lâzımdır. Hakiki hilâfet başka, suveri hilâfet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.

İkinci nevi hilâfete gelince: Buna hilâfeti süveriye demiştik. Bu sureten ve zahiren hilâfet şeklinde ise de hakikatte hilâfet değildir. Belki mülk ve saltanattan tegallüp ve tasalluttan ibarettir, padişahlıktır. Bu ya şeraiti câmi olmamak veyahut kahr ve istilâ, cebir ve tegallüp tarikiyle istihsal olunmakla olur. Bütün muhakkikini ehlisünnetin müttefikan beyan ettikleri bir hakikattir ki, hulefayı Emeviye ve Abbasiyenin hilâfeti bu kabildendir. Çünkü bunların hilâfetleri milletin kendi arzu ve intihabiyle husule gelmemiştir, kahır ve istilâ cebir ve tagallüp tarikiyle hâsıl olmuştur.

Tarihî İslâm’a âşinâ olanlarca malûmdur ki, hulefayı Emeviyenin irtikâb etmedikleri zulüm ve sefahet, evlâdı Peygamberiye reva görmedikleri cevir ü şenaet kalmamıştır. Devleti Abbasiye ise bütün zulüm ve itisaf, kahır ve tegallüp üzerine teessüs etmiştir. Yalnız meşhur (Ebumüslimi Hıorasani)nin Hükûmeti Emeviye taraftarlarından katil ve itlâf ettiği nüfusun adedi 600.000’ne baliğ olmuştur. Hulefayı Abbasiyenin birincisi olan (Seffah)ın amcası Abdullah bini Ali, Şam’ı istilâ ettiği zaman ahaliyi katliam etmişti. Birlikte taam etmek üzere davet ettiği eşraftan doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bâzıları henüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak bilâ teessür taam etti ve Şam’da hulefayı Emeviyenin kabirlerini açtırarak bulduğu naaşları, kemikleri ihraf eyledi. Bu Abdullah’ın biraderi Süleyman Bini Ali de Basra’da Emevilerden eline geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedirtti. En muteber İslâm tarihlerinde bu suretle muharrerdir. Hattâ Cevdet Paşa merhumun (Tevarihi hulefa) namındaki tarihine bakarsanız sözlerimin sıtkını teslim edersiniz.

Osmanlı halifelerinin ise saltanata olan hırs ve tamahlarından nice mâsum ve bigünah şehzade kanı döktükleri malûmdur. Hulefayı raşidin hazeratı, Beytümale ait olan emvali devlet ve millete (Mâlullah) ve hukuku ammeye (Hakkullah) tesmiye ederler ve binaenaleyh alelumum hukukun hüsnü muhafazasına son dereceye kadar bezli mukadderat eylerlerdi. Bunlar ise hukuku müslimini müsadere ederler ve emvali devleti şuna buna peşkeş çekerlerdi. Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve tegallübe hilâfet denebilir mi? İslâmiyet gibi âli bir din böyle saltanatı kahireyi kabul eder mi? Adli mutlak olan Cenabı Hak (Layenalüahdizzalimin) buyuruyor. Böyle kahir ve müstebit bir hükümeti dini İslâm’a nisbet ederek adına “Hilâfeti İslâmiye” demek yâr ve ağyara karşı İslâmiyet’i tahkir olur. Bu nevi hükümetler hilâfet değil Hazreti Risaletpenah efendimizin buyurdukları gibi ısırıcı saltanattan ibarettir. Onun içindir ki Risaletpenah efendimiz gayibden haber vermek suretiyle bir mucize kabilinden olarak (Benden sonra hilâfet otuz senedir, ondan sonra mülkü adud olur) buyurmuşlardır. Hakayıkı tarihiye de bunu müeyyiddir. Tarih tetkik ve tetebbu edilirse görülür ki, hakiki hilâfet Hulefayı Raşidinin sonuncusu olan Hazreti Ali’nin vefatiyle veyahut Hazreti Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan müddeti imametiyle hitam buluyor. Ondan sonra artık (Elhükmü limen galeb) kaidesi cari oluyor. Söz kılıca, kuvvete intikal ediyor. Bu suretle Hazreti Peygamberin (Mülkü Adud) tavsifiyle ifade buyurdukları hakikaten ısırıcı saltanatı kahire teessüs eyliyor.

Burada istitrat kabilinden bir garibe zikretmek isterim. Ulemayı Teftazani namı ile meşhur bir zat vardır ki cümlenizin bildiği bir zattır. Unvanından da anlaşıldığı veçhile büyük bir âlimdir. Fakat tarihi İslâm’a ahvali ulemanın teracümüne hakkiyle vâkıf olmadığı anlaşılıyor. Bu zat (Şerhi akait) denilen kitabında (Eimmei dinden ehli hal ve ukut hulefayı Abbasiyenin hilâfetinde ittifak etmişlerdi) diyor ki doğru değildir. Hakikati tarihiyeye külliyen mugayirdir. Bilirsiniz ki İmamı Âzam Ebuhanife Hazretleri eimmei dinin en büyüklerindendir. 80 tarihinde tevellüt ve 150 tarihinde vefat etmiştir. Hem Devleti Emeviye hem de Devleti Abbasiye zamanlarında berhayat buluyorlardı. Ne Hilâfeti Emeviyeyi ne de Hilâfeti Abbasiyeyi tecviz ve kabul etmemişti. Henüz Emevilerin hükümran oldukları esnada Hazreti İmamı Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in mahdumu ve elyevm Yemen kıtasında bulunan (Zeydiye) fırkasının imamı meşhur (İmamı Zeyl) Hazretlerine biat olunmasına elaltından fetva verdirdi. Onun için Emeviler zamanında Irak Valisi ve Kumandanı olan meşhur (İbnihüreyre) tarafından darp ve hapsedilmişti. İbnihüreyre her gün müşarünileyhi hapisaneden çıkararak alâmülainnas kırbaçla darbeder ve sonra yine hapseylerdi. Abbasiler zamanında da müşarünileyh İmamı Âzam Hazretleri Hazreti Hasan’ın evlâdından (Nefsizekiye) denmekle mâruf Mahmud Mehdi’ye muavenet ve biat olunmasına ve zekât, ağnam ve aşar gibi şer’i vergilerin ona verilmesine gizli gizli fetvalar verirdi. Bunun içindir ki Abbasilerin İkinci Halifesi olan (Ebucafer ve Mansur) tarafından hapsedilmiş ve nihayet hapishane derununda vefat eylemiştir.

Fukahayı Hanefiyenin şeyh ve üstadlarından ve usulü fıkıh imamlarından (Husas) lâkabiyle Şehri Teşar İmamı Ebubekir Razi’nin (Ahkâmülkuran) namındaki tefsirinde ve Fahreddin Razi’nin Tefsiri Kebir’inde ve meşhur (Tefsiri Keşşaf)da demin zikrettiğim (lâyenalü ahdüzzalimin) âyeti celilesinin tefsirinde bu suretle muharrerdir. Keza büyük müctehitlerden her biri İmamı Âzam gibi bir mezhebi fıkıh sahibi olan Süfyan Suri İbnicerih ve Ubadibni Kuşeyr gibi eazımı ümmet dahi zikrolunan Mansur tarafından hapsedilmişlerdi. Mezhebi Malikin müessisi İmamı Malik Hazretleri yalnız dayak yemekle kurtulmuştuFakat darbın şiddetinden kolu çıkmıştı. Şu hakayiki tarihiye meydanda en mevsuk ve muteber tefsir ve tarih kitaplarında mevcut iken Ulemayı Taftazani’nin (Eimmei dinden ehli hal ve ukud hilâfeti Abbasiyenin sıhhatinde iktifat etmişlerditarzında idarei kelâm etmesinin hiçbir kıymeti ilmiyesi yoktur. Bunu bilâtereddüt ve bimuhaba söyliyebilirim.

Vâkıa İmamı Ebuyusuf ve İmamı Muhammed gibi ımüşarünileyh İmamı Âzam Hazretlerinin talebesi olan Eimmei Hanefiye, Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdi. Hattâ İmamı Ebuyusuf Bağdat’ta Hulefayı Abbasiyeden Mehdi, Hadi ve Harunu Reşit zamanlarında kadıyülkudatlık vazifesini ifa etmişti. Fakat bu keyfiyet onların hakiki hilâfetini tasdika delâlet etmez. Çünkü bilcümle kötü bir Hanefiyede sarahaten zikrolunduğu üzere Eimmei Hanefiyenin içtihadatına göre zalim ve fasik bir padişahtan kadılık ve valilik gibi memuriyet kabul etmek zarurete binaen caiz ve sahih olur. Yalnız bunda zulme ve haksızlığa alet ve vasıta olmamak şarttır. İşte bu fikir ve içtihada mebnidir ki, ulemayı İslâm Melûk ve Salatinin kadılıklarını ve sair memuriyetlerini deruhde etmişlerdir. Hulâsa gerek Hulefayı Emeviye ve gerek Hulefayı Abbasiye hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife ıtlak olunmaması beynennası örf olmasındandır. Tefsiri Keşşaf’ta demin zikrolunan ayetin tefsirinde Hulefayı Emeviye ve Abbasiye hakkında (Gâsıp ve mütegallibtirler, kendi kendilerine halife ismini takınmışlarıdır) diye mezkûrdur. Hattâ demin ismi geçen (Müsayere) namındaki kitapta sarahaten zikrolunduğu üzere meşayihi Hanefiyenin bir kısmı ashaptan Muaviye’ye bile halife demiyorlar, mülk ve sultan diyorlar.

Efendiler, kendi kendimizi aldatmıyalım. Âlemi İslâm’ı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok ulema vardır. Kâffesi bugün bizden âlimdirler. Kütübü İslâmiye ellerindedir. Onlar hilâfeti İslâmiye’nin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hind uleması, Mısır uleması, Yemen uleması, Necid uleması, Kürdistan uleması halifenin Kureyşten olması lâzım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din noktai nazarından kabul etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilâfetten bahsedildiği vakit bunun ciddî olduğuna inanıyor musunuz? (Bravo sesleri)

Onların uleması hiçbir zaman bizim padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. Şafiilerin en muteber kitabı olan (Müntacı nuvî) elde mütedavildir, matbudur. Bütün Şafii medreselerinde, bütün Şafii ulemasının ellerinde hürmetle, ihtiramla tedavül etmektedir. Ona bakınız! Şafiilerce bizim padişahlara halife denip denmiyeceğini anlarsınız. Maliki ve Hanbelî kitaplarına da bakınız, onların da bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz. Hattâ bizim Osmanlı ulemamız bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir. Fukahayı Hanefiyenin üstatlarından ve Türkistan’ın en büyük ulemasından İmamı Necmeddin Ömer Nesefi denilen bir zat vardır. 537 tarihinde Semerkant’ta vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fakih olduğu için kendisine (Müftüssakaleyin) denilmişti. Bu zatın pek çok kitapları vardır. Mezhebi Hanefide imamdır. Bunun itikadiyata dair (Akaidi nefsiye) namı ile küçük bir kitabı vardır ki sekiz yüz seneden beri mezhebi Hanifiyenin cari olduğu bütün şark medreselerinde tedris olunur. Hattâ bugüne kadar İstanbul medreselerinde Fatih medreselerinde dahi tedris edilegelmiştir. İşte o kitapta ve diğer bilcümle kütübü İslâmiye’de imamın Kureyşten olması meşrut olduğu ve başkasının imameti caiz olmıyacağı mutlak ve katî bir lisanla beyan ediliyordu. (Velayecüzü mingayrihib) deniyor. Onun içindir ki demin ismini zikrettiğim ülemai Teftazani şerhi akaidinde (Hulefayı Abbasiyeden sonra hâl müşküldür) diyor. Şu hâlde bu eşkâli ref etmek için ne yapmak lâzımdır? Ne demelidir ki bu eşkâl mürtef’i olsun. Bu hususta söylenecek şudur: Şeraitini câmi bir zat bulunmadığı surette halife nasb ve intihap etmek kaziyesi vacib olmaz.

Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz vârid olur. Denilebilir ki, müslümanlar üzerine bir imam intihap ve nasbetmek vaciptir. Bu bapta icmaı ümmet vardır. Bütün ulemayı İslâm imam nasbının vücubunda ittifak etmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu sual hakikaten pek kuvvetli bir sualdir. İşin içine (İcma) girince kendi tarafınızdan ne söylense fayda vermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü icma en kuvvetli delil addolunur ve tarafınızdan ne denilecek olsa bize cevaben icmaı akdeden ulema, senden daha iyi bilir denilir. Şu hâlde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabını Şafii ulemasının en büvük mütehassıslarından Allame Uddadin vermiştir. Bu zatın (Mevakıf) namında gayet muteber bir kitabı vardır. Ehlisünnetin itikadiyatınıa dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul’da Matbaa-i Âmire’de üç cilt üzerine tab’ı edilmiştir. Bütün ulemayı İslâm’ın elinde hüccet gibi tutulur ve nıünderecatı senet ittihaz olunur. Bu kitabın imamet bahsinde bu sual kendi tarafından irad olunduktan sonra ona cevaben demin dediğim gibi (şeraiti, imameti cami bir ızat bulunmadığı surette ehli İslâm üzerine imam nasbetmek vacib olmaz) diye mezkûrdur. Sözümün sıhhatine inanmak istemeyenler bu kitaba müracaat etsinler.

Fakat bu surette memleket anarşi, millet ihtilâl içinde kalmaz mı? Evet, millet vefdavi bir surette başıboş kendi hâline terk edilir, Hükûmet tesis edilmezse şüphesiz memleket anarşi ve millet ihtilâl içinde kalır. Lâkin sahibi muvakıfın maksadı bu değildir. Şeraitini câmi, hakiki halife mânasına bir imam nasbı mümkün olmadığı surette artık o mânaca imam nasbının vücudu sâkıt olur demek istiyor. Bundan hükûmet tesisine de lüzum yoktur mânası çıkmaz. Maksadı (şeraiti hilâfeti câmi, bir imam nasbı müteazzir olduğu surette yine hükümet tesisi vacib olur. Fakat artık ona hilâfet reisi hükümete de halife mânasına imam denmez ve bundan dolayı milleti İslâmiye günahkâr olmaz) demektir. Nitekim bundan evvel ismi geçen Sadrüşşeria (Tadililulûm) bunda şeraiti hilâfatı tadad ettikten sonra şeraitini cami, hilâfetin – Hadisi Şerifte beyan olunduğu veçhile – otuz senede tamam olduğunu, ondan sonra riyaseti dünyeviye ve tegallübiyeden ibaret olan mülk ve saltanat teessüs ettiğini beyan ediyor ve sonra “şu zikrolunan şeraiti hilâfetten zaruretin ıskat ettiği şartlar sakıt olmuştur. Kezalik zamanımızda Kureyşlik şartı da sukut etmiştir” diyor ve bu sözü söyledikten sonra (fekâmu melunine innema sekâfü ahzû vektilü taktilâ) ayeti celilesini iktibas ediyoruz ve bu suretle şeraiti hilâfeti cami olmıyan Melûk ve Salatine şiddetle hücum ediyor.

İşte şu izahatımdan hilâfeti hakikiye ile hilâfeti suveriyenin neden ibaret olduğu tamamiyle anlaşılmıştır sanırım. Hilâfeti hakikiye asıl hilâfettir ki Hulefayı Raşidine mahsus ve münhasır idi. Geldi geçti. Hilâfeti suveriye ise Hulefayı Raşidinden sonra gelen halifelerin hilâfetidir ki, saltanatı kahireden başka bir şey değildir ve şer’an gayet mezmümdür. Hilâfeti hakikiyede halife, Rasulü Ekrem Efendimizin eserine iktifa ile peygamberane bir hayat idare ve pederane bir siyaset takibedecek, elinde Hazreti Kur’an meşali hidayet ve rehberi hareketi olacak, kalbinde Allah korkusu onu her halûkârında adaletten ayrılmıyacak, mansup ve memuriyetleri birer emaneti ilâhiye addederek ehlini bulup ona tefavvuz edecek, hukuku müsliminin ziyaına ve emvali beytülmalin zerre kadar israfına meydan vermiyecek, İslâmiyet’in inkişaf ve tealisi ve ehli İslâm’ın saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu istihsale bezli mukadderat eyliyecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hilâfeti hakikiye tesisi kabil midir?

Hazreti Ebubekiri Sıddık, makamı hilâfete intihab olunduğu zaman minbere çıkıp Cenabı Hakk’a hamdü sena ettikten sonra şu hutbeyi irad etmiş idi. (Ey nas ben sizin üzerinize ülülemr oldum. Hâlbuki ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana zâhir olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola sevk edinizDoğruluk emanettir, yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız indimde kavi demektir ki, hakkını zalimden alıyorum. Kaviniz de indimde zayıftır ki, ondan mağdurun hakkını istihsal ederim. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin, cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettikçe sizde bana itaat ediniz. Şayet ben Allah ve Resulüne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza rahmekümullah).

Hazreti Ebubekir’in irtihalinde hiçbir nakit mevcudu çıkmamıştı. Beytülmâlden takdir olunan nafaka ile orta halde yaşardı. Emvali emiriyeden nezdinde bir köle ile bir deve ve bir de kaftan vardı. Hali ihtizarında kerimesi ümmülmüminin Hazreti Ayşe’yi çağırarak, «Biz halife olalıdan beri milletin dirhem ve dinarını yemedik, (yani parasını yemedik) kaba ve bayağı taamlarım yedik ve katı elbisesini giydik. (Yani takdir olunan nafaka) bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil, beytülmali müsliminindir. Ben masalihi müslimin ile meşgul olurken onları kullanırdım. Size müverris olmaz vefatımda üçünü de Ömer’e gönder» diye vasiyet etmiştir.

Hazreti Ayşe bermucibi vasiyet onları Hazreti Ömer’e gönderince Hazreti Ömer, «Ya Ebubekir, kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, müşkül bir mevkie koydun» diyerek ağladı ve «Alın bunları beytülmale teslim edin», dedi. Bunun üzerine hazırı bilmeclis olan Abdurrahman Bini Avf, «Sübhanallah, bir köle ve bir deve ile beş dirhemlik köhne kaftanın ne değeri olabilir? Emretseniz de onları Hazreti Ayşe’ye iade etseler.» deyince Hazreti Ömer, «O Ömer’in zamanında olamaz.» cevabını vermiştir.

Hazreti Ömer de eyyamı hilâfetinde, Hazreti Ebubekir gibi beytülmâlden takdir olunan yevmi nafaka ile geçinirdi ve ekvatı yevmiyesini pek dar tutmuş olduğundan ailesi müzayaka çekerdi. Diğer ashabı istihkaka ise kendi istihkakından fazla verirdi, bir gün hutbe okumak için minbere çıktığında üzerindeki elbisenin oniki yerinde yama görülmüştü. Geceleri Medinei Münevvere sokaklarında tabusabah bekçi gibi dolaşır. Bizzat şehrin asayişini muhafazaya çalışırdı. Hattâ kapalı olup olmadıklarını anlamak için kapıları yoklardı ve «Fırat Nehrinde bir oğlak boğulacak olursa korkarım ki, yarın Cenabı Hak beni ondan mesul tutar.» diyerek ağlardı. Mesuliyet hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti ki, ara sıra, «Yarabbi, memaliki İslâmiye pek ziyade kesbi vüsat etti. Her tarafta adaleti ilâhiyeni neşir ve tevzi etmek benim için müteazzir oldu, Artık bu bârı mesuliyete tahammül edemiyeceğim, ruhumu kabzet» diye dûa ederdi. İrtihalinde medyunen vefat ettiği için emvali satılıp borçları tesviye olunmuştu.

Hazreti İmamı Ali de geceleri biri Beytülmalin, diğeri kendisinin parasiyle alınan iki mum bulundururmuş. Mesalihi milletle meşgul olurken Beytülmalin mumunu kullanırdı. Fakat o sırada kendi şahsî işiyle iştigal edecek veyahut nezdine biri gelip hususi mükâlemeye başlıyacak olursa derhal o mumu söndürür, kendi parasiyle alınan mumu yakardı. Hazreti Osman ise serveti zatiyeye malik olduğu için masarifi hilâfet namiyle beytülmâlden hiçbir şey almazdı.

İşte hakikî hilâfet böyle olur. Halife diye de böyle zatlara denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın mânası kalır mı? Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır? 

İşte efendiler, hilâfet meselesinin İlmi Kelâm yani itikadiyet noktai nazarından mahiyeti şer’iyesi budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı tenvir etmek, hakikati bildirmek lâzımdır ve böyle bir zamanda bizim için bir farizadır. (Alkışlar) Hakikaten bâzı zatlar var. Meselâ bizim muhterem Gümüşane Mebusu Zeki Bey, Muhterem Kastamonu Mebusu Halid Beyefendi Hazretleri gibi. Dâhilde ve hariçte daha birçok zevat bulunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır. Endişelerinde samimiyet olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve tebcil ederim. Sözlerinde başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeler, pek tabiî bir endişedir. Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılâp geçiriyoruz. Kendilerini mazur görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi bildikleri zaman o endişeleri zâil olur. Onlar da kemali itidal ile bizim noktai nazarımıza iştirak ederler.

Muhterem Halid Beyefendi «Ben meselenin ciheti şer’iyesine karışmam. Ciheti siyasiyesini düşünüyorum» dediler. Yâni meselenin ciheti siyasiyesinden endişe ettiklerini söylediler. Bu bapta da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini suiistimal etmek istemem. Söyliyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir. Bunu yani hilâfet meselesinin ciheti siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bâzı matbuat da bundan bahsetti. Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama gir erek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi     aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.

Müslüman’lar birbirinin kardeşi olduğundandır. Kur’an-ı Kerim (İnnemelmü’minine uhuvveti) buyuruyor. Yani müminler biribirinin kardeşidir diyor. İşte Âlemi İslâm üzerine bize muavenet etmek bu uhuvveti diniyeden dolayı vaciptir. Yoksa bir zatın halife namiyle heyülâ gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslâmiyet’te insanlar hakkında kutsiyyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hristiyanlık’ta olduğu gibi ruhaniyet yani hükûmeti ruhaniye yoktur. Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Yaşa hocam yaşa.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (İzmir) — Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.

Elhasıl Müslümanların birbirine muavenet etmeleri bir lâzimei diniyedir. Bu tesanüt dinî ve içtimai kaziyesidir. Müslümanlar eczası birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Yekdiğerini tutarlar, birbirlerinden ayrılmazlar, mealinde bir hadisi şerif vardır ki, Ehli İslâm arasındaki tesanüdün derecei lüzumunu gösterir. Bu bapta daha pek çok hadisi şerifler vardır. Her biri bir düsturu ahlâki ve pek yüksek vecizei içtimaiyedir. Onun için Hind’in, Mısır’ın. Afgan’ın, Türkistan’ın ve diğer Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara irtibatımız hep bu tesanüdü diniyeden mütevellittir. O zavallılar da kendilerini esaretten kurtarmak için bir mededgâh, bir el arıyorlar. (Bravo sesleri) İşte bunun içindir ki biz Hilâfeti ilga etsek de, etmesek de onlar daima ellerinden geldiği kadar bize muavenette devam edeceklerdir ve etmeleri lâzımdır. [2]

(Devamı var)

DİPNOTLAR

[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/seyyid-bey

[2] T.B.M.M ZABIT CERİDESİ, 3.3.1340, Devre: II, Cilt: 7, İçtima Senesi: 1, s. 40-61

Özel Günler ve Anlamları

Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)

Published

on

GİRİŞ

Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.

23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.

23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 23-31 Ağustos 1925 tarihleri arasındaki Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 1 Eylül 1925 tarihli sayısında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin Kastamonu Halk Fırkasını Ziyareti bölümü araştırmacı tarafından çevrilerek aşağıda sunulmuştur.

***

KASTAMONU HALKI ARASINDA BÜYÜK MÜNCİ [KURTARICI]

Reisicumhurumuz münevver [aydın] ve müteceddit [yenilenen, yenileşen] Kastamonu halkının yine kendi mümessilleri tarafından başka şekilde gösterildiğini açıkça izah eylemiştir.

Kastamonu: 31 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri bugün saat altıda Kastamonu’ya avdet buyurmuşlardır. Kadın erkek binlerce halk tarafından heyecan ve samimiyetle istikbal olunmuşlardır. Gazi Paşa Hazretlerinin geçtiği yollarda bütün Kastamonu halkı aziz kurtarıcıyı bütün hararet ve heyecanıyla alkışladı. Paşa Hazretleri doğruca Türk Ocağı’nı teşrif etmişler ve Ocaklılar tarafından kemal-i hürmetle karşılanmışlardır. Ocak’ta kadın erkek iki yüze yakın Ocaklı hazır bulunuyordu. Paşa Hazretleri biraz istirahatten sonra azalar ezcümle hanımlar ile musahabette bulunmuşlar [sohbet etmişler], Ocak heyetinden Ocak binası hakkında izahat alarak:

Bütün Ocaklı kardeşleri bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi [dolayı] sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar Türk hakikatinin pişvası [öncüsü] olacaklardır.” buyurmuşlardır.

Gazi Paşa Hazretleri müteakiben Cumhuriyet Halk Fırkasını teşrif etmişlerdir. Fırkanın bahçesi hanım ve erkek binlerce halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi Paşa Hazretlerine bina balkonunda bir mevkii mahsus ihzar edilmişti. Halk, Büyük Gazi’nin Türk milletine feyzi inkılap tebşir eden sözleri bizzat kendi ağzından işitmek için sabırsızlık gösteriyordu. Reisicumhur Hazretleri bir parça istirahatten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüsnü Bey, Gazi Paşa Hazretlerine hitaben kısa bir nutuk irat ederek Gazi Hazretlerine senelerden beri münhasır bulunan Kastamonu halkının hissiyatına tercüman olmak istediğini beyan eylemiş, vatanın altı sene evvel düşmüş olduğu felaketengiz vaziyeti izah ve sırf Gazi’nin kudreti dâhiyanesi sayesinde vatan ve milletin yeniden hayat bulduğunu söyleyerek nutkuna şu suretle devam eylemiştir:

Altı sene memleket ümitsiz bir halde iken, karanlıklar içerisinde yüzerken Şark’tan doğan büyük güneş siz idiniz. Sizin nam-ı bülendinizi hiçbir vakit unutmayacak ve bu millet yaşadıkça sine-i fahr mübahatında sizi daima yaşatacaktır.

Müteakiben Hüsnü Bey, sultan ve halifelerin bu millete yapmış olduğu zulümleri ve fenalıkları izah ederek Kastamonuluların ve bütün milletin Cumhuriyeti muhafazaya ve tamamıyla asri bir Türkiye vücuda getirmeye kemal-i katiyetle azmetmiş olduklarına işaret ettikten sonra sözlerini şu suretle bitirmiştir:

Memleketimizde bulunduğunuz müddetçe vazife-i şükranı hakkıyla yapamadığımız için kusurlarımızı affedin. Ayrılık zamanı yaklaştığı için mahzun oluyor ve bizi şerefli ve saadetli huzurunuzdan ayırmamanızı istirham ediyoruz.  Bugün şerefli Dumlupınar Zaferi’ni huzurunuzda tesitle mesuduz. Bu zaferin büyük kahramanına bütün hemşehrilerimin nihayetsiz şükranlarını arz ve size binihaye sıhhat ve afiyetler temenni eylerim.

Reisicumhur Hazretleri mukabeleten irat buyurdukları nutukta teşekkür ve hissiyatı munzamen bir mukaddemeden sonra hasbıhallerine ber-vech-i ati [aşağıda olduğu gibi] devam buyurdular:

Meşhudatımın [gördüklerimin] en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki, bu seyahatimden evvelki malumatım, meşhudatımın [gördüklerimin] hâsıl ettiği kanaatlerden çok kısa [başka] idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydı, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanıtmak için çalışanlar ezhanı teşevvüşte [zihinleri bulandırmakta] kim bilir ne kadar ileri gitmeye muvaffak olacaklardı. Asar-ı fiiliyatını [fiili eserlerini] memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız [yüksek anlayışınız] bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi [meydana gelemezdi]. Böyle bir iddia serdetmek [iddiada bulunmak] aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekâmülün [gelişmenin] silsile-i tabiiyesi [tabii silsilesi] üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben o tekâmülün tabii tecelliyatının mesut bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatin aksini ifade ve izah ederek müceddit hatvelerinizi [yenileşme adımlarımızı] felce uğratmaya yeltenen sebük-mağzanın [beyinsizlerin] hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, na-kâfi [yetersiz] akıllarına istinat etmiş [dayanmış] olduklarına zahip oluyorum [zannediyorum]. O zavallı hodbinler [benciller] böyle yapacaklarına halkın hiss-i selimine [sağduyusuna] müracaat etselerdi, ondan feyiz ve ilham alsalardı, kendilerini bugün şayan-ı hende [gülünecek] ve hacil [utanılacak] vaziyette bırakan bu kadar müstekreh [iğrenç] hatalara düşmezlerdi. Fakat hiss-i selimin [sağduyunun], akıl, mantık ve marifetin fevkinde [üstünde] haiz-i ehemmiyet [ehemmiyete sahip] olduğunu takdir etmek yalancı âlimlerin işine gelmez.

Arkadaşlar, milletimizin sağlam bir şuura malik [sahip] olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fiili asar [eserler] ve hadisattan [hadiselerden] sonra kimsenin şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Şuur, daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileri ve teceddüte [yeniliğe] uzun hatvelerle [adımlarla] yürümeye devam edecektir. Şuura illet tarı olmadıkça [bulaşmadıkça] geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelemez. Asırlardan beri sarf olunan iğrenç çaba ve gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber, milletin şuurunu felce uğratmaya asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat, milletin bugün gösterdiği asar-ı şuur [şuurlu eserler] ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet [sakatlık, hastalık] olsaydı, onu [1]  bugünkü hayatta ihya etmek [canlandırmak] desti kudretten bile muntazır değildir [beklenemez].

Efendiler, bu millet temayül-i hakikiyesi [hakiki eğilimi] hilafında zehaplarda [zanlarda] bulunanlara iltifat etmemektedir. Bununla bilhassa bugün çok müftehirim [iftihar ediyorum]. Bundaki sırr-ı isabeti [isabet sırrını] izah için derhal arz etmeliyim ki, bizim ilham menbamız [kaynağımız] doğrudan doğruya bütün Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı-ı milliden [milli vicdandan] aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin hiss-i selimini [sağduyusunu] rehber ittihaz [kabul] ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere isal edeceğimize [ulaştıracağımıza] imanımız kavidir [kuvvetlidir].

Hakiki inkılapçılar onlardır ki, terakki [ilerleme] ve teceddüt [yenileşme] inkılabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye [hakiki eğilime] nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai [toplumsal] inkılapların sahib-i hakikiyesi [hakiki sahibi] kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu istidat ve tekâmül [kabiliyet ve gelişme, gelişme kabiliyeti] mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi [kâfi gelemezdi]. Herhangi bir vaz-ı tekâmülde [gelişme vaziyetinde] bulunan bir kitle-i beşeri [insan kitlesini] bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebe-i tekâmüle [gelişme mertebesine] isal etmenin [ulaştırmanın] tabii imkânsızlığı muhtaç-ı izah [izaha muhtaç] değildir.

Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle [şekilleriyle] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] haline isal etmektir [kavuşturmaktır]. İnkılabatımızın [inkılaplarımızın] umde-i asliyesi [asli ilkesi] budur.

Bu noktada ısrar ile izahat verdikten sonra:

Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını [beynini] paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen [tamamen] tard olunacaktır [kovulacaktır]. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek [nüfuz ettirmek] imkânsızdır.

Paşa Hazretleri hurafelere dair misallerle tafsilat verdiler. Türbelerden, yalancı evliyalardan bahsederek: Ölülerden istimdat etmek [yardım istemek] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] için şenidir [lekedir, ayıptır]” dediler. Sonra tekyelere intikal ederek ber-vech-i ati [aşağıdaki] beyanatta bulundular:

Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet [saadete mazhar] kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle [kapsamıyla] medeniyetin [yaydığı] mevacihe-i şule [ışık karşısında] filan ve falan şeyhin irşadıyla [yol göstericiliğiyle] saadet-i maddiye ve maneviye [maddi ve manevi saadet] arayacak kadar iptidai [ilkel] insanların Türkiye camia-ı medeniyesinde [medeni camiasında] mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar)

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir [medeniyet tarikatıdır]. (Sürekli alkışlar) Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Rusay-ı tarikat [tarikat reisleri]  bu dediğim hakikati bütün vuzuhuyla [açıklığıyla] idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekyelerini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir.

Reisicumhur Hazretleri, müteakiben [bundan sonra]:

 Arkadaşlar, huzurunuzda, mevacihe-i millette [millet karşısında] beyan-ı fikir [fikir beyan] ederken hissettiğim ve gördüğüm hususları olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.

Mukaddemesiyle [sözleriyle] diğer bir zemine intikal ederek demişlerdir ki:

 Hükûmet-i Cumhuriyemizin [Cumhuriyet hükûmetimizin] bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut [bağlı] müftü, hatip, imam gibi muvazzaf [vazifeli] birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın [vazifeli kişilerin] ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar [vazifeli] olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti iktisasında [giymekte] berdevamdırlar [devam etmektedirler]. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela [cahiller], bazı yerlerde halkın mümessilleri [temsilcileri] imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden ve nereden almışlardır? Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri [seçtikleri] mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in itimadına mazhar hükûmet-i Cumhuriyedir [Cumhuriyet hükûmetidir]. Bir de mahalli müntehip [seçilmiş] belediye reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahib-i salahiyet [salahiyet sahibi] olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükûmetin nazarı dikkatine vaz edeceğim [koyacağım].

Reisicumhur Hazretleri bu zemin üzerinde çok ciddi nokta-i nazarlar [görüşler] dermeyanından [ortaya koyduktan] sonra kıyafet meselesine intikal ederek buyurdular ki:

 İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edilebileceğinden [değerlendirilebileceğinden] burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayr-i kabil-i inkârdır [inkâr edilemez] ki, taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan, bu acayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” (Hayır, güldürmez sesleri)

Gazi Hazretleri kıyafet hakkında mufassal [tafsilatlı] izahat ve malumat vererek sözü şu neticeye getirdi:

Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir [düzeltecektir]. Fen ve sıhhat nokta-i nazarından [bakımından] ameli [pratik] olmak itibariyle, her nokta-i nazardan [bakımdan] tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir [giyilecektir]. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu ispat etmek ve izhar [göstermek] için icap edeni yapmakta inat etmek adamlıkla kabil-i telif değildir [bağdaşmaz].

Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla ispat etti ki, müceddit [yenilikçi] ve inkılapçı bir millettir. Son senelerden mukaddem [önce] de milletimiz müceddit [yenileşme] yolları üzerinde yürümeye, içtima-i inkılaba [toplumsal inkılaba] teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeyim: Bir toplum, bir heyet-i içtimaiye [millet], erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir [meydana gelir]. Kabil midir [mümkün müdür] ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim [ilerletelim], diğerini müsamaha [ihmal] edelim de kitlenin heyet-i umumiyesi [tamamı] mazhar-ı terakki [ilerlemeye mazhar] olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki [ilerleme] adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve saha-i terakki ve teceddütte [ilerleme ve yenileşme sahasında] birlikte kat merahet [merhaleler kat] edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffak olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır [görmekteyiz] ki bugünkü gidişatımız hakiki icaba takarrüp etmektedir [yaklaşmaktadır]. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikârdır.”

Bu husustaki cesaret ve adem-i cesaret esbap ve avamilini [cesaret ve cesaretsizliğin sebeplerini ve etkenlerini ilerleme] izah ettikten sonra derhal tashihi [düzeltilmesi]  elzem bir misal zikretti:

Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil [benzer] bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü [ifadesi] nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, bir millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi [düzeltilmesi] lazımdır.

Müteakiben [sonra], memlekette mevcut cemiyetlerin milleti tenvir [aydınlatmakta] ve irşatta [uyarmakta] ciddi surette alakadar olmalarını tavsiye etti. Badehu [daha sonra] milletle temastan aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen muhabbet [sevgi] ve itimadı [güveni]  hüsn-i istimal etmeye [güzel, iyi kullanmaya] çok dikkat sarf edeceğinden ve gayenin milleti mesut ve müreffeh [refah içinde] ve medeni dünyada evsafı [vasıfları] takdir olunmuş mütekâmil [gelişmiş] bir millet görmekten ibaret olduğunu izah ederek çok hararetli ve heyecanlı nutkuna hitam [son] verdi ve pek şiddetli alkışlandı.

Halk Fırkasında Coşkun Bir İçtima [Toplantı]

Kastamonu: 31 [Ağustos] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretlerinin Halk Fırkasında irat buyurdukları çok kıymettar ve tarihi nutka mukabeleten Taşköprü’nün Kurtiye karyesi Muallimi Sabri Bey, bütün Kastamonu halkı şimdiye kadar yapılan inkılabatta Gazi’nin yürüdüğü yoldan, işaret ettiği noktadan nasıl yürüdü ise bundan sonra da kemal-i metanetle ve süratle aynı yoldan yürüyeceğini ve halkın Gazi’nin emir ve işaretine amade olduğunu söyleyerek Gazi Paşa Hazretlerine arz-ı şükran eylemiştir.  Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri bu nutuktan pek mütehassis olarak ayağa kalkmış ve demişlerdir ki:

Efendiler, gösterdiğiniz kıymettar teyakkuz [dikkat] ve intibahtan [uyanıklıktan] çok mütehassisim. Sesim müsait değil, bu nutka da müsaade ederseniz bir beyitle cevap vereyim:

Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta

Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi.” [2] [3, 4]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 1, sütun: 3-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 2, sütun: 3-5

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 223(667)-227(671)

[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, 2005, İstanbul, s. 292-296

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR (2)

Published

on

CAN KURTARAN KALLAVİ…

Sultan II. Mahmut’un vezirlerinden [Mehmet Emin] Rauf Paşa [1]  zeki, çalışkan, yakışıklı bir adamdı; ilk sadrazamlığında ancak otuz beşinde vardı.

[Mehmet Said] Halet Efendi [2] ona kancayı taktı, azlettirdi; idamına ferman istedi, fakat padişah:

— Hayır, kallavi başına çok yakışıyor; ben o güzel başa kıyamam!

Dedi, Sakız adasına sürmekle kaldı.

Daha sonra affedilerek valiliklerde, hatta sadrazamlıkta bulunan Rauf Paşa mesuliyetten çok korktuğu için savsaklama siyasetini tuttu. Fikirlerini niçin açıkça söylemediği sorulunca şu cevabı verdi:

— Kallavi [sadrazam ve vezirlerin giydikleri, sivri bir koni biçiminde olan ve üzerine tülbent sarılan uzun kavuk] her zaman insanı kurtaramaz!

Son sadrazamlığı sırasında savsaklama siyaseti o kadar almış yürümüştü ki makamı olan ve “yüksek kapı” manasına gelen “Bââli” nin ismini “boş kapı” demek olan “Bâbıhâli”ye çevirmişlerdi.

*

MEZAR HALKI DAYANSIN!..

1820 senelerinde darphane nazırı olup Halet Efendinin idam ettirdiği Abdurrahman beyin adamlarından Reşit Efendi, İstanbul’da münzevi yaşıyordu; hiç suçu yokken idamı emir olundu.

Merhametli adamlardan biri Halet Efendiye yalvardı:

— Efendim, bu Reşit genç bir adamdır; başka türlü cezalandırılsa!..

— Genci öldürmek yazık, ihtiyarı öldürmek günah; her zaman idam için orta yaşlı adamı nereden bulmalı?

Halet Efendinin ne kötü nasihatçi olduğunu Sultan Mahmut da anladı; 1822’de Konya’ya sürüldü; orada kesilen başı İstanbul’a getirildi. Bu hadise hakkında söylenen şu beyit meşhurdur:

Ne kendi eyledi rahat ne verdi halka huzur;

Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!

*

EŞREF SAAT…

Sultan II. Mahmut, batıl itikatlarla ilgili olmayan padişahtı. Bir gün tersanede bir gemi denize indirilecekti. Padişah “eşref saat” yani uğurlu zaman gibi şeylere inanmazdı ama herhalde halkın düşünüşüne hürmet için olacak, müneccimbaşıya:

— Münasip bir zaman tayin etsin!

Diye haber yolladı. Zira böyle yapmasa ve gemi de bir kazaya uğrasa halk bahane sayabilirdi.

Müneccimbaşı “eşref saat”i tayin etti; lakin padişahın yemek zamanına rastladı. Padişah onu çağırdı ve azarladı:

—- Benim yemek yiyeceğim zamandan başka “eşref saat” yok mudur?

Müneccimbaşı affını diledi; hem yıldızların vaziyetine, hem de padişahın arzusuna uygun başka bir saat tayin etti.

*

DİPNOTLAR

[1]  5 Eylûl 1812’de Ahmed Paşa, 1 yıl, 4 ay, 25 gün süren bir sadâretten sonra azledildi. Sofya seraskeri Ahmed Hurşid Paşa, sadrâzam oldu. 1 Nisan 1815’e kadar 2 yıl, 6 ay, 27 gün sadârette kaldı. Mehmed Emin Rauf Paşa, sadârete getirildi. Başdefterdârlıktan (maliye bakanlığı) sadrâzam olan bu zat, Çavuşbaşı Said Mehmed Efendi’nin oğludur. İlk sadâretinde 2 yıl, 9 ay, 4 gün kaldı. 5 Ocak 1818’de Hudâvendigâr (Bursa) valisi Derviş Mehmed Paşa, sadrâzam oldu. Bu zat, 2 yıl ve 1 gün sadârette kaldı. 5 Ocak 1820’de Ispartalı Ali Paşa, Hudâvendigâr valiliğinden sadrâzamlığa çağırıldı. Ali Paşa, Koca Mustafa Reşid Paşa’nın eniştesi (ablasının zevci) olup, bu sırada 20 yaşında bulunan Mustafa Reşid Bey, onun yanında ilk devlet adamlığı tecrübelerini edinmiştir. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 47]

[2] Sultan Mahmud’un danışmanı Hâlet Efendi, 13 yıl kadar “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk danışmanı” unvânı ile anıldı. Sultan Mahmud bu adamı Yeniçeri ocağını ve muhafazakârları yanında tutmak, her türlü fitneden haber almak için kullanırdı. Sultan Mahmud bu zümrelere karşı idi, fakat 1826’ya kadar açıkça cephe alamadı, 1826’da ise darbesini amansız biçimde vurdu. Sonunda Mehmed Saîd Hâlet Efendi diktatör tavırları almaya başladı ve 1822 Aralığında Konya’da kellesi kesildi. Üçüncü Selim zamanında Paris büyükelçisi (1802-1807), 2 defa nişancı (devlet nâzırı), vekâleten reîsülküttâb ve kethudâ (dış ve iç işleri bakanı), bir ara musâhib-i şehryârî (padişah nedîmi) olmuştu. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 16]

 

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR 1. Bölüm

Published

on

ESKİ KAFA YENİ KAFA…

1799-1857 seneleri arasında yaşayan Mustafa Reşit Paşa Sultan Abdülmecit tahta çıktığı sırada Hariciye Nazırı olmakla beraber Londra’da elçi bulunuyordu.

Sadrazam Hüsrev Paşa eski kafalı bir adamdı; henüz on sekiz yaşındaki yeni padişahı aldatarak yeni kafalı bir adam olan Reşit Paşayı idama karar verdi. Onu güler yüzle karşıladı. Sonra padişaha tezkere yazarak kapattı ve ona verdi:

— İstanbul’a geldiğinizi ve hariciye nazırlığını eskisi gibi idareye başlayacağınızı bildiriyorum. Kendiniz saraya götürürsünüz ve hem de padişahımıza kulluğunuzu arz edersiniz!..

Hâlbuki tezkerede, memleketin adetlerini bozduğu ve her hususta saygısızlığa cesaret ettiği için Reşit Paşanın idamına izin istiyordu.

Reşit Paşa, Beşiktaş sarayına gitti; tezkereyi mabeyinci vasıtasıyla padişaha gönderdi. Sultan Abdülmecit onu okur okumaz hiddetinden yere attı ve Reşit Paşayı çağırdı. Avrupa’nın vaziyetini sordu; memleketin selameti için ne yapmak lazım geldiği hakkında konuştu. Sonra sadrazamın tezkeresini gösterdi. Reşit Paşa hayretini gizleyemedi. Padişah ona:

— Tamamıyla emin ve müsterih olunuz. Sizi takdir ediyorum. İnşallah dediklerinizin hepsi yapılacaktır.

 Dedi. Vazifesinde ipka edildiğini bildiren bir emirle Hüsrev Paşaya yolladı. Çok geçmeden de sadrazam yaptı.

*

HÜKÜMDARLARI SUSTURAN ADAM!..

1814-1868 senelerinde yaşayan Keçecizade Fuat Paşa Osmanlı İmparatorluğunu batmaktan kurtarmanın tek çaresinin Avrupalılaşmak olduğunu Sultan Abdülaziz’e açıkça anlatan vasiyetnamesiyle meşhurdur. Softalar ve geri kafalılar onun hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sadrazam bulunduğu sırada İstanbul’da yaptırdığı kaldırımları metheden birine:

— O kaldırımlar bize atılan taşlardan yapılıyor!

Demişti.

Bir aralık para sıkıntısı vardı; saraydaki altın eşyanın eritilmesi ve paraya çevrilmesi düşünüldü. Bunu padişaha söylemek cesaretini yalnız o gösterdi.

Sultan Abdülaziz kızdı:

— Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları çok görüyorsunuz!

— Padişahım, yarın, Allah esirgesin, buraya düşman girince bizler efendimizin üzengisine sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar da o altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?

Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Paris’te III. Napolyon’un sofrasında bulunuyordu. Girit isyanlarından bahsedilirken Napolyon bir aralık Fuat Paşaya takıldı:

— Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanız!

— Güzel bir fikir!..

— Kaça satarsınız?

— Aldığımız fiyata!..

Girit’i almayı tasarlayan mağrur Napolyon Türklerin orayı yirmi beş sene dövüşerek aldıklarını biliyordu. Kızardı ve artık bir daha bu bahse yanaşmadı.

Fuat Paşa Petersburg’da elçi iken Osmanlı İmparatorluğuna “hasta adam” diyen ve İslam düşmanı olan car I. Nikola güya alay etmek istedi; peygamberin miracından bahis olunurken sordu:

— Acaba gökyüzüne hangi merdivenden çıktı?

Hâlbuki gerek Müslümanlar ve gerek Hristiyanlar, ölmeden evvel veya sonra İsa’nın da göğe çıktığına inanırlar. Fuat Paşa cevap verdi:

— İsa’nın çıktığı merdivenden…

*

MISIR KOÇANI VE MEZAR TAŞI…

1843-1911 senelerinde yaşayan şair Eşref, Türk edebiyatında hicivle meşhur olanların ön safında gelir. Bu yüzden hapiste yattı, sürüldü; gurbete çıktı; sefalet çekti.

II. Abdülhamit zamanında “Mısır”ın büsbütün elden gitmesi üzerine söylediği kıt’a meşhurdur:

Vakti fırsat gözetir şahı cihan,

Tutar elbette elinden kaçanı…

Gene sahip olur inşallah,

Mısır’ın kaldı elinde koçanı…

Mezar taşına yazılmak üzere söylediği kıt’a, onun hayatta iken insanlardan çektiklerini anlatmak itibariyle değerlidir:

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,

Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı.

Gözlerim ebnayi âdemden o rütbe yıldı ki,

İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı…

Bir rivayete gore Kırkağaç’ta bulunan mezarının taşı gerçekten çalınmıştır. Yoksa bunu Eşref’e hayran olanlardan biri, onun tahmin ve korkusunu haklı göstermek için, mahsus mu yaptı?

***

Continue Reading

En Çok Okunanlar