GİRİŞ
Seyid Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adliye vekilidir. Türk İstiklal Harbi dönemi Türkiye’sinin müçtehit sıfatını taşıyan ender şahsiyetlerinden biridir. Doğu’yu ve Batı’yı bilen, İslam fıkhında derinliği olan üstün zekâlı ve yaratıcı bir insandır. Bir üniversite profesörü olan Seyid Bey İslâm Fıkhı hocasıdır. Onun “Usuli Fıkıh, Birinci Kısım: Medhal “ adlı eseri, fıkıh tarihinin inkılapçı eserlerinden biridir. [1]
Adliye Vekili Seyid Bey, “Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Teklifi”nin görüşmeleri sırasında tarihi bir konuşma yapmıştır. Konuşma metni aşağıda verilmiştir. Konuşma metni, anlamlı okuma yapıldığında; günümüzde tartışılan “Hilâfet”le ilgili çok sayıda kavram ve konunun anlam ve içeriğinin açık, anlamlı ve doğru olarak ortaya konulduğu anlaşılmaktadır/anlaşılacaktır.
Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç arkadaşının Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun Teklifi (2/307) hakkında TBMM’nde yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 27-69’da yer almaktadır.
İlköğretim, Ortaöğretim ve Yükseköğretim kurumlarında T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ derslerini okutan öğretmen ve öğretim elemanlarının, eğitim yöneticisi ve denetmenlerinin; öğrenme-öğretme etkinliklerinde 429, 430 ve 431 sayılı kanunların metinlerini, gerekçelerini ve milletvekillerinin konuşmalarını inceleyerek sebep-sonuç ilişkilerini kurmaları beklenmektedir.
—***—
“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu hâlde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?”
“Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.”
“Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.”
“Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatınmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.”
“Millet kendi işimi kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükûmet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.
Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükûmet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.”
***
[İkinci Bölüm]
Şimdi de sonra gelen ulemayı İslâm’ın bu mesele hakkındaki tarzı telâkkilerini tetkik edelim. Bilirsiniz ki bugün ehlisünnet doğrudan doğruya Şehrullahi İslâmiyet’te giden, sıratı müstakim üzerinde bulunan dört mezhepten ibarettir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanibeli mezhepleri değil mi efendim. İşte bu dört mezhebin heyeti mecmuasına ehlisünnet denir. Sıratı müstakim bunların gittikleri yoldur. Bu zatların telâkkisine gelince burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhep diğer tarafa ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri müttefikan hilâfetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak zatın müctehid derecesinde âlim olmasını, tam bir adaletle muttasıf bulunmasını ve her halde (Kureyş)den olmasını şart ederler. Hattâ imamı Şafi Hazretleri (Halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olur. Ayrıca hul ve azle tevakkuf etmez) diyor. Mezhebi Şafiide böyledir. En muteber Şafii kitaplarından olan (Münhaci nuvi)de ve onun şerhi olan (Mugnilmuhtac)da bu bapta sarahat vardır. Merak edenler, sözüme itimat etmiyenler bu kitaplara müracaat etsinler. Yalnız Hanefiler şeraiti hilâfet hakkında biraz müsamahakâr davranıyorlar. Meselâ halifenin müctehid olması şart değildir. Âlim olması kâfidir diyorlar. Kezalik halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olmaz, azledilmek lâzım gelir diyorlar. Mahaza bu dört mezhebin dördü de hilafetin şeraiti esasivesinde meselâ halifenin âlim ve âdil olmasında ittifak edivorlar. Âlim ve âdil olmıyan bir zata halife demiyorlar. Mülkü sultan diyorlar.
İlmi itikat kitaplarını tetkik ederseniz görürsünüz ki ulemayı ehlisünnet hilâfeti iki kısma ayırıyorlar. Birine hilafeti hakikiye, diğerine hilâfeti suveriye divorlar. Hilâfeti suveriyeye hilâfeti hükmiye dahi ıtlak olunur. Şimdi bu iki nevi hilâfeti ayrı ayrı izah edeyim. Şöyle ki hilâfeti hakikiye şeraiti lâzımesini cami ve milletin intihap ve biatiyle hâsıl olan hilâfettir. İşte asıl hakikaten ve şer’an (Hilâfet) diye bu birinci nevi hilâfete denir. İşte demin söylediğim (Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalib olur) mealindeki hâdisi şerifte zikrolunan hilâfetten maksat da bu hilâfeti hakikiyedir. Hanefi ulemasının en büyük muhakkiklerinden olan ve bugün dahi eserleri bütün âlemi İslâm’da tedris edilmekte bulunan Sadrüşşerianın (Tadililulûm) nam kitabı güzininde bu hilâfeti hakikiyeye (Hilâfeti nübüvvet) ıtlak olunur.
Hanbeli mezhebinin en büyük müctehitlerinden bulunan meşhur İbni Teymiye’nin (Münhacüssünne)sinde dahi bu suretle muharrerdir. Yani İbni Teymiye dahi bu hilâfeti hakikiyeye hilâfeti nübüvvet ıtlak ediyor. Nitekim o hâdisi şerif diğer bir rivayette (Hilâfeti ennübüvvetü selâsüne seneten ilâh), tarzında vârid olmuştur. Şimdi ismini zikrettiğim Sadrüşşeria Türk’tür, Buharalıdır. 848 tarihinde Buhara’da vefat etmiştir. Zamanının en büvük âlimlerindendir. Yalnız ulûmu şer’iyede değil, zamanında mevcud olan bütün ulûm ve fünunda yeddi tulâ sahibidir. Hakikaten her mânasiyle ulemadır. (Tadililulûm) namındaki kitabı isminden de anlaşıldığı veçhile müteaddit ilimlerden bahistir. Pek müdekkikane yazılmış güzide bir eserdir. Bahsettiği ilimlerden biri de ilmi heyettir. Kendi eliyle çizilmiş filmi heyet eşkâlini dahi havidir. Mütalâa edilirse sahibinin ne büyük âlim olduğu tebeyyün eder. Fakat maatteessüf şimdiye kadar tab edilmemiştir. Yalnız yazmaları mevcuttur. Bu münasebetle şu ciheti de arz edeyim ki dini İslâm ve Şarkta bilcümle ulûm ve fünuna hizmet eden büvük âlimlerin ekserisi Türk’tür. Ben vaktiyle bunlardan bâzılarının isimlerini, kısa kısa tercümei halleriyle neşretmiştim. İşte bu Sadrüşşeria da onlardandır. Mezhebi Hanefide 600 seneden beri onun ayarında bir âlim yetişmemiştir.
Bu hilâfeti hakikivenin şartlarına gelince, bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olımak, selâmeti havas ve âzaya malik bulunmak, umuru memleket ve masalihi milleti temsilde rey ve tedbir ve hüsnü sivaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam mânasivle adalette muttasıf olmak, (Kureyş)ten olmak. İşte hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de (ilim) şartı vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu şartta ulemayı İslâm iki kısma ayrılıyorlar. (Muvakıf)da sarahaten beyan edildiği üzere cumhuru ulemayı ehlisünnete göre halife olacak zatın alelâde âlim olması kâfi değildir. Usul ve füruda müctehit derecesinde âlim olmak şarttır. Fakat Hanefiler bu hususta müsamahakâr davranıyorlar Hanefilere göre müctehid olmak şart değildir, alelıtlak ahkâmı şeriatı ve mesalihi hilâfeti bilmek kâfidir.
Burada (adalet) şartını biraz izah etmek iktiza ediyor. Adaletin ıstılahta iki mânası vardır. Biri ihkakı hak ve iptali batıl mânasıdır. İkincisi sirette istikamet mânasınadır ki, (fisk)in zıddıdır. Bu makamda âdil demek, fasik değil demektir. Adaletin bu ikinci mânası birinci mânasından eamdır. Ona da şâmildir. Şu halde zalim ve gaddar bir insan hilâfete ehil olamıyacağı gibi fisküfücur ile müttasıf olan bir zat da hilâfete ehil değildir. Ulemayı İslâm zulüm ve itisaf ile muttasıf olan bir zatı halife yapmak demek, kurdu koyuna çoban etmek demektir diyorlar. Bundan evvel (imamet hakkında Cenabı Hak ile İbrahim Aleyhisselâm arasında cereyan eden bir mükâlemei mâneviyeyi Kur’an-ı Kerim’den nakletmiştim. Onda kendi zürriyetinden de imam yapılmasını niyaz eden Hazreti İbrahim’e cevaben Cenabı Hak (Lâ yenâlü ahdîzzalimin) buyuruyor. Yani (benim ahdü imametim, zalimlere vâsıl olmaz) diyor. Zaten halife ve imam nasp ve tâyininde maksat zalimin zulmünü defetmektir. Yoksa nas ürerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun içindir ki kâffei ulemayı İslâm’a göre zalim ve itisafkâr bir zatı halife intihab etmek caiz olmaz ve sonra irtikâbı zulmeden bir halife de bütün ulemanın ittifakiyle azle müstehak olur. Hattâ başta İmamı Şafii olduğu halde mütekaddimini Şafiiye göre millet tarafından azledilmemiş olsa bile kendiliğinden münazil olur. Hanefiler (fitnei kıtal ve ihtilâli melhuz değilse azledilmesi lâzım olur) diyorlar. Bâzıları (fukahayı Hanife indinde adaleti sıhhati hilâfetin şartı değildir. Binaenaleyh fasikın hilâfeti maalkerahe sahih olur) demişlerse de bu doğru değildir, yanlıştır. Sadrüşşeria’nın demin ismini zikrettiğim (Taldililulûm)unda ve fukahai Hanefiyenin Sadrüşşeria derecesinde muhakkiklerden olan meşhur İbnihümam’ın (Müsayere) namındaki kitabındaki sarahaten beyan olunmuştur ki, eimmei Hanefiye indinde dahi (adalet) sıhhati hilâfetin şartıdır. Yalnız mülk ve saltanatın şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim hilâfetin ikinci nevinin şartı değildir. Çünkü hilâfetin ikinci nevi hükümdarlıktan, saltanattan ibarettir. Bu ise intihap ve biat üzerine müesses değildir. Kuvvet, kahir ve galebe üzerine mübtenidir. Bu makamda hilâfetle saltanatı biribirine karıştırmamak lâzımdır. Hakiki hilâfet başka, suveri hilâfet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.
İkinci nevi hilâfete gelince: Buna hilâfeti süveriye demiştik. Bu sureten ve zahiren hilâfet şeklinde ise de hakikatte hilâfet değildir. Belki mülk ve saltanattan tegallüp ve tasalluttan ibarettir, padişahlıktır. Bu ya şeraiti câmi olmamak veyahut kahr ve istilâ, cebir ve tegallüp tarikiyle istihsal olunmakla olur. Bütün muhakkikini ehlisünnetin müttefikan beyan ettikleri bir hakikattir ki, hulefayı Emeviye ve Abbasiyenin hilâfeti bu kabildendir. Çünkü bunların hilâfetleri milletin kendi arzu ve intihabiyle husule gelmemiştir, kahır ve istilâ cebir ve tagallüp tarikiyle hâsıl olmuştur.
Tarihî İslâm’a âşinâ olanlarca malûmdur ki, hulefayı Emeviyenin irtikâb etmedikleri zulüm ve sefahet, evlâdı Peygamberiye reva görmedikleri cevir ü şenaet kalmamıştır. Devleti Abbasiye ise bütün zulüm ve itisaf, kahır ve tegallüp üzerine teessüs etmiştir. Yalnız meşhur (Ebumüslimi Hıorasani)nin Hükûmeti Emeviye taraftarlarından katil ve itlâf ettiği nüfusun adedi 600.000’ne baliğ olmuştur. Hulefayı Abbasiyenin birincisi olan (Seffah)ın amcası Abdullah bini Ali, Şam’ı istilâ ettiği zaman ahaliyi katliam etmişti. Birlikte taam etmek üzere davet ettiği eşraftan doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bâzıları henüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak bilâ teessür taam etti ve Şam’da hulefayı Emeviyenin kabirlerini açtırarak bulduğu naaşları, kemikleri ihraf eyledi. Bu Abdullah’ın biraderi Süleyman Bini Ali de Basra’da Emevilerden eline geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedirtti. En muteber İslâm tarihlerinde bu suretle muharrerdir. Hattâ Cevdet Paşa merhumun (Tevarihi hulefa) namındaki tarihine bakarsanız sözlerimin sıtkını teslim edersiniz.
Osmanlı halifelerinin ise saltanata olan hırs ve tamahlarından nice mâsum ve bigünah şehzade kanı döktükleri malûmdur. Hulefayı raşidin hazeratı, Beytümale ait olan emvali devlet ve millete (Mâlullah) ve hukuku ammeye (Hakkullah) tesmiye ederler ve binaenaleyh alelumum hukukun hüsnü muhafazasına son dereceye kadar bezli mukadderat eylerlerdi. Bunlar ise hukuku müslimini müsadere ederler ve emvali devleti şuna buna peşkeş çekerlerdi. Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve tegallübe hilâfet denebilir mi? İslâmiyet gibi âli bir din böyle saltanatı kahireyi kabul eder mi? Adli mutlak olan Cenabı Hak (Layenalüahdizzalimin) buyuruyor. Böyle kahir ve müstebit bir hükümeti dini İslâm’a nisbet ederek adına “Hilâfeti İslâmiye” demek yâr ve ağyara karşı İslâmiyet’i tahkir olur. Bu nevi hükümetler hilâfet değil Hazreti Risaletpenah efendimizin buyurdukları gibi ısırıcı saltanattan ibarettir. Onun içindir ki Risaletpenah efendimiz gayibden haber vermek suretiyle bir mucize kabilinden olarak (Benden sonra hilâfet otuz senedir, ondan sonra mülkü adud olur) buyurmuşlardır. Hakayıkı tarihiye de bunu müeyyiddir. Tarih tetkik ve tetebbu edilirse görülür ki, hakiki hilâfet Hulefayı Raşidinin sonuncusu olan Hazreti Ali’nin vefatiyle veyahut Hazreti Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan müddeti imametiyle hitam buluyor. Ondan sonra artık (Elhükmü limen galeb) kaidesi cari oluyor. Söz kılıca, kuvvete intikal ediyor. Bu suretle Hazreti Peygamberin (Mülkü Adud) tavsifiyle ifade buyurdukları hakikaten ısırıcı saltanatı kahire teessüs eyliyor.
Burada istitrat kabilinden bir garibe zikretmek isterim. Ulemayı Teftazani namı ile meşhur bir zat vardır ki cümlenizin bildiği bir zattır. Unvanından da anlaşıldığı veçhile büyük bir âlimdir. Fakat tarihi İslâm’a ahvali ulemanın teracümüne hakkiyle vâkıf olmadığı anlaşılıyor. Bu zat (Şerhi akait) denilen kitabında (Eimmei dinden ehli hal ve ukut hulefayı Abbasiyenin hilâfetinde ittifak etmişlerdi) diyor ki doğru değildir. Hakikati tarihiyeye külliyen mugayirdir. Bilirsiniz ki İmamı Âzam Ebuhanife Hazretleri eimmei dinin en büyüklerindendir. 80 tarihinde tevellüt ve 150 tarihinde vefat etmiştir. Hem Devleti Emeviye hem de Devleti Abbasiye zamanlarında berhayat buluyorlardı. Ne Hilâfeti Emeviyeyi ne de Hilâfeti Abbasiyeyi tecviz ve kabul etmemişti. Henüz Emevilerin hükümran oldukları esnada Hazreti İmamı Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in mahdumu ve elyevm Yemen kıtasında bulunan (Zeydiye) fırkasının imamı meşhur (İmamı Zeyl) Hazretlerine biat olunmasına elaltından fetva verdirdi. Onun için Emeviler zamanında Irak Valisi ve Kumandanı olan meşhur (İbnihüreyre) tarafından darp ve hapsedilmişti. İbnihüreyre her gün müşarünileyhi hapisaneden çıkararak alâmülainnas kırbaçla darbeder ve sonra yine hapseylerdi. Abbasiler zamanında da müşarünileyh İmamı Âzam Hazretleri Hazreti Hasan’ın evlâdından (Nefsizekiye) denmekle mâruf Mahmud Mehdi’ye muavenet ve biat olunmasına ve zekât, ağnam ve aşar gibi şer’i vergilerin ona verilmesine gizli gizli fetvalar verirdi. Bunun içindir ki Abbasilerin İkinci Halifesi olan (Ebucafer ve Mansur) tarafından hapsedilmiş ve nihayet hapishane derununda vefat eylemiştir.
Fukahayı Hanefiyenin şeyh ve üstadlarından ve usulü fıkıh imamlarından (Husas) lâkabiyle Şehri Teşar İmamı Ebubekir Razi’nin (Ahkâmülkuran) namındaki tefsirinde ve Fahreddin Razi’nin Tefsiri Kebir’inde ve meşhur (Tefsiri Keşşaf)da demin zikrettiğim (lâyenalü ahdüzzalimin) âyeti celilesinin tefsirinde bu suretle muharrerdir. Keza büyük müctehitlerden her biri İmamı Âzam gibi bir mezhebi fıkıh sahibi olan Süfyan Suri İbnicerih ve Ubadibni Kuşeyr gibi eazımı ümmet dahi zikrolunan Mansur tarafından hapsedilmişlerdi. Mezhebi Malikin müessisi İmamı Malik Hazretleri yalnız dayak yemekle kurtulmuştu. Fakat darbın şiddetinden kolu çıkmıştı. Şu hakayiki tarihiye meydanda en mevsuk ve muteber tefsir ve tarih kitaplarında mevcut iken Ulemayı Taftazani’nin (Eimmei dinden ehli hal ve ukud hilâfeti Abbasiyenin sıhhatinde iktifat etmişlerdi) tarzında idarei kelâm etmesinin hiçbir kıymeti ilmiyesi yoktur. Bunu bilâtereddüt ve bimuhaba söyliyebilirim.
Vâkıa İmamı Ebuyusuf ve İmamı Muhammed gibi ımüşarünileyh İmamı Âzam Hazretlerinin talebesi olan Eimmei Hanefiye, Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdi. Hattâ İmamı Ebuyusuf Bağdat’ta Hulefayı Abbasiyeden Mehdi, Hadi ve Harunu Reşit zamanlarında kadıyülkudatlık vazifesini ifa etmişti. Fakat bu keyfiyet onların hakiki hilâfetini tasdika delâlet etmez. Çünkü bilcümle kötü bir Hanefiyede sarahaten zikrolunduğu üzere Eimmei Hanefiyenin içtihadatına göre zalim ve fasik bir padişahtan kadılık ve valilik gibi memuriyet kabul etmek zarurete binaen caiz ve sahih olur. Yalnız bunda zulme ve haksızlığa alet ve vasıta olmamak şarttır. İşte bu fikir ve içtihada mebnidir ki, ulemayı İslâm Melûk ve Salatinin kadılıklarını ve sair memuriyetlerini deruhde etmişlerdir. Hulâsa gerek Hulefayı Emeviye ve gerek Hulefayı Abbasiye hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife ıtlak olunmaması beynennası örf olmasındandır. Tefsiri Keşşaf’ta demin zikrolunan ayetin tefsirinde Hulefayı Emeviye ve Abbasiye hakkında (Gâsıp ve mütegallibtirler, kendi kendilerine halife ismini takınmışlarıdır) diye mezkûrdur. Hattâ demin ismi geçen (Müsayere) namındaki kitapta sarahaten zikrolunduğu üzere meşayihi Hanefiyenin bir kısmı ashaptan Muaviye’ye bile halife demiyorlar, mülk ve sultan diyorlar.
Efendiler, kendi kendimizi aldatmıyalım. Âlemi İslâm’ı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok ulema vardır. Kâffesi bugün bizden âlimdirler. Kütübü İslâmiye ellerindedir. Onlar hilâfeti İslâmiye’nin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hind uleması, Mısır uleması, Yemen uleması, Necid uleması, Kürdistan uleması halifenin Kureyşten olması lâzım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din noktai nazarından kabul etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilâfetten bahsedildiği vakit bunun ciddî olduğuna inanıyor musunuz? (Bravo sesleri)
Onların uleması hiçbir zaman bizim padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. Şafiilerin en muteber kitabı olan (Müntacı nuvî) elde mütedavildir, matbudur. Bütün Şafii medreselerinde, bütün Şafii ulemasının ellerinde hürmetle, ihtiramla tedavül etmektedir. Ona bakınız! Şafiilerce bizim padişahlara halife denip denmiyeceğini anlarsınız. Maliki ve Hanbelî kitaplarına da bakınız, onların da bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz. Hattâ bizim Osmanlı ulemamız bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir. Fukahayı Hanefiyenin üstatlarından ve Türkistan’ın en büyük ulemasından İmamı Necmeddin Ömer Nesefi denilen bir zat vardır. 537 tarihinde Semerkant’ta vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fakih olduğu için kendisine (Müftüssakaleyin) denilmişti. Bu zatın pek çok kitapları vardır. Mezhebi Hanefide imamdır. Bunun itikadiyata dair (Akaidi nefsiye) namı ile küçük bir kitabı vardır ki sekiz yüz seneden beri mezhebi Hanifiyenin cari olduğu bütün şark medreselerinde tedris olunur. Hattâ bugüne kadar İstanbul medreselerinde Fatih medreselerinde dahi tedris edilegelmiştir. İşte o kitapta ve diğer bilcümle kütübü İslâmiye’de imamın Kureyşten olması meşrut olduğu ve başkasının imameti caiz olmıyacağı mutlak ve katî bir lisanla beyan ediliyordu. (Velayecüzü mingayrihib) deniyor. Onun içindir ki demin ismini zikrettiğim ülemai Teftazani şerhi akaidinde (Hulefayı Abbasiyeden sonra hâl müşküldür) diyor. Şu hâlde bu eşkâli ref etmek için ne yapmak lâzımdır? Ne demelidir ki bu eşkâl mürtef’i olsun. Bu hususta söylenecek şudur: Şeraitini câmi bir zat bulunmadığı surette halife nasb ve intihap etmek kaziyesi vacib olmaz.
Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz vârid olur. Denilebilir ki, müslümanlar üzerine bir imam intihap ve nasbetmek vaciptir. Bu bapta icmaı ümmet vardır. Bütün ulemayı İslâm imam nasbının vücubunda ittifak etmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu sual hakikaten pek kuvvetli bir sualdir. İşin içine (İcma) girince kendi tarafınızdan ne söylense fayda vermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü icma en kuvvetli delil addolunur ve tarafınızdan ne denilecek olsa bize cevaben icmaı akdeden ulema, senden daha iyi bilir denilir. Şu hâlde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabını Şafii ulemasının en büvük mütehassıslarından Allame Uddadin vermiştir. Bu zatın (Mevakıf) namında gayet muteber bir kitabı vardır. Ehlisünnetin itikadiyatınıa dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul’da Matbaa-i Âmire’de üç cilt üzerine tab’ı edilmiştir. Bütün ulemayı İslâm’ın elinde hüccet gibi tutulur ve nıünderecatı senet ittihaz olunur. Bu kitabın imamet bahsinde bu sual kendi tarafından irad olunduktan sonra ona cevaben demin dediğim gibi (şeraiti, imameti cami bir ızat bulunmadığı surette ehli İslâm üzerine imam nasbetmek vacib olmaz) diye mezkûrdur. Sözümün sıhhatine inanmak istemeyenler bu kitaba müracaat etsinler.
Fakat bu surette memleket anarşi, millet ihtilâl içinde kalmaz mı? Evet, millet vefdavi bir surette başıboş kendi hâline terk edilir, Hükûmet tesis edilmezse şüphesiz memleket anarşi ve millet ihtilâl içinde kalır. Lâkin sahibi muvakıfın maksadı bu değildir. Şeraitini câmi, hakiki halife mânasına bir imam nasbı mümkün olmadığı surette artık o mânaca imam nasbının vücudu sâkıt olur demek istiyor. Bundan hükûmet tesisine de lüzum yoktur mânası çıkmaz. Maksadı (şeraiti hilâfeti câmi, bir imam nasbı müteazzir olduğu surette yine hükümet tesisi vacib olur. Fakat artık ona hilâfet reisi hükümete de halife mânasına imam denmez ve bundan dolayı milleti İslâmiye günahkâr olmaz) demektir. Nitekim bundan evvel ismi geçen Sadrüşşeria (Tadililulûm) bunda şeraiti hilâfatı tadad ettikten sonra şeraitini cami, hilâfetin – Hadisi Şerifte beyan olunduğu veçhile – otuz senede tamam olduğunu, ondan sonra riyaseti dünyeviye ve tegallübiyeden ibaret olan mülk ve saltanat teessüs ettiğini beyan ediyor ve sonra “şu zikrolunan şeraiti hilâfetten zaruretin ıskat ettiği şartlar sakıt olmuştur. Kezalik zamanımızda Kureyşlik şartı da sukut etmiştir” diyor ve bu sözü söyledikten sonra (fekâmu melunine innema sekâfü ahzû vektilü taktilâ) ayeti celilesini iktibas ediyoruz ve bu suretle şeraiti hilâfeti cami olmıyan Melûk ve Salatine şiddetle hücum ediyor.
İşte şu izahatımdan hilâfeti hakikiye ile hilâfeti suveriyenin neden ibaret olduğu tamamiyle anlaşılmıştır sanırım. Hilâfeti hakikiye asıl hilâfettir ki Hulefayı Raşidine mahsus ve münhasır idi. Geldi geçti. Hilâfeti suveriye ise Hulefayı Raşidinden sonra gelen halifelerin hilâfetidir ki, saltanatı kahireden başka bir şey değildir ve şer’an gayet mezmümdür. Hilâfeti hakikiyede halife, Rasulü Ekrem Efendimizin eserine iktifa ile peygamberane bir hayat idare ve pederane bir siyaset takibedecek, elinde Hazreti Kur’an meşali hidayet ve rehberi hareketi olacak, kalbinde Allah korkusu onu her halûkârında adaletten ayrılmıyacak, mansup ve memuriyetleri birer emaneti ilâhiye addederek ehlini bulup ona tefavvuz edecek, hukuku müsliminin ziyaına ve emvali beytülmalin zerre kadar israfına meydan vermiyecek, İslâmiyet’in inkişaf ve tealisi ve ehli İslâm’ın saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu istihsale bezli mukadderat eyliyecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hilâfeti hakikiye tesisi kabil midir?
Hazreti Ebubekiri Sıddık, makamı hilâfete intihab olunduğu zaman minbere çıkıp Cenabı Hakk’a hamdü sena ettikten sonra şu hutbeyi irad etmiş idi. (Ey nas ben sizin üzerinize ülülemr oldum. Hâlbuki ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana zâhir olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir, yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız indimde kavi demektir ki, hakkını zalimden alıyorum. Kaviniz de indimde zayıftır ki, ondan mağdurun hakkını istihsal ederim. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin, cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettikçe sizde bana itaat ediniz. Şayet ben Allah ve Resulüne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza rahmekümullah).
Hazreti Ebubekir’in irtihalinde hiçbir nakit mevcudu çıkmamıştı. Beytülmâlden takdir olunan nafaka ile orta halde yaşardı. Emvali emiriyeden nezdinde bir köle ile bir deve ve bir de kaftan vardı. Hali ihtizarında kerimesi ümmülmüminin Hazreti Ayşe’yi çağırarak, «Biz halife olalıdan beri milletin dirhem ve dinarını yemedik, (yani parasını yemedik) kaba ve bayağı taamlarım yedik ve katı elbisesini giydik. (Yani takdir olunan nafaka) bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil, beytülmali müsliminindir. Ben masalihi müslimin ile meşgul olurken onları kullanırdım. Size müverris olmaz vefatımda üçünü de Ömer’e gönder» diye vasiyet etmiştir.
Hazreti Ayşe bermucibi vasiyet onları Hazreti Ömer’e gönderince Hazreti Ömer, «Ya Ebubekir, kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, müşkül bir mevkie koydun» diyerek ağladı ve «Alın bunları beytülmale teslim edin», dedi. Bunun üzerine hazırı bilmeclis olan Abdurrahman Bini Avf, «Sübhanallah, bir köle ve bir deve ile beş dirhemlik köhne kaftanın ne değeri olabilir? Emretseniz de onları Hazreti Ayşe’ye iade etseler.» deyince Hazreti Ömer, «O Ömer’in zamanında olamaz.» cevabını vermiştir.
Hazreti Ömer de eyyamı hilâfetinde, Hazreti Ebubekir gibi beytülmâlden takdir olunan yevmi nafaka ile geçinirdi ve ekvatı yevmiyesini pek dar tutmuş olduğundan ailesi müzayaka çekerdi. Diğer ashabı istihkaka ise kendi istihkakından fazla verirdi, bir gün hutbe okumak için minbere çıktığında üzerindeki elbisenin oniki yerinde yama görülmüştü. Geceleri Medinei Münevvere sokaklarında tabusabah bekçi gibi dolaşır. Bizzat şehrin asayişini muhafazaya çalışırdı. Hattâ kapalı olup olmadıklarını anlamak için kapıları yoklardı ve «Fırat Nehrinde bir oğlak boğulacak olursa korkarım ki, yarın Cenabı Hak beni ondan mesul tutar.» diyerek ağlardı. Mesuliyet hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti ki, ara sıra, «Yarabbi, memaliki İslâmiye pek ziyade kesbi vüsat etti. Her tarafta adaleti ilâhiyeni neşir ve tevzi etmek benim için müteazzir oldu, Artık bu bârı mesuliyete tahammül edemiyeceğim, ruhumu kabzet» diye dûa ederdi. İrtihalinde medyunen vefat ettiği için emvali satılıp borçları tesviye olunmuştu.
Hazreti İmamı Ali de geceleri biri Beytülmalin, diğeri kendisinin parasiyle alınan iki mum bulundururmuş. Mesalihi milletle meşgul olurken Beytülmalin mumunu kullanırdı. Fakat o sırada kendi şahsî işiyle iştigal edecek veyahut nezdine biri gelip hususi mükâlemeye başlıyacak olursa derhal o mumu söndürür, kendi parasiyle alınan mumu yakardı. Hazreti Osman ise serveti zatiyeye malik olduğu için masarifi hilâfet namiyle beytülmâlden hiçbir şey almazdı.
İşte hakikî hilâfet böyle olur. Halife diye de böyle zatlara denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın mânası kalır mı? Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?
İşte efendiler, hilâfet meselesinin İlmi Kelâm yani itikadiyet noktai nazarından mahiyeti şer’iyesi budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı tenvir etmek, hakikati bildirmek lâzımdır ve böyle bir zamanda bizim için bir farizadır. (Alkışlar) Hakikaten bâzı zatlar var. Meselâ bizim muhterem Gümüşane Mebusu Zeki Bey, Muhterem Kastamonu Mebusu Halid Beyefendi Hazretleri gibi. Dâhilde ve hariçte daha birçok zevat bulunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır. Endişelerinde samimiyet olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve tebcil ederim. Sözlerinde başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeler, pek tabiî bir endişedir. Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılâp geçiriyoruz. Kendilerini mazur görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi bildikleri zaman o endişeleri zâil olur. Onlar da kemali itidal ile bizim noktai nazarımıza iştirak ederler.
Muhterem Halid Beyefendi «Ben meselenin ciheti şer’iyesine karışmam. Ciheti siyasiyesini düşünüyorum» dediler. Yâni meselenin ciheti siyasiyesinden endişe ettiklerini söylediler. Bu bapta da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini suiistimal etmek istemem. Söyliyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir. Bunu yani hilâfet meselesinin ciheti siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bâzı matbuat da bundan bahsetti. Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama gir erek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.
Müslüman’lar birbirinin kardeşi olduğundandır. Kur’an-ı Kerim (İnnemelmü’minine uhuvveti) buyuruyor. Yani müminler biribirinin kardeşidir diyor. İşte Âlemi İslâm üzerine bize muavenet etmek bu uhuvveti diniyeden dolayı vaciptir. Yoksa bir zatın halife namiyle heyülâ gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslâmiyet’te insanlar hakkında kutsiyyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hristiyanlık’ta olduğu gibi ruhaniyet yani hükûmeti ruhaniye yoktur. Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.
TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Yaşa hocam yaşa.
ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (İzmir) — Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.
Elhasıl Müslümanların birbirine muavenet etmeleri bir lâzimei diniyedir. Bu tesanüt dinî ve içtimai kaziyesidir. Müslümanlar eczası birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Yekdiğerini tutarlar, birbirlerinden ayrılmazlar, mealinde bir hadisi şerif vardır ki, Ehli İslâm arasındaki tesanüdün derecei lüzumunu gösterir. Bu bapta daha pek çok hadisi şerifler vardır. Her biri bir düsturu ahlâki ve pek yüksek vecizei içtimaiyedir. Onun için Hind’in, Mısır’ın. Afgan’ın, Türkistan’ın ve diğer Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara irtibatımız hep bu tesanüdü diniyeden mütevellittir. O zavallılar da kendilerini esaretten kurtarmak için bir mededgâh, bir el arıyorlar. (Bravo sesleri) İşte bunun içindir ki biz Hilâfeti ilga etsek de, etmesek de onlar daima ellerinden geldiği kadar bize muavenette devam edeceklerdir ve etmeleri lâzımdır. [2]
(Devamı var)
DİPNOTLAR
[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/seyyid-bey
[2] T.B.M.M ZABIT CERİDESİ, 3.3.1340, Devre: II, Cilt: 7, İçtima Senesi: 1, s. 40-61