Connect with us

Tarihi Konuşmalar

ADLİYE VEKİLİ SEYİD BEY’İN, “HİLÂFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANÎNİN TÜRKİYE HARİCİNE ÇI­KARILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ”NİN GÖRÜŞMELERİNDE YAPTIĞI TARİHİ KONUŞMA (03.03.1924) (3)

Published

on

GİRİŞ

Seyid Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adliye vekilidir. Türk İstiklal Harbi dönemi Türkiye’sinin müçtehit sıfatını taşıyan ender şahsiyetlerinden biridir. Doğu’yu ve Batı’yı bilen, İslam fıkhında derinliği olan üstün zekâlı ve yaratıcı bir insandır. Bir üniversite profesörü olan Seyid Bey İslâm Fıkhı hocasıdır. Onun “Usuli Fıkıh, Birinci Kısım: Medhal “ adlı eseri, fıkıh tarihinin inkılapçı eserlerinden biridir. [1]

Adliye Vekili Seyid Bey, “Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi”nin görüşmeleri sırasında tarihi bir konuşma yapmıştır. Konuşma metni aşağıda verilmiştir. Konuşma metni,  anlamlı okuma yapıldığında; günümüzde tartışılan “Hilâfet”le ilgili çok sayıda kavram ve konunun anlam ve içeriğinin açık, anlamlı ve doğru olarak ortaya konulduğu anlaşılmaktadır/anlaşılacaktır.

Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç arkadaşının Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi (2/307) hakkında TBMM’nde yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 27-69’da yer almaktadır.

İlköğretim, Ortaöğretim ve Yükseköğretim kurumlarında T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ derslerini okutan öğretmen ve öğretim elemanlarının, eğitim yöneticisi ve denetmenlerinin; öğrenme-öğretme etkinliklerinde 429, 430 ve 431 sayılı kanunların metinlerini, gerekçelerini ve milletvekillerinin konuşmalarını inceleyerek sebep-sonuç ilişkilerini kurmaları beklenmektedir.

—***—

“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu hâlde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?” 

“Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.”

“Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.”

“Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatınmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.”

“Millet kendi işimi kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükûmet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükûmet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.”

***

[Üçüncü Bölüm]

ALÎ ŞUURİ B. (Karesi) — Evvelce neşretmiş olduğunuz risalenizde Hilâfeti vekâletle tarif ediyordunuz. Hilâfet bir nevi vekâlettir. Halife milleti İslâmiye’nin vekilidir, diyordunuz. Bu noktai nazarınızdan feragat mi ettiniz?

ADLİYE VEKİLt SEYÎD B: (Devamla) — Hayır, o noktai nazarımdan feragat etmedim. Fakat bendeniz pek uzun gidecek diye bu mesele hakkında bütün bildiklerimi söylemek istemiyorum. (Söyle, söyle, dinleriz sesleri) Mademki istiyorsunuz o halde ben de söyliyeyim. Fakat sabrınızı suiistimal ediyorum, sözlerim biraz daha uzayacaksa da meselenin pek büyük ehemmiyeti olduğundan affınızı temenni ederim. (Söyle, lezzetle dinliyoruz sesleri)

Evet, Ali Şuuri Beyefendi, Hilâfet bir nevi vekâlettir. Milletle Halife arasında akdedilmiş olan vekâletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil, Halife onun vekilidir.

Halife ve intihap Ve ona biat etmek demek akdi vekâleti icabetmek demektir. Bilirsiniz ki, her akit, her mukavele tarafeynin icap ve kabulüyle münakit olur. İşte hilâfet de bir akit ve bir mukaveledir. Hem de bütün fukahanın bilittifak beyanatı veçhile akdi vekâlet nevindendir. Hakkında kaidei vekâlet ahkâmı cari olur. Çünkü efendiler, defaat ile arz etmiştim ki, hilâfet mahiyeti şer’iyesi itibariyle Hükûmet demektir. Bilirsiniz ki, Hazreti Peygamber, bir taraftan ahkâmı şer’iyeyi vaz’eder, teşri eder, diğer taraftan da bizzat o ahkâmı icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar nasp ve tâyin eylerdi ve muharebelerde bizzat Başkumandanlık vazifesini ifa ederdi. Hattâ pek güzel bilirsiniz, (Uhud) gazasında yanağından yaralanmıştı. Bu ahval ise söylemeye hacet yok icrayı Hükûmet demektir. Onun içindir ki, hilâfet de Hükûmet demektir. Fakat gerek asrı saadette ve gerek sonraları Hükûmet tâbiri mustalah olmamıştı. Hükûmet kelimesi lügatte hâkim olmak, emir ve menetmek, tahakküm etmek demektir. Şer’an pek makbul bir şey değildir. Onun için ol vakitler Hükûmet tâbiri kullanılmamış, onun yerine hilâfet tâbiri istimal edilımiştir. Fukahai Hanefiyenin ımüteehhirinî meyanında İbni Hümam namında bir zat vardır ki, müçtehit derecesinde büyük bir fakihtir. Sivas’ta doğup İskenderiye’de yetişmiştir ve orada neşri ulûm ederek gayet feyyaz eserler vücude getirmiştir. Dokuzuncu asrı hicrî ricalindendir. Bunun ilmi kelâma yani itikadiyata dair (Müsayere) namında bir kitabı varıdır ki, matbudur. Bundan evvel de birkaç kere ismini zikrettim. İşte o kitapta imamet (hiye istihkakı tasarrufu âmme alelmüslimin) diye tarif olunuyor. Yani imamet, tâbiri diğerle hilâfet Müslümanlar üzerine tasarrufu âmme istihkaktır deniyor. İste hilâfetin fıkıh yani ilmi hukuk noktai nazarından tarifi budur. İlmi itikat kitaplarında hilâfet daha doğrusu imamet başka suretle tarif olunur. (Umuru diniye ve dünyeviye Hazreti Peygamberden halef olarak Müslümanlar üzerinde riyasettir) diye tarif olunur. İbni Hümâm büyük fakih olduğundan (imamet)i fıkıh ve hukuk noktai nazarından tarif etmek istemiş, onun için imamet Müslümanlar üzerine tasarrufu âmme istihkaktır demiştir. İşte efendiler, imametin, tâbiri diğerle hilâfetin en güzel ve en doğru tarifi budur. Tasarrufu âmme istihkaktır diyor. ‘Tasarrufu âm demek bütün Müslümanlara şâmil olmak üzere onların umuru âmme ve ımüşterekesinde tasarruf demektir ve bunu lisanı fıkıhta yani hukuku İslâmiye ıstılahatında (velayeti âmme) deniyor. Velâyet ne demektir? Ve tasarrufu âmme istihkak ne suretle hâsıl olur? Alelûmum Müslümanlar üzerinde tasarrufu âmme müstehak bir kimse var mıdır? Bunları izah etmek lâzım geliyor. Rica ederim mesele derinleşiyor. Gayet ilmî bir safhaya giriyor dikkatle dinlemeniz lâzım gelir.

(Velayet)i ulemayı İslâm (tenfizülkavle alelgayrü şac ev ebâ) diye tarif ederler. Mânası ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir, İşte velâyetin mânası budur. Şu halde şeraiti İslâmiyc’ye nazaran böyle ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek hakkını haiz kimse var mıdır? Bu cebren söz geçirmek demektir ki, tahakkümden başka bir şey değildir. Tahakküm şer’an caiz midir? Evet, bir kimsenin diğerine cebren söz geçirmeye kalkışması gayrimeşru olursa ona tahakküm denir, tegallüp denir ve nihayet saltanat denir. Fakat meşru olursa iste o vakit ona velâyet denir. Şimdi ‘bu meseleyi bir mukaddeme ile izah edeyim.

Muhterem efendiler, Hukuku İslâmiye’ce üç hak vardır ki bu üç hakka her ferd müsavatı tâmme üzere mâliktir ve üçü de lâyütegayyerdir ve lâyütezelzel haklardır. Birincisi hakkı hürriyet, ikincisi hakkı ismettir ki biz şimdi buna masuniyeti şahsiye ıtlak ediyoruz. Nefsin ve arzın masumiyet ve masuniyeti demektir. Üçüncüsü de hakkı mülkiyettir. İşte bu üç hak İsâmiyet’in hukuku esasiyesindendir. Diğer bütün hukuk bu üç haktan tcvcllüd eder. Bu üç hak bütün hukukun anası ve menşeidir. Zamanımızda mütemeddin memleketlerin hukuku esasiyesi de bu üç hak değil midir? Evet, öyledir ama biz bu hukuku esasiyeyi bugün değil, 1300 sene evvel öğrenmişiz. Lâkin maatteessüf hilâfet nâmı altında sonra gelen müstebit hükümetler bu hukuku esasiyeye hakkiyle riayet ctmemişlerdir.

İslâmiyct’te hiçbir ferdin diğer fert üzerinde kendiliğinden bizatihi hakkı velâyeti yoktur. Hiçbir kimse diğerine cebren söz geçirmek hakkını haiz değildir. Hiçbir fert diğerine öyle cebren şunu yap, bunu yapma, şurada otur, oraya gitme diyemez. Herkes hürdür, istediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar iras etmedikçe kimse ona karışamaz. Kczalik herkesin nefsi, arzı muhterem ve taarruzdan mâsundur. Hakkı temellük de böyledir. Herkesin malı, mülkü taarruzdan mâsundur. Herkes, kendi mal ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Gayra zarar vermedikçe hiçbir kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes hukukça müsavidir. Öyle sınıf imtiyazları, zadegânlık usulü gibi şeyler yoktur. İslâmiyet tam mânasiyle demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kur’an-ı Kerim (İn ekrameküm indellahe ittekaküm) buyuruyor. Yani (Allah indinde sizin en mükerrem olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır) diyor. İşte bunun içindir ki büyük, küçük şerif ve vad’i herkes nazarı ilâhide müsavidir. Allah’ın indinde en makbul ve mükerrem olan zat, kimin oğlu olursa olsun Allah’tan en çok korkan zattır. Bunun içindir ki İslâmiyet’te hiçbir kimse şahsi imtiyazından mütevellid olmak üzere diğer bir fert üzerinde cebren söz geçirmek, ona emir vo nehi etmek hakkını haiz değildir.

İslâmiyet’te yalnız bir zatın diğeri üzerinde velâyeti, cebren söz geçirmek hakkı vardır ki o da babadır. İşte yalnız babanın evlâdı üzerinde söz geçirmek hakkı vardı ki velâyettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velâyet babanın babalık vasfından mütevellittir ve çocuk hakkında şevkâti kâmileye mâlik olduğundandır. Ortada bir çocuk var. Bakılmak ister. Kendisine irsen intikal eden emvali siyanet edilmek lâzım. Çocuktur, kendine bakamaz ve emvalini sıyanet edemez. Buna kim bakacak ve emvalini kim siyanet edecek? Şer’iatı İslâmiye çocuğa bakmak, tâbiri diğerle çocuk üzerinde velâyet hakkına haiz olmak hususunu çocuk hakkında en ziyade şevkâte mâlik olan, herkesten ziyade onun nefi ve hayrını düşünecek olan zata veriyor ki o da babadır. İste babanın bu velâyetine zâtiye deniyor. Babanın zâtından übuvvet vasfından neşed eden bir velâyettir. Babadan başka ve baba hükmünde olan büyük babadan başka hiçbir kimsenin diğer fert üzerinde böyle velâyeti zatiyesi yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve emvalinde velâyeti, tâbiri diğerle hakkı tasarrufu vardır. Onun bu velâyet ve tasarrufuna kimse karışamaz. İste bu esasa binaendir ki (Her kimse kendi âleminin padişahıdır) denir. Bir zat diğer şahıs hakkında velâyete ve hakkı tasarrufa malik olabilmek için mutlaka o şahıstan velâyet hakkını ahzetmesi lâzım gelir. Meselâ bir kimse diğerinin bir malını başkasına satabilmek için mal sahibinden mezuniyet almış olmak lâzımdır. Daha evvelce öyle bir mezuniyet almamış ise o satış muteber olmaz. Bu hususta mezuniyet almak ne demektir? O malı satmak, velâyetini onun rızasiyle ondan almak demektir. İşte o velâyeti almış olan zâta vekil denir. Ona o velâyeti veren zâta da müekkil denir. Vekil böyle bir velâyet almamış ise ona vekil denmez, fuzuli denir. Fuzulinin tasarrufatı ise muteber olmaz. Meğer ki mal sahibi bilâhara ona muvafakat etmiş olsun. Bu suretde de icazeti lâhika vekâleti sabıka hükmündedir denir ve o itibarla fuzulinin tasarrufu muteber olur. Hâkem meselesi de böyledir. Yani bir kimse diğeriyle olan dâvasında başka bir zâtı kendi rızasiylc hâkem ittihaz etmedikçe o zâtın o kimse aleyhinde vukubulacak hükmü muteber olmaz. Fuzuli olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir zâta vermelidir ki o zatın o kimse aleyhindeki hükmü muteber olabilsin. Çünkü demin ne demiştik? Babadan mâda hiçbir kimsenin diğer bir zât hakkında velâyeti hakkı tasarrufu yoktur dememiş miydik? İşte onun için her kim olursa olsun diğer bir zâtın lehinde veyahut aleyhinde tasarruf edebilmesi için o zattan kendi rızasiylc ahzu velâyet etmesi hakkı tasarruf alması zaruridir. Babanın çocuk hakkındaki velâyetine velâyeti zâtiye denildiğini söylemiştik. Başka bir zâtın diğer bir şahsa velâyet vermesine ve o şahsın bu suretle haizi velâyet olmasına da (Velâyeti tefriz) ıtlak olunur. Demek oluyorki velâyet iki kısımdır. Biri velâyeti zâtiyedir ki babanın vclâyetidir. Diğeri velâyeti tefrizdir ki akil ve baliğ olan her şahsın diğer bir zata vermiş olduğu velâyettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hâkemlerin haiz oldukları velâyetler hep velâyeti tefriz cümlesindendir. İşte halifenin haiz olduğu velâyet de bu velâyeti tefriz nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya veraset tarikiyle halife olmak hakkı yoktur. İbni Hümam’ın yukarıdaki tarihinden anlamıştık ki halife olmak demek tasarrufu âmme müstahak olmak demektir. Bu istihkak ise millet tarafından bir şahsa tasarrufu âm salâhiyeti verilmekle hâsıl olur ki vekâlet demektir. Umuru âmme denilen şey milletin kendi umuru müşterekesidir. Bir memleketin idaresi demek o memlekette millete aid olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa mebnidir ki fukahayı İslâm yani İslâm hukukçuları hilâfeti milletle halife arasında münakit vekâlettir, derler ve bu hususta tamamen kaidei vekâlet ahkâmını tatbik ederler. Meselâ vekâleti mutlak olacağı gibi mukayyet de olabilir ve vekil olan zat müekkilinin hiyni tevkilde dermeyan ettiği kayıt ve şartta riayet etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu muteber olmaz. Bunun gibi hilâfet de vekâlet nevinden olduğundan halifc esnayı intihap ve biatte müvekkil olan millet tarafından dermeyan edilen kayıt ve şarta riayet etmeye mecburdur. Millet kendi velâyeti âmmesini yani umuru âmmede tasarrufu âm salâhiyetini halifeye mutlak surette bahşetmişse halifenin bu nevi hilâfeti mutlakası, hükümeti mutlaka demek olur. Hulefayı Raşidinin hilafeti gibi. Yok, eğer millet esnayı biatte halifenin hilâfetini yani velâyeti âmmesini bâzı kuyut ve şurta tâbi tutmuşsa o vakit bu nevi hilafet de hükümeti meşruta demek olur. Osmanlı Meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi umuru âmmesinde hiçbir kimseye hakkı tasarruf bahşetmemesi de esas itibariyle caiz olmak lâzımgelir. Millet kendi işini kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükümet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükümet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.

O hâlde halifenin, imamın, hükümetin veyahut sultanın emirleri tasarrufları nasıl nafiz oluyor? İşte intihap ve biat onun dçin şarttır. Halifeyi intihab etmek, imam denilen zatı intihab etmek, hattâ mebusları intihab etmek onun için şarttır. Yâni bunların emirleri, tasarrufları muteber ve meşru olmak için şarttır. Size basit bir kaidei hukukiye arz edeyim. Cümleniz bilirsiniz bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfe mayeşa dilediği gibi tasarruf eder. Dilerse bu hakkı tasarrufunu başkasına da bahşeder. Nitekim başkasına verdiği zaman o zata vekil denir ve o zat sizden aldığı hakkı tasarrufa binaen sizin malınıza tasarruf eder. Onun bey ve şirası artık nafiz olur ve siz onu kabule mecbur olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o tasarruf müvekkili olan zat tarafından bahşedilmiş bir vaziyettir. Müvekkil, kendi nefsinde, kendi malındaki velâyeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velâyete binaen icrayı tasarruf ediyor. Bir ferd böyle olduğu gibi beş, on, yüz, bin ve daha ziyade efrattan mürekkep bir şirket, bir cemaat da bunu yapabilir. Büyük, küçük alelûmum şirketler, cemaatlar da aynı vaziyettedir. Dilerse onlar umuru müşterekelerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi içlerinden veya hariçten bir veya müteaddit eşhası müdür yani vekil tâyin ederler. Yani kendilerinin umuru müşterekelerinde haiz oldukları kendi velâyetlerini o müteaddit efrattan mürekkep bir heyete veya bir şahsa bahşederler. Hâkem meselesi de böyledir. Hâkem de meselâ sizden velâyet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hükmedemez. Ne vakit siz birini kendinize hâkem intihab ederseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinizde nafiz olur. Neden nafiz olur? Çünkü siz o velâyeti ona vermişsiniz, bundan dolayı nafiz oluyor. İşte bu emsalinin cümlesi hep velâyet bahsidir.

Diğer bir itibar ile de velâyet, velâyeti zâtiye ve velâyeti tefviz namlariyle ikiye ayrılır, velâyeti zatiye bir tanedir o da babanın velâyetidir. Şer’iat babaya kendinde mevcut olan sıfatı übüvvet, evlâdı hakkındaki tam ve hakiki şevkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını bahşediyor. Çocuk tarafından tefriz edilmeye mütevakkıf değildir. Doğrudan doğruya şer’iat o velâyeti babaya veriyor. Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Veraset tarikiyle kendine intikal eden mallarını siyanet etmek lâzım. İşte şer’iat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan mâda hiçbir kimsenin o çocuk üzerinde emir ve nehyi nafiz olmaz. Velev ki iki yaşında çocuk olsun kimsenin ona şuraya git, burada otur gibi emretmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Cebren söz geçirmek demektir. Velâyettir. Tefviz ister. Tefviz olmadıkça kimse bu velâyeti olamaz. Fakat baba şevkati kâmil eve tebaan malik olduğundan şer’iat bu velâyeti babaya vermiştir. Fakat bâzan baba da bir ihtirasa mağlûb olarak çocuğun malını veya nefsini suiistimal edebilir. Buna meydan vermemek için şer’iat babanın velâyetini de çocuğun şef’i şartiyle meşrut kılmış, o kayıt ile takyid etmiştir. Onun için babanın zararı mahz olan tasarrufatı çocuk hakkında nafiz olmaz bâtıl olur.

Velayeti tefvize gelince: Bu bir zata başkasının bahşettiği velâyettir. Ona tefviz ediyor. Vekil, vasi ve mütevellinin velâyeti gibi. Valilerin, hâkimlerin, kumandanların ve Büyük Millet Meclisinin velâyetleri hep bu velâyeti tefviz nevindendir. Meclisi Âli haiz olduğu velâyeti âmmeyi milletten almıştır. Onun içindir ki müddeti muvakkattır. Zira kendi zatında mevcut ve mündemiç olan bir velâyet değildir. Millet tefviz etmiştir ve bir müddetle takyid eylemiştir. Halifenin velâyeti de böyledir. O da velâyeti âmmeyi milletten almıştır. Millet bu velâyeti intihap ve biatle ona tefviz eylemiştir.

İşte efendiler, Ali Şuuri Beyefendinin sormak istedikleri ımesele budur. Fukaha, yani İslâm hukukçuları, halife milletin vekilidir derler. Çünkü millet velâyeti âmmeyi ona tefviz etmiştir. İntihap tarikiyle tefviz etmiştir. Millet onu intihab etmeseydi, o velâyeti âmmeyi haiz olamazdı. Onun için millet o velâyeti ammenin sahibidir vâsıldır. Umuru ammede tasarrufat kendisine aittir. Fakat millet kendi umuru ammesinde bizzat kendisi icra etmeyip o icraatı intihap ve biat tarikiyle halifeye tefviz etmiş. İşte bu suretle halife velâyeti âmmeyi İbni Hümam’ın tâbiri veçhile tasarrufu âmme istihkakı ikaz eylemiştir. Ondan dolayıdır ki, efradı ümmet üzerinde hakkı tasarrufa malik olmuştur ve yine bundan dolayıdır ki, Halife, milletin vekili olmuştur.

Sonra burada bir kaide daha var. O da kaidei vekâletten çıkıyor. O da şudur. Vekâlet bazan mutlak olur, bazan mukayyet olur. Çünkü bir kimse diğerini vekil edeceği zaıman dilerse mutlak surette vekil eder istediğini yap der, buna vekâleti mutlaka denilir. Dilerse vekilin yapacağı işleri tâyin eder. Bâzı kuyut ve şuruta tabi kılar. Buna da vekâleti mukayyide denir. Bu suretle vekâlette ıtlak ve takyit müekkilin hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez, çünkü o, kendi haiz olduğu velâyeti vekiline veriyor. Nasıl isterse öyle verir. Bu onun hakkıdır.

Şu halde bu kaide hilâfette de caridir. Millet dilerse, Halifeyi sureti mutlakada intihab eder. Onun hiçbir tasarrufunu takyid etmez. Bu surette bu Hükümeti mutlaka demektir. Dilerse millet Halifenin tasarrufatını bâzı kuyut ve şuruta tabi tutar. Bu suretle de Hükümeti mukayyide olur. İşte Hükümeti meşruta denilen Hükümet bu kabildendir. Millet hiçbir zata vekâlet vermez, yani bir halife, bir imam intihab etmezse hilâfet yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna ne mâni vardır? Millet kendi işini ben yapacğım, neden bana başkası cebren yaptırsın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim göreceğim. Ne vakit âciz olursam o vakit halife veya imam namı ile başkasını vekil tâyin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim. Rüstümü istihsal ettim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en nafi bir şekli Hükümet demek olan Cumhuriyet ve usulü meşveretle kendi işimi kendim göreceğim. O hâlde buna kim nıe der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. (Alkışlar) Kur’an-ı Kerim de bunun cevazına sarahat derecesinde işaret ediyor. (Müslümanlar işi kendi aralarında meşveretle görürler) diyor. (Alkışlar) İşte bakınız mesele ne kadar basitleşti. Döndü, dolaştı basit bir meselei hukukiye oldu. Bu çocukların bile anlıyacağı bir mesele oldu. Bunu izam etmek, lüzumundan fazla büyütmek ve buna başka türlü mânalar vermek hurafeye, masallara kadar gitmek ve korkunç bir hâle koymakta ne mâna vardır? Evet, bunun bir mânası vardır, o da görenektir. Efendiler, görenektir. Kafalar alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Zeki Beyin kulakları çınlasın!

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Maalesef her türlü zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine çevirmişler. Milleti uşak gibi kullanmışlar. Bir şey dememişiz. Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir zatın mallarını müsadere ederlerdi. Şuna, buna istedikleri emvali, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa’dan utandıkları için meşhur Gülhane Hattı Hümayunu neşrolunduğu zaman müsadere mülgadır demişler. Medeni bir Devlet haline gireceğiz, artık müsadere mülgadır demişler ve 93 Kanunu Esasisi’ne de koymuşlardır. Hâlbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarına istedikleri gibi tasarruf ederler. İstedikleri gibi müsadere ederlerdi. Ahali mallarını bundan kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadere olunur. Bunun önüne geçmenin çaresi nedir diye ahali kıvranmaya başlamış.

RECEP B. (Kütahya) — Haydi vakıf.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Ne yapsınlar tabiî vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Efendiler zanneder misiniz ki, bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamelere bakarsanız, görürsünüz, elli bin lira kıymetinde bir mal, senede beş, on bin lira varidat getiren emlâk vakfediyor. Fakat ciheti hayra topu topu yüz lira bir masraf ihtiyar olunuyor. Meselâ falan sebile kırk okka gaz, falan camie seksen okka zeytinyağı, falan mescide otuz, kırk tane mum şart ediliyor. Üst tarafı evlâdına batınan ba’de batın, neslen ba’dı neslin evlâdının evlâdına şart ediliyor. (Handeler, alkışlar) Bu neden? Çünkü müsadere ediıyor. Müsadereden kurtarmak için başka çare yok. Maksadım tezyif değildir. Hakayıkı tarihiyeyi arz etmekti.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Bir müşkülüm var hoca efendi Hazretleri bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini almaya mecburiyet var mıdır?

SEYİD B. (Devamla) — Evet, bu bapta bir risale gördüm. Geçen devrei intihabiye mebuslarından Hoca Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendisiyle teşerrüf edemedim. Kendisini görmediğim için hali hazırda ne kanaatte olduğunu bilmiyorum. O kitapta (Mezhebimiz muktezasmca Cuma ve Bayram namazlarının sıhhati izni imama mütevakkıf olmakla hutabatın makamı hilâfetten tevcihi muktazidir) deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü Efendi, bu makamda iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve Bayram namazlarının sahih olması için izni imamın şart olması, diğeri de hatiplerin halife tarafından tâyininin lüzumudur. Bu iki meselenin ikisi de yanlıştır. Hatayı fahiştir. Kastamonu Mebusu Muhteremi Halit Beyefendi Hazretleri de «ahalice öyle telâkki olunuyor. Halife olmazsa Cuma namazı sahih olmaz deniyor.» buyurdular. Bir kere şunu arz edeyim ki, efendiler, dini İslâm’da Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir hakikati İslâmiye’dir. Ne şeyh, ne mürşit, ne müçtehit, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslâmiyet’te ruhaniyet, teşkilâtı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa’nın lâyuhti vekilidir. Hazreti İsa namına emir ve nehyeder. İslâmiyet’te böyle bir şey yoktur. Hiçbir kimse Hazreti Peygamberin teşrii ahkâmda vekili değildir. Teşride niyabet cari olmaz. İslâmiyet’te Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur. Ne Kur’an’da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsınız. Bilâkis aksini bulursunuz.

Cuma namazı siyasi bir ibadettir. Bayram namazı da öyledir. Onun içindir ki, büyük şehirlerde ve kasabalarda kılınır. Köylerde kılınmaz. Bizim mezhebimizde, yani Mezhebi Hanefide köylerde Cuma namazı sahih olmaz. Mutlak şehirde olacak. Çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınacak ve mümkün oldukça bir yerde bir camide kılınacak, onun içindir ki, evvelleri şehir içinde veya şehir kenarında sureti mahsusada ihzar edilmiş meydanlarda kılınırdı. O yerlere namazgâh denir. Hâlâ bâzı şehirlerde namazgâh denilen yerler vardır. Sonra efendiler hatip memleketin en büyük zatı, en büyük âlimi olacak. Hutbe, siyasi, içtimai, ahlâki, iktisadi, nasayıhı, ilmî izahat ve irşadatı muhtevi olacak. Binaenaleyh böyle bir lıutbe iradına herkes muktedir olamaz. Ona göre hatip bulmak lâzımdır. Onun için o havalide hutbe meselesi mühim bir meseleydi. Hutbe okumak ve o suretle halka kendisini göstermek, efkârı nâsda bir mevki tutmak şühpesiz büyük bir şereftir. Kendine güvenen herkes buna heves edebilir. Onların taraftarları da olabilir. Bu okusun, hayır o okusun diye aralarında ihtilâf ve niza zuhur edebilir. İşte bu ihtilâf ve nizaa meydan vermemek iç’n fukahai Hancfiye hatibin, Cuma namazını kıldıracak olan zatın Sultan tarafından tâyin odilmiş olması lâzımdır demişlerdir. Dikkat ediliyor mu? Burada halife tâbiri yok, Sultan tâbiri var. Türkistan’ın en büyük âlimlerinden, Fukahayı Hanefiyenln ezanımdan Burhaneddin Merginani namında büyük bir fakih vardır. Merginan Türkistan’da Fergana eyaletinin merkezi idaresidir. Bu zat, oralarda ve Semerkant civarında neşri ulûm etmiştir. (Hüdaye) namında gayet feyyaz, gayet mübeccel, kıymetli bir kitabı vardı. Elyevm Mısır’da tab olunmuştur. Âlemi İslâm’da bu kitabı bilmiyen bir âlim yoktur. Beynelulema müceddittir. Ondan sonra yazılan bütün kitapların merciidir ve mezhebi Hanefide en mevsuk ve en muteber bir kitaptır. İşte bu kitapta (Cuma namazını bizzat Sultan veya onun memuru mahsusu kıldırmak lâzımdır) deniyor. Bu kitabın şerhi meşhur (Fethilkadir)de ve elyevm her âlimin elinde bulunan meşhur (Derrimuhtar)da (Velevki o Sultan bir şahsı mütegalip ve hattâ bir kadın olsun beis yoktur) deniliyor. Zikrolunan (Hüdaye)de de bu şartm, bu meselenin illeti, esbabı muclbesi olmak üzere şöyle deniyor: «Ve çünkü Cuma namazı cemaati azîme ile eda olunur ve bazan hitabet ve imamete heveskâr olanlar tarafından takdim ve takaddümde münazaa hâsıl olur. Bazan da başka bir sebepten dolayı niza ve itilâf zuhur edebilir. Bu cihetle emri tarzı tetemmimen bu şarta lüzum görülmüştür.» İşte bu sözler Hüdaye’nin kendi sözleridir. Benim sözlerim değildir. Şüphe edenler oraya müracaat etsinler.

İşte pek açık olarak görülüyor ki, hitabet tevcihi meselesi, öyle zannolunduğu gibi hilâfetin levazımından değildir. Mücerret inzibat ve asayiş meselesidir. Niza ve şıkakı ref için lüzum görülen vezaifi hükümettendir. Hattâ mezhebi Şafiiye göre Cuma namazının sıhhatinde böyle bir şart yoktur. Fukahayı Hanefiyede Sultan olmıyan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi intihap ve tâyin eder, derler. İşte meselenin mahiyeti hakikiyesi budur. Fakat nasılsa maatteessüf bu mesele zihinlerde pek çok yanlış olarak takarrür etmiştir. Bu suretle tashihi lâzımdır. Efendiler bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız Şer’iye Vekili tarafından tâyin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan Cuma ve bayram namazları sahih değildir mi denilecek? Bu, hatayı azîm olur. Lâzım olan hatibin, Cuma ve bayram namazlarını kıldıracak imamın Hükümet tarafından tâyin edilmesidir. Bu hâsıl olduktan sonra başka bir şeye lüzum yoktur.

İzni imam meselesine gelince; efendiler, bu da yanlıştır. (İzni imam tâbirindeki imam lâfzı elifle imam değil ayın ile âmdır). Yani terkibi izafi ile izni imam değil, terkibi tarsifile (İzmi âm) demek lâzımdır. İşte doğrusu budur. Yani Cuma namazı sahih olmak için izni âm şarttır. Bu izni âmdan maksat da cami veya kale kapıları herkese açık bulunması, herkesin o cami ve kale derununda Cuma namazını kılmaya mezun olunmasıdır. Çünkü Cuma ve bayram namazları şeairi Islâmiyedendir. Onların alenen izharı lâzimedendir. İşte Cuma ve bayram namazlarının sıhhatinde izni âmin şart olması bu hikmete müstenittir. Binaenaleyh bir halife, bir padişah, bir vali veya bir kumandan yalnız kendi mahiyetiyle Cuma namazını kılmak isteyip de cami veyahut kale kapılarını kapattırarak halkı duhulden meneylerse o namaz sahih olmaz. İşte bu meseleyi de bu suretle tashih etmek lâzımdır. Teessüf olunur ki, âlim geçinen birçok zevat bu meseleleri pek basit oldukları halde yine yanlış bellemişlerdir. Bu meseleler kütübü fıkhıyenin cümlesinde bu suretle muharrer olduğu hâlde bilmem nasıl olmuş da bunlar pek yanlış, pek açık hata olarak bellenilmiştir. Buna bir türlü aklım ermedi. Ben kütübü fıkhiye içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden bir kitap, bir ibare görmedim.

(Emirülhac) meselesi de böyledir, demin, ismini zikreylediğim Hoca Şükrü Efendi emirülhac tâyini için de halifenin vücuduna lüzum gösteriyor. Hâlbuki asla öyle bir lüzum yoktur. Bu da inzibat ve asayiş meselesidir. Öteden beri hüccac arasında emniyet ve asayişi muhafaza ve niza ve itilâfı fasl içün bir zatı emirülhac tâyin ederlermiş mesele bundan ibarettir. Bu da vezaifi Hükümetten bir vazifedir ve hiçbiri levazımı hilâfetten değildir.

Hutbelerde halifelerin, padişahların isimlerinin zikredilmesi keyfiyetine gelince; bu artık büsbütün sonradan ihdas olunmuş bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şeraitinden değildir. Ve hutbe ile dinî olmak üzere hiçbir münasebeti yoktur. Sırf siyasi ve idari bir keyfiyettir. Hülâfayı Raşidin zamanında hutbelerde hiçbir kimsenin ismi zikrolunmazdı. Biraz evvel söylemiştim. Hutbe, nutuk demektir. Onda zikri lâzım olan şeyler siyasi, içtimai, iktisadi, ahlâki nasihatler, meselelerdir. Hutbe, halkı ikaz ve irşat için irad olunur. Yoksa bir zatın ismini zikretmek için irad olunmaz. Devleti Emeviyede hatipler hutbelerde Hazreti İmamı Ali’ye lânet ederlerdi. Bunu sırf bir propaganda olmak, halkı Hazreti Ali’den soğutmak için Muaviye ihdas etmişti. Hazreti Ali’nin hükümran olduğu yerlerde de hatipler, Emevi hatiplerine mukabele olmak üzere Hazreti Ali’ye dua ederlerdi. Daha sonraları Tavaifi Melûk zuhur ettiği zamanlarda her yerde hatip o yere hâkim olan sultanın ismini zikreder oldu. Bundan maksat da o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın havzai Hükümeti dâhilinde bulunduğunu göstermektir. Bizde de hatipler esnayı hutbede Osmanlı padişahlarının isimlerini zikrederken Halife, İbnülhalife demez (Essultanı İbnüssultan) der. Elhalife İbnülhalife diyen hatip hiç gördünüz mü? Hutbelerde Hülefayı Raşidînin yani Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin isimlerinin zikredilmesi de bu kabildendir. Yani bu da sırf siyasi bir meseledir. Şiilere karşı zikrolunur ve bu hutbenin okunduğu yerdeki ahalinin ehli sünnet olduğunu bununla ilân edilmiş olur. İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler Ebubekir, Ömer ve Osman’ın isimlerini zikretmezler. Hulâsa bu gibi şeyler sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Asıl şer’iatı İslâmiye’de böyle şeyler yoktur. İşte efendiler hilâfet ve onun teferruatı hakkında size pek çok izahat verdim. Bu izahatımla artık hilâfet meselesinin mahiyeti şer’iyesi tamamiyle anlaşılmıştır sanırım. Şimdi de müsaade edin de bir, iki söz de mukaddes dini yâr ve ağyara karşı îlâ edeyim.

**

*

Muhterem efendiler, İslâmiyet gayet âli bir dindir. Maarifi, terakkiyi pek sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yeryüzünde Dini İslâm kadar hürriyetperver, terakkiperver bir din yoktur. Bütün ahkâmı diniye ulviyei mualliyatı muhtevidir. İstihdaf ettiği gaye mekarimi ahlâkı, fazaili beşeriyeyi tesis ve temin etmektir. Hazreti Peygamber en sahih hadislerinden birinde (İnnema fahseti lâtetemmemü mekârimül ahlâk) buyuruyor. Yani ben ancak mekârimü ahlâkı itmam için ba’s olundum diyor ve bir hadisi şerifinde de akla (Huccetullah) ıtlak ediyor. Bakınız ne diyor: (Kün mealhakkı haysü kâne ve meyyezi ma iştebehüm aleyke biaklike feinne hüccetullahi aleyke keyfe ve berekâtühü ındeke) bu hadisin mânası şudur: (Halk nerede ise sen de onunla beraber orada bulun, ondan ayrılma sana şüphe veren şeylerin hakikatini aklınla temyiz et. Çünkü Cenabı Hak’kın senin aleyhine olan hücceti sendedir, kendindedir ve onun feyiz ve berekâtı da senin nezdindedir.) İşte bu hadisi şerifin mânası budur. Ne âli sözdür, ne kadar manidardır, akla ne büyük kıymet veriyor! Zaten Kur’an-ı Kerim de baştanbaşa aklı ve erbabı akıl ve izanı tebcil eder. Onun için İslâmiyet, akıl ve mantık ile teve’ümdür. Bir ayeti kerimede (Febeşşir ibadellezine yestemuel kavle feyetteberine ahsen) buyuruyorlar. Mânayı münifi (Muhtelif sözleri işitip de onların en güzeline ıttıba eden kullarımı mükâfatı ilâhiyemle tebşir et) demektir. Bu âyetin alt tarafında da (İşte bunlardır ki, onları Cenabı Hak mazharı hidayet eylemiştir ve işte ancak onlar ülülelbap yani ashabı akıl ve izandır) deniyor. İşte gerek o hadis ve gerek bu ayet taklitçiliği ötekinin, berikinin mukallitliğini, yani delinin bilmeksizin alelimiyya herkesin velevki ulemadan olsun ahvali mücerredesine ittıbaı meneder. Daima her şeyin akıl ve mantık ile delâile müstenit muhakematı akliye ile tetkik edilmesi lüzumunu gösteriyor. Bir âyeti celilede (Kul hatû bürhaneküm inküntüm sadıkîn) buyuruyor. Yani Hazreti Peygamber’e hitaben (‘Sözlerinizde sadık iseniz dilinizi irad ediniz) buyuruyor. Bürhanı değil katî demektir. Istılahta mükaddematı yakıniyeden teşekkül eden delile denir ki, delili katîdir. Diğer bir âyeti celilede de (Velâ tekaf maleyse leke bihiilmi) buyuruyorlar ki, (İlminin lâhik olmadığı şeye iktifa etme) demektir. Pek açık olarak görülüyor ki, Hazreti Kur’an akıl ve mantıka ve dalâili ilmiyeye pek büyük kıymet veriyor.

Efendiler, İslâmiyet maarifle teve’ümdür. Hikmet ve marifetten hiçbir zaman ayrılmaz. Hep bilirsiniz. Meselâ (İlim velevki Çin’de olsa dahi gidiniz, tahsil ediniz.) ve (İlim ve marifeti beşikten kabre kadar tahsil ediniz.) hadislerini hep bilirsiniz. Bilmiyen yok gibidir. Size bir hadis daha nakledeyim. Bakınız bunda Cenabı Peygamber Efendimiz ne diyor: (Elhikmetü dalletü’l mü’minü haysüma vecedeha fehüve ehakku bihâ) buyuruyor. Bu hadisi şerif ehadisi sahiha ve hasenedendir. Meşhur kütübü Sitte’den (Sineni Tirmizi)de ve diğer hadis kitaplarında mevcuttur ve pek meşhurdur. Muhtelif tâbirlerle rivayet edilmiştir. Öyle mev’ıza kitapları hadislerinden değildir. Abdi aciz öyle mev’ıza kitaplarının hadislerinden bahsetmek en muteber hadis kitaplarında görmedikçe o gibi zayıf hadislerden bahsetmem. Bu hadisi şerifin mânayı münifi şudur: «Hikmet mü’minin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede bulursa onu almıya herkesten ziyade müstehaktır.» İşte bu hadisin mânası budur. (Hikmet) hakayıkı eşyaya muvafık olan kelâm, ilimü marifet demektir. (Dalletü) ne demektir bilir misiniz? İnsanın kaybedip de aradığı mal demektir. Meselâ bir çakıyı üzerinizden düşürürsünüz aramaya başlarsınız işte o sizin dallenizdir. Türkçcsini Tunalı Hilmi Bey kardeşimiz söylesin.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — (Yitik) dir.

SEYİD B. (Devamla) — İşte Cenabı Peygamber böyle buyuruyor: Hikmet olan söz, hakayıkı eşyaya muvafık olan bir kelâm; hukuki, içtimai, felsefi, iktisadi ve ahlâki bir düstur. Her nerede bulunursa bulunsun, her kimin ağzından işitilirse işitilsin, işte o söz işte o kelâm hakikat, işte o düstur Müslümanın kaybedip de aradığı kendi malıdır. Hiç tereddüt etmesin, hemen alsın. Nerede bulunursa bulunsun, herkesten ziyade bir mü’min ona müstehaktır. Herkesten evvel alsın; onun öz malıdır. Bakınız, bu ne yüksek ne âli bir sözdür, delâlet ettiği mâna ve meal itibariyle, mazmun itibariyle ne büyük bir düsturdur. İşte bu hadisten de anlaşılıyor ki, İslâmiyet maarife, hakaikı eşyaya pek büyük bir kıymet veriyor. Hukuk da hürriyetperver bir din olduğu gibi ulûm ve fünunda da hürriyetperver bir dindir. Akıl ve mantıki ve maarifi pek ziyade sever. Cehaletten ve körükörüne, ötekine, berikine taklitçilikten de pek nefret eder. Biz babalarımızı böyle bulduk. Onların eserinden ayrılmayız diyen mütemerridîne Hazreti Kur’an (entüm ve ebaeküm fi dalâlin mübîn) yani siz ve babalarınız bariz ve aşikâr dalâlettesiniz diyor.

Efendiler, bir vakit Avrupa zulmeti cehl içinde iken, Şark medeniyet yollarında hayli ilerlemişti. O vakitler kürei arz üzerinde en müterakki ve en mütemeddin yerler Âlemi İslâm idi. Bütün Avrupa ezcümle İngilizler tekmil ulûm ve fünunu şimdi İspanya denilen Endülüs’ten almıştır. Amerika darülfünun müderrislerinden (Draper) Nizaı İlim ve Din namiyle bir kitap neşretmiştir. Tavsiye ederim mühim bir kitaptır okuyunuz. Bu adam bu kitabında bir kafada bir dimağda din ile ilim içtima edemez. Âlim ise mütedeyyin değildir, mütedeyyin ise âlim değildir diyor ve bu mevzu üzerinde mütalâatını tetkikatı tarihiyesini yürütüyor fakat yine kendisi o kitapta sarahaten diyor. Benüm bu kitapta dinden maksadım dini İslâm değildir. Diğer dinlerdir. Hususiyle Katolik dinidir. İslâm dini değildir, diyor. Sonra Endülüs’te vaktiyle ulemayı İslâm tarafından kısmen yenibaştan icat, kısmen ikmal edilen ulûm ve fünunu bitter birer tadad ediyor. Meselâ müsellesatı küreviyenin, kürrei musattahanın tamamiyle İslâm uleması tarafından icad edildiğini, eski Yunanlılar zamanında bunların icad edilmemiş olduğunu söyler,  iki üç (üs)lü cebir düsturlarını, hesabı tefazuliyi ve hattâ logaritımayı fenni saydılâni yani ispençiyarlık fennini, pehlivan ve nohut yakılarını ve bunlara mümasil daha birçok usul ve kavaidi fenniyeyi doğrudan doğruya iptidaen İslâm ulemasının icad eylediğini söyler. İnkisarı ziyayı, Ebubekir Razi’nin keşfettiğini ve kürrei arzın küreviyetini kezalik İslâm ulemasının keşfettiğini söyler ve kürrei arzın iptida Bağdad civarında Sincar ovasında usulü fenniyesi dairesinde ölçüldüğünü ve Avrupalılann kürrei arzı ölçerek bulduğu miktar ile İslâm ulemasının bulduğu miktar arasında pek cüzi bir fark olduğunu söyler.  Ebulkasım denilen bir doktorun Belçika Kralı tarafından kendisini tedavi için sureti mahsusada celbedildiğini ve müşarünileyhin iki defa Belçika’ya gittiğini, hattâ bir defasında altı ay kadar bir müddet Belçika’da oturarak Kralı ve diğerlerini tedavi ettiğini, Avrupa’da ilim meraklısı birçok gençlerin ve hattâ bilâhara Papa olan bir iki zatın tahsili iliım için Endülüs’e kadar gittiklerini, İngilizlerin fünunu bahriyeyi Endülüs’te tahsil eylediğini uzun uzadıya tadat ve izah eder.   İşte bunun içindir ki İngilizce ıstılahatı bahriyenin ekserisi kelimatı Arabiyeden ahzedilmiştir; daha bu hususta pek çok beyanatta bulunur ise de uzun gideceği için hepsini birer birer tadad etmek istemem. Esasen onun söyletmesine de hacet yok. Zaten bizce malûmdur. Lâkin ağyar lisanından işitmek hoşa gideceği için muhtasıran olsun onun sözlerini ve hüsnü şahadetini, takdirkâr ifadatını nakletmeyi muvafık gördüm. Efendiler, şurasını arz edeyim ki Şark’ta Âlemi İslâm’da, Medeniyeti İslâmiye’ye ulûm ve fünuna hizmet eden ulemanın ekserisi Türk’tür. İçlerinde pek büyük feylezoflar, pek büyük mütefennin ve mütebahhir âlimler, büyük hukukçu fakihler vardır. Birtakım zalim ve müstebit hükümdarların zulüm ve istibdadı neticesinde böyle zebun, harap, cahil bir hale gelmiş olan Semerkand, Buhara, Nişabur, Bağdad, Belh gibi şehirler vaktiyle üçer beşer milyon nüfusu havi cesîm memleketlerdi. Meşhur Edibi Âzam Keıal Bey merhum bir eserinde bu şehirler için «her biri Paris, Londra gibi» diyerek bunların bugünkü Paris ve Londra derecesinde büyük şehirler olduğunu söyler. Ben ımerhumun bu eserini okuduğum zaman bu sözünü pek mübalâğalı bulmuş, inanmamıştım. Sonraları asarı Arabiyede görünce ımerhumu tasdik ettim.

Efendiler, bâzı asarı Arabiyede gördüm. Horasan’la Afganistan arasında bulunan ye «Belh» denilen şehir vaktiyle (6) milyon nüfusu havi cesîm bir memleketmiş. İçinde altı yüz kadar kubbeli ve minareli cami varmış. Bugün ise ihtimal bu şehrin enkazı bile kalmamıştır.

Şimdi, sorarım size, o vakit Medeniyeti İslâmiye o derecede müterakki ve Âlemi İslâm o nisbette mamur ve mütemeddin iken şimdi neden harabezare dönmüş, ahalisi cehil ve nadan içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslâmiyet o vakit terakkiye mâni olmuyordu da şimdi mi mâni oluyor veyahut sözü aksine çevirelim, İslâmiyet şimdi terakkiye mâni oluyor da, o vakit olmuyor muydu? Bunun hiçbiri değil. Efendiler, zamanımızda memleketimizde terakkiye mâni olan hâl hakikî İslâmiyet değildir, cehilden körükörüne taklitçilikten neşet eden bugünün nâbemahal zihniyetidir. Zamanımızda Dini İslâm pek garip kalmış, hurafat ile dolmuştur ve bu hurafat Âlemi İslâm’a edyanı saireden, akvamı saireden sirayet etmiştir. Yoksa hakikî Dini İslâm hurafatın, efkârı bâtılanın en büyük düşmanıdır. Esasen Dini İslâm hurafâtı, itikadatı bâtılâyı kökünden yıkmak işin gelmiştir. Nitekim vaktiyle yıkmıştı da. Fakat sonraları şuradan, buradan Âlemi İslâm’ın içine birçok hurafat girdi. Neticede Dini İslâm bütün bütün garip kaldı.

Bilâtereddüt diyebilirim ki, bugünkü Dini İslâm başka, asrı saadetteki Dini İslâm başkadır. Hakikî Dini İslâm fıtrî ve mantıkî bir dindir. Hayalâtı, hurafatı birtakım efkârı bâtılayı hiç sevmez, bilâkis onlardan nefret eder. Biraz evvel de söylemiştim, Hazreti Peygamberin en büyük duası (Allahümme ernel eşyaü kemahiye) yani, «Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.» duası idi. Ne güzel, ne büyük duadır. İnsan hakayıkı eşyayı olduğu gibi bilirse daha ne ister? En büyük hikmet, en büyük ilim ve marifet de hakayıkı eşyayı olduğu gibi bilmek değil midir?

İşte efendiler, Hilâfet ve İslâmiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi, otuz senelik uzun ve yorucu senelerin mahsulü tetebbüatıdır.

YAHYA GALİB B. (Kırşehir) — Allah sizi milletimizle beraber payidar etsin.

SEYİD B. (Devamla) — Sözlerimde asla riyakârlık, bir maksadı hafi yoktur. Bildiklerimi kemali samimiyetle size arz ettim. Maksadım muazzez dinimin hakayıkını olduğu gibi bildirmek, bu suretle İslâmiyeti yerüağyara karşı âlâ eylemektir.

Efendiler ahali bu hakayıkı anlamazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim; vazifemizdir. Ahali anlamamış, bilmemiş ise kabahat onlarda değil, anlatmıyanlardadır, bildirmiyenlerdedir. Bundan sonra anlatalım, ikaz edelim, irşat ve tenvir edelim ve bu zavallı memleketi artık yürütelim. (Bravo, sesleri) Hilâfet, hilâfet diye çökmüş gitmişiz. Harap ve turab olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bütün memleket yoksulluk içinde kalmış. Yevmi hilâfetin imhasını efendiler? (Bravo, sesleri) Artık yürüyelim, dirilelim. Bütün Âlemi Medeniyet almış yürümüş, tariki terakkide dev adımlariyle gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp bakıp da (Göçtü kervan, kaldık dağlar başında) mı diyelim? (Handeler) doğrusu insan müteessir oluyor. Ne yalan söyliyeyim aynı zamanda insana hiddet de geliyor. Ne acayip şey! Dini İslâm bu kadar âli ve terakkiperver bir din olsun da biz müslümanlar milel ve akvam içinde en geride kalalım. (Handeler ve alkışlar)

Efendiler, sözlerime nihayet vermezden evvel zamanımızda; hele şu sırada pek mühim olan bir mesele hakkında müsaade buyurunuz da bir iki söz söyliyeyim. (Söyle söyle sabaha kadar söyle dinleriz sesleri)

Bundan üç beş gün evvel bir celsei aleniyede, Heyeti Umumiyemizdc Muhterem İzmir Mebusu arkadaşım Saraçoğlu Şükrü Bey «Türkün ruhundan doğan kanunlar isteriz» demişti; ben o celsede bulunmadım sonra gazetede okudum. Pek doğru söylemiş. Tasdik ederim. Türk’ün örf ve âdetine uygun kanunlar isteriz demek istiyor değil mi?

 SARAÇOĞLU ŞÜKRÜ B. (İzmir) — Evet evet…

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) – Kur’an-ı Kerim de böyle söylüyor; bir âyeti celile vardır. İçtimai ve hukuki bir vecize, bir düsturu hikmettir. Bakınız Kur’an-ı Kerim ne diyor: (Huzul afve ve’mür bil urveve’e rade anilcahilîn) diyor; mânası «affı ihtiyar et, örf ile emr ile cahillerden araz kıl!» demektir; (Alkışlar) İşte görülüyor ki Hazreti Kur’an «örf ile emret» diyor.

Efendiler bütün Şark ve Garb’ın, bütün Avrupa hukuk eşhaslarının, bütün feylozoflarının ittifak ettikleri bir şey vardır ki o da bir memleket kanunları o memleketin örf ve âdetine uygun olması kaziyesidir; kanun vaz’ında esas budur; bir kanun memleketin örf ve âdetine muvafık olmazsa o kanun pâyidar olmaz. Çünkü hukuk demek örf ve âdet demektir. Bir memleketin ahkâmı kanuniyesi, kavaidi hukukıyesi o memleketin örf ve âdetinden doğar ve o örf âdetin tebdili ile tebeddül eder.

Lâkin acaba bu âyeti celiledeki (örf) kelimesi bugün lisanımızda zebanzet olan örf ve âdet mânâsına mıdır? Âh! Dertlerim büyüktür; bu âyeti celile hakkiyle tetkik edilmemiş, mânası işlenmemiştir; tefsirlere bakarsanız birbirine mubayin başka başka mânalar verildiğini görürsünüz; bu âyetteki örf mâruf mânasınadır. Münkirin zıddıdır. Halkın lisanında deveran eden örf ve âdet mânasına değildir derler. Hâlbuki efendiler; bu yanlıştır. Ben bu meseleyi uzun müddet, senelerce tetkik ettim. Meselede Eşarilerle yani Şafii ulemasiyle Maturidilerin yani Hanefi ulemasının fikirleri birbirine karışıyor. Bunu tefrik etmek lâzımdır. Şafi uleması tarafından yazılan tefsirlere, meselâ (Kadı Beyzavi) tefsirine bakarsanız örfün şer’an tahsin olunan şeyidir diye tefsir edildiğini görürsünüz. Hâlbuki Hanefiler tarafından yazılan tefsirlere, meselâ Hanefilerin en büyük muhakkiklerinden ve usulü fıkıh imamlarından olan Cessas Ebubekir Razi’nin (Ahkâmül Kur’an) namındaki tefsirine bakarsanız örfü aklen tahsin olunan şeydir diye tefsir ettiğini görürsünüz. Bu mübayenetin sebebi (Hüsnü kubuh) meselesidir; bu felsefei İslâmiye’de pek mühim bir bahistir; elyevm Avrupa feylesofları da bu bahis ile meşgul olmaktadır. Bunu size izah etmek istemem, uzun gider, bunun yeri burası değildir. Şu kadar söyliyeyim ki örf irfandan mehuzdur; Maturidelere göre yani Fukahayı Hanefiyeye göre akıl ve irfanın tecviz ettiği şey demektir. Âdetle arasında şu kadar bir fark vardır ki âdet bâtıl üzerine de teessüs edebilir. Bâtıl ve mezmum şeyler de âdet olabilir. Nitekim birçok fena şeylerden beynennâs âdet olduğu gibi. Lâkin örf, irfan üzerine müessestir. Bâtıl üzerine teessüs etmez. Merdun ve mezmum şeylere örf denmez. Şu halde örf ile âdet arasında umum ve hususu mutlak vardır. Örf ahs, âdeti âmdır. Yani her örf âdettir ama her âdet örf değildir. Bâzı âdetler aklen makbul olduğu için örftür. Fakat bâzı âdetler de aklen merdud olduğu için örf değildir. İşte örf ile âdetin arasında bu fark vardır, başka bir fark yoktur. Evet, maruf da örf demektir. Fakat o da bu mânadadır. Ben usulü fıkha dair yazdığım ve el’an bitiremediğim büyük bir eserde bu meseleleri uzunboylu izah etmişimdir. Arzu edenler benim o kitabıma müracaat edebilirler. Matbudur. Talebe Cemiyeti tarafından tabedilmiş tir. Darülfünunda Talebe Cemiyeti tarafından satılmaktadır.

Son söz olarak şu ciheti de arz edeyim ki ıslahatı adliye namı altında alelacele bir kanun yapmak doğru olamaz, muzırdır. Almanlar son Kanunu Medenilerini ancak tin beş senede vücuda getirebildiler. Memlekete, milletin örf ve âdetine, milletin bünyei içtîmaiyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Muhtelif devletlerin muhtelif usul ve kavanini var. Garb’ın örf ve âdeti ve hukuku olduğu gibi Şark’ın da memleketimizin de örf ve âdeti ve kavaidi hukukiyesi vardır. Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüd etmek, düşünmek, hangi kaidelerin, hangi ahkâmın memleketimize, milletimizin şeraiti içtimaiyesine, ahvâli hayatiyesine uygun olduğunu tesbit eylemek icab eder. Böyle yapılmayıp da alelacele, gelişigüzel bir kanun yapılacak olursa faide yetine mazarrat hâsıl olur. Sonra sık sık, iki günde bir tadile mecbur kalırsınız. Ben size bir ayda büyük bir kanun, Devletin Kanunu Medenisini bile getirebilirim, ne yaparım? Alman veya İsviçre Kanunu Medenisini tercüme ettirerek Heyeti Âliyenize takdim edebilirim. Lâkin ona Türkiye Kanunu denmez. Muhterem Saraçoğlu Şükrü Beyin tâbiri veçhile «Türk’ün ruhundan doğan kanun» denmez, Alman veya İsviçre Kanunu denir. Almanya ve İsviçre başka, Türkiye başkadır. Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır. Bu da uzun uzadıya tetkika muhtaçtır. Kaş yapalım derken göz çıkarmıyalım, metin ve sağlam esaslar üzerinde yürüyelim. Tekrar geriye dönmiyelim. İşte ben bildiklerimi, kanaatlerimi bütün samimiyetimle en açık bir surette arz ettim. Artık ötesi size aittir. Her şey kararınıza vabestedir. Müsaadenizle sözlerime nihayet vereyim. (Teşekkür ederiz sesleri, alkışlar). [2]

DİPNOTLAR

[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/seyyid-bey

[2] T.B.M.M ZABIT CERİDESİ, 3.3.1340, Devre: II, Cilt: 7, İçtima Senesi: 1, s. 40-61

Özel Günler ve Anlamları

Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)

Published

on

GİRİŞ

Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.

23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.

23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 23-31 Ağustos 1925 tarihleri arasındaki Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 1 Eylül 1925 tarihli sayısında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin Kastamonu Halk Fırkasını Ziyareti bölümü araştırmacı tarafından çevrilerek aşağıda sunulmuştur.

***

KASTAMONU HALKI ARASINDA BÜYÜK MÜNCİ [KURTARICI]

Reisicumhurumuz münevver [aydın] ve müteceddit [yenilenen, yenileşen] Kastamonu halkının yine kendi mümessilleri tarafından başka şekilde gösterildiğini açıkça izah eylemiştir.

Kastamonu: 31 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri bugün saat altıda Kastamonu’ya avdet buyurmuşlardır. Kadın erkek binlerce halk tarafından heyecan ve samimiyetle istikbal olunmuşlardır. Gazi Paşa Hazretlerinin geçtiği yollarda bütün Kastamonu halkı aziz kurtarıcıyı bütün hararet ve heyecanıyla alkışladı. Paşa Hazretleri doğruca Türk Ocağı’nı teşrif etmişler ve Ocaklılar tarafından kemal-i hürmetle karşılanmışlardır. Ocak’ta kadın erkek iki yüze yakın Ocaklı hazır bulunuyordu. Paşa Hazretleri biraz istirahatten sonra azalar ezcümle hanımlar ile musahabette bulunmuşlar [sohbet etmişler], Ocak heyetinden Ocak binası hakkında izahat alarak:

Bütün Ocaklı kardeşleri bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi [dolayı] sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar Türk hakikatinin pişvası [öncüsü] olacaklardır.” buyurmuşlardır.

Gazi Paşa Hazretleri müteakiben Cumhuriyet Halk Fırkasını teşrif etmişlerdir. Fırkanın bahçesi hanım ve erkek binlerce halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi Paşa Hazretlerine bina balkonunda bir mevkii mahsus ihzar edilmişti. Halk, Büyük Gazi’nin Türk milletine feyzi inkılap tebşir eden sözleri bizzat kendi ağzından işitmek için sabırsızlık gösteriyordu. Reisicumhur Hazretleri bir parça istirahatten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüsnü Bey, Gazi Paşa Hazretlerine hitaben kısa bir nutuk irat ederek Gazi Hazretlerine senelerden beri münhasır bulunan Kastamonu halkının hissiyatına tercüman olmak istediğini beyan eylemiş, vatanın altı sene evvel düşmüş olduğu felaketengiz vaziyeti izah ve sırf Gazi’nin kudreti dâhiyanesi sayesinde vatan ve milletin yeniden hayat bulduğunu söyleyerek nutkuna şu suretle devam eylemiştir:

Altı sene memleket ümitsiz bir halde iken, karanlıklar içerisinde yüzerken Şark’tan doğan büyük güneş siz idiniz. Sizin nam-ı bülendinizi hiçbir vakit unutmayacak ve bu millet yaşadıkça sine-i fahr mübahatında sizi daima yaşatacaktır.

Müteakiben Hüsnü Bey, sultan ve halifelerin bu millete yapmış olduğu zulümleri ve fenalıkları izah ederek Kastamonuluların ve bütün milletin Cumhuriyeti muhafazaya ve tamamıyla asri bir Türkiye vücuda getirmeye kemal-i katiyetle azmetmiş olduklarına işaret ettikten sonra sözlerini şu suretle bitirmiştir:

Memleketimizde bulunduğunuz müddetçe vazife-i şükranı hakkıyla yapamadığımız için kusurlarımızı affedin. Ayrılık zamanı yaklaştığı için mahzun oluyor ve bizi şerefli ve saadetli huzurunuzdan ayırmamanızı istirham ediyoruz.  Bugün şerefli Dumlupınar Zaferi’ni huzurunuzda tesitle mesuduz. Bu zaferin büyük kahramanına bütün hemşehrilerimin nihayetsiz şükranlarını arz ve size binihaye sıhhat ve afiyetler temenni eylerim.

Reisicumhur Hazretleri mukabeleten irat buyurdukları nutukta teşekkür ve hissiyatı munzamen bir mukaddemeden sonra hasbıhallerine ber-vech-i ati [aşağıda olduğu gibi] devam buyurdular:

Meşhudatımın [gördüklerimin] en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki, bu seyahatimden evvelki malumatım, meşhudatımın [gördüklerimin] hâsıl ettiği kanaatlerden çok kısa [başka] idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydı, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanıtmak için çalışanlar ezhanı teşevvüşte [zihinleri bulandırmakta] kim bilir ne kadar ileri gitmeye muvaffak olacaklardı. Asar-ı fiiliyatını [fiili eserlerini] memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız [yüksek anlayışınız] bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi [meydana gelemezdi]. Böyle bir iddia serdetmek [iddiada bulunmak] aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekâmülün [gelişmenin] silsile-i tabiiyesi [tabii silsilesi] üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben o tekâmülün tabii tecelliyatının mesut bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatin aksini ifade ve izah ederek müceddit hatvelerinizi [yenileşme adımlarımızı] felce uğratmaya yeltenen sebük-mağzanın [beyinsizlerin] hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, na-kâfi [yetersiz] akıllarına istinat etmiş [dayanmış] olduklarına zahip oluyorum [zannediyorum]. O zavallı hodbinler [benciller] böyle yapacaklarına halkın hiss-i selimine [sağduyusuna] müracaat etselerdi, ondan feyiz ve ilham alsalardı, kendilerini bugün şayan-ı hende [gülünecek] ve hacil [utanılacak] vaziyette bırakan bu kadar müstekreh [iğrenç] hatalara düşmezlerdi. Fakat hiss-i selimin [sağduyunun], akıl, mantık ve marifetin fevkinde [üstünde] haiz-i ehemmiyet [ehemmiyete sahip] olduğunu takdir etmek yalancı âlimlerin işine gelmez.

Arkadaşlar, milletimizin sağlam bir şuura malik [sahip] olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fiili asar [eserler] ve hadisattan [hadiselerden] sonra kimsenin şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Şuur, daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileri ve teceddüte [yeniliğe] uzun hatvelerle [adımlarla] yürümeye devam edecektir. Şuura illet tarı olmadıkça [bulaşmadıkça] geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelemez. Asırlardan beri sarf olunan iğrenç çaba ve gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber, milletin şuurunu felce uğratmaya asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat, milletin bugün gösterdiği asar-ı şuur [şuurlu eserler] ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet [sakatlık, hastalık] olsaydı, onu [1]  bugünkü hayatta ihya etmek [canlandırmak] desti kudretten bile muntazır değildir [beklenemez].

Efendiler, bu millet temayül-i hakikiyesi [hakiki eğilimi] hilafında zehaplarda [zanlarda] bulunanlara iltifat etmemektedir. Bununla bilhassa bugün çok müftehirim [iftihar ediyorum]. Bundaki sırr-ı isabeti [isabet sırrını] izah için derhal arz etmeliyim ki, bizim ilham menbamız [kaynağımız] doğrudan doğruya bütün Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı-ı milliden [milli vicdandan] aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin hiss-i selimini [sağduyusunu] rehber ittihaz [kabul] ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere isal edeceğimize [ulaştıracağımıza] imanımız kavidir [kuvvetlidir].

Hakiki inkılapçılar onlardır ki, terakki [ilerleme] ve teceddüt [yenileşme] inkılabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye [hakiki eğilime] nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai [toplumsal] inkılapların sahib-i hakikiyesi [hakiki sahibi] kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu istidat ve tekâmül [kabiliyet ve gelişme, gelişme kabiliyeti] mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi [kâfi gelemezdi]. Herhangi bir vaz-ı tekâmülde [gelişme vaziyetinde] bulunan bir kitle-i beşeri [insan kitlesini] bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebe-i tekâmüle [gelişme mertebesine] isal etmenin [ulaştırmanın] tabii imkânsızlığı muhtaç-ı izah [izaha muhtaç] değildir.

Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle [şekilleriyle] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] haline isal etmektir [kavuşturmaktır]. İnkılabatımızın [inkılaplarımızın] umde-i asliyesi [asli ilkesi] budur.

Bu noktada ısrar ile izahat verdikten sonra:

Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını [beynini] paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen [tamamen] tard olunacaktır [kovulacaktır]. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek [nüfuz ettirmek] imkânsızdır.

Paşa Hazretleri hurafelere dair misallerle tafsilat verdiler. Türbelerden, yalancı evliyalardan bahsederek: Ölülerden istimdat etmek [yardım istemek] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] için şenidir [lekedir, ayıptır]” dediler. Sonra tekyelere intikal ederek ber-vech-i ati [aşağıdaki] beyanatta bulundular:

Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet [saadete mazhar] kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle [kapsamıyla] medeniyetin [yaydığı] mevacihe-i şule [ışık karşısında] filan ve falan şeyhin irşadıyla [yol göstericiliğiyle] saadet-i maddiye ve maneviye [maddi ve manevi saadet] arayacak kadar iptidai [ilkel] insanların Türkiye camia-ı medeniyesinde [medeni camiasında] mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar)

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir [medeniyet tarikatıdır]. (Sürekli alkışlar) Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Rusay-ı tarikat [tarikat reisleri]  bu dediğim hakikati bütün vuzuhuyla [açıklığıyla] idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekyelerini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir.

Reisicumhur Hazretleri, müteakiben [bundan sonra]:

 Arkadaşlar, huzurunuzda, mevacihe-i millette [millet karşısında] beyan-ı fikir [fikir beyan] ederken hissettiğim ve gördüğüm hususları olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.

Mukaddemesiyle [sözleriyle] diğer bir zemine intikal ederek demişlerdir ki:

 Hükûmet-i Cumhuriyemizin [Cumhuriyet hükûmetimizin] bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut [bağlı] müftü, hatip, imam gibi muvazzaf [vazifeli] birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın [vazifeli kişilerin] ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar [vazifeli] olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti iktisasında [giymekte] berdevamdırlar [devam etmektedirler]. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela [cahiller], bazı yerlerde halkın mümessilleri [temsilcileri] imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden ve nereden almışlardır? Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri [seçtikleri] mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in itimadına mazhar hükûmet-i Cumhuriyedir [Cumhuriyet hükûmetidir]. Bir de mahalli müntehip [seçilmiş] belediye reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahib-i salahiyet [salahiyet sahibi] olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükûmetin nazarı dikkatine vaz edeceğim [koyacağım].

Reisicumhur Hazretleri bu zemin üzerinde çok ciddi nokta-i nazarlar [görüşler] dermeyanından [ortaya koyduktan] sonra kıyafet meselesine intikal ederek buyurdular ki:

 İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edilebileceğinden [değerlendirilebileceğinden] burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayr-i kabil-i inkârdır [inkâr edilemez] ki, taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan, bu acayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” (Hayır, güldürmez sesleri)

Gazi Hazretleri kıyafet hakkında mufassal [tafsilatlı] izahat ve malumat vererek sözü şu neticeye getirdi:

Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir [düzeltecektir]. Fen ve sıhhat nokta-i nazarından [bakımından] ameli [pratik] olmak itibariyle, her nokta-i nazardan [bakımdan] tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir [giyilecektir]. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu ispat etmek ve izhar [göstermek] için icap edeni yapmakta inat etmek adamlıkla kabil-i telif değildir [bağdaşmaz].

Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla ispat etti ki, müceddit [yenilikçi] ve inkılapçı bir millettir. Son senelerden mukaddem [önce] de milletimiz müceddit [yenileşme] yolları üzerinde yürümeye, içtima-i inkılaba [toplumsal inkılaba] teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeyim: Bir toplum, bir heyet-i içtimaiye [millet], erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir [meydana gelir]. Kabil midir [mümkün müdür] ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim [ilerletelim], diğerini müsamaha [ihmal] edelim de kitlenin heyet-i umumiyesi [tamamı] mazhar-ı terakki [ilerlemeye mazhar] olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki [ilerleme] adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve saha-i terakki ve teceddütte [ilerleme ve yenileşme sahasında] birlikte kat merahet [merhaleler kat] edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffak olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır [görmekteyiz] ki bugünkü gidişatımız hakiki icaba takarrüp etmektedir [yaklaşmaktadır]. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikârdır.”

Bu husustaki cesaret ve adem-i cesaret esbap ve avamilini [cesaret ve cesaretsizliğin sebeplerini ve etkenlerini ilerleme] izah ettikten sonra derhal tashihi [düzeltilmesi]  elzem bir misal zikretti:

Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil [benzer] bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü [ifadesi] nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, bir millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi [düzeltilmesi] lazımdır.

Müteakiben [sonra], memlekette mevcut cemiyetlerin milleti tenvir [aydınlatmakta] ve irşatta [uyarmakta] ciddi surette alakadar olmalarını tavsiye etti. Badehu [daha sonra] milletle temastan aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen muhabbet [sevgi] ve itimadı [güveni]  hüsn-i istimal etmeye [güzel, iyi kullanmaya] çok dikkat sarf edeceğinden ve gayenin milleti mesut ve müreffeh [refah içinde] ve medeni dünyada evsafı [vasıfları] takdir olunmuş mütekâmil [gelişmiş] bir millet görmekten ibaret olduğunu izah ederek çok hararetli ve heyecanlı nutkuna hitam [son] verdi ve pek şiddetli alkışlandı.

Halk Fırkasında Coşkun Bir İçtima [Toplantı]

Kastamonu: 31 [Ağustos] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretlerinin Halk Fırkasında irat buyurdukları çok kıymettar ve tarihi nutka mukabeleten Taşköprü’nün Kurtiye karyesi Muallimi Sabri Bey, bütün Kastamonu halkı şimdiye kadar yapılan inkılabatta Gazi’nin yürüdüğü yoldan, işaret ettiği noktadan nasıl yürüdü ise bundan sonra da kemal-i metanetle ve süratle aynı yoldan yürüyeceğini ve halkın Gazi’nin emir ve işaretine amade olduğunu söyleyerek Gazi Paşa Hazretlerine arz-ı şükran eylemiştir.  Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri bu nutuktan pek mütehassis olarak ayağa kalkmış ve demişlerdir ki:

Efendiler, gösterdiğiniz kıymettar teyakkuz [dikkat] ve intibahtan [uyanıklıktan] çok mütehassisim. Sesim müsait değil, bu nutka da müsaade ederseniz bir beyitle cevap vereyim:

Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta

Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi.” [2] [3, 4]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 1, sütun: 3-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 2, sütun: 3-5

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 223(667)-227(671)

[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, 2005, İstanbul, s. 292-296

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR (2)

Published

on

CAN KURTARAN KALLAVİ…

Sultan II. Mahmut’un vezirlerinden [Mehmet Emin] Rauf Paşa [1]  zeki, çalışkan, yakışıklı bir adamdı; ilk sadrazamlığında ancak otuz beşinde vardı.

[Mehmet Said] Halet Efendi [2] ona kancayı taktı, azlettirdi; idamına ferman istedi, fakat padişah:

— Hayır, kallavi başına çok yakışıyor; ben o güzel başa kıyamam!

Dedi, Sakız adasına sürmekle kaldı.

Daha sonra affedilerek valiliklerde, hatta sadrazamlıkta bulunan Rauf Paşa mesuliyetten çok korktuğu için savsaklama siyasetini tuttu. Fikirlerini niçin açıkça söylemediği sorulunca şu cevabı verdi:

— Kallavi [sadrazam ve vezirlerin giydikleri, sivri bir koni biçiminde olan ve üzerine tülbent sarılan uzun kavuk] her zaman insanı kurtaramaz!

Son sadrazamlığı sırasında savsaklama siyaseti o kadar almış yürümüştü ki makamı olan ve “yüksek kapı” manasına gelen “Bââli” nin ismini “boş kapı” demek olan “Bâbıhâli”ye çevirmişlerdi.

*

MEZAR HALKI DAYANSIN!..

1820 senelerinde darphane nazırı olup Halet Efendinin idam ettirdiği Abdurrahman beyin adamlarından Reşit Efendi, İstanbul’da münzevi yaşıyordu; hiç suçu yokken idamı emir olundu.

Merhametli adamlardan biri Halet Efendiye yalvardı:

— Efendim, bu Reşit genç bir adamdır; başka türlü cezalandırılsa!..

— Genci öldürmek yazık, ihtiyarı öldürmek günah; her zaman idam için orta yaşlı adamı nereden bulmalı?

Halet Efendinin ne kötü nasihatçi olduğunu Sultan Mahmut da anladı; 1822’de Konya’ya sürüldü; orada kesilen başı İstanbul’a getirildi. Bu hadise hakkında söylenen şu beyit meşhurdur:

Ne kendi eyledi rahat ne verdi halka huzur;

Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!

*

EŞREF SAAT…

Sultan II. Mahmut, batıl itikatlarla ilgili olmayan padişahtı. Bir gün tersanede bir gemi denize indirilecekti. Padişah “eşref saat” yani uğurlu zaman gibi şeylere inanmazdı ama herhalde halkın düşünüşüne hürmet için olacak, müneccimbaşıya:

— Münasip bir zaman tayin etsin!

Diye haber yolladı. Zira böyle yapmasa ve gemi de bir kazaya uğrasa halk bahane sayabilirdi.

Müneccimbaşı “eşref saat”i tayin etti; lakin padişahın yemek zamanına rastladı. Padişah onu çağırdı ve azarladı:

—- Benim yemek yiyeceğim zamandan başka “eşref saat” yok mudur?

Müneccimbaşı affını diledi; hem yıldızların vaziyetine, hem de padişahın arzusuna uygun başka bir saat tayin etti.

*

DİPNOTLAR

[1]  5 Eylûl 1812’de Ahmed Paşa, 1 yıl, 4 ay, 25 gün süren bir sadâretten sonra azledildi. Sofya seraskeri Ahmed Hurşid Paşa, sadrâzam oldu. 1 Nisan 1815’e kadar 2 yıl, 6 ay, 27 gün sadârette kaldı. Mehmed Emin Rauf Paşa, sadârete getirildi. Başdefterdârlıktan (maliye bakanlığı) sadrâzam olan bu zat, Çavuşbaşı Said Mehmed Efendi’nin oğludur. İlk sadâretinde 2 yıl, 9 ay, 4 gün kaldı. 5 Ocak 1818’de Hudâvendigâr (Bursa) valisi Derviş Mehmed Paşa, sadrâzam oldu. Bu zat, 2 yıl ve 1 gün sadârette kaldı. 5 Ocak 1820’de Ispartalı Ali Paşa, Hudâvendigâr valiliğinden sadrâzamlığa çağırıldı. Ali Paşa, Koca Mustafa Reşid Paşa’nın eniştesi (ablasının zevci) olup, bu sırada 20 yaşında bulunan Mustafa Reşid Bey, onun yanında ilk devlet adamlığı tecrübelerini edinmiştir. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 47]

[2] Sultan Mahmud’un danışmanı Hâlet Efendi, 13 yıl kadar “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk danışmanı” unvânı ile anıldı. Sultan Mahmud bu adamı Yeniçeri ocağını ve muhafazakârları yanında tutmak, her türlü fitneden haber almak için kullanırdı. Sultan Mahmud bu zümrelere karşı idi, fakat 1826’ya kadar açıkça cephe alamadı, 1826’da ise darbesini amansız biçimde vurdu. Sonunda Mehmed Saîd Hâlet Efendi diktatör tavırları almaya başladı ve 1822 Aralığında Konya’da kellesi kesildi. Üçüncü Selim zamanında Paris büyükelçisi (1802-1807), 2 defa nişancı (devlet nâzırı), vekâleten reîsülküttâb ve kethudâ (dış ve iç işleri bakanı), bir ara musâhib-i şehryârî (padişah nedîmi) olmuştu. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 16]

 

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR 1. Bölüm

Published

on

ESKİ KAFA YENİ KAFA…

1799-1857 seneleri arasında yaşayan Mustafa Reşit Paşa Sultan Abdülmecit tahta çıktığı sırada Hariciye Nazırı olmakla beraber Londra’da elçi bulunuyordu.

Sadrazam Hüsrev Paşa eski kafalı bir adamdı; henüz on sekiz yaşındaki yeni padişahı aldatarak yeni kafalı bir adam olan Reşit Paşayı idama karar verdi. Onu güler yüzle karşıladı. Sonra padişaha tezkere yazarak kapattı ve ona verdi:

— İstanbul’a geldiğinizi ve hariciye nazırlığını eskisi gibi idareye başlayacağınızı bildiriyorum. Kendiniz saraya götürürsünüz ve hem de padişahımıza kulluğunuzu arz edersiniz!..

Hâlbuki tezkerede, memleketin adetlerini bozduğu ve her hususta saygısızlığa cesaret ettiği için Reşit Paşanın idamına izin istiyordu.

Reşit Paşa, Beşiktaş sarayına gitti; tezkereyi mabeyinci vasıtasıyla padişaha gönderdi. Sultan Abdülmecit onu okur okumaz hiddetinden yere attı ve Reşit Paşayı çağırdı. Avrupa’nın vaziyetini sordu; memleketin selameti için ne yapmak lazım geldiği hakkında konuştu. Sonra sadrazamın tezkeresini gösterdi. Reşit Paşa hayretini gizleyemedi. Padişah ona:

— Tamamıyla emin ve müsterih olunuz. Sizi takdir ediyorum. İnşallah dediklerinizin hepsi yapılacaktır.

 Dedi. Vazifesinde ipka edildiğini bildiren bir emirle Hüsrev Paşaya yolladı. Çok geçmeden de sadrazam yaptı.

*

HÜKÜMDARLARI SUSTURAN ADAM!..

1814-1868 senelerinde yaşayan Keçecizade Fuat Paşa Osmanlı İmparatorluğunu batmaktan kurtarmanın tek çaresinin Avrupalılaşmak olduğunu Sultan Abdülaziz’e açıkça anlatan vasiyetnamesiyle meşhurdur. Softalar ve geri kafalılar onun hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sadrazam bulunduğu sırada İstanbul’da yaptırdığı kaldırımları metheden birine:

— O kaldırımlar bize atılan taşlardan yapılıyor!

Demişti.

Bir aralık para sıkıntısı vardı; saraydaki altın eşyanın eritilmesi ve paraya çevrilmesi düşünüldü. Bunu padişaha söylemek cesaretini yalnız o gösterdi.

Sultan Abdülaziz kızdı:

— Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları çok görüyorsunuz!

— Padişahım, yarın, Allah esirgesin, buraya düşman girince bizler efendimizin üzengisine sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar da o altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?

Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Paris’te III. Napolyon’un sofrasında bulunuyordu. Girit isyanlarından bahsedilirken Napolyon bir aralık Fuat Paşaya takıldı:

— Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanız!

— Güzel bir fikir!..

— Kaça satarsınız?

— Aldığımız fiyata!..

Girit’i almayı tasarlayan mağrur Napolyon Türklerin orayı yirmi beş sene dövüşerek aldıklarını biliyordu. Kızardı ve artık bir daha bu bahse yanaşmadı.

Fuat Paşa Petersburg’da elçi iken Osmanlı İmparatorluğuna “hasta adam” diyen ve İslam düşmanı olan car I. Nikola güya alay etmek istedi; peygamberin miracından bahis olunurken sordu:

— Acaba gökyüzüne hangi merdivenden çıktı?

Hâlbuki gerek Müslümanlar ve gerek Hristiyanlar, ölmeden evvel veya sonra İsa’nın da göğe çıktığına inanırlar. Fuat Paşa cevap verdi:

— İsa’nın çıktığı merdivenden…

*

MISIR KOÇANI VE MEZAR TAŞI…

1843-1911 senelerinde yaşayan şair Eşref, Türk edebiyatında hicivle meşhur olanların ön safında gelir. Bu yüzden hapiste yattı, sürüldü; gurbete çıktı; sefalet çekti.

II. Abdülhamit zamanında “Mısır”ın büsbütün elden gitmesi üzerine söylediği kıt’a meşhurdur:

Vakti fırsat gözetir şahı cihan,

Tutar elbette elinden kaçanı…

Gene sahip olur inşallah,

Mısır’ın kaldı elinde koçanı…

Mezar taşına yazılmak üzere söylediği kıt’a, onun hayatta iken insanlardan çektiklerini anlatmak itibariyle değerlidir:

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,

Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı.

Gözlerim ebnayi âdemden o rütbe yıldı ki,

İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı…

Bir rivayete gore Kırkağaç’ta bulunan mezarının taşı gerçekten çalınmıştır. Yoksa bunu Eşref’e hayran olanlardan biri, onun tahmin ve korkusunu haklı göstermek için, mahsus mu yaptı?

***

Continue Reading

En Çok Okunanlar