Connect with us

Tarihi Konuşmalar

ADLİYE VEKİLİ SEYİD BEY’İN, “HİLÂFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANÎNİN TÜRKİYE HARİCİNE ÇI­KARILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ”NİN GÖRÜŞMELERİNDE YAPTIĞI TARİHİ KONUŞMA (03.03.1924) (1)

Published

on

GİRİŞ

Seyid Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adliye vekilidir. Türk İstiklal Harbi dönemi Türkiye’sinin müçtehit sıfatını taşıyan ender şahsiyetlerinden biridir. Doğu’yu ve Batı’yı bilen, İslam fıkhında derinliği olan üstün zekâlı ve yaratıcı bir insandır. Bir üniversite profesörü olan Seyid Bey İslâm Fıkhı hocasıdır. Onun “Usuli Fıkıh, Birinci Kısım: Medhal “ adlı eseri, fıkıh tarihinin inkılapçı eserlerinden biridir. [1]

Adliye Vekili Seyid Bey, “Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi”nin görüşmeleri sırasında tarihi bir konuşma yapmıştır. Konuşma metni aşağıda verilmiştir. Konuşma metni,  anlamlı okuma yapıldığında; günümüzde tartışılan “Hilâfet”le ilgili çok sayıda kavram ve konunun anlam ve içeriğinin açık, anlamlı ve doğru olarak ortaya konulduğu anlaşılmaktadır/anlaşılacaktır.

Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç arkadaşının Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi (2/307) hakkında TBMM’nde yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 27-69’da yer almaktadır.

İlköğretim, Ortaöğretim ve Yükseköğretim kurumlarında T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ derslerini okutan öğretmen ve öğretim elemanlarının, eğitim yöneticisi ve denetmenlerinin; öğrenme-öğretme etkinliklerinde 429, 430 ve 431 sayılı kanunların metinlerini, gerekçelerini ve milletvekillerinin konuşmalarını inceleyerek sebep-sonuç ilişkilerini kurmaları beklenmektedir.

—***—

“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu hâlde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?” 

“Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.”

“Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.”

“Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatınmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.”

“Millet kendi işimi kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükûmet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükûmet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.”

***

[Birinci Bölüm]

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (İzmir) — Muhterem efendiler, müsaade buyurursanız bendeniz de bu hilâfet meselesi hakkında biraz izahat vereyim. Mesele pek mühim olduğundan ve hattâ tarihimizde ve belki de bilûmum hâdisatı içtimaiye arasında en büyük bir inkılâp demek olduğundan bu bapda ne kadar söz söylense yine azdır. Onun için sabrınızı suiistimal edersem beni maruz görünüz. Benden evvelki hatipler, bu baptaki kanaatlerini beyan ettiler. Pek güzel ve pek samimî söylediler. Bendeniz de bu meseleye dair uzun senelerden beri icra ettiğim tetebbuat neticesinde hâsıl olan kanaatimi beyan etmek isterim. Nitekim geçen sene hilâfet hakkında (Hilâfet ve Hâkimiyeti Milliye) unvanı ile bir de kitap neşretmiştim. Dediğim gibi Tarihi İslâm’da azîm bir inkılâp yapıyoruz. Diyebilirim ki bundan daha büyük inkılâp olamaz. Bu inkılâbın azametindendir ki zihinler bununla pek meşguldür. Kalbler endişe ve tereddüt içindedir. Onun için cümlemizin vicdan ve izanı arzu ediyor ki mesele tamamiyle tavazzuh etsin. Yârü ağyar ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin. Şuurlu bir surette mi yoksa şuursuz bir hâlde mi yapıyoruz, anlasın. Meclisi Âli, hilâfet meselesini maliyeti şer’iye ve siyasetin bilerek mi ittihazı karar ediyor, yoksa bilmiyerek mi? Bu cihetler tamamiyle tavazzuh etsin. Çünkü tekrar ediyorum mesele hakikaten gayet mühimdi. Âlemi İslâm’da daha şimdiye kadar böyle bir inkılâp vâki olmamıştır. Değil Âlemi İslâm’da belki kürei arzda vâki olan inkılâbatın en büyüğü en mühimidir.

Bunun için iz’hande, efkârda şüpheler, tereddütler bulunmamak lâzım gelir. Meseleyi bilerek halletmek icabeder. Gerek dinî ciheti ve gerek siyasî ciheti etrafiyle bizim bilmemiz lâzım gelir.

Bu cihetleri bilirsek ne yapmak istediğimizi ne yapacağımızı bilmiş oluruz. Benim asıl maksadım meselenin dinî cihetini, İslâmiyet’in hilâfet meselesi hakkındaki tarzı telâkkisini izhar etmektir. Siyasî cihetini beyan, maksadımdan hariçtir. Ben ona karışmam! O ciheti Meclisi Âli halleder.

Evvelemirde şu ciheti arz edeyim ki, hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade bünyevî bir meseledir ve itikat meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesalihi âmme cümlesindendir. İtikada taallûku yoktur. Vâkıa itikadiyata dair teklif olunan asarı İslâmiye’de dahi bu meseleden uzun uzadıya bahsolunuyor. Fakat bu, hilâfet meselesinin akayidi İslâmiye’den madud olduğu için değil, belki bu mesele etrafında sonradan hâsıl olan birtakım hurafat ve efkârı batılayı iptal içindir. Bu noktayı ulemayı İslâm kitaplarında sarahaten beyan ederler. Bilirsiniz ki asrısaadetten sonra âlemi İslâm’da muhtelif fırkalar ve itikat mezhepleri zuhur etmiştir. Onlardan biri de Şia fırkasıdır. Şia fırkası bilâhara muhtelif kollara şubelere ayrılmıştır. Bunların bir kısmına «İsmailiye» Fırkası denir ve aynı zamanda bu fırkaya «Bâtıniye» ve «Talimiye» ve «Sebiye» namları dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve kendi imamlarını ülûhiyetine kail olurlar. İmam ulûm ve maarifi doğrudan doğruya Allah’tan alır derler. İmamdan sonra «Hüccet» denilen zat gelir. Ondan sonra «Bab» ondan sonra da «Mümin» gelir. Allah îmama, imam da hüccete, hüccet baba, bâb da mümine talim eder derler. Onun için bunlara «Talimiye» fırkası namı verilir. Bunlarca Kur’an-ı Kerim’in hem zâhir, hem de batın mânası vardır. Maksud olan mânayı bâtınıyesidir dedikleri için bunlara «Bâtıniye» dahi denilir. Bunların itikatları serapa hurafattan ibarettir. Haddi zatında bunlar dinsizdirler. En cerbezeli ve cin fikirli reisleri meşhur «Hasan Sabbah»dır. Bu adam Şark Selçukilerinden Alpaslan zamanında «Kuvin» cihetlerinde yüksek ibir dağ başında «Alamut» kalesinde tahassun etmiş idi. Alpaslan bununla çok uğraşmıştı. Elyevm Anadolu dağlarında tahtacılıkla, odunculukla iştigal eden bir kısım eşhas Bâtıniye Fırkasının bakayasıdırlar. Fakat bunlar artık bendi mezheplerini unutmuşlardır.

İran’da elyevm sâkin bulunan «İmamiye» Fırkası da «Mehdi»nin vücuduna kaildirler. Bunlara göre Mehdi berhayattır. Münasip bir zamanda zuhur edecek, bütün dünyayı âdil ve hak ile dolduracaktır. İşte bunlar ve bu gibi fırkalar bu hilâfet meselesi hakkında türlü türlü hurafata kail olmuşlardır. Onun için ehlisünnet uleması kendi itikat kitaplarından da «İmamet» unvanı altında hilâfet meselesini mevzuu bahsetmişlerdir. Maksatları bu mesele etrafında dönen hurafatı ret ve iptal etmektir. Yoksa hilâfet meselesini bir itikat meselesi olmak üzere beyan etmek değildir.

Nitekim ehlisünnet uleması, demin dediğim gibi bu ciheti sarahaten beyan ederler. Öyle değil mi efendiler (Öyledir, doğrudur sadaları). Bu cihetler bu suretle bilindikten sonra şimdi de Hilâfet meselesinin asıl mahiyeti şer’iyesini izah edeyim. Her şeyden evvel şu noktayı arz edeyim ki; Hilâfet Hükûmet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir. Zamanın icabına tabidir. Onun içindir ki, Risaletpenah Efendimiz irtihali nebevilerinde Ashabı Kiram Hazeratına bu Hilâfet meselesini izah etmemişlerdir. Şiddetli bir hararet içinde irtihal etmişlerdi. Bir aralık «Bana kalem, kâğıt getiriniz, size bâzı vesayada bulunmak isterim.» demişlerdi. Bâzı ashap derhal kalem – kâğıt getirmek istedilerse de Hazreti Ömer mâni oldu, Şiddetli hararetten sayıklıyor, dedi. Bize Kitabullah kâfidir, demişti. Bunun üzerine biraz gürültü oldu. Hazreti Peygamber, «Gürültü etmeyin, dışarı çıkın, beni yalnız bırakın.» buyurdular. Ondan sonra şıkkı şife etmediler. Zannedersem o gün veya ertesi günü vefat ettiler.

Muhterem efendiler, asıl kanunu din olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekli Hilâfet hakkında yani İslâm Hilâfeti hakkında hiçbir âyeti kerîme yoktur. Kur’an-ı Kerim emri Hükûmette yani idarei memleket hususunda bize iki düstur gösteriyor: Biri; bugün âlemi medeniyette cari olan kaidei meşverettir ki, bunu Kur’an bize bin üçyüz sene evvel vaz’etmiştir. O da (ve emrühüm şûra beynehüm) düsturudur. Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür, demektir. Gerçi bu Âyeti Celile Medine ahalisi hakkında nazil olmuştur. Medineliler kendi umuru müşterekelerini, memleketlerine aid olan işleri kendi aralarında meşveretle rü’yet ederlermiş. Hazreti Kur’an onların bu hâlini tahsin ediyor. Demek ki idarei memleket hususunda usulü meşveret takdiri ilâhiyeye mazhar olan müstahsin bir usuldür. Bir kaidei usuliye vardır. Hususu sebep umumi lâfza mâni değildir. Tâbiri diğerle, itibarı lâfzın umum ve şümulünedir. Sebebi nüzulün hususiyetine değildir, deniyor. Bu itibarla zikrolunan âyeti celile doğrudan doğruya Ehli İslâm’ın idarei memlekette ittihaz etmeleri lâzım gelen hattıhareketlerini gösteriyor denilebilir, Şüphe yoktur ki, sitayişi ilâhîye mazhar olan bir hattıhareket İslâm için lâzimürriaye bir harekettir. Hulâsa: Meşveretle iş görmek takdiri ilâhiye mazhar olan bir keyfiyettir. Nasıl ki bütün âlemi medeniyette bugün bu usulü meşvereti kabul etmiştir. Biz de ona tevfikan ittihazı mukarrerat ediyoruz. Efradın hukukunu memleketin selâmetini en ziyade kâfil olan usulü idare de budur.

Kur’an’da zikrolunan ikinci düstur da ülülemre itaat düsturudur. Kur’an-ı Kerim’de; «Etiullahe ve etiulresul ve ülülemrü minküm» âyeti celilesi vardır. Mânayı münifi, Allah’a ve Peygambere ve sizin içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, Hükûmetsizliği ref’ ve def’i etmek içindir. Zaptürapt memleketi temin etmek içindir ki, o emrü Hükûmete itaatın dînen vacib olduğunu beyan ediyor. Bu âyet efrada salâhiyettar olan ricalin o emrine itaat hususunda bir vazifeyi diniye tahmil ediyor. İşte idarei memleket hususunda Kur’an-ı Kerim’de bu iki âyetten başka bir âyet, yoktur. Vâkıa emanatı yani memuriyetleri, vazaifi hükümetleri ehline tevdi etmek, hak ve adle riayet eylemek gibi hususata mütaallik âyatı Kur’aniye vardır. Lâkin bunlar doğrudan doğruya usulü idareye mütaallik değildir, ikinci derecededir.

Kur’an-ı Kerim’de «Halife» ve «İmam» tâbirleri vardır. Fakat bunlar Hazreti Peygamber hakkında veyahut sonra gelecek olan halifeler hakkında vârid olmamıştır. Enbiyayı Sâlife hakkında vârid olmuştur. Bir âyeti celilede «Ya Davud inna cealnake halifeten filardı fahküm beynennâsi bilhakkı» buyurmuştur. Mânası «Ya Davud biz seni yeryüzünde Halife yaptık, binaenaleyh insanlar arasında hak ve âdil ile hükmet» demektir. İlmü usulü fıkha ve edebiyatı Arabiyeye âşinâ olanlar bilirler ki, bu âyeti celilede hakka mukarrin hüküm yani adalet, fâi takibiye ve tefriiye ile hilâfete terdif olunuyor. Yani «seni Halife yaptık, o halde, öyle ise hak ile hükmet» deniyor. İşte bundan anlaşılır ki hilâfetten maksat tevzii adalet kazıyesidir. İhkakı hak ve iptali bâtıl kaziyesidir. Hukuku nâsı sıyanettir. İşte Halifenin vazifesi bu maksat ve gayeyi istihsale çalışmaktır ki, Hükûmet vazifesidir.

Kur’an-ı Kerim, İbrahim Aleyhisselâm hakkında da «İmam» tâbirini kullanıyor. Kur’an, bir âyeti celilede Cenabıhak ile Hazreti İbrahim arasında geçen bir mükâlemei mâneviyeyi hikâye ediyor. Cenabıhak Hazreti İbrahim’e hitaben diyor ki, «İnna cailüke linnase imamen» yani «Ben seni nâsa imam yapıyorum» yahut «yapacağım» buyuruyor. Hazreti İbrahim de «Kale ve men zürriyetî» yani «Ya Rabbi zürriyetimden de yap» diye niyaz ediyor. Bunun üzerine «Kale lâyenalü abdüzzalimîn» hitap izzeti vârid oluyor. Yani Cenabıhak Hazreti İbrahim’e cevaben «Benim ahdi imametim zalimlere vâsıl olmaz» buyuruyor. İşte bu âyeti celileden pek vazıh olarak anlaşılıyor ki, Cenabühak nazarında öyle zulüm ve itisaftan ibaret olan mülk ve saltanat asla meşru değildir. Şimdi bu iki kelimenin yani Halife ve İmam tâbirlerinin mânalarını izah edeyim. Hilâfet, lûgatta halef olmak demektir. Halife de halef demektir. Şu halde Hazreti Davud Aleyhisselâm Halifedir. Yani haleftir. Kimin halefidir? Allah’ın halefidir. Nerede Halifedir? İcrayı adalette, ihkakı hak ve iptali bâtılda demektir. İmam tâbirine gelince, imam pişva ve müktedabih demektir, önde giden delmektir. Bunun içindir ki mahalle imamlarına da, cami imamlarına da imam denir. Halifeye de İmamülmüslümiyn denir. Hattâ bir mesleki ilmîde pişva olan en büyük âlimlere de imam deniyor. İmamı Âzam, İmamı Şafiî gibi büyük âlimlere imam denmesi bundandır. Bu kelimelerde mânayı kudsiye yoktur.

YAHYA GALİB B. (Kırşehir) — Şu azamete bak, hay Allah senden razı olsun.

HALİL HULKİ Ef. (Siird) — Ehadisi şerifeye de geçiniz.

SEYİD B. (Devamla) — Müsaade buyurunuz eğer daha kısa kesmekliğimi isterseniz ihtisar edeyim. (Hayır, hayır sesleri) Bendeniz beş on günden beri konuştuğum rüfekayı kiramdan aldığım hissiyata göre zihinlerde bâzı şüpheler vardır. Onları da elimden geldiği kadar halletmek, izale etmek isterim. Araya lâf karışırsa kelâmın insicamına, silsilei muhakematına halel geliyor. (Devam, devam sesleri)

Halife tabiriyle imam kelimesi arasında umum ve hususu mutlak vardır. Halife ahas, imam eam. Yani her halife imamdır. Fakat her imam halife değildir. Halifelere imam dendiği gibi hakiki halife olmıyan Padişahlara da imam denir. Onun için bu iki kelime arasındaki farka dikkat etmelidir. Yine onun içindir ki, Kütübü İslâmiyede bu bahis «İmamet» unvanı altında yazılmıştır.

Bir de «imaret» den «emîrülmü’minin» tâbirinden bahsedildi. Fakat bu tâbirin bu bahse taallûku ve pek o kadar değeri yoktur. Emîr, âmir demektir. Sıfatı müşebbihtir. Her hükümdara emîr ıtlak olunur. Meselâ Afgan Emîri deriz. İşte Kur’an-ı Kerim’de Hilâfet, imamet veya Halife ve imam tâbirleri hakkındaki âyetler bunlardan ibarettir. Ve bir de Kur’an alelıtlak insanlar hakkında da «istihlâf» tâlbirini kullanıyor. Âmir adalette istihlâf demektir. Kur’an’da bunlardan başka ayet yoktur. Burada ulemayı kiram hazeratı var. Başka ayet var mıdır efendiler hazeratı?

HALİL HULKİ Ef. (Siird) — Hayır.

ZİYAEDDİN Ef. (Erzurum) — Hadisi şerifler vardır. İcmaı ümmet vardır.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Evet onlardan da bahsedeceğim. Malûmdur ki İslâmiyet’te Kur’an metni şeriattır. Hâdisler de şerhi şeriat demektir. Fakat hadisten maksat sahih olan hadistir. Çünkü bugün kitaplarda mevcud olan, lisanlarda deveran eden hadislerin bir kısmı yalandır. Mevzudur. Sonradan uydurulmuştur. Bir kısmı da zayıftır. Böyle mühim meselelerde kıymeti ilmiyesi yoktur. İhtiyaca salih değildir. Onun için hâdis deyip geçmek doğru olamaz. Onu tetkik etmek hâdislerin hangi kısmında dâhil olduğunu anlamak vaciptir.

Evvelce de söylemiştim. Hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi ve siyasî bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun içindir ki nususu şeriyede bu mesele hakkında tafsilât yoktur. Halife nasıl tâyin ve nasbolunur? Hilâfetin şeraiti nedir.  Her hâlükarda ve her zamanda bir halife nasp ve tâyin etmek millet üzerine vacip midir?  Gibi meseleler hakkında ne Kur’an-ı Kerim’de, ne de hadisi nebeviyede bir sarahat yoktur. Efendiler, nazarı dikkatinizi celbederim; tırnak kesmek,  sakal bırakmak gibi en fer’i adap ve adâta, umru saniyeye müteallik meseleler hakkında birçok hadisi şerifler varid olduğu hâlde,  halifenin nasıl nasp ve tâyin edileceği, hilâfetin şartlarının neden ibaret olduğu ve her zamanda halife nasp ve tâyin etmek vacip olup olmadığı hakkında sarih ve kati hiçbir hadis yoktur.  Bunun hikmeti nedir? Adap ve adâta dair birçok hadisler varid olsun da niçin hilâfet meseleleri hakkında sarih bir hadisi ışerif vârid olmasm? Bu nazarı dikkati calib değil midir? Bunun sebebi şudur ki hilâfet öyle zannolunduğu gibi mesaili asliyei diniyeden değildir. Siyasî bir meseledir. Zamana, örf ve âdâta göre değişir. İcabatı zamana tâbidir. Onun içindir ki riyasetpenah efendimiz demin söylediğim hilâfet meseleleri hakkında ihtiyari sükût buyurmuşlardır.

Vakıa hilâfet hakkında hiç de hadisi şerif yok değildir, vardır. Fakat bu bapta vârid olan hadisi şerifler (İmamlar Kureyşten olur, bir zamanda iki halifeye biat olundukta diğerini yani ikincisini kim olursa olsun öldürünüz) gibi iki üç hadisten ibarettir. Bunlar ise halifenin sureti nasb ve tâyinine ve şeriatı hilâfete dair olan meseleleri halletmeye kâfi değildir.

Elhâsıl Rasulü Ekrem Efendimiz Hazretleri emrü hilâfeti tamamen ümmetine terk etmiştir. Hiyni irtihallermde kendilerine bir halife nasb ve tâyin etmedikleri gibi bu hususta hiçbir tavsiyede dahi bulunmamıştır. Gerçi Şiiler Hazreti İmamı Ali hakkında, bâzı ehli ünnet de Hazreti Ebu Bekir hakkında nassı şer’inin vücudunu iddia ediyqrlar. Lâkin cumhuru ehlisünnete göre bu iddialar doğru değildir. Ashaptan hiçbiri hakkında kâfi derecede ne celî, ne de hafi hiçbir nas vârid olmamıştır.

Eğer vârid olsa idi Ashabı Kiram hazeratı kimin halife nasb ve tâyin edileceği hakkında kendi aralarında ihtilâfa düşmezlerdi. Hâlbuki irtihali nebeviden sonra Ashabı Kiram, içlerinden birini halife intihabı hususunda ihtilâf ettiler. (Sekifei Beni Saide) denilen mahalde içtima ederek aralarında hayli münakaşa cereyan etti. Acı, tatlı sözler söylendi. Medineliler Mekkelilere bizden bir emîr, sizden de bir emîr olsun dediler. Mekkeliler (bizden emîr, sizden vezir) diye cevap verdiler. Nihayet Hazreti Ebu Bekir’e biat olundu ve (Halifei Rasulüllah) denildi. Hattâ isim takmak hususunda evvelâ tereddüt ettiler. Hazreti Ebu Bekir’e ne isim vereceklerini, ne suretle hitab edeceklerini birdenbire kestirip atamadılar. Nihayet dediğim gibi halife dediler. Hazreti Ebu Bekir ahar ömründe Hazreti Ömerülfaruk’u istihlâf yani veliaht tâyin etti. Ashabı Kiram da kabul eyledi ve evvelâ Hazreti Ömer’e tetabu izafetle (Halifetü Halifetü Rasulüllah) dediler. Rasulüllahın halifesinin halifesi demektir. Çünkü demiştim ya halife halef demektir. Ömer, Ebu Bekir’in halefi, Ebu Bekir de Cenabı Peygamberin halefi demek oluyor. Fakat bu surette izafetler altıncı, yedinci, hususiyle onuncu, yirminci dereceye baliğ olunca pek ziyade uzayacağından tetabii izafetten vaz geçtiler. Alelıtlak halife dediler. Ara sıra da (Emîril Müminin) ıtlak ettiler. İşte Emîril Müminin tâbiri buradan çıktı. Sonra biliyorsunuz Hazreti Ömer yaralandı. Kendisi mecruhan hâli intizarda iken başında pek çok hilâfet gürültüsü oldu. Bir cemaat gelerek Hazreti Osman’ı veliaht yapmasını istediler. Hazreti Ömer kabul etmedi. Ben Osman’ı halife yaparsam (Ümeyye) oğullarını Ümmeti Muhammed’in basma musallat eder, onlar da onun boynunu vurur dedi. Nitekim öyle de oldu. Onlar Hazreti Ömer’in nezdinden çıkdıktan sonra Haşîmiler geldiler. Hazreti Ali’nin halife yapılmasını istediler. Hazreti Ömer onu da beğenmedi (Hazreti Ali, Allah adamıdır, ben onu halife yaparsam o sizi doğru yola sevk eder. Fakat tabiiyetinde mizah yani lâtifecilik vardır) dedi ve yapmadı. Bâzıları da aşerei mübeşşereden Hazreti Tâlha’yı veliaht yapmasını tavsiye ettiler. Hazreti Ömer cevaben (O cicili bicili süslü elbiseler giymesini bilir, o mu halife olacak?) dedi.

Bir kısım halk da yine aşarei mübeşşereden (Zübeyir Biniavam)ı tavsiye ettiler. Hazreti Ömer (O çarşı ve pazarlarda ölecek başlarından kalkamaz) cevabını verdi. Nihayet bâzıları da Hazreti Ömer’in kendi oğlu ulemayı ashaptan meşhur (Abdullah ibni Ömer)i tavsiye ettiler. Bu Abdullah ibni Ömer hakikaten en büyük ulemayı ashaptandır. Âbid, zahid, mütteki bir zattır. Her veçhile hilâfete lâyıktı. Onun için bâzı ashabı kiram Hazreti Ömer’e onu tavsiye ettiler. Lâkin cenabı Ömer (bir evden bir kurban kâfidir) dedi. Elhasıl Hazreti Ömer ashabı kiram içinde kendi istediği gibi halife olacak bir zatı bulamadı veyahut bu mesuliyeti deruhde etmek istemedi. Düşündü düşündü nihayet bildiğiniz veçhile işi altı kişiden mürekkep (Şûra)ya havale etti. Yani «Osman, Ali, Abdurrahman ibni Avf, Zübeyr ibni Avam, Tâ’lha, Said ibni Vakkas»dan mürekkep Meclisi Meşruta terk etti. Onlar da kendi içlerinden birini intihap etmek üzere Abdurrahman ibni Avf’ı hakem ittihaz ettiler. O da Hazreti Osman’ı tercih ve intihap etti. Hazreti Osman’ın malûm olan şahadetinden sonra Hazreti Ali’ye biat olundu. İşte bu dört halifeye Hulefayı Raşidin denir ki bunların mecmuunun müddeti hilâfeti otuz seneden ibarettir.

Hazreti Peygamberin bu bapta bir hadisi şerifi vardır ki, burada bilinmesi lâzımdır ve calibi dikkattir. O hadiste (Elhilâfetü bâdi selâsüne seneten sümmetasire meliken adudan)dır. Mânası (Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalib olur) demektir. (Adud ısırıcı demektir) bu hadis en muteber hadis kitaplarından olan (Süneni Tirmizi)de bütün akayit kitaplarında mevcuttur. Bâzıları bu hadisi zayıf addetmek istiyorlarsa da doğru değildir. (Hadisi hüsn) nevindendir. Hâdisler üç kısımdır, birincisi hâdisi sahih, ikincisi hâdisi hüsn, üçüncüsü de hâdisi zayıftır. Bunlar ıstılahtır. Usulü hâdis ıstılahındandır. İşte bu hâdis bu ikinci nevi hâdislerdendir ve en muteber ilim, itikat kitaplarında mezkûrdur. Rica ederim, sözlerimde katiyen gıllügiş yoktur. Kimseye müdahene ve riya yoktur. Maksadım İslâmiyet’in hakayıkını bildirmektir. Bu izahatımı sırf İslâmiyet’e hizmet için söylüyorum. Dini İslâm’ı birtakım hurafattan tenziye için söylüyorum. (Bravo sesleri, alkışlar) Isırıcı saltanattan maksat saltanatı salimedir. Mecaz tarikiyle söylenmiştir. İstiare vardır.

Görülüyor ki Ashabı Kiram hazeratı da bu hilâfet meselesini sureti sarihada izah etmemişlerdir. Demek oluyor ki ne Kur’an-ı Kerim’de, ne âhadisi nebeviyede ve ne de Ashabı Kiramın kelamlarında hilâfet hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak sarih ve katî bir surette izah edecek bir şey yoktur. [2]

(Devamı var)

DİPNOTLAR

[1] https://islamansiklopedisi.org.tr/seyyid-bey

[2] T.B.M.M ZABIT CERİDESİ, 3.3.1340, Devre: II, Cilt: 7, İçtima Senesi: 1, s. 40-61

Özel Günler ve Anlamları

Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)

Published

on

GİRİŞ

Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.

23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.

23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 23-31 Ağustos 1925 tarihleri arasındaki Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 1 Eylül 1925 tarihli sayısında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin Kastamonu Halk Fırkasını Ziyareti bölümü araştırmacı tarafından çevrilerek aşağıda sunulmuştur.

***

KASTAMONU HALKI ARASINDA BÜYÜK MÜNCİ [KURTARICI]

Reisicumhurumuz münevver [aydın] ve müteceddit [yenilenen, yenileşen] Kastamonu halkının yine kendi mümessilleri tarafından başka şekilde gösterildiğini açıkça izah eylemiştir.

Kastamonu: 31 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri bugün saat altıda Kastamonu’ya avdet buyurmuşlardır. Kadın erkek binlerce halk tarafından heyecan ve samimiyetle istikbal olunmuşlardır. Gazi Paşa Hazretlerinin geçtiği yollarda bütün Kastamonu halkı aziz kurtarıcıyı bütün hararet ve heyecanıyla alkışladı. Paşa Hazretleri doğruca Türk Ocağı’nı teşrif etmişler ve Ocaklılar tarafından kemal-i hürmetle karşılanmışlardır. Ocak’ta kadın erkek iki yüze yakın Ocaklı hazır bulunuyordu. Paşa Hazretleri biraz istirahatten sonra azalar ezcümle hanımlar ile musahabette bulunmuşlar [sohbet etmişler], Ocak heyetinden Ocak binası hakkında izahat alarak:

Bütün Ocaklı kardeşleri bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi [dolayı] sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar Türk hakikatinin pişvası [öncüsü] olacaklardır.” buyurmuşlardır.

Gazi Paşa Hazretleri müteakiben Cumhuriyet Halk Fırkasını teşrif etmişlerdir. Fırkanın bahçesi hanım ve erkek binlerce halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi Paşa Hazretlerine bina balkonunda bir mevkii mahsus ihzar edilmişti. Halk, Büyük Gazi’nin Türk milletine feyzi inkılap tebşir eden sözleri bizzat kendi ağzından işitmek için sabırsızlık gösteriyordu. Reisicumhur Hazretleri bir parça istirahatten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüsnü Bey, Gazi Paşa Hazretlerine hitaben kısa bir nutuk irat ederek Gazi Hazretlerine senelerden beri münhasır bulunan Kastamonu halkının hissiyatına tercüman olmak istediğini beyan eylemiş, vatanın altı sene evvel düşmüş olduğu felaketengiz vaziyeti izah ve sırf Gazi’nin kudreti dâhiyanesi sayesinde vatan ve milletin yeniden hayat bulduğunu söyleyerek nutkuna şu suretle devam eylemiştir:

Altı sene memleket ümitsiz bir halde iken, karanlıklar içerisinde yüzerken Şark’tan doğan büyük güneş siz idiniz. Sizin nam-ı bülendinizi hiçbir vakit unutmayacak ve bu millet yaşadıkça sine-i fahr mübahatında sizi daima yaşatacaktır.

Müteakiben Hüsnü Bey, sultan ve halifelerin bu millete yapmış olduğu zulümleri ve fenalıkları izah ederek Kastamonuluların ve bütün milletin Cumhuriyeti muhafazaya ve tamamıyla asri bir Türkiye vücuda getirmeye kemal-i katiyetle azmetmiş olduklarına işaret ettikten sonra sözlerini şu suretle bitirmiştir:

Memleketimizde bulunduğunuz müddetçe vazife-i şükranı hakkıyla yapamadığımız için kusurlarımızı affedin. Ayrılık zamanı yaklaştığı için mahzun oluyor ve bizi şerefli ve saadetli huzurunuzdan ayırmamanızı istirham ediyoruz.  Bugün şerefli Dumlupınar Zaferi’ni huzurunuzda tesitle mesuduz. Bu zaferin büyük kahramanına bütün hemşehrilerimin nihayetsiz şükranlarını arz ve size binihaye sıhhat ve afiyetler temenni eylerim.

Reisicumhur Hazretleri mukabeleten irat buyurdukları nutukta teşekkür ve hissiyatı munzamen bir mukaddemeden sonra hasbıhallerine ber-vech-i ati [aşağıda olduğu gibi] devam buyurdular:

Meşhudatımın [gördüklerimin] en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki, bu seyahatimden evvelki malumatım, meşhudatımın [gördüklerimin] hâsıl ettiği kanaatlerden çok kısa [başka] idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydı, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanıtmak için çalışanlar ezhanı teşevvüşte [zihinleri bulandırmakta] kim bilir ne kadar ileri gitmeye muvaffak olacaklardı. Asar-ı fiiliyatını [fiili eserlerini] memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız [yüksek anlayışınız] bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi [meydana gelemezdi]. Böyle bir iddia serdetmek [iddiada bulunmak] aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekâmülün [gelişmenin] silsile-i tabiiyesi [tabii silsilesi] üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben o tekâmülün tabii tecelliyatının mesut bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatin aksini ifade ve izah ederek müceddit hatvelerinizi [yenileşme adımlarımızı] felce uğratmaya yeltenen sebük-mağzanın [beyinsizlerin] hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, na-kâfi [yetersiz] akıllarına istinat etmiş [dayanmış] olduklarına zahip oluyorum [zannediyorum]. O zavallı hodbinler [benciller] böyle yapacaklarına halkın hiss-i selimine [sağduyusuna] müracaat etselerdi, ondan feyiz ve ilham alsalardı, kendilerini bugün şayan-ı hende [gülünecek] ve hacil [utanılacak] vaziyette bırakan bu kadar müstekreh [iğrenç] hatalara düşmezlerdi. Fakat hiss-i selimin [sağduyunun], akıl, mantık ve marifetin fevkinde [üstünde] haiz-i ehemmiyet [ehemmiyete sahip] olduğunu takdir etmek yalancı âlimlerin işine gelmez.

Arkadaşlar, milletimizin sağlam bir şuura malik [sahip] olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fiili asar [eserler] ve hadisattan [hadiselerden] sonra kimsenin şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Şuur, daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileri ve teceddüte [yeniliğe] uzun hatvelerle [adımlarla] yürümeye devam edecektir. Şuura illet tarı olmadıkça [bulaşmadıkça] geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelemez. Asırlardan beri sarf olunan iğrenç çaba ve gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber, milletin şuurunu felce uğratmaya asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat, milletin bugün gösterdiği asar-ı şuur [şuurlu eserler] ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet [sakatlık, hastalık] olsaydı, onu [1]  bugünkü hayatta ihya etmek [canlandırmak] desti kudretten bile muntazır değildir [beklenemez].

Efendiler, bu millet temayül-i hakikiyesi [hakiki eğilimi] hilafında zehaplarda [zanlarda] bulunanlara iltifat etmemektedir. Bununla bilhassa bugün çok müftehirim [iftihar ediyorum]. Bundaki sırr-ı isabeti [isabet sırrını] izah için derhal arz etmeliyim ki, bizim ilham menbamız [kaynağımız] doğrudan doğruya bütün Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı-ı milliden [milli vicdandan] aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin hiss-i selimini [sağduyusunu] rehber ittihaz [kabul] ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere isal edeceğimize [ulaştıracağımıza] imanımız kavidir [kuvvetlidir].

Hakiki inkılapçılar onlardır ki, terakki [ilerleme] ve teceddüt [yenileşme] inkılabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye [hakiki eğilime] nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai [toplumsal] inkılapların sahib-i hakikiyesi [hakiki sahibi] kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu istidat ve tekâmül [kabiliyet ve gelişme, gelişme kabiliyeti] mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi [kâfi gelemezdi]. Herhangi bir vaz-ı tekâmülde [gelişme vaziyetinde] bulunan bir kitle-i beşeri [insan kitlesini] bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebe-i tekâmüle [gelişme mertebesine] isal etmenin [ulaştırmanın] tabii imkânsızlığı muhtaç-ı izah [izaha muhtaç] değildir.

Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle [şekilleriyle] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] haline isal etmektir [kavuşturmaktır]. İnkılabatımızın [inkılaplarımızın] umde-i asliyesi [asli ilkesi] budur.

Bu noktada ısrar ile izahat verdikten sonra:

Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını [beynini] paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen [tamamen] tard olunacaktır [kovulacaktır]. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek [nüfuz ettirmek] imkânsızdır.

Paşa Hazretleri hurafelere dair misallerle tafsilat verdiler. Türbelerden, yalancı evliyalardan bahsederek: Ölülerden istimdat etmek [yardım istemek] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] için şenidir [lekedir, ayıptır]” dediler. Sonra tekyelere intikal ederek ber-vech-i ati [aşağıdaki] beyanatta bulundular:

Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet [saadete mazhar] kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle [kapsamıyla] medeniyetin [yaydığı] mevacihe-i şule [ışık karşısında] filan ve falan şeyhin irşadıyla [yol göstericiliğiyle] saadet-i maddiye ve maneviye [maddi ve manevi saadet] arayacak kadar iptidai [ilkel] insanların Türkiye camia-ı medeniyesinde [medeni camiasında] mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar)

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir [medeniyet tarikatıdır]. (Sürekli alkışlar) Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Rusay-ı tarikat [tarikat reisleri]  bu dediğim hakikati bütün vuzuhuyla [açıklığıyla] idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekyelerini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir.

Reisicumhur Hazretleri, müteakiben [bundan sonra]:

 Arkadaşlar, huzurunuzda, mevacihe-i millette [millet karşısında] beyan-ı fikir [fikir beyan] ederken hissettiğim ve gördüğüm hususları olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.

Mukaddemesiyle [sözleriyle] diğer bir zemine intikal ederek demişlerdir ki:

 Hükûmet-i Cumhuriyemizin [Cumhuriyet hükûmetimizin] bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut [bağlı] müftü, hatip, imam gibi muvazzaf [vazifeli] birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın [vazifeli kişilerin] ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar [vazifeli] olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti iktisasında [giymekte] berdevamdırlar [devam etmektedirler]. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela [cahiller], bazı yerlerde halkın mümessilleri [temsilcileri] imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden ve nereden almışlardır? Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri [seçtikleri] mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in itimadına mazhar hükûmet-i Cumhuriyedir [Cumhuriyet hükûmetidir]. Bir de mahalli müntehip [seçilmiş] belediye reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahib-i salahiyet [salahiyet sahibi] olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükûmetin nazarı dikkatine vaz edeceğim [koyacağım].

Reisicumhur Hazretleri bu zemin üzerinde çok ciddi nokta-i nazarlar [görüşler] dermeyanından [ortaya koyduktan] sonra kıyafet meselesine intikal ederek buyurdular ki:

 İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edilebileceğinden [değerlendirilebileceğinden] burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayr-i kabil-i inkârdır [inkâr edilemez] ki, taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan, bu acayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” (Hayır, güldürmez sesleri)

Gazi Hazretleri kıyafet hakkında mufassal [tafsilatlı] izahat ve malumat vererek sözü şu neticeye getirdi:

Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir [düzeltecektir]. Fen ve sıhhat nokta-i nazarından [bakımından] ameli [pratik] olmak itibariyle, her nokta-i nazardan [bakımdan] tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir [giyilecektir]. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu ispat etmek ve izhar [göstermek] için icap edeni yapmakta inat etmek adamlıkla kabil-i telif değildir [bağdaşmaz].

Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla ispat etti ki, müceddit [yenilikçi] ve inkılapçı bir millettir. Son senelerden mukaddem [önce] de milletimiz müceddit [yenileşme] yolları üzerinde yürümeye, içtima-i inkılaba [toplumsal inkılaba] teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeyim: Bir toplum, bir heyet-i içtimaiye [millet], erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir [meydana gelir]. Kabil midir [mümkün müdür] ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim [ilerletelim], diğerini müsamaha [ihmal] edelim de kitlenin heyet-i umumiyesi [tamamı] mazhar-ı terakki [ilerlemeye mazhar] olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki [ilerleme] adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve saha-i terakki ve teceddütte [ilerleme ve yenileşme sahasında] birlikte kat merahet [merhaleler kat] edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffak olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır [görmekteyiz] ki bugünkü gidişatımız hakiki icaba takarrüp etmektedir [yaklaşmaktadır]. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikârdır.”

Bu husustaki cesaret ve adem-i cesaret esbap ve avamilini [cesaret ve cesaretsizliğin sebeplerini ve etkenlerini ilerleme] izah ettikten sonra derhal tashihi [düzeltilmesi]  elzem bir misal zikretti:

Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil [benzer] bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü [ifadesi] nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, bir millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi [düzeltilmesi] lazımdır.

Müteakiben [sonra], memlekette mevcut cemiyetlerin milleti tenvir [aydınlatmakta] ve irşatta [uyarmakta] ciddi surette alakadar olmalarını tavsiye etti. Badehu [daha sonra] milletle temastan aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen muhabbet [sevgi] ve itimadı [güveni]  hüsn-i istimal etmeye [güzel, iyi kullanmaya] çok dikkat sarf edeceğinden ve gayenin milleti mesut ve müreffeh [refah içinde] ve medeni dünyada evsafı [vasıfları] takdir olunmuş mütekâmil [gelişmiş] bir millet görmekten ibaret olduğunu izah ederek çok hararetli ve heyecanlı nutkuna hitam [son] verdi ve pek şiddetli alkışlandı.

Halk Fırkasında Coşkun Bir İçtima [Toplantı]

Kastamonu: 31 [Ağustos] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretlerinin Halk Fırkasında irat buyurdukları çok kıymettar ve tarihi nutka mukabeleten Taşköprü’nün Kurtiye karyesi Muallimi Sabri Bey, bütün Kastamonu halkı şimdiye kadar yapılan inkılabatta Gazi’nin yürüdüğü yoldan, işaret ettiği noktadan nasıl yürüdü ise bundan sonra da kemal-i metanetle ve süratle aynı yoldan yürüyeceğini ve halkın Gazi’nin emir ve işaretine amade olduğunu söyleyerek Gazi Paşa Hazretlerine arz-ı şükran eylemiştir.  Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri bu nutuktan pek mütehassis olarak ayağa kalkmış ve demişlerdir ki:

Efendiler, gösterdiğiniz kıymettar teyakkuz [dikkat] ve intibahtan [uyanıklıktan] çok mütehassisim. Sesim müsait değil, bu nutka da müsaade ederseniz bir beyitle cevap vereyim:

Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta

Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi.” [2] [3, 4]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 1, sütun: 3-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 2, sütun: 3-5

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 223(667)-227(671)

[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, 2005, İstanbul, s. 292-296

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR (2)

Published

on

CAN KURTARAN KALLAVİ…

Sultan II. Mahmut’un vezirlerinden [Mehmet Emin] Rauf Paşa [1]  zeki, çalışkan, yakışıklı bir adamdı; ilk sadrazamlığında ancak otuz beşinde vardı.

[Mehmet Said] Halet Efendi [2] ona kancayı taktı, azlettirdi; idamına ferman istedi, fakat padişah:

— Hayır, kallavi başına çok yakışıyor; ben o güzel başa kıyamam!

Dedi, Sakız adasına sürmekle kaldı.

Daha sonra affedilerek valiliklerde, hatta sadrazamlıkta bulunan Rauf Paşa mesuliyetten çok korktuğu için savsaklama siyasetini tuttu. Fikirlerini niçin açıkça söylemediği sorulunca şu cevabı verdi:

— Kallavi [sadrazam ve vezirlerin giydikleri, sivri bir koni biçiminde olan ve üzerine tülbent sarılan uzun kavuk] her zaman insanı kurtaramaz!

Son sadrazamlığı sırasında savsaklama siyaseti o kadar almış yürümüştü ki makamı olan ve “yüksek kapı” manasına gelen “Bââli” nin ismini “boş kapı” demek olan “Bâbıhâli”ye çevirmişlerdi.

*

MEZAR HALKI DAYANSIN!..

1820 senelerinde darphane nazırı olup Halet Efendinin idam ettirdiği Abdurrahman beyin adamlarından Reşit Efendi, İstanbul’da münzevi yaşıyordu; hiç suçu yokken idamı emir olundu.

Merhametli adamlardan biri Halet Efendiye yalvardı:

— Efendim, bu Reşit genç bir adamdır; başka türlü cezalandırılsa!..

— Genci öldürmek yazık, ihtiyarı öldürmek günah; her zaman idam için orta yaşlı adamı nereden bulmalı?

Halet Efendinin ne kötü nasihatçi olduğunu Sultan Mahmut da anladı; 1822’de Konya’ya sürüldü; orada kesilen başı İstanbul’a getirildi. Bu hadise hakkında söylenen şu beyit meşhurdur:

Ne kendi eyledi rahat ne verdi halka huzur;

Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!

*

EŞREF SAAT…

Sultan II. Mahmut, batıl itikatlarla ilgili olmayan padişahtı. Bir gün tersanede bir gemi denize indirilecekti. Padişah “eşref saat” yani uğurlu zaman gibi şeylere inanmazdı ama herhalde halkın düşünüşüne hürmet için olacak, müneccimbaşıya:

— Münasip bir zaman tayin etsin!

Diye haber yolladı. Zira böyle yapmasa ve gemi de bir kazaya uğrasa halk bahane sayabilirdi.

Müneccimbaşı “eşref saat”i tayin etti; lakin padişahın yemek zamanına rastladı. Padişah onu çağırdı ve azarladı:

—- Benim yemek yiyeceğim zamandan başka “eşref saat” yok mudur?

Müneccimbaşı affını diledi; hem yıldızların vaziyetine, hem de padişahın arzusuna uygun başka bir saat tayin etti.

*

DİPNOTLAR

[1]  5 Eylûl 1812’de Ahmed Paşa, 1 yıl, 4 ay, 25 gün süren bir sadâretten sonra azledildi. Sofya seraskeri Ahmed Hurşid Paşa, sadrâzam oldu. 1 Nisan 1815’e kadar 2 yıl, 6 ay, 27 gün sadârette kaldı. Mehmed Emin Rauf Paşa, sadârete getirildi. Başdefterdârlıktan (maliye bakanlığı) sadrâzam olan bu zat, Çavuşbaşı Said Mehmed Efendi’nin oğludur. İlk sadâretinde 2 yıl, 9 ay, 4 gün kaldı. 5 Ocak 1818’de Hudâvendigâr (Bursa) valisi Derviş Mehmed Paşa, sadrâzam oldu. Bu zat, 2 yıl ve 1 gün sadârette kaldı. 5 Ocak 1820’de Ispartalı Ali Paşa, Hudâvendigâr valiliğinden sadrâzamlığa çağırıldı. Ali Paşa, Koca Mustafa Reşid Paşa’nın eniştesi (ablasının zevci) olup, bu sırada 20 yaşında bulunan Mustafa Reşid Bey, onun yanında ilk devlet adamlığı tecrübelerini edinmiştir. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 47]

[2] Sultan Mahmud’un danışmanı Hâlet Efendi, 13 yıl kadar “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk danışmanı” unvânı ile anıldı. Sultan Mahmud bu adamı Yeniçeri ocağını ve muhafazakârları yanında tutmak, her türlü fitneden haber almak için kullanırdı. Sultan Mahmud bu zümrelere karşı idi, fakat 1826’ya kadar açıkça cephe alamadı, 1826’da ise darbesini amansız biçimde vurdu. Sonunda Mehmed Saîd Hâlet Efendi diktatör tavırları almaya başladı ve 1822 Aralığında Konya’da kellesi kesildi. Üçüncü Selim zamanında Paris büyükelçisi (1802-1807), 2 defa nişancı (devlet nâzırı), vekâleten reîsülküttâb ve kethudâ (dış ve iç işleri bakanı), bir ara musâhib-i şehryârî (padişah nedîmi) olmuştu. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 16]

 

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR 1. Bölüm

Published

on

ESKİ KAFA YENİ KAFA…

1799-1857 seneleri arasında yaşayan Mustafa Reşit Paşa Sultan Abdülmecit tahta çıktığı sırada Hariciye Nazırı olmakla beraber Londra’da elçi bulunuyordu.

Sadrazam Hüsrev Paşa eski kafalı bir adamdı; henüz on sekiz yaşındaki yeni padişahı aldatarak yeni kafalı bir adam olan Reşit Paşayı idama karar verdi. Onu güler yüzle karşıladı. Sonra padişaha tezkere yazarak kapattı ve ona verdi:

— İstanbul’a geldiğinizi ve hariciye nazırlığını eskisi gibi idareye başlayacağınızı bildiriyorum. Kendiniz saraya götürürsünüz ve hem de padişahımıza kulluğunuzu arz edersiniz!..

Hâlbuki tezkerede, memleketin adetlerini bozduğu ve her hususta saygısızlığa cesaret ettiği için Reşit Paşanın idamına izin istiyordu.

Reşit Paşa, Beşiktaş sarayına gitti; tezkereyi mabeyinci vasıtasıyla padişaha gönderdi. Sultan Abdülmecit onu okur okumaz hiddetinden yere attı ve Reşit Paşayı çağırdı. Avrupa’nın vaziyetini sordu; memleketin selameti için ne yapmak lazım geldiği hakkında konuştu. Sonra sadrazamın tezkeresini gösterdi. Reşit Paşa hayretini gizleyemedi. Padişah ona:

— Tamamıyla emin ve müsterih olunuz. Sizi takdir ediyorum. İnşallah dediklerinizin hepsi yapılacaktır.

 Dedi. Vazifesinde ipka edildiğini bildiren bir emirle Hüsrev Paşaya yolladı. Çok geçmeden de sadrazam yaptı.

*

HÜKÜMDARLARI SUSTURAN ADAM!..

1814-1868 senelerinde yaşayan Keçecizade Fuat Paşa Osmanlı İmparatorluğunu batmaktan kurtarmanın tek çaresinin Avrupalılaşmak olduğunu Sultan Abdülaziz’e açıkça anlatan vasiyetnamesiyle meşhurdur. Softalar ve geri kafalılar onun hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sadrazam bulunduğu sırada İstanbul’da yaptırdığı kaldırımları metheden birine:

— O kaldırımlar bize atılan taşlardan yapılıyor!

Demişti.

Bir aralık para sıkıntısı vardı; saraydaki altın eşyanın eritilmesi ve paraya çevrilmesi düşünüldü. Bunu padişaha söylemek cesaretini yalnız o gösterdi.

Sultan Abdülaziz kızdı:

— Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları çok görüyorsunuz!

— Padişahım, yarın, Allah esirgesin, buraya düşman girince bizler efendimizin üzengisine sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar da o altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?

Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Paris’te III. Napolyon’un sofrasında bulunuyordu. Girit isyanlarından bahsedilirken Napolyon bir aralık Fuat Paşaya takıldı:

— Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanız!

— Güzel bir fikir!..

— Kaça satarsınız?

— Aldığımız fiyata!..

Girit’i almayı tasarlayan mağrur Napolyon Türklerin orayı yirmi beş sene dövüşerek aldıklarını biliyordu. Kızardı ve artık bir daha bu bahse yanaşmadı.

Fuat Paşa Petersburg’da elçi iken Osmanlı İmparatorluğuna “hasta adam” diyen ve İslam düşmanı olan car I. Nikola güya alay etmek istedi; peygamberin miracından bahis olunurken sordu:

— Acaba gökyüzüne hangi merdivenden çıktı?

Hâlbuki gerek Müslümanlar ve gerek Hristiyanlar, ölmeden evvel veya sonra İsa’nın da göğe çıktığına inanırlar. Fuat Paşa cevap verdi:

— İsa’nın çıktığı merdivenden…

*

MISIR KOÇANI VE MEZAR TAŞI…

1843-1911 senelerinde yaşayan şair Eşref, Türk edebiyatında hicivle meşhur olanların ön safında gelir. Bu yüzden hapiste yattı, sürüldü; gurbete çıktı; sefalet çekti.

II. Abdülhamit zamanında “Mısır”ın büsbütün elden gitmesi üzerine söylediği kıt’a meşhurdur:

Vakti fırsat gözetir şahı cihan,

Tutar elbette elinden kaçanı…

Gene sahip olur inşallah,

Mısır’ın kaldı elinde koçanı…

Mezar taşına yazılmak üzere söylediği kıt’a, onun hayatta iken insanlardan çektiklerini anlatmak itibariyle değerlidir:

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,

Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı.

Gözlerim ebnayi âdemden o rütbe yıldı ki,

İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı…

Bir rivayete gore Kırkağaç’ta bulunan mezarının taşı gerçekten çalınmıştır. Yoksa bunu Eşref’e hayran olanlardan biri, onun tahmin ve korkusunu haklı göstermek için, mahsus mu yaptı?

***

Continue Reading

En Çok Okunanlar