Türk İstiklâl Mücadelesi
MALAZGİRT MEYDAN MUHAREBESİ

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
(26 Ağustos 1071-26 Ağustos 2024)
Türklere Anadolu’nun kapılarını açarak Anadolu’nun Türkleşmesini ve İslamlaşmasını kolaylaştıran “Malazgirt Meydan Muharebesi”nin yıldönümü Türk Milletine ve Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun.
Sultan Alparslan başta olmak üzere, Türk milleti, vatanı ve devletinin istiklal ve istikbali uğruna canını feda eden devlet, siyaset ve bilim adamları ile aziz şehitlerimizi minnet ve rahmetle anarım.
Bugünün anlam ve önemini ifade eden Behçet Kemal ÇAĞLAR’ın Malazgirt Destanı, aşağıda sunulmuştur.
Görseller, destanı açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici birer unsur olarak tarafımdan yerleştirilmiştir.

MALAZGİRT DESTANI
Kalkın hastalara derman olsun,
Oğuz hanımızdan fermanlar olsun.
Kargılarımızdan ormanlar olsun,
Gökler çadırımız, güneş tuğumuz,
Ey Oğuz, Ey Gökkurt, Ey Başbuğumuz…
-Oğuz Destanı’ndan tercüme-
Bir sel vardı Sir suyundan koparak,
Aral’ı, Hazer’i gölü yaparak,
Akıyordu büyük denize doğru,
Bozkurt’un açtığı ilk ize doğru…
Bir insan seli ki Oğuz soyundan
Selçuk’un atası Kınık boyundan.
Selçuk, Oğuz kaanının Subaşı;
Göçmen Türkmenlerin yiğit yoldaşı.
Yol gösteren, ilk ışığı yakan o,
Bu insan selini arka sokan o;
Aşılmaz dağ, yakıcı yaz, kara kış,
“Cent”den “Rey”e doğru dinmez bir akış
Bozkırların kıyılara taşması
Susamış arslanın suya koşması.
Bu selin kumlara sızdığı oldu,
Yarlardan atlayıp azdığı oldu,
Yaylada göllendi, ovada taştı,
Surları devirdi, kentleri aştı,
Önüne durulmaz bir Türkmen seli.
Sedd-i Çin’e benzer set mi çekmeli?
Bütün bir Asya’ya set yapılmaz ki,
Önüne ne çıksa bu sel yılmaz ki;
Susamış toprak var onu içecek,
Önüne çıkanı yıkıp geçecek!
Her tarafta onsan bir iz olacak
Bir yerde birikip deniz olacak;
Şurası burası iğreti göldü…
Selçuk, bu sonucu görmeden öldü,
Oğul acısıyla yaralı bağrı.
Yiğit torunları, Tuğrul’la Çağrı
İkisi verince öyle elele
Yeniden hız geldi bu canlı sele
Arttırdı akını, savaşı, cengi…
Yüce dağdan gelen kar suyu sanki:
Verirdi bir yeni coşkudan haber
Horasan’dan kopup gelen Türkmenler
Sanma masaldaki Bozkurt peşinde
Akıl başta, bir yeni Yurt peşinde
Uygun toprak arar ne taş, ne de kum,
Büyük rüzgârlarda savrulan tohum.
Gün oldu bölündü; şaşırdı yolu,
Yer yer Yınal, İnanç, Kutalmış kolu.
Yana, bele yersiz yalpa vursa da
Zaman zaman durulsa da, dursa da,
Bizanslı, Ermeni, Arap, Gürcü, Rum
Onun yatağında ya çakıl, ya kum!
Bir Alp çıktı nice kalp’ı indirdi;
Arslan çıktı, tilkileri sindirdi.

Bitti artık eski Bozkurt masalı
Alparslan gerçeğe mühür basalı!
Rey şehrine kurmak için tahtını
Çileli Türkmen’in yaman bahtını
Sırtına Tanrı’nın yüklediği er,
Türkmen’in bin yıldır beklediği er
Tanrı’ya güvenip gün beklemek yok;
Tevekkül içinde pineklemek yok!
Hesapta kaderi bile bozmak var!
Alın yazısını kendi yazmak var!
Rabb’in istediği en güzel dince
Kendine inanmak Tanrı’dan önce!
Böbürlenme değil, bilip güvenmek:
En önemli savaş, nefsini yenmek.
Yoksa vicdanında, akılda noksan,
İnsana, kıymayı ister mi insan?
Onda hep barışa birinci meyil;
Adam öldürmeye hevesli değil.
Kollar, kaba güçten başka yarışı;
Amma hasmı istemiyor barışı.
Türkmen’in hakkını veresi değil!
Öyleyse rahat gün göresi değil;
Öyleyse susamış demek canına;
Öyleyse buyursun Er meydanına
Kaba güç tutkunu Bizans zorbası;
Ardında karışık ırklar çorbası!
Tahta konmak için bir kör yarışta,
İnandırmamış da, inanmamış da!
Ne millet, ne Allah katında paye:
Hırsı, kibri, hıncı: bütün sermaye!
Ne çıkar milyonca asker sayınca
İnsan insan mıdır inanmayınca?
(İki yanı bir ölçelim, seçelim,
Bir an için ayrı vezne geçelim.)

Göklerde, yüreklerde bir ses “Hayya’lel-felah”
Elli binin secdeye kapandığı bir sabah.
Parıldadı Tanrı’nın ışığı her alında;
Bir Cuma sabahıydı bin yetmiş bir yılında.
Her can artık gemini koparmış bir atdı,
Bir meydan Malazgirt’ti, o bir meydan Ahlat’tı;
Konacak yer aramış küheylan uçmuş uçmuş…
Murat suyu, bin yıllık muradına kavuşmuş;
Bir yanda iki yüz bin insan-çekirge hazır;
O bir yanda elli bin boz atlı gizli Hızır;
Vazgeçmez mi delice akıp gitmek huyundan.
Elli bin kişi birden abdest aldı suyundan;
Unuttu dağı, taşı dolaşma zahmetini,
İlk defadır ödüyor gökler rahmetini…
Koparabilseydi bir kere yerden bağı,
Ağrı’ya, Erciyas’a atacaktı kapağı.
Türkler yol göstermek suçundan taş kesilmiş
Bir koca Promete, arkada Tanrı dağı!
Türk’ün de gün gibi kaynağı Doğu;
Arındırmış yıllarca bir yürür dağı:
Coğrafya içinde, tarih içinde,
“Tanrı”dan “Allahüekber”e doğru…
Gelir gelmez Cuma namazı vakti
Göklerde ansızın bir ışık aktı,
Muştuladı hemen büyük yarını,
Öptü kılıçların kabzalarını.

“Ak alna toprakta sürünmek olmaz”
“Gaza farzdı şimdi, vacipti namaz!”
Artık yatmış değil, şahlanmış gövde
Yerde değil artık alınlar gökte;
Bel bağlamak değil ellerin işi,
Elleri kılıçta elli bin kişi.
Bu bir ibadet ki sadece kıyam.
Bu bir ibadet ki Allah’tır imam;
Kıyama yönelen, yükselir kat kat
Cennette kılınır ikinci rekât.
Başları elli bin, vicdanları bir;
Elli bin ağızdan, elli bin tekbir.
Elli bin insanda bir insan, bir hınç…
Elli bin bilekte, elli bin kılınç,
Bir tek hilal kazır göğün burcuna,
Ötede kopan bir zorlu curcuna
İki yüz bin baştan iki yüz bin ses;
Kibrin kır atında o Diyojenes,
Gemini kasamaz engeli görmez;
Hıncı çarpık, gözü kanlı, canı tez;
Vurur kuduz boğa en sert taşa tos;
Allah bilir: Halin yaman Romanos!..
Şakırdar kılıçlar, çalınır çanlar,
Sebildir damarlar, kurbandır canlar;
Allah Allah sesi yırtar gökleri;
Tenler dursa, canlar koşar ileri…

Al kan yazar kara yere destanı,
Alparslan dediğin Selçuk arslanı.
Cümle ervah cümle eşya ardında
Su sesleni dağ yaslanı yaslanı…
Abdest aldı misk-ü amber süründü
Beyaz giydi kefenine büründü.
Gece siyah, atı beyaz o beyaz
Askerine cennet nuru göründü.
Şamanların töresini sağladı:
Kır atının kuyruğunu bağladı;
Boz kılıcı çekiverdi kınından
Bedenini ayrı etti canından,
Selçuk Bey’in ruhu gibi kükredi;
“Ölürsem kefenim sırtımda” dedi.
“Şimdi sultan ben değilim, Tanrı’dır.”
Dileyen onun emrinde kalır
Dileyen döner gider evine!
Elli bin er hem sevine sevine
“Emrindeyiz!” nidasiyle coştular;
Kurtça sinip doğan gibi uçtular!
Mancınıktan taş, bedenden baş düştü,
Bedenden baş, mancınıktan taş düştü.
Kol kırıldı, ten savruldu, can esti
Ok kılıcı kırdı, kılıç ok kesti;
Döğüşe, bağrışa, kaçışa, koğa
Dünyada mahşeri andırdı ova.
Şimşek çaktı kılıçların ağzında,
Kan yağmuru bir yetmiş bir yazında.
Lale göğüslerde açtı o sene;
İnsan ormanını kesen kesene!
Kır atında Alparslan da bir Bozkurt;
Selçukluya cennet gibi yeni yurt
Bizanslıya cehennemin bucağı
Ağustosun kavurucu sıcağı…
Türkler mahsus “Pes” dedi bir aralık;
Romanos’un kibri Bizans’tan kalık,
Bir vuruşta Türk’ü yok etmek diler…
Çok görüldü bu Romanos gibiler:
Bir dal kopsa çınar söküldü sanan
Bir yıldız düşse gök döküldü sanan!
Türk’ün bitmez gücü nedir bilmeyen!
Kibrinin, hırsının sonu gelmeyen;
Türk’ü ilk ağızda yenildi sanan,
Bizans ordusuydu böyle aldanan;
Kaçıyorlar sandı, keyfinden uçtu.
Çifte ok yağmuru altına düştü!
Kaçar görünenler dönünce geri
Pusudan çıkanlar koştu ileri.
Bir kez Türk bileği gerdi mi yayı
Düşmanı yıldırmak işin kolayı!
Kimisi şaşkındı, kimisi dönek!
Türkçe ses duyar da Oğuz, Peçenek
Anlar da karşıda kardaşları var
Para mı düşünür, rütbe mi arar?
Ne yerçekimi, ne insandan emir:
Mıknatıs çekti mi duramaz demir.
Damla nasıl uzak kalsın ırmaktan;
Vazgeçer ücretli asker olmaktan.
Kavransın, döğünsün hep için için
Irzını, yurdunu korumak için.
Ücretli askerden medet umanlar,
Katılınca Peçenekler, Kumanlar,
Kar etmez saldırı, savunma, pusu,
Bir kat daha güçlendi Türk ordusu,
Kaynaştı gelenler kardaşlarıyle…
Damar kanı ile alın teriyle
Kader kaleminin hokkası doldu,
Ezel defterinde Türk’e kaydoldu.
Anadolu arsasının tapusu
Malazgirt’te açıldı ön kapusu.
Canlı sel içeri aktıkça aktı
Düzme imparator şimdi tutsaktı:
Şaşırmış hırsından binip küplere
Çıkışacak oldu iki Türk ere
-Yeter girdiğiniz memleketime,
Altun zırh içinde koşan atıma,
Ateş pahasına değildir ancak!
Siz kimsiniz beni esir alacak?
-Para bahasına aldığına kız,
Biz can bahasına seni almışız.
Akıttığımız kan o kızıl cevher
Uydurma asilin binine değer!
Kendi kanın bile değil döktüğün…
Barış teklifine dudak büktüğün
Alparslan’la gel hesaplaş, bakalım.
Bu ülkede kim imiş baş, bakalım!
Böyle yürüterek onu, bir ara
İki er seslendi muhafızlara:
Kibirlendi diye korkup biraz da
-Alparslan nerede? Cevap: Namazda;
Öğle namazını kaza ediyor!
-Bekleriz iki er, bir imparator!
Bizans kılıcının kırılmış kını…
Şükran secdesinden kalkan alnını
Rabb’inin eğilip öptüğü arslan
Tutsağa kuşkuyla baktı bir zaman
Böyle der mi hiçbir imparator “Pes”
Sonra anladı ki: Bu Diyojenes;
Yandı gözlerinde yüce bir ışık
Sesi acımayla saygı karışık:
“Aziz misafirim hoş geldin” dedi,
“Yenildinse de sen yüceldin” dedi,
Bu gün de hakkındır saygı, yarın da:
Dövüştün savaşın ön saflarında!
Buyurur, boşunadır korkman, titremen;
Tutsağım değilsin, konuğumsun sen!
Talih bu, kazanan biz olduk cengi!..
Arslan sayılmalı arslanın dengi
“Öyleydi atında gördüm bu sabah!”
(Söyleyen öteden bunu Melikşah)
Alparslan gülerek baktı o yana
Dedi tutsağına: – Bir sual sana
-Beni esir alsan ne yapardın sen?
Dedi Diyojenes hiç düşünmeden:
“Kafesten kurtulan azgın arslana
Ne yapmak gerekirse yapardım sana!”
Aldı Alparslan’ı bir tuhaf gülme;
Dedi ki: “Boşuna umma, üzülme;
Başını vurmaktan senin ne çıkar?
Elbette başına gelmiş aklın var;
Onunla gez dolaş, anlat ki biraz
Küçükasya, Büyük Türkmensiz olmaz!”
Savaşta bırakıp arslanlığını
Türk böyle gösterdi insanlığını,
İflasta Bizans’ın kibarlık süsü
Meydana emsalsiz Türk hoşgörüsü!
Konuk ağırlama işi bitince
Yine akın günü gelip yetince
Gösterdi engin su ataklığını,
Yıkadı Bizans’ın bataklığını.
Neyse donmuş duran Bizans buzunda
Eridi Türk denizinin tuzunda
Kayboldu yabanın tortusu izi
Anadolu canlı Türkmen denizi!
Sanma Türkmen sade cenkçi, akıncı,
Sanma sade kullandığı kılıncı,
İnce hünerlerde ustadır eli,
Bilir kullanmayı yayı, pergeli.
Sanma demir gibi bükülmez katı;
İpekten incedir onun sanatı.
Güneş çevresinde dünyanın eşi,
Tebriz’den getirdi yeni güneşi…
Bir son anlaşmadan getirdi haber,
Birbirini boğazlarken mezhepler.
Barıştırdı gökten alıp haberi,
Birbirinin can düşmanı dinleri…
Türkmen varlığıyla bezendi her yan,
İşte Karamanlı, Aydın, Germiyan!
Sapasağlam kökler kutsal toprakta,
Sultanlar sapıtsa, Beyler ayakta,
Sultanda Farsçaysan ulusta Türkçe
Mevlana unutsa, Yunus’ta Türkçe…
Bir iğreti gaflet belirse başta
Bir derin uyarma Hacı Bektaş’ta.
Gerçek ilim bilsin, inkâr utansın:
Bozuk düzenini yıktı Bizans’ın.
Bir zevk: Arap, Bizans, Fars karışığı
Katan o, bu bulamaca ışığı
Yıpranmış ne varsa ardına attı;
Ata mirasına yeniyi kattı:
San’at gülüşüyle ışıyan Çin’i
Gamze yaptı her oyuğun içini…
Kuru kamışın engin ahengi.
Yıldız öpmek için merdiven sanki:
Sülün minaresi, göğe dayalı.
Güzelin yoluna göz nuru halı;
Örmüş petek petek bir arı beyi,
Yeniden yaratmış kuşu, çiçeği.
Ruhlar tatsın diye hep dilim dilim
Kaynayan kayısı reçeli kilim.
Yüzdekinden güzel bezdeki boya
Tahtadan dantel mermerden oya.
Coşturucu ahenk, yanılmaz hesap,
Kimlik kâğıdına benzeyen çorap;
Gönüller konuşmaz sade türküde:
“Yandım alamadım” renkte örgüde.
Sanırsın topraktan fışkıran büyü,
Canda buram buram tüten türküyü,
Gönlü alev alev saran şarkıyı…
Oyadan güzeldir oyduğun kıyı
Al bizi boğmadan ey canlı deniz.
Biz de bir damlanız, biz de sendeniz!
Kâh taştın Viyana’ya, kâh Ankara’ya sindin
Kurumağa yüz tutmuş gibiyken de derindin.
Kim bulmuş bu denizi akıtacak deliği?
Denizi kamçılatan Serhas’ın deliliği…
Cevherin, köpüğünden fazla tortundan belli,
Hep o deniz: Selçuklu, Osmanlı ve Kemalli!..
Kuşkulular inansın, herkes bilsin açıkça:
Dünya devrilmedikçe, kıyamet kopmadıkça.
Ne Karadeniz kurur, ne de Akdeniz artık…
Kurur gibi olsak da sinsek bile biz artık.
Dağılsak da serseri dalgaca dizi dizi
Kalır Küçükasya’nın canlı Türkmen denizi…
Bu çok şerefli ama çok eski hatıra;
Gönlüm coştu konuştu; şimdi aklımda sıra:
Beyi, Kağan’ı olmak, yüzyıllarca Asya’nın,
Dokuz yüzyıl bir seçkin yerinde coğrafyanın…
Behçet Kemal ÇAĞLAR, Malazgirt Zaferinden İstanbul’un Fethine, 1000 Temel Eser 66, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1971, s. 3-14
You may like
Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi
Öğretim Programı ve Ders Kitaplarında Ahilik
İlköğretim Okulu Sosyal Bilgiler Ders Kitaplarının Niteliklerinin Değerlendirilmesi
Malazgi̇rt Meydan Muharebesi̇ (26 Ağustos 1071-26 Ağustos 2025) 954. Yıldönümü
30 AĞUSTOS HATIRALARI – GAZİ MUSTAFA KEMAL 30 AĞUSTOS ZAFERİNİN KISA BİR HİKÂYESİNİ ANLATIYOR (1)
DERS NUMUNE[ÖRNEK]LERİ:
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)

Published
11 saat agoon
Ekim 12, 2025By
drkemalkocak
Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.
Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.
Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.
—***—
[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar
İmza neden sabaha kadar gecikti?
Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.
Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.
Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu. Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu. Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.
Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!
Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:
- Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.
Buna General Harington:
- Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.
Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.
Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor
Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:
- Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.
İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.
General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf, fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].
Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!
Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]
—***—
Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri
İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.
Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.
Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:
“Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2
Türk İstiklâl Mücadelesi
Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published
2 hafta agoon
Ekim 1, 2025By
drkemalkocak
Özet
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş
Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]
I. Dil ve Gençliğe Hitabe
1.1. Dilin Sadeleşmesi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]
1.2. Retorik ve Söylem
“Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]
1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi
Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]
II. Tarih ve Gençliğe Hitabe
2.1. Tarihi Arka Plan
Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.
2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler
- İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
- Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
- Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]
2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması
Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]
III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe
3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu
Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]
3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık
“İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]
3.3. İç ve Dış Tehlikeler
“Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]
IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi
4.1. Unsurların Birleşimi
- Dil: Birleştirici unsur.
- Tarih: Uyarıcı hafıza.
- Coğrafya: Aidiyetin mekânı.
4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik
Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.
Sonuç
Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.
Dipnotlar
[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898
[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.
[3] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[4] Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.
[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.
[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.
[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.
[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.
[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.
[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.
Özel Günler ve Anlamları
26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları

Published
2 hafta agoon
Eylül 26, 2025By
drkemalkocak
Giriş
26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak Türkiye’de her yıl kutlanan önemli bir kültürel tarihtir. Kökenini 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’ndan alan bu gün, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna işaret etmekte ve Cumhuriyet’in kültür politikaları arasında dil inkılabının oynadığı merkezi rolü simgelemektedir.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dil, modernleşme ve millet-devlet inşasının merkezî unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil inkılabı, yalnızca alfabe değişikliğiyle sınırlı kalmamış, Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılması ve halkın konuştuğu dil ile yazı dili arasındaki mesafenin kapatılması hedeflenmiştir. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, bu dönemin başlangıç noktası olmuş ve 26 Eylül tarihinin Türk Dil Bayramı olarak kutlanmasına zemin hazırlamıştır.
1. Birinci Türk Dil Kurultayı ve TDK’nın Kuruluşu
26 Eylül 1932’de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, Cumhuriyet’in dil politikalarında kurumsallaşmanın ilk adımıdır. Kurultayın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü TDK) kurulmuş ve Türkçenin söz varlığının zenginleştirilmesi, bilim dili hâline getirilmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

2. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Dil Anlayışı
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığını korumasında olduğu gibi kültürel varlığını sürdürmesinde de dilin belirleyici bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Onun Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” (Ankara 1930, s. 3) adlı eserinin başına 2 Eylül 1930 tarihinde el yazısıyla kaleme aldığı şu satırlar, bu anlayışı en özlü şekilde yansıtmaktadır:
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Bu ifadeler, Atatürk’ün Türkçeyi sadece bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda millî bilincin ve milli bağımsızlığın en temel dayanağı olarak gördüğünü göstermektedir.
3. Günümüzde Türk Dil Bayramı’nın Yansımaları
Günümüzde 26 Eylül, üniversitelerde, okullarda ve kültürel kurumlarda çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. TDK her yıl bildiriler yayımlamakta, gençler arasında Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımını teşvik eden projeler yürütmektedir. Ancak yabancı dillerin artan etkisi ve dijital kültürün getirdiği yozlaşma, Türk Dil Bayramı’nın amaçlarını ve beklentilerini daha da anlamlı kılmaktadır.
Sonuç
26 Eylül Türk Dil Bayramı, Cumhuriyet’in dil inkılabı mirasını simgeleyen ve Türkçenin gelişimi için toplum farkındalığı oluşturan önemli bir tarihtir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dil anlayışı, modern millet-devlet inşasının temel taşlarından biri olarak bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde yapılması gereken, bu mirası yalnızca anmak değil; Türkçeyi bilim, sanat, kültür ve teknoloji dili olarak daha da güçlendirmektir.
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]
- Türk Tarihi3 yıl ago
KIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…