Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

REİSİCUMHUR GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KASTAMONU/İNEBOLU GEZİSİ VE İNEBOLU TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

Published

on

GİRİŞ

Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.

23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.

24 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.

25 Ağustos 1925’te İnebolu’ya gelen Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Türk Ocağı heyeti de yer almaktadır.

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 27, 28, 30 Ağustos 1925 tarihli sayılarında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin İnebolu bölümü yer almaktadır.

—***—

KORKMAYINIZ, BU GİDİŞ ZARURİDİR!

-.-

Reisicumhur Hazretleri İnebolu’da her kelimesi ahd ü peyman ile karşılanan irşatkâr hitabede bulunmuşlardır.

Sizi şimdiye kadar yanlış yola yürütmedim, bundan sonra da yürütmeyeceğim. Takip ettiğimiz yol medenî bir millet, müreffeh bir memleket olmaktır.

-.-

Büyük Reisimiz İnebolu’ya gitmişler ve halk tarafından muhabbetle karşılanmışlardır.

İnebolu: 25 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri bugün Kütahya mebusu Nuri, Rize mebusu Fuat ve Kastamonu mebusları Ali Rıza ve Mehmet Fuat, Riyaset-i Cumhur Başkâtibi Tevfik, seryaver Rusuhi beyler ve ordu müfettişi Ali Said ve kolordu kumandanı Emin ve fırka kumandanı Kazım paşalarla zevali saat yedide İnebolu’yu teşrif buyurmuşlar ve kasabanın medhalinde “İlk zafer yolu İnebolu’ya sefa geldiniz, sevgili Gazi” levhalarıyla müzeyyen takın yanında Türk Ocağı azaları tarafından hararetle istikbal edilmişlerdir.  Ocak azasından Mustafa Selim Bey tarafından arz-ı hoş- amadi [hoş geldi] de bulunulmuştur. Müşarünileyh [adı geçen, adı anılan]  hazretleri İnebolu gençliğini temsil eden ocaklılara teşekkür etmişler ve denizden evvelce geçerken ilk defa gördükleri güzel İnebolu’yu bu defa karadan gelirken de daha latif, cazibedar ve daha hoş manzaralı bulduklarını ve yalnız şosenin muhtaç-ı tamir bir halde bulunduğunu ifade buyurmuşlardır.

Bilahare otomobillerine binerek ikinci takın bulunduğu kitle önünde tekrar etmişler ve oradan itibaren kaymakam, belediye reisi, ticaret odası reisi, halk mümessilleri, bir kıta müfreze-i askeriye ve memurin-i hükumet, mektepliler, esnaf cemiyeti, kayıkçılar loncası ve nevahi heyetleri ve bilumum halk tarafından sürekli alkışlar ve yaşa Gazi nidalarıyla karşılanmışlardır. Bu sırada yirmi bir pare top endaht [atma, atış] edilmiştir. Reisicumhur Hazretleri buradan yolu takiben hararetli tezahüratla şehre dâhil olmuşlar ve Hürriyet Meydanı’ndaki takın terkizinde [yere saplanan, kurulan, dikilen] İnebolu’nun mücahede-i milliyedeki faaliyeti ve hidematını [hizmetlerini]  temsil eden bir kağnı arabasıyla bir kayık vazedilmiş olan takın önünden geçerken halkın sürekli alkışları arasında ikametlerine tahsis buyurulan Belediye Reisi Hüseyin Kâşif Bey’in konağını teşrif etmişlerdir.  Konağın kapısı önünde toplanan Reisicumhur Paşa Hazretlerini takiben mütemadi alkışlarına devam eden ahaliye beyan-ı teşekkür etmişlerdir. Gazi Paşa Hazretlerinin güzergâhında bulunan bilumum taklar önünde kurbanlar zebh [boğazlama] edilmiştir. Tezahürat büyük coşuşla devam etmektedir. Bu gece fener alayları ile icray-ı şad-mani [sevincini gösterme] edilecektir. [1]

İnebolu Türk Ocağı’nda

İnebolu: 27[Ağustos 1925] (A. A.)-(Gecikmiştir) Reisicumhur Hazretleri saat altıda güzergâhlarında toplanan halkın şedit ve sürekli alkışları ve yaşa nidaları arasında maiyeti ile Türk Ocağı’nı teşrif buyurmuşlar ve ocak reisi ve azaları tarafından hararetle istikbal edilmişlerdir. Gerek salon ve gerek balkon ve koridorlar vesair odalar kadın, erkek ve gençlerden mürekkep büyük bir kitle tarafından istikbal edilmiş bulunuyordu. Reisicumhur hazretleri bir müddet istirahat ettikten sonra ocak azasından ve Darülfünun hukuk talebesinden Mustafa Selim Bey (İMECE) tarafından ber-vechi-ati nutuk irat edilmiştir:

Büyük halaskâr; sizi senelerden beri hasret ve iştiyakla bekleyen İnebolu halkını ve gençliğini memleketimize teşriflerinizle büyük bir sevince, şevk ve heyecana gark ettiniz. Burada bulunduğunuz günlerin kalplerimizde ve ruhlarımızda uyandırdığı zevk ve mesudiyeti ve lerze-i heyecanı ve yüksek hatırayı dilimiz ifadeye muktedir değildir. Onu yüzlerimizden, gözlerimizden, ruhumuzdan gelen saf ve samimi duygularımız dahi anlatamaz. Türk münevverlerinin ve gençliğinin mabed-i irfanı olan ve şuur-ı milliyemizi ihyaya uğraşan ocağımıza teşrifinizle de sevinç ve saadetlerimizi artırdınız sevgili Gazi!

Büyük, asil ve necip milletimizi, sevgili vatanımızı düşmanların sultasından, ihtirasından kurtardıktan bugünkü ilim ve medeniyet asrında iş ve iktisat dünyasında yaşamak, mesut ve müreffeh olmak için mazinin sakim [ kötü, hasta, hastalıklı]  mirasını ve milletimize daima felâket ve tehlikeyi mucip olan her nev’i efsanevi teşkilât ve müessesatı da kaldırdıktan sonra Türk milletini maddeten, manen ve iktisaden terakki ve tekâmüle sevk edebilmek üzere bize en doğru ve en kısa feyz ve i’tılâ [yükselme], servet ve refah yollarını da gösteriyorsunuz.

Büyük Gazi; dünyanın seyr-i tekâmülü pek müthiş ve seri adımlarla devam ederken asırlardan beri Türk vatanını ve Türk milletini idare edenler kasten bizi ihmal etmişler, memleketimizi zulmet ve cehalet içinde bırakmışlar, bizi medeniyetin ziyasından mahrum etmişlerdir. Sevgili yurdumuz, masum halkımız şimdiye kadar başkaları hesabına çalıştırılmış, onun bitmez tükenmez ve usanmak bilmez gayret ve mesaisi muhtelif vesilelerle hilelerle daima istismar olunmuştur.

 Yirminci asırda Avrupa ve Amerika milletleri terakkiye ve refaha doğru yürür ve bu uğurda tam bir serbesti-i faaliyet ve harekete mazhar olurken mateessüf milletimizin birçok sahada teşebbüslerini veya itici kudret ve kabiliyetlerini öldüren, mahveden ve onu kötürüm hâline sokan dinî, içtimaî ve efsanevî gaileler çok şükür dâhiyane azminiz ve iradenizle zir ve zir oldu, yıkıldı. Biz de insanız, biz de medeniyetin her türlü saadet ve refah vasıtalarına ulaşmak ve hatta onları geçmek isteriz ve nitekim geçeceğiz. Sizin kudret-i dâhiyaneniz, azim ve cesaretiniz biz gençler için en büyük ve mühim bir kuvvet ve medar-ı teşviktir.

Yaşamak için çalışmak, kazanmak nasıl tabii bir vaka ise aile-i beynelmilel arasında her suretle mevkiimizi almak için behemehâl medenî, içtimaî ve iktisadî bütün çarelere uymak mecburiyetindeyiz.

Şu hususu da müsaadelerini rica ederim ki; milletleri yekdiğerinden tefrik ve temeyyüz eden acaba nedir? Ayakkabı mı yoksa başta taşınan ve dimağımızı güneşten koruyan başlık mıdır? Bu farkı şekilde, kıyafette arayanlar bendenizce imanı, maneviyatı zayıf olan fikirsiz ve izansız kimselerdir. Türk milleti her şeyi temyiz eder ve etmiştir. Zavallı vatanımızı envaı mesaib [musibetler, uğursuzlar] ve felâkete sürükleyen ve bizi medeniyetten, beşerî faaliyet ve hareketlerden alıkoyan hiçbir mâniayı artık tanımıyoruz. Çalışıyor ve çalışacağız. Mesut ve müreffeh bir memleket, aile-i beynelmilel arasında zengin bir millet olarak bulunacağız.

Ey Sevgili Gazimiz!.. Siz bizden ne isterseniz isteyiniz, ona hazırız. Eğer gösterdiğiniz yol üzerinde bir lahza tereddüt eder ve geriye gidersek milletimizin vebali üzerimize olsun. Siz bizim örneğimizsiniz, reisimizsiniz, kahraman, asil ve çalışkan milletimizin kurtarıcı ve yol göstericisiniz.”

Ulvi Bir Hitabe!

Nutuk alkışlanmış ve Reisicumhur Hazretleri mukabeleten atideki pek mühim ve kıymettar nutku irat buyurmuşlardır:

Hanım ve bey arkadaşlarım, bana huzurunuzda, mahallenizde söz söylemek fırsatını bahşettiğinizden çok bahtiyarım. Bunun için size suret-i mahsusada teşekkür ederim. Derakap ilave etmeliyim ki, İnebolu’nun muhterem halkı beni çok samimi kabul etti, hakkımda kalbi tezahüratta bulundu. Bunun bende tevlit ettiği memnuniyet hislerimi Belediye dairesinde ve Hükumet Konağı’nda bilvesile söylemiştim. Fakat burada, huzurunuzda bir defa daha bu memnuniyetimi ve samimi teşekküratımı ifade etmek, benim için çok zevkli bir vazifedir, müsaadenizle onu izah edeyim.

Arkadaşlar, ben sevgili memleketimizin hemen bütün aksamını gezdim, gördüm. Vatandaşlarımızın büyük kitleleriyle yakından temas ettim. Bütün bu candan temaslarımın bende bıraktığı silinmez hatıratı hürmetle yâd ve tezkâr [hatırlama, anılma] ederken, beyan etmeliyim ki bu havalide, Çankırı ve Kastamonu havalisinde ilk defa olarak seyahat ediyorum. Arkadaşlar, bu havaliyi yakından görmek benim için mukaddes bir emel halinde idi. Bu emel şüphesiz memleket ve millet vezaifini vukufla ifa nokta-ı nazarından aynı zamanda bir vazife idi. Onun için vilayet namına Ankara’ya gelen heyet-i muhteremenin vuku bulan davetine memnuniyetle ve derhal icabet ettim. Bu noktada güzel ve yüksek bir tecelliyi ifade etmek benim için medar-ı iftihar olacaktır. Mühim bir vazifenin ifasında benden evvel müteşebbis millet olmuştur. Benim şu veya bu sebeple tehir ettiğim bir vazifeyi millet bana ihtar etmiş ve yaptırmıştır. Bunu milletin ruh-i müştereğindeki ulviyet ve rüşte parlak bir misal olarak zikretmeliyim.

Efendiler! Bu hitap münasebetiyle ufak bir noktayı tekrar edeyim. “Efendiler” dediğim zaman başka yerde olduğu gibi burada da bunun medlulü [anlamı]  hanım efendiler ve bey efendilerdir. Bu seyahatim ne isabet oldu. Vasi [geniş] ormanlarıyla müteaddit [çok sayıda] ve mütenevvi [çeşitli] madenleriyle Türkiye Cumhuriyeti’nin en mühim servet menbalarını [kaynaklarını] ihtiva eden bu mıntıkayı yakından görmek benim için ne kadar istifadeli oldu. Fakat çok yüksek sada ile ifade etmeliyim ki bundan daha çok ve daha [2] kıymetli istifade-i bahş [istifade veren] olan şey, bu mıntıka halkıyla yakından temas etmek oldu. Bütün meşhudatım [gördüklerim] her nokta-i nazardan [bakımdan] beni çok bahtiyar etmiştir. Çankırı’da, Kastamonu’da, Ankara’dan İnebolu’ya kadar bütün bu üç yüz elli kilometrelik güzergâhta ve bugün burada samimi huzurlarıyla şerefyap [şeref duyduğum] olduğum muhterem İnebolulularda gördüğüm tenevvür [aydınlanma], yüksek zihniyet ve inkişaf [gelişme] derecesi cidden iftihara şayestedir [değerdir]. Cidden ehemmiyetle zikre şayandır. Bu bariz hakikatin aksini iddia edenlerin de mevcudiyetini düşününce müteellim [elem duyuyorum] oluyorum. Bu gibiler millete, milletin istidadına, milletin yüksek amaline ne kadar bigânedirler [yabancıdırlar]. Bu gibiler kendi gafletlerini umumi zannetmek gaflet-i amikiyesindedirler [derin gafletindedirler]. Kendi dar zihniyetlerini ve ahd-ı kıyası [ölçü] tutarak milleti her türlü terakkiden [ilerlemeden], her türlü yüksek teceddütten [yenilikten] mahrum etmeye kalkışıyorlar. Milletin medeniyet ve insanlık yolundaki uzun hatvelerini [adımlarını] durdurmak için adeta çırpınıyorlar. Fakat o gibiler niçin düşünmüyor ki, buna artık imkân kalmamıştır.

Ey memleketini seven ve memleketi, milleti için hayatını fedadan çekinmemiş bulunan kıymetli vatandaşlarım! Hep beraber bütün cihana sarih [açık] ifade edelim ki, bunca inkılâbatın şuurlu kahramanı olan bu millet, medeniyet güneşinin bütün hararetini almıştır. Şüphe etmeye mahal var mıdır ki, bu hararetin füyuzatı [feyizleri] elbette emr-i vaki hâlinde feyizli olarak fışkırmaktadır.

Muhterem arkadaşlar, gerçi çok kısa bir zamanda seri ve kesif [yoğun] denilecek kadar siyasî, idarî, içtimaî inkılâplar yaptık, bu yaptıklarımızın sürat ve kesfinden ancak memnuniyetle ve bahtiyarlıkla bahis olunabilir. Çünkü bu böyle olmasa idi, kurtuluş ihtimali tehlikeye düşebilirdi. Emniyet etmek muvafıktır ki ve böyle yapmak zaruri olduğu içindir ki böyle yaptık. Artık bugün her şeyi anladığına kani olduğum muhterem vatandaşlar, size sual tarzında bazı hitabelerde bulunacağım: Hâkimiyete sahip olan bu milletin başında, bir dakika bile olsun, bir sultanı bırakmak caiz olabilir miydi? Bunu sizden soruyorum? (Asla katiyyen sesleri)

Sevgili kardeşlerim, fikir ve idrak sahibi olduğunu büyük hadisat ile ispat etmiş olan bu millet, Allah’ın gölgesi, peygamberin vekili olduğunu iddia küstahlığında bulunan halife unvanındaki gafillere, cahillere, riyakârlara vatanında, vicdanında yer verebilir miydi? Bunu sizden soruyorum? (Haşa, katiyyen sesleri)  Büyük millet, cihan aile-i medeniyetinde mevkii-i ihtiram sahibi olmaya lâyık Türk milleti, evlâtlarına vereceği terbiyeyi, mektep ve medrese namında birbirinden büsbütün başka iki nev’i müesseseye taksim etmeye hâlen katlanabilir mi idi? Terbiye ve tedrisat tevhit etmedikçe aynı fikirde, aynı zihniyette fertlerden mürekkep bir millet yapmaya imkân aramak abesle iştigal olmaz mı idi?

Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir. Fakat [medeni âleme]-ben sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız, babanız gibi söylüyorum-medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat ve izhar [göstermek] etmek mecburiyetindedir. Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Velhasıl medeniyim diyen, Türkiye’nin hakikaten medeni olan halkı, baştan aşağı harici vaziyetiyle dahi medeni ve mütekâmil [olgun] insan[lar] olduğunu fiilen göstermeye mecburdurlar. Bu son sözlerimi vazıh [çok açık, açıklıkla] ifade etmeliyim ki, bütün memleket ve cihan ne demek istediğimi suhuletle [kolaylıkla] anlasın, bu izahatımı heyet-i aliyenize [yüksek heyetinize], heyet-i umumiyeye [hepinize] bir sual tevcih etmek istiyorum? Soruyorum:

Bizim kıyafetimiz millî midir? (Hayır, sadaları) Bizim kıyafetimiz medeni ve beynelmilel midir? (Hayır, hayır sadaları)

Size iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz. Altı kaval üstü şişhane diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne millîdir ve ne de beynelmileldir. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu arkadaşlar? (Hayır, hayır katiyyen sesleri) Çok kıymetli bir cevheri çamurla sıvayarak inzar-ı âleme [âlemin gözleri önünde] göstermekte mana var mıdır? Ve bu çamurun içinde cevher gizlidir, fakat anlayamıyorsunuz demek isabetli midir? Cevheri gösterebilmek için çamuru atmak elzemdir, tabiidir. Cevherin muhafazası için bir mahfaza yapmak lâzımsa onu altından veya platinden yapmak icap etmez mi? Bu kadar açık hakikat karşısında tereddüt caiz midir? Bizi tereddüte sevk edenler varsa, onların ahmaklığına ve belâhetine [bönlüğüne, kalın kafalılığına] hükmetmekte hâlâ mı tereddüt edeceğiz? Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye [canlandırmaya] mahal yoktur. Medenî ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu iktisa edeceğiz [giyeceğiz]. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon [üstünde] yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların mütemmimi [tamamlayıcısı] olmak üzere başta siper-i şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi bonjur gibi smokin gibi frak gibi. İşte şapkamız diyenler vardır. Onlara diyeyim ki çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz ve onlara sormak isterim:

Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının kisve-i mahsusası [özel kisvesi] olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler. Bu nokta-i nazardan beyanatımı bitirmezden evvel birkaç kelime daha söylemek isterim.

Efendiler, içtimaî hayatın mebdei [temeli] aile hayatıdır. Aile, izaha hacet yoktur ki, kadın ve erkekten mürekkeptir. Kadınlarımız hakkında, erkekler hakkında söz söylediğim kadar fazla izahatta bulunmayacağım. Fakat bu mevcudiyet-i ulviyeyi bilhassa huzurlarında müsamaha ile geçemem. Müsaade buyurulursa bir iki kelime söyleyeceğim ve siz söylemek istediğimi suhuletle [kolaylıkla] anlayacaksınız. Esnay-ı seyahatimde [seyahatim esnasında], köylerde değil, bilhassa kasaba ve şehirlerde kadın arkadaşlarımızın burunlarını ve gözlerini çok kesif [sıkı] ve itinalı kapatmakta olduklarını gördüm. Bilhassa bu sıcak mevsimde bu tarzın kendileri için mutlaka mucib-i azap ve ıstırap [azap ve ıstırap verici] olduğunu tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar, bu biraz bizim hodbinliğimiz [bencilliğimiz] eseridir. Çok afif [iffetli] ve dikkatli olduğumuzun icabıdır. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi müdrik ve mütefekkir insanlardır. Onlara mukaddesat-ı ahlâkiyeyi telkin etmek, millî ahlâkımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile nezahetle [incelikle] mücehhez etmek esası üzerinde bulunduktan sonra fazla hodbinliğe lüzum kalmaz. Onlar [da] burunlarını cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda korkulacak bir şey yoktur.

Arkadaşlar, suret-i müttehazıkada [bilhassa] telaffuz ediyorum. Korkmayınız, bu gidiş zaruridir. Bu zaruret bizi yüksek ve mühim bir neticeye isal ediyor [ulaştırıyor]. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve mühim bir neticeye vusul [ulaşmak] için lâzım gelirse, bazı kurbanlar da verelim. Bunun ehemmiyeti yoktur. Mühim olarak şunu izhar ederim ki, bu hâlin muhafazasında inat ve taassup, hepimizi her an kurban[lık] koyun olmak istidadından [eğiliminden] kurtaramaz. Hanım ve bey arkadaşlarım, size malumunuz olan bir hakikati kısa bir cümle ile tekrar arz edeceğim, beni mazur görünüz. Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet beyhudedir ve o gafil ve itaatsizler hakkında çok bi-emanettir [amansızdır].

Dağları delen, semalarda pervaz eden, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, tenvir eden, tetkik eden medeniyetin mevahime-i kudret ve ulviyetinde [kudret ve ulviyeti karşısında] kurun-ı vustaî [ortaçağ] zihniyetlerle, iptidaî hurafelerle yürümeye çalışan milletler mahvolmaya veya hiç olmazsa esir ve zelil olmaya [aşağılanmaya] mahkûmdurlar. Hâlbuki Türkiye Cumhuriyeti halkı müteceddit [yenilikçi] ve mütekâmil [gelişmiş] bir kitle olarak ilelebet yaşamaya karar vermiş, esaret zincirlerini ise tarihte eşsiz kahramanlıklarla parça parça etmiştir.”

Gazi Hazretlerinin nutukları şiddetli ve sürekli alkışlarla karşılanmıştır. Nutku müteakip ocakçılar Gazi Hazretlerine ve maiyet-i dostlarına ayran takdim etmişlerdir. Müşarünileyh bir ara salonda istirahatten sonra, ocağın denize nazır balkonuna çıkmış ve oradan kayık yarışlarını temaşa buyurmuşlardır. Bilahare vuku bulan davet üzerine kayıkta bir deniz gezintisi yapmayı kabul ederek halkın medit alkışları arasında yalıya teşrif etmiş ve kendilerine tahsis edilen kayıkla yarım saat kadar denizde dolaşmışlar ve yine halkın sürekli alkışları ve yaşa sadaları arasında avdet ve ocak kapısında hazır bulunan otomobillerine binerek şehir dâhilinde ve haricinde bir kara gezintisi icra etmişler, Düztarla demekle maruf tepeye çıkarak bir müddet gurubu temaşa etmişlerdir. Gece tezahürata devam edilmiş ve icray-ı şad-mâni olunmuştur. Gazi Paşa yarın saat onda Devrekani nahiyesi tarikiyle Kastamonu’ya teşrif edecekler ve öğle yemeğini Devrekani’de Kastamonu mebusu Mehmet Bey’in çiftliğinde yiyeceklerdir.

Halk ve Kayıkçılar Arasında

İnebolu: 27[Ağustos 1925] (A. A.)-Reisicumhur Hazretleri şerefine dün gece pek muazzam bir fener alayı tertip ve icra edilmiştir. İnebolu’nun dört tarafından havai fişenkler atılmak ve mehtap yakılmak suretiyle fener alayları başlamış, mektepliler ve Türk Ocağı’nın teşkil ettiği fener alayı Reisicumhur Hazretlerinin ikametgâhı önünde vatanperverane şarkılar söylemişlerdir. Azim bir cemm-i gafir [büyük cemaat, insan kalabalığı] sürekli bir surette yaşa Gazi Paşa nidasıyla fener alaylarını takip etmekte idi. Bilahare daha büyük bir halk kitlesi ile birlikte kayıkçıların fener alayları gayet parlak meşaleler ile millî şarkılar söyleyerek müşarünileyh hazretlerinin ikametgâhları önüne gelmişlerdir. Binlerce halkın yaşasın reisicumhurumuz ve kıymetli misafirimiz avazeleri arasında Gazi Paşa Hazretleri teşrif etmişler ve halkın içinde ahz-ı mevkii ederek müteaddit defa gayet sürekli alkışlarla karşılanan bir nutuk irat buyurarak demişlerdir ki:

Arkadaşlar, beraber çalışmaya başladığım günden beri sizin hidmetlerinizi takdir ediyorum. Siz benim işaret ettiğim yolda daima aynı kudret ve şevk ile yürüdünüz. Arkadaşlar, medeniyet için, terakki ve refah için, milletimizin selâmetini temin için daha çok çalışacağız. Bunu şimdiden size haber veriyorum. Sizin cevherinizi, sizin ruh ve asaletinizi tanımayanlar vardır. Arkadaşlar, sizi şimdiye kadar yanlış yolda yürütmedim. Bundan sonra da yürütmeyeceğim. Emin olunuz, benim ve arkadaşlarımın takip ettiğimiz yol milletimizi medeni bir millet ve memleketimizi müreffeh bir memleket yapmak ve size yüksek fikir vermektir. Arkadaşlar, sizinle şimdi karşı karşıya geldiğimden, sizi yakından tanıdığımdan ve gördüğümden çok bahtiyar ve mesudum. Sizi tanımayanlara, sizi ve büyüklüğünüzü tanıttıracağız. Her defa olduğu gibi bu defa da sizinle, milletle temasımdan çok kuvvet ve salâhiyet aldım. Bunu milletin menfaati için kullanacağım.”

Gazi Paşa Hazretleri bugün Türk Ocağı’nı ziyaret buyuracaklardır. Bu gece dahi burada kalacakları kuvayyen memuldür. Tezahürat devam etmekte ve halk dahi Reisicumhuru görmek ve alkışlamak için ikametgâhlarının önünden ve güzergâhlarından ayrılmamaktadır.

Köylüler Arasında Samimi Bir Vakit

İnebolu: 28[Ağustos 1925] (A. A.)-Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri maiyetleriyle birlikte bugün saat on buçukta otomobilleriyle İnebolu’dan hareket etmişlerdir. İkametgâhları önünden itibaren Büyük Cami Meydanı’na ve daha ilerisine kadar toplanan kadın ve erkek büyük kafile müşarünileyh hazretlerini şiddetli ve sürekli alkışlarla ve: “Yine buyurun Gazi Paşa” nidalarıyla teşyi ediyor ve bu esnada limanda bulunan Karadeniz vapuru da düdük sadalarıyla merasim-i teşyiyeye iştirak ediyordu. Gazi Hazretleri otomobilleriyle Büyük Cami Meydanı’na geldiklerinde orada toplanan halk ve mektepliler tarafından karşılanmış ve otomobillerinden inmişlerdir. Burada kendilerine mini mini mektepli kızlar tarafından çiçek demetleri ve müzehhep yazı ile:” Gazi Paşa Hazretleri kudümünüz kutlu kıldı bizi kaydeyledik hemşehri sizi” diye yazılı kartlar takdim edilmiştir. Belediye azasından Ali Haydar Bey İneboluluların Gazi’ye şükran ve minnettarlığını arz etmiş, Reisicumhur Hazretleri bilmukabele: “Aranızda çok mesut dakikalar geçirdim. Teşekkür ederim. Allah’a ısmarladık” demişlerdir. Teşyi esnasında her taraftan havai fişekler ve toplar atılmıştır. Gazi Paşa hareketinden birkaç dakika evvel Trabzon’a gitmekte olan Darülfünun müderrislerinden mürekkep tetkik heyetini ayakta kabul etmişler ve kendilerine muvaffakiyet temenni etmişlerdir.

Kastamonu’ya Avdet ve Emsalsiz İstikbal

Kastamonu: 28[Ağustos 1925] (A. A.)-Reisicumhur Hazretleri bu sabah İnebolu’dan sabahleyin on buçukta hareketle öğle yemeğini Devrekâni nahiyesinde mebus Fuat Beyin çiftliğinde yemişlerdir. Devrekâni’nin bütün köyleri halkı nahiye merkezine gelerek Paşa Hazretlerine arz-ı tazimat eylemişlerdir. Gazi, Kastamonu’nun en iyi bir ziraat merkezi olan Devrekâni halkıyla çiftçilik hakkında görüşmüşler ve yeni usul ziraatin fevaidi hakkında kendilerine izahat vermişlerdir. Reisicumhur Hazretlerini köylüler çok samimi bir tarzda karşılamışlar ve aynı hararetle teşyi eylemişlerdir. Kastamonu’ya gelirken yüze yakın atlı Gazi’yi Şeker köprüsünden karşıladılar. Paşa Hazretleri saat yedide Kastamonu’ya muvasalat buyurmuşlar ve şehrin medhalinde kadın ve erkek bütün Kastamonu halkı tarafından istikbal olunmuşlardır. Gazi Hazretleri otomobillerinden inerek mütekabilini başı açık selâmlamışlardır. Halk aynı tarzda arz-ı tazimat eylemiştir. Memurin ve bir kısım halk yeni serpuşlarıyla hazır bulunuyorlardı. Ezcümle bütün Kastamonu hanımları yüzleri açık olarak Gazi’yi selâmlıyorlardı. Gazi Hazretleri her tarafa iltifat buyurarak mütekabilinin önünden geçerken birkaç hanım ahdimiz vardı. Ayaklarını öpeceğiz diyerek Gazi’nin ayaklarına kapandılar. Reisicumhur Hazretleri çok mütehassıs olduklarını beyan buyurdular. Bu gece halk muazzam tezahürat yapıyor. Gazi Paşa yarın Türk Ocağı’nı ve Muallimler Birliği’ni ziyaret edecektir. [3]

DİPNOTLAR

[1]  Hâkimiyet-i Milliye, 27 Ağustos 1925, No: 1511, s. 1, sütun: 3

[2]  Hâkimiyet-i Milliye, 30 Ağustos 1925, No: 1513, s. 1, sütun: 3-4

[3]  Hâkimiyet-i Milliye, 30 Ağustos 1925, No: 1513, s. 2, sütun: 3-6

Türk Tarihi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Anılar: İstiklal Savaşımızda Tarih Bilgisinin Rolü [*]

Published

on

Yaşamakta olduğumuz bugünü anlamak için en yakın tarihimizin türlü evrelerini incelemek ve öğrenmek zorundayız. Çünkü kırk yıl önceki, Türk yaşayışı ve düşünüş biçimi ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bugünün gençlerinin, yaşadıkları yıllarla ölçülen bu geçmişe, bir daha dönmemek için, ulusça çekilen ıstırapları en iyi bilmeleri gerekir.

Tarih, bugünkü kurumların aslını inceleyerek, onları iyice anlamak fırsatını verir. Bu inceleme, en yakın dünümüzden başlayarak, mümkün olduğu kadar gerilere doğru gidilerek yapılır. Çünkü asıl o zaman olayların derin sebepleri anlaşılabilir. Fakat şuna dikkat etmek yerinde olur ki, geçmişin bugünü anlatmasından ziyade, bugünkü durum geçmişi daha iyi açıklar. Bugün gördüğümüz olayların tarihteki ilk izlerini ve kuruluşunu bilmek ise, bugünü daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Onun için tarih okumak ve bilmek, hemen herkes için ve her meslek için, lazımdır.

Konu olarak, üzerinde durmak istediğim konu, İstiklal Savaşımızda tarih bilgisinin birçok sorunları halletmekte ve kamuoyunu hazırlamakta nasıl bir faydası olmuştur? Bunu belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağım.

Atatürk, İstiklal Savaşımızın Başkumandanı, Bü­yük Millet Meclisi’nin Başkanı sıfatıyla Cumhuriyetimizin kurucusudur. İstiklal Savaşımızda ulusal birlik O’nun etrafında toplandı. Orduyu askeri dehasıyla yöneterek zafere ulaştırdı. Bir taraftan da Büyük Millet Meclisi’nde bütün hukuki kuvvetleri topladı. Ulusa, ülkeye ait her sorunun hallini Büyük Millet Meclisi’nden çıkarttı. Ankara’da, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu Meclis tarihimizin en buhranlı sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada fikirler ve zihniyetler ekseriya çok farklı olmuştur.

İşte Atatürk’ün de Meclis’e, kâh başkanlık ederken gösterdiği otorite ile kâh kürsüde söz söylerken, hitabet, siyaset, ilim ve fen bakımlarından da, üstün kuvvetini sezmemek mümkün değildir.

İnönü, bir makalesinde bu mesele için şöyle der:

Atatürk’ün cemiyet [toplum] ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlak [çapraşık] davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani cemiyet yapmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır [özelliğidir] ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.

Atatürk İstiklal Savaşı esnasında beş büyük sorun ile uğraşmış ve mücadele etmiştir: 1.Askeri cephelerde, 2.Yabancı devletlere karşı güdülen siyasette, 3.0smanlı hükümetine karşı, 4.Büyük Millet Meclisi’nde, 5.Halkı, fikirleri ile hazırlamada.

Bütün bunlara etkisi olan bir konu üzerinde duracağım: Tarih bilgisi.

Atatürk, tarihi, kendi ifadesine göre okul sıralarındaki derslerinden itibaren, çok severdi. Bütün hayatının her devresinde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Benim de tanık olduğum, sırf tarih üzerindeki çalışmaları, bu bölüm konusunun dışında kalıyor. Çünkü bu yazılarımda bundan önceki devreyi ele alacağım.

Atatürk İstiklal Savaşımızın türlü safhalarının belgelerini Nutuk kitabında toplamış ve olaylar hakkındaki düşünceleri kendisi tarafından açıklanmış ve tespit edilmiştir. Nutuk örneğine az rastlanan bir tarih belgesidir.

Atatürk, askeri olaylar için harp tarihi bilgilerinden, bunlara kendi hayatındaki deneyimlerini de katarak yararlanmasını bilmiştir.

Şimdi yazılı belgeler üzerinde bir sıralama yapalım:

Atatürk Meclis’teki konuşmalarında tarihten örnekler verir. Ülkeyi dolaşırken, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular, en heyecanlı konuşmalarını oluşturur.

28 Eylül 1925’te Atatürk Samsun’dadır. İstiklal Ticaret Mektebi’nde bir toplantıda nutuklar veriliyor; Atatürk onlara cevabında tarihten söz ediyor ve diyor ki:

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir [geçmişe sahiptir]. Milletimizin hayat-ı asarını [yaşadığı yüzyılları] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan, Büyük Türk devrine kavuşturur.

Bu sözleriyle Atatürk, Anadolu tarihindeki Türk varlığını, bin yıllık bir geçmişe dayatıyor. Bu yurda sahip oluşu tarih bilgisiyle kuvvetlendiriyor ve derinleştiriyor. Ondan sonraki sözler daha geneldir. Büyük Türk devrine işaretle yetiniyor.

Yine aynı nutkun bir başka noktasında, o toplantı da bir öğretmenine tesadüf ettiği için, en yakın geçmişten söz ediyor:

Bilirim ki bugünkü intibahı [uyanışı] düne, maziye medyunuz [geçmişe borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımı­zın ve mürebbilerimizin [eğiticilerimizin], ruh ve dimağlarımı­zın [bilincimizin] inkişafında feyizli tesirleri [gelişmesinde verimli etkileri] vardır.

İzah etmek istiyorum ki ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın mahzar-ı inkişaf [esinlerin gelişmeye değer] olması millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla, her an takviye olunmak [sağlamlaştırmak] lazımdır. Bu fikir ve duyguların membaı [kaynağı], bizatihi [özünden] memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek, onun icabatına hasır-ı mevcudiyeti [gereklerine varlığını vakfetmeyi], hareket düsturu [ilkesi] bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır.

Atatürk 1927’de söylediği Büyük Nutuk‘ta, ise eski tarihten de örnekler almıştır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülme şeklini birçok yerlerden örnekler alarak, bir tarihi mantık zinciri dâhilinde yapıyor. Şu satırları Nutuk ‘tan alıyorum:

Hayat demek, mücadele, müsademe [uğraşma] demektir. Hayatta muvaffakiyet [başarı], mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder [dayanır] bir keyfiyettir [durumdur]. Bir de insanların meşgul olduğu bütün mesail [sorunlar], maruz kaldığı bilcümle mehalik [tehlikeli durumlar], istihsal ettiği muvaffakiyetler [elde ettiği başarılar], maşeri [ortaklaşa], umumi bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt ede gelmiştir [doğmuştur].

Bu hayat düsturundan sonra tarih konusuna geçiyor ve diyor ki:

Akvam-ı Şarkiyye’nin [Doğu ulusları], akvam-ı Garbiyye’ye [Batı ulusları] taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvam-ı Şarkiyye meyanında [arasında], Türk unsurunun başta ve en kavi [güçlü, zorlu] olduğu malumdur. Filhakika Türkler, kablelislam [İslam’dan önce] ve ba’delislam [İslam’dan sonra], Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlardır. Garb’a taarruz eden ve istilalarını, İspanya’ya, Fransa hudutlarına kadar temdit eden [uzatan] Araplar da vardır.

Fakat her taarruza karşı daima, mukabil [karşı] taarruz düşünmek lazımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şayan tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti [sonu) mağlup ve münhezim [bozguna uğramış] olmaktır, münkariz olmaktır [tükenmektir]. Garb’ın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret [ibret alınması gereken] bir felaket-i tarihiye [tarihi felaket]   ile başladı. Fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinden [kuzeyinden] de devam etti.

Mustafa Kemal burada Attila’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırlattıktan sonra şunları söylüyor:

Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarki [Doğu] Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim [bakışlarımızı çevirelim]: Osmanlı tacdarları [padişahlar] içinde, Almanya’yı, Garbi [Batı] Roma’yı zapt ve istila ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olanlar vardı.

Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslam âlemini bir noktaya raptederek [bağlayarak] sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin şevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslam’ı hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti.

Garb’ın mütemadi [sürekli] mukabil [karşı] taarruzu, İslam Âlemi’nin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böylece cihangirane tasavvurlar ve emellerin, aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları [uyumsuzlukları], binnetice [sonuçta] emsali [benzerleri] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.

diyerek tarihin bütün devirleri üzerinde açıklamalar yapıyor.

Atatürk, güttüğü siyaset için, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinden iki suretle faydalanmıştır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamakta olan bazı lüzumsuz ve zararlı teşkilatını yıkmak isterken, onların kuruluş tarihlerini anlatmak ve bu suretle ömürlerini bitirmiş olduklarını belirtmek. Aynı zamanda bu örneklere tarih boyunca bakarken, onlar gibisini kurmamak. Demek ki bu noktada iki esas vardır: Bugün, bir teşkilatı yıkıp yenisini kurarken, eskisinin kuruluş ve gelişimini bilmek. Gelecek için, yenisi kurulurken, onun kötü taraflarını almamak.

2. Manevi kuvveti tazelemek ve cesaret vermek için, ulusal benliğin üzerinde durarak tarihten yararlanmak. Ülkeyi kurtarmak girişiminde ilerlerken, ulusun yeteneklerini, tarihten örnekler getirerek kuvvetlendirmek, manevi kuvveti yükseltmek.

27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı konuşmadaki şu sözlerini okuyalım:

Cihanın malumudur ki Devlet-i Osmaniye pek vasi [geniş] olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürat-i fevkalade ile [fevkalade hızlı] ve tamamen mücehhez [donanımlı] olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce, hüsnü-i iaşe ve idare ederdi [iyi besler ve yönetirdi]. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil, bütün şuabat-ı idariyenin [yönetim kollarının] fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

İşte Mustafa Kemal’in bu sözleri, daha ilk mücadele yılında ulusun kuvvet ve kudretine işaret ederek ulusun yeteneklerini cesaretlendirmek içindi.

28 Ağustos 1925’te İnebolu’da halk ile konuşma yapıyor ve onlara şöyle hitap ediyor:

Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir… Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

diyor ve evvela bir tarihi gerçeği belirtiyor. Sonra da yeni devrimlerin benimsenmesi için telkinlerde bulunuyor.

Şimdi yukarıda birinci olarak ayırdığımız kısmın üzerinde bazı örnekler verelim… 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de [Türkiye] İktisat Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal orada şunları söyler: “Tarih, milletimizin itila [yükselme] ve inhitatı [çöküş] esbabını [sebeplerini] ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır.

Kapitülasyonların Lozan Antlaşması’nda ne kadar çetin münakaşalardan sonra kaldırıldığını biliyoruz… Ve O, kapitülasyonlar üzerinde konuşurken şu tarihi safhaları anlatır:

Fatih zamanında Cenovalılara verilen imtiyazlarla [ayrı­calıklarla] açılan yol, kendisinden sonra daima tevessü etmiştir [genişlemiştir]. Bu imtiyazat, bu istisnaiyet [ayrıcalıklar ve istisnalar], hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku buluyordu, mahza bir Müsaade-i Şahane [padişahın izni], bir İhsan-ı Şahane [padişahın lütfu] olmak üzere vuku buluyordu.

Cümleniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman, Venedikliler ile ticaret taahhüdüne girişmeyi, kendi şerefine ve izzet-i nefsine mugayir [aykırı] buldu. Zira onun zihniyetine göre muahede [antlaşma] yekdiğerine müsavi [eşit] milletler arasında yapılırdı. Venedik halkı, Osmanlı Devleti’ne müsavi [eşit] olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya esiri vaziyetinde idi. Binaenaleyh, Zat-ı Şahane [padişah] böyle bir muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadatta bulundu [izin verdi]. İşte bu “müsaade” kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Hâlbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi bir kale içinde muhasara olunan [kuşatılan], bütün esbap-ı vesait-i tedafüiyesini [savunma araçlarını] kullandıktan sonra arz-ı teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi padişahımızın müsaadesi diye tercüme ederek kullanmış bulunuyorlar.

Bir başka örnek: Başkumandan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki zamanda, İslam tarihi okumaktadır. Her vesile ile rastladığı kimselere bu tarihten sualler sormakta ve kamuoyunu hazırlamaktadır.

Büyük Taarruz neticesinde askeri zafer tamamlanmış ve ülke düşman kuşatmasından kurtarılmıştır. Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de çok önemli bir mesele üzerinde çetin müzakereler cereyan etmektedir. Çünkü zafer kazanan Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında, ihaneti sabit olan İstanbul Hükümeti de, Barış Konferansı’na çağrılıyor. Atatürk karar veriyor: “Saltanat hilafetten ayrılacak. Bu suretle, Osmanlı hanedanından devlet reisi olan zat, yalnız din reisi yani halife olarak kalacak.” Gazi Mustafa Kemal’in savaş esnasında okuduğu İslam tarihinin manası şimdi anlaşılacaktır.

Bu meselede Meclis’teki durum, çok karışıktır ve fikirler henüz istenildiği kadar olgun değildir. Heyecanlı ve tarihi bir oturum olan bu toplantıda, bilimsel kanıtlar istenmektedir. Atatürk bu vesile ile tarihten büyük ilham almıştır. Oradaki beyanatı, hilafetin tam tarihini anlatır. Halifeliğin kökenini, görevlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanlığı ile birleşmesini. . . Kısacası bu uzun açıklama bir tarih dersidir, fakat aynı zamanda Meclis’te bulunanların fikirlerinin kendi kararına uymasını sağlamıştır. O açıklamalarında, İslam tarihi içinde halifeliğin geçirdiği devirleri anlattıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na geçişini şu şekilde açıklar:

Selçuk Devleti’nin idaresinde teşeddüt [şiddet] hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicride Selçuk Devleti yerine, Osmanlı Devleti’ni ihyaen tesis eylediler [yeni bir güç olarak kurdular]. Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicride, Mısır’ı zapt eylediği zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahsı-ı aciz tarafından kullanılması, âlem-i İslam için şin olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Türkiye devletinin kuvvasına [kuvvetlerine] istinat ettirmek [dayandırmak], ihya ve i’la eylemek [canlandırmak ve yüceltmek] üzere aldı.

Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti [kurulmuştu], Hilafet’i aldığı tarihten ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda [dünya tarihinde] devr-i i’tila [yükselme devri] denilen ve muvaffakiyet-i mütevaliye [üst üste başarılar] ve azime ile mali olan, takriben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra inhilal [dağılma] başlıyor. Devri inhitatın [çöküş devrinin] her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırı­yor. Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz daha fazla taksim ediyor, devletin istiklalini [bağımsızlığını] darbeliyor, arazi, servet, nüfuz ve haysiyet-i millet azami bir süratle mahv ve heba oluyor. Nihayet Al-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdettin’in devri saltanatında Türk milleti, en derin hufre-i esaretin [esaret çukurunun] önüne getiriliyor.

Atatürk, Vahdettin’in hıyanetinden ve şahsi saltanatın zararlarından söz ettikten sonra, katiyetle şunları söylüyor:

Artık, milletin, en makul ve en meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek [kullanmak] zamanı geldiğine tereddüt kalmamıştır. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osmanlı devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat [olaylar] ile tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında, bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında memur olduğu, kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti [yer aldı]. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı [bireyleri] tarafından müntehip [seçilmiş] vekillerden terekküp eden [oluşan] bir Meclis-i Ali’de [Yüce Meclis’te] temsil etti. İşte o Meclis, “Meclis-i Aliniz”dir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.

Bu sözleri ile Mustafa Kemal, demokrasi esaslarına dayanan yeni Türk devletinin resmen temelini atmış bulunuyor. Bunun neticesinde ilk adım olarak, saltanat kaldırılmış ve hilafet ayrılmıştır. İkinci adım bildiğimiz gibi, 3 Mart 1924’te hilafetin de lağvedilmesidir. Atatürk hilafet meselesini Büyük Nutuk’unda açıklarken şöyle diyor:

Halka sordum, bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini [yetkisini] tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin istiklalini, milletinin hâkimiyetini muhildir [bozar]. Millete şunu da ihtar ettim ki, kendinizi cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillerce uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler artık yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

Bu suretle halifelik, ömrünü bitirmiş bir teşekkül olarak Büyük Miller Meclisi’nin kararı ile tamamen kaldırılmıştır. Meclis, tarihten aldığı derse göre, bunun · yerine bir yenisini de koymamıştır.

Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki Atatürk, tarih bilgisine çok kuvvetli olarak sahip bulunuyordu. Hayatının her devresinde tarih okumuştur. Tarihin yeni keşifleriyle de derinden ilgilenmiş ve Türk Tarihi bilimine yepyeni bir yol açmıştır. İstiklal Savaşımız sıralarında ise türlü fırsatlarda söylediği sözlerde tarih, bazen ulusal bir heyecan kaynağı oluyor, bazen de, tarihi bilimsel bir konu olarak eline aldığında, en büyük yetki ve açıklıkla konuşuyor. Tarih, yasalaştırmak istediği meseleler için dayanak noktası oluyor. Tarihten deliller getirerek, ikna edici örnekler veriyor, neticelerini gösteriyor. Bozulmuş kurumları yıkarken, onların tarihte geçirmiş oldukları evrelerin bilinmesiyle, ömürlerinin tamam olduğuna inanıyor. Onun için kendisi, bir devlet başkanı olmuştur, fakat asla bir ‘halife’ olmak istememiştir. Çünkü tarihte ve uygulamalarda, siyasi hayat için, halifeliğin büyük bir rolü olmadığını biliyordu. O, yalnız Türklüğün birliğini temin ederek bu devleti kurdu. Panislamcılığın, Pantürkçülüğün birer hayal olduğunu ve tarihte asla gerçekleşmemiş olduğunu anlamıştı. Hayaller ve imparatorluklar peşinde gitmeyi asla istememiştir ve böyle hayalleri milletine telkin etmemiştir. Atatürk, bütün devrimlerinde olduğu gibi, bunda da yapılabilecek işlerin sınırını aşmamıştır.

Bu örnekleri Atatürk’ten aldım, bütün nutuklarını taradım, tarihten bahsettiği kısımlardan bazılarını topladım ve göstermek istedim ki, bir devlet kurucusunun, bir büyük siyaset adamının kişiliğinde, kararlarında tarih bilgisi ne büyük rol oynar ve ulusun kaderini nasıl değiştirebilir?

Tarih bilmenin büyük faydaları her sahada tecrübe edilmiştir. Tarih, siyaset adamlarına lazımdır. Bir kumandanın en çok bileceği şeylerden biri “Harpler Tarihi”dir; her ilim adamı, uğraştığı sahanın tarihini iyi bilirse, yeni keşifler için kendisini o kadar hazır bulur; edebiyatçı tarihten konu ve örnekler alır, bir mimar eski tarihi anıtlardan ilham alırsa, kendisi de bunlar gibi büyük eserler yapabilir. Velhasıl tarihin girmediği saha ve lüzumlu olmayan meslek tasavvur edemiyorum. Ulusal yurt tarihi ise, her bilgimizin temelini oluşturmalıdır.

Yazımı Atatürk’ün, 28 Eylül 1925’te Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde, daima tazeliğini ve dinamizmini koruyan düşüncelerini anlatan şu sözleriyle bitirmek isterim:

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir [en gerçek yol gösterici bilimdir], fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilim ve fennin, yaşadığımız her dakikada safhalarının tekâmülünü idrak etmek [evrelerinin gelişimini anlamak] ve terakkiyatını zamanında takip eylemek [ilerlemesini zamanında izlemek] şarttır.

 [*] Bu konferans 1 Aralık 1944’te DTCF’de, 8 Ocak 1945’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 31 Mayıs 1966’da ise Kayseri Halkevi’nde verilmiştir.

[Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Yeni Baskıya Hazırlayan: Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.125-137]

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak

Published

on

Özet

Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.

Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.

1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.

Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.

Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.

2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]

Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.

Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.

3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil,  millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.

Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.

1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.

4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.

Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.

Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.

Sonuç

10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil,  millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.

Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.

DİPNOTLAR

  1. Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
  2. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
  3. Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlılar’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.” Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

En Çok Okunanlar