Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

429, 430 ve 431 SAYILI İNKILAP KANUNLARININ KABULÜNÜN (03.03.1924-03.03.2022) 98.YILDÖNÜMÜ

Published

on

429, 430 ve 431 SAYILI İNKILAP KANUNLARININ KABULÜNÜN

98. YILDÖNÜMÜ

429 Sayılı ŞER’İYE VE EVKAF VE ERKANIHARBİYEİ UMUMİYE VEKÂLETLERİNİN İLGASINA DAİR KANUN,

430 Sayılı TEVHİDİ TEDRİSAT KANUNU,

Bu kanunun, Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili hükümleri 633 Sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun (Resmî Gazete: 02.07.1965;12038)’la kaldırılmıştır.

(Ek: 22/4/1341 – 637/1 md.) Mektebi Harbiyeden menşe teşkil eden askeri liseler bütçe ve kadrolariyle Müdafaai Milliye Vekâletine devrolunmuştur

431 Sayılı HİLAFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANİNİN TÜRKİYE CUMHURİYETİ MEMALİKİ HARİCİNE ÇIKARILMASINA DAİR KANUN (Resmî Gazete: 06.03.1924;63)

5958 Sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedanı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Olan 431 Sayılı Kanun’un 2’nci Maddesinin Değiştirilmesi ve Aynı Kanuna Bazı Maddeler Eklenmesi Hakkında Kanun (Resmî Gazete: 23.06.1952;8142)

Siirt Mebusu Halil Hulki Efendi ile elli yedi arkadaşının Şer’iye, Evkaf, Erkânı Harbiyei Umumiye Vekâletlerinin İlgasına Dair Kanun Teklifi (2/303) hakkında TBMM’de yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 21-24’te,

Saruhan Mebusu Vasıf Bey ve elli yedi arkadaşının Tevhidi Tedrisat Hakkında Kanun teklifi (2/306) hakkında TBMM’de yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 24-27’de,

Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi ile elli üç arkadaşının Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi (2/307) hakkında TBMM’nde yapılan görüşmeler Zabıt Ceridesi, s. 27-69’da yer almaktadır.

İlköğretim, Ortaöğretim ve Yükseköğretim kurumlarında T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK, ATATÜRK İLKELERİ VE İNKILAP TARİHİ derslerini okutan öğretmen ve öğretim elemanlarının, eğitim yöneticisi ve denetmenlerinin; öğrenme-öğretme etkinliklerinde 429, 430 ve 431 sayılı kanunların metinlerini, gerekçelerini ve milletvekillerinin konuşmalarını inceleyerek sebep-sonuç ilişkilerini kurmaları beklenmektedir.

***

Seyid Bey, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adliye vekilidir. Türk İstiklal Harbi dönemi Türkiye’sinin müçtehit sıfatını taşıyan ender şahsiyetlerinden biridir. Doğu’yu ve Batı’yı bilen, İslam fıkhında derinliği olan üstün zekâlı ve yaratıcı bir insandır. Bir üniversite profesörü olan Seyid Bey İslâm Fıkhı hocasıdır. Onun “Usuli Fıkıh, Birinci Kısım: Medhal “ adlı eseri, fıkıh tarihinin inkılapçı eserlerinden biridir.

Adliye Vekili Seyid Bey, “Hilâfetin İlgasına Ve Hanedanı Osmanînin Türkiye Haricine Çı­karılmasına Dair Kanun Teklifi”nin görüşmeleri sırasında tarihi bir konuşma yapmıştır. Konuşma metni aşağıda verilmiştir. Konuşma metni,  anlamlı okuma yapıldığında; günümüzde tartışılan “Hilâfet”le ilgili çok sayıda kavram ve konunun anlam ve içeriğinin açık, anlamlı ve doğru olarak ortaya konulduğu anlaşılmaktadır/anlaşılacaktır.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD BEY, “HİLÂFETİN İLGASINA VE HANEDANI OSMANÎNİN TÜRKİYE HARİCİNE ÇI­KARILMASINA DAİR KANUN TEKLİFİ”NİN GÖRÜŞMELERİNDE YAPTIĞI TARİHİ KONUŞMA (03.03.1924)

“Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır?” 

“Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ınm bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.”

“Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.”

“Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.”

“Millet kendi işini kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükümet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükümet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.”

***

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (İzmir) — Muhterem efendiler, müsaade buyurursanız bendeniz de bu hilâfet meselesi hakkında biraz izahat vereyim. Mesele pek mühim olduğundan ve hattâ tarihimizde ve belki de bilûmum hâdisatı içtimaiye arasında en büyük bir inkılâp demek olduğundan bu bapda ne kadar söz söylense yine azdır. Onun için sabrınızı suiistimal edersem beni maruz görünüz. Benden evvelki hatipler, bu baptaki kanaatlerini beyan ettiler. Pek güzel ve pek samimî söylediler. Bendeniz de bu meseleye dair uzun senelerden beri icra ettiğim tetebbuat neticesinde hâsıl olan kanaatimi beyan etmek isterim. Nitekim geçen sene hilâfet hakkında (Hilâfet ve Hâkimiyeti Milliye) unvanı ile bir de kitap neşretmişıtim. Dediğim gibi Tarihi İslâm’da azîm bir inkılâp yapıyoruz. Diyebilirim ki bundan daha büyük inkılâp olamaz. Bu inkılâbın azametindendir ki zihinler bununla pek meşguldür. Kalbler endişe ve tereddüt içindedir. Onun için cümlemizin vicdan ve izanı arzu ediyor ki mesele tamamiyle tavazzuh etsin. Yârü ağyar ne yaptığımızı ve ne yapmak istediğimizi bilsin. Şuurlu bir surette mi yoksa şuursuz bir halde mi yapıyoruz, anlasın. Meclisi Âli, hilâfet meselesini maliyeti şer’iye ve siyasetin bilerek mi ittihazı karar ediyor, yoksa bilmiyerek mi? Bu cihetler tamamiyle tavazzuh etsin. Çünkü tekrar ediyorum mesele hakikaten gayet mühimdi, Âlemi İslâm’da daha şimdiye kadar böyle bir inkılâp vâki olmamıştır. Değil Âlemi İslâm’da belki kürei arzda vâki olan inkılâbatın en büyüğü en mühimidir.

Bunun için iz’hande, efkârda şüpheler, tereddütler bulunmamak lâzım gelir. Meseleyi bilerek halletmek icabeder. Gerek dinî ciheti ve gerek siyasi ciheti etrafiyle bizim bilmemiz lâzım gelir.

Bu cihetleri bilirsek ne yapmak istediğimizi ne yapacağımızı bilimiş oluruz. Benim asıl maksadım meselenin dinî cihetini, lıslâmiyetin hilâfet meselesi hakkındaki tarzı telâkkisini izhar etmektir. Siyasi cihetini beyan, maksadımdan hariçtir. Ben ona karışmam! O ciheti Meclisi Âli halleder.

Evvelemirde şu ciheti arz edeyim ki, hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade bünyevi bir meseledir ve itikat meselelerinden değil, millete ait hukuk ve mesalihi âmme cümlesindendir. İtikada taallûku yoktur. Vakıa itikadiyata dair teklif olunan asarı İslâmiye’de dahi bu meseleden uzun uzadıya bahsolunuyor. Fakat bu, hilâfet meselesinin akayidi İslâmiyeden mıadud olduğu için değil, belki bu mesele etrafında sonradan hâsıl olan birtakım hurafat ve efkârı batılayı iptal içindir. Bu noktayı ulemayı İslâm kitaplarında sarahaten beyan ederler. Bilirsiniz ki asrı saadetten sonra âlemi İslâmda muhtelif fırkalar ve itikat mezhepleri zuhur etmiştir. Onlardan biri de Şia fırkasıdır. Şia fırkası bilâhara muhtelif kollara şubelere ayrılmıştır. Bunların bir kısmına «İsmailiye» Fırkası denir ve aynı zamanda bu fırkaya «Bâtıniye» ve «Talimiye» ve «Sebiye» namları dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve kendi imamlarını ülûhiyetine kail olurlar. İmam ulûm ve maarifi doğrudan doğruya Allah’tan alır derler. İmamdan sonra «Hüccet» denilen zat gelir. Ondan sonra «Bab» ondan sonra da «Mümin» gelir. Allah îmama, imam da hüccete, hüccet baba, bâb da mümine talim eder derler. Onun için bunlara «Talimiye» fırkası namı verilir. Bunlarca Kur’an-ı Kerim’in hem zâhir, hem de batın mânası vardır. Maksud olan mânayı batınıyesidir dedikleri için bunlara «Bâtıniye» dahi denilir. Bunların itikatları serapa hurafattan ibarettir. Haddi zatında hunlar dinsizdirler. En cerbezeli ve cin fikirli reisleri meşhur «Hasan Sabbah» dır. Bu adam Şark Selçukilerinden Alpaslan zamanında «Kuvin» cihetlerinde yüksek bir dağ başında «Elemut» kaleslinlde tahassun etmiş idi. Alpaslan bununla çok uğraşmıştı. Elyevm Anadolu dağlarında tahtacılıkla, odunculukla iştigal eden bir kısım eşhas Bâtıniye Fırkasının bakayasıdırlar. Fakat bunlar artık bendi mezheplerini unutmuşlardır.

İran’da elyevm sâkin bulunan «İmamiye» Fırkası da «Mehdi» nin vücuduna kaildirler. Bunlara göre Mehdi berhayattır. Münasip bir zamanda zuhur edecek, ‘bütün dünyayı âdil ve hak ile dolduracaktır. İşte bunlar ve bu gibi fırkalar bu hilâfet meselesi hakkında türlü türlü hurafata kail olmuşlardır. Onun için elhlisünnet uleması kendi itikat kitaplarından da «İmamet» unvanı altında hilâfet meselesini mevzuu bahsetmişlerdir. Maksatları bu mesele etrafında dönen hurafatı ret ve iptal etmektir. Yoksa hilâfet meselesini bir itikat meselesi olmak üzere beyan etmek değildir.

Nitekim ehlisünnet uleması, demin dediğim gibi bu ciheti sarahaten beyan ederler. Öyle değil mi efendiler (Öyledir, doğrudur sadaları). Bu cihetler bu suretle bilindikten sonra şimdi de Hilâfet meselesinin asıl mahiyeti şer’iyesini izah edeyim. Her şeyden evvel şu noktayı arz edeyim ki; Hilâfet Hükümet demektir. Doğrudan doğruya millet işidir. Zamanın icabına tabidir. Onun içindir ki, Risaletpenah Efendimiz irtihali nebevilerinde Ashabı Kiram Hazeratına bu Hilâfet meselesini izah etmemişlerdir. Şiddetli bir hararet içinde irtihal etmişlerdi. Bir aralık «Bana kalem, kâğıt getiriniz, size bâzı vesayada bulunmak isterim.» demişlerdi. Bâzı ashap derhal kalem – kâğıt getirmek istedilerse de Hazreti Ömer mâni oldu, Şiddetli hararetten sayıklıyor, dedi. Bize Kitabullah kâfidir, demişti. Bunun üzerine biraz gürültü oldu. Hazreti Peygamber, «Gürültü etmeyin, dışarı çıkın, beni yalnız bırakın.» buyurdular. Ondan sonra şıkkı şife etmediler. Zannedersem o gün veya ertesi günü vefat ettiler.

Muhterem efendiler, asıl kanunu din olan Kur’an-ı Kerim’e müracaat ederseniz görürsünüz ki, bizim şekli Hilâfet hakkında yani İslâm Hilâfeti hakkında hiçbir âyeti kerîme yoktur. Kur’an-ı Kerim emri Hükümette yani idarei memleket hususunda bize iki düstur gösteriyor: Biri; bugün âlemi medeniyette cari olan kaidei meşverettir ki, bunu Kur’an bize bin üçyüz sene evvel vaz’etmiştir. O da (ve emrühüm şûra beynehüm) düsturudur. Müslümanların işi kendi aralarında meşveretle görülür, demektir. Gerçi bu Âyeti Celile Medine ahalisi hakkında nazil olmuştur. Medineliler kendi umuru müşterekelerini, memleketlerine aid olan işleri kendi aralarında meşveretle rü’yet ederlermiş. Hazreti Kur’an onların bu hâlini tahsin ediyor. Demek ki idarei memleket hususunda usulü meşveret takdiri ilâhiyeye mazhar olan müstahsin bir usuldür. Bir kaidei usuliye vardır. Hususu sebep umumi lâfza mâni değildir. Tâbiri diğerle, itibarı lâfzın umum ve şümulünedir. Sebebi nüzulün hususiyetine değildir, deniyor. Bu itibarla zikrolunan âyeti celile doğrudan doğruya Ehli İslâm’ın idarei memlekette ittihaz etmeleri lâzım gelen hattı hareketlerini gösteriyor denilebilir, Şüphe yoktur ki, sitayişi ilâhîye mazhar olan bir hattı hareket İslâm için lâzimürriaye bir harekettir. Hulâsa: Meşveretle iş görmek takdiri ilâhiye mazhar olan bir keyfiyettir. Nasıl ki bütün âlemi medeniyette bugün bu usulü meşvereti kabul etmiştir. Biz de ona tevfikan ittihazı mukarrerat ediyoruz. Efradın hukukunu memleketin selâmetini en ziyade kâfil olan usulü idare de budur.

Kur’an’da zikrolunan ikinci düstur da ülülemre itaat düsturudur. Kur’an-ı Kerim’de; «Etiullahe ve etiulresul ve ülülemrü minküm» âyeti celilesi vardır. Mânayı münifi, Allah’a ve Peygambere ve sizin içinizden emir sahibi olanlara itaat ediniz, demektir. İşte bu ikinci düsturdur. Bu da anarşiyi, Hükümetsizliği ref’ ve def’i etmek içindir. Zaptürapt memleketi temin etmek içindir ki, o emrü Hükümete itaatın dînen vacib olduğunu beyan ediyor. Bu âyet efrada salâhiyettar olan ricalin o emrine itaat hususunda bir vazifeyi diniye tahmil ediyor. İşte idarei memleket hususunda Kur’an-ı Kerim’de bu iki âyetten başka bir âyet, yoktur. Vâkıa emanatı yani memuriyetleri, vazaifi hükümetleri ehline tevdi etmek hak ve adle riayet eylemek gibi hususata mütaallik âyatı Kuraniye vardır. Lâkin bunlar doğrudan doğruya usulü idareye mütaallik değildir, ikinci derecededir.

Kur’an-ı Kerim’de «Halife» ve «İmam» tâbirleri vardır. Fakat bunlar Hazreti Peygamber hakkında veyahut sonra gelecek olan halifeler hakkında vârid olmamıştır. Enbiyayı Sâlife hakkında vârid olmuştur. Bir âyeti celilede «Ya Davud inna cealnake halifeten filardı fahküm beynennâsi bilhakkı» buyurmuştur. Mânası «Ya Davud biz seni yeryüzünde Halife yaptık, binaenaleyh insanlar arasında hak ve âdil ile hükmet» demektir. İlmü usulü fıkha ve edebiyatı Arabiyeye âşinâ olanlar bilirler ki, bu âyeti celilede hakka mukarrin hüküm yani adalet, fâi takibiye ve tefriiye ile hilâfete terdif olunuyor. Yani «seni Halife yaptık, o halde, öyle ise hak ile hükmet» deniyor. İşte bundan anlaşılır ki hilâfetten maksat tevzii adalet kazıyesidir. İhkakı hak ve iptali bâtıl kaziyesidir. Hukuku nâsı sıyanettir. İşte Halifenin vazifesi bu maksat ve gayeyi istihsale çalışmaktır ki, Hükümet vazifesidir.

Kur’an-ı Kerim’de, İbrahim Aleyhisselâm hakkında da «İmam» tâbirini kullanıyor. Kur’an, bir âyeti celilede Cenabıhak ile Hazreti İbrahim arasında geçen bir mükâlemei mâneviyeyi hikâye ediyor. Cenabıhak Hazreti İbrahim’e hitaben diyor ki, «İnna cailüke linnase imamen» yani «Ben seni nâsa imam yapıyorum» yahut «yapacağım» buyuruyor. Hazreti İbrahim de «Kale ve men zürriyetî» yani «Ya Rabbi zürriyetimden de yap» diye niyaz ediyor. Bunun üzerine «Kale lâyenalü abdüzzalimîn» hitap izzeti vârid oluyor. Yani Cenabıhak Hazreti İbrahim’e cevaben «Benim ahdi imametim zalimlere vâsıl olmaz» buyuruyor. İşte bu âyeti celileden pek vazıh olarak anlaşılıyor ki, Cenabühak nazarında öyle zulüm ve itisaftan ibaret olan mülk ve saltanat asla meşru değildir. Şimdi bu iki kelimenin yani Halife ve İmam tâbirlerinin mânalarını izah edeyim. Hilâfet, lûgatta halef olmak demektir. Halife de halef demektir. Şu halde Hazreti Davud Aleyhisselâm Halifedir. Yani haleftir. Kimin halefidir? Allah’ın halefidir. Nerede Halifedir? İcrayı adalette, ihkakı hak ve iptali bâtılda demektir. İmam tâbirine gelince, imam pişva ve müktedabih demektir, önde giden delmektir. Bunun içindir ki mahalle imamlarına da, cami imamlarına da imam denir. Halifeye de İmamülmüslümiyn denir. Hattâ bir mesleki ilmîde pişva olan en büyük âlimlere de imam deniyor. İmamı Âzam, İmamı Şafiî gibi büyük âlimlere imam denmesi bundandır. Bu kelimelerde mânayı kudsiye yoktur.

YAHYA GALİB B. (Kırşehir) — Şu azamete bak, hay Allah senden razı olsun.

HALİL HULKİ Ef. (Siird) — Ehadisi şerifeye de geçiniz.

SEYİD B. (Devamla) — Müsaade buyurunuz eğer daha kısa kesmekliğimi isterseniz ihtisar edeyim. (Hayır, hayır sesleri) Bendeniz beş on günden beri konuştuğum rüfekayı kiramdan aldığım hissiyata göre zihinlerde bâzı şüpheler vardır. Onları da elimden geldiği kadar halletmek, izale etmek isterim. Araya lâf karışırsa kelâmın insicamına, silsilei muhakematına halel geliyor. (Devam, devam sesleri)

Halife tabiriyle imam kelimesi arasında umum ve hususu mutlak vardır. Halife ahas, imam eam. Yani her halife imamdır. Fakat her imam halife değildir. Halifelere imam dendiği gibi hakiki halife olmıyan Padişahlara da imam denir. Onun için bu iki kelime arasındaki farka dikkat etmelidir. Yine onun içindir ki, Kütübü İslâmiyede bu bahis «İmamet» unvanı altında yazılmıştır.

Bir de «imaret» den «emîrülmü’minin» tâbirinden bahsedildi. Fakat bu tâbirin bu bahse taallûku ve pek o kadar değeri yoktur. Emîr, âmir demektir. Sıfatı müşebbihtir. Her hükümdara emîr ıtlak olunur. Meselâ Afgan Emîri deriz. İşte Kur’an-ı Kerim’de Hilâfet, imamet veya Halife ve imam tâbirleri hakkındaki âyetler bunlardan ibarettir. Ve bir de Kur’an alelıtlak insanlar hakkında da «istihlâf» tâlbirini kullanıyor. Âmir adalette istihlâf demektir. Kur’an’da bunlardan başka ayet yoktur. Burada ulemayı kiram hazeratı var. Başka ayet var mıdır efendiler hazeratı?

HALİL HULKİ Ef. (Siird) — Hayır.

ZİYAEDDİN Ef. (Erzurum) — Hadisi şerifler vardır. İcmaı ümmet vardır.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Evet onlardan da bahsedeceğim. Malûmdur ki İslâmiyet’te Kur’an metni şeriattır. Hâdisler de şerhi şeriat demektir. Fakat hadisten maksat sahih olan hadistir. Çünkü bugün kitaplarda mevcud olan, lisanlarda deveran eden hadislerin bir kısmı yalandır. Mevzudur. Sonradan uydurulmuştur. Bir kısmı da zayıftır. Böyle mühim meselelerde kıymeti ilmiyesi yoktur. İhtiyaca salih değildir. Onun için hâdis deyip geçmek doğru olamaz. Onu tetkik etmek hâdislerin hangi kısmında dâhil olduğunu anlamak vaciptir.

Evvelce de söylemiştim. Hilâfet meselesi dinî olmaktan ziyade dünyevi ve siyasi bir meseledir. Doğrudan doğruya milletin kendi işidir. Onun içindir ki nususu şeriyede bu mesele hakkında tafsilât yoktur. Halife nasıl tâyin ve nasbolunur? Hilâfetin şeraiti nedir. Her hâlükarda ve her zamanda bir halife nasp ve tâyin etmek millet üzerine vacip midir.  Gibi meseleler hakkında ne Kur’an-ı Kerim’de, ne de hadisi nebeviyede bir sarahat yoktur. Efendiler, nazarı dikkatinizi celbederim; tırnak kesmek sakal bırakmak gibi en fer’i adap ve adâta, umru saniyeye müteallik meseleler hakkında birçok hadisi şerifler varid olduğu hâlde,  halifenin nasıl nasp ve tâyin edileceği, hilâfetin şartlarının neden ibaret olduğu ve her zamanda halife nasp ve tâyin etmek vacip olup olmadığı hakkında sarih ve kati hiçbir hadis yoktur.  Bunun hikmeti nedir? Adap ve adâta dair birçok hadisler varid olsun da niçin hilâfet meseleleri hakkında sarih bir hadisi ışerif vârid olmasm? Bu nazarı dikkati calib değil midir? Bunun sebebi şudur ki hilâfet öyle zannolunduğu gibi mesaili asliyei diniyeden değildir. Siyasi bir meseledir. Zamana, örf ve âdâta göre değişir. îcabatı zamana tâbidir. Onun içindir ki riyasetpenah efendimiz demin söylediğim hilâfet meseleleri hakkında ihtiyari sükût buyurmuşlardır.

Vakıa hilâfet hakkında hiç de hadisi şerif yok değildir, vardır. Fakat bu bapta vârid olan hadisi şerifler (İmamlar Kureyşten olur, bir zamanda iki halifeye biat olundukta diğerini yani ikincisini kim olursa olsun öldürünüz) gibi iki üç hadisten ibarettir. Bunlar ise halifenin sureti nasb ve tâyinine ve şeriatı hilâfete dair olan meseleleri halletmeye kâfi değildir.

Elhâsıl Rasulü Ekrem Efendimiz Hazretleri emrü hilâfeti tamamen ümmetine terk etmiştir. Hiyni irtihallermde kendilerine bir halife nasb ve tâyin etmedikleri gibi bu hususta hiçbir tavsiyede dahi bulunmamıştır. Gerçi Şiiler Hazreti İmamı Ali hakkında, bâzı ehli sünnet de Hazreti Ebu Bekir hakkında nassı şer’inin vücudunu iddia ediyqrlar. Lâkin cumhuru ehli sünnete göre bu iddialar doğru değildir. Ashaptan hiçbiri hakkında kâfi derecede ne celî, ne de hafi hiçbir nas vârid olmamıştır.

Eğer vârid olsa idi Ashabı Kiram hazeratı kimin halife nasb ve tâyin edileceği hakkında kendi aralarında ihtilâfa düşmezlerdi. Hâlbuki irtihali nebeviden sonra Ashabı Kiram, içlerinden birini halife intihabı hususunda ihtilâf ettiler. (Sekifei Beni Saide) denilen mahalde içtima ederek aralarında hayli münakaşa cereyan etti. Acı, tatlı sözler söylendi. Medineliler Mekkelilere bizden bir emîr sizden de bir emîr olsun dediler. Mekkeliler (bizden emîr, sizden vezir) diye cevap verdiler. Nihayet Hazreti Ebu Bekir’e biat olundu ve (Halifei Rasulüllah) denildi. Hattâ isim takmak hususunda evvelâ tereddüt ettiler. Hazreti Ebu Bekir’e ne isim vereceklerini, ne suretle hitab edeceklerini birdenbire kestirip atamadılar. Nihayet dediğim gibi halife dediler. Hazreti Ebu Bekir ahar ömründe Hazreti ömerülfaruk’u istihlâf yani veliaht tâyin etti. Ashabı Kiram da kabul eyledi ve evvelâ Hazreti Ömer’e tetabu izafetle (Halifetü Halifetü Rasulüllah) dediler. Rasulüllahm halifesinin halifesi demektir. Çünkü demiştim ya halife halef demektir. Ömer, Ebu Bekir’in halefi, Ebu Bekir de Cenabı Peygamberin halefi demek oluyor. Fakat bu surette izafetler altıncı, yedinci, hususiyle onuncu, yirminci dereceye baliğ olunca pek ziyade uzayacağından tetabii izafetten vazgeçtiler. Alelıtlak halife dediler. Ara sıra da (Emîril Müminin) ıtlak ettiler. İşte Emîril Müminin tâbiri buradan çıktı. Sonra biliyorsunuz Hazreti Ömer yaralandı. Kendisi mecruhan hâli intizarda iken başında pek çok hilâfet gürültüsü oldu. Bir cemaat gelerek Hazreti Osman’ı veliaht yapmasını istediler. Hazreti Ömer kabul etmedi. Ben Osman’ı halife yaparsam (Ümeyye) oğullarını Ümmeti Muhammedin basma musallat eder onlar da onun boynunu vurur dedi. Nitekim öyle de oldu. Onlar Hazreti Ömer’in nezdinden çıkdılktan sonra Haşîmiler geldiler. Hazreti Ali’nin halife yapılmasını istediler. Hazreti Ömer onu da beğenmedi (Hazreti Ali, Allah adamıdır, ben onu halife yaparsam o sizi doğru yola sevk eder. Fakat tabiiyetinde mizah yani lâtifecilik vardır) dedi ve yapmadı. Bâzıları da aşerei mübeşşereden Hazreti Tâlha’yı veliaht yapmasını tavsiye ettiler. Hazreti Ömer cevaben (O cicili bicili süslü elbiseler giymesini bilir, o mu halife olacak?) dedi. Bir kısım halk da yine aşarei mübeşşereden (Zübeyir Biniavam)ı tavsiye ettiler. Hazreti Ömer (O çarşı ve pazarlarda ölecek başlarından kalkamaz) cevabını verdi. Nihayet bâzıları da Hazreti Ömer’in kendi oğlu ulemayı ashaptan meşhur (Abdullah ibni Ömer)i tavsiye ettiler. Bu Abdullah ibni Ömer hakikaten en büyük ulemayı ashaptandır. Âbid, zahid, mütteki bir zattır. Her veçhile hilâfete lâyıktı. Onun için bâzı ashabı kiram Hazreti Ömer’e onu tavsiye ettiler. Lâkin cenabı Ömer (bir evden bir kurban kâfidir) dedi. Elhasıl Hazreti Ömer ashabı kiram içinde kendi istediği gibi halife olacak bir zatı bulamadı veyahut bu mesuliyeti deruhde etmek istemedi. Düşündü düşündü nihayet bildiğiniz veçhile işi altı kişiden mürekkep (Şûra)ya havale etti. Yani «Osman, Ali, Abdurrahman ibni Avf, Zübeyr ibni Avam, Tâ’lha, Said ibni Vakkas»dan mürekkep Meclisi Meşruta terk etti. Onlar da kendi içlerinden birini intihap etmek üzere Abdurrahman ibni Avf’ı hakem ittihaz ettiler. O da Hazreti Osman’ı tercih ve intihap etti. Hazreti Osman’ın malûm olan şahadetinden sonra Hazreti Ali’ye biat olundu. İşte bu dört halifeye Hulefayı Raşidin denir ki bunların mecmuunun müddeti hilâfeti otuz seneden ibarettir.

Hazreti Peygamberin bu bapta bir hadisi şerifi vardır ki, burada bilinmesi lâzımdır ve calibi dikkattir. O hadiste (Elhilâfetü bâdi selâsüne seneten sümmetasire meliken adudan)dır. Mânası (Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata mıünkalib olur) demektir. (Adud ısırıcı demektir) bu hadis en muteber hadis kitaplarından olan (Sinnen türmüzi)de bütün akayit kitaplarında mevcuttur. Bâzıları bu hadisi zavıf addetmek istiyorlarsa da doğru değildir. (Hadisi hüsn) nevindendir. Hâdisler üç kısımdır, birincisi hâdisi sahih, ikincisi hâdisi hüsn, üçüncüsü de hâdisi zayıftır. Bunlar ıstılahtır. Usulü hâdis ıstılahındandır. İşte bu hâdis bu ikindi nevi hâdislerdendir ve en muteber ilim, itikat kitaplarında mezkûrdur. Rica ederim, sözlerimde katiyen gıllügiş yoktur. Kimseye müdahene ve riya yoktur. Maksadım İslâmiyet’in hakayıkını bildirmektir. Bu izahatımı sırf İslâmiyet’e hizmet için söylüyoruım. Dini İslâm’ı birtakım hurafattan tenziye için söylüyorum. (Bravo sesleri, alkışlar) Isırıcı saltanattan maksat saltanatı salimedir. Mecaz tarikiyle söylenmiştir. İstiare vardır.

Görülüyor ki Ashabı Kiram hazeratı da bu hilâfet meselesini sureti sarihada izah etmemişlerdir. Demek oluyor ki ne Kur’an-ı Kerim’de, ne âhadisi nebeviyede ve ne de Ashabı Kiramın kelamlarında hilâfet hakkında bizim aradığımız, öğrenmek istediğimiz meseleleri bize anlatacak sarih ve katî bir surette izah edecek bir şey yoktur.

**

*

Şimdi de sonra gelen ulemayı İslâm’ın bu mesele hakkındaki tarzı telâkkilerini tetkik edelim. Bilirsiniz ki bugün ehli sünnet doğrudan doğruya Şehrullahi İslâmiyet’te giden, sıratı müstakim üzerinde bulunan dört mezhepten ibarettir. Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanibeli mezhepleri değil mi efendim. İşte bu dört mezhebin heyeti mecmuasına ehli sünnet denir. Sıratı müstakim bunların gittikleri yoldur. Bu zatların telâkkisine gelince burada üç mezhep bir tarafa, bir mezhep diğer tarafa ayrılır. Maliki, Şafii, Hanbeli mezhepleri müttefikan hilâfetin şartlarında ağır davranırlar. Halife olacak zatın müctehid derecesinde âlim olmasını, tam bir adaletle muttasıf bulunmasını ve her halde (Kureyş)den olmasını şart ederler.  Hattâ imamı Şafi Hazretleri (Halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olur. Ayrıca hul ve azle tevakkuf etmez) diyor. Mezhebi Şafiide böyledir. En muteber Şafii kitaplarından olan (Münhaci nuvi)de ve onun şerhi olan (Mugnilmuhtac)da bu bapta sarahat vardır. Merak edenler, sözüme itimat etmiyenler bu kitaplara müracaat etsinler. Yalnız Hanefiler şeraiti hilâfet hakkında biraz müsamahakâr davranıyorlar. Meselâ halifenin müctehid olması şart değildir. Âlim olması kâfidir diyorlar. Kezalik halife tariki adaletten inhiraf edince kendiliğinden mün’azil olmaz, azledilmek lâzım gelir diyorlar. Mahaza bu dört mezhebin dördü de hilafetin şeraiti esasivesinde meselâ halifenin âlim ve âdil olmasında ittifak edivorlar. Âlim ve âdil olmıvan bir zata halife demiyorlar. Mülkü sulltan diyorlar.

İlmi itikat kitaplarını tetkik ederseniz görürsünüz ki ulemayı ehli sünnet hilâfeti iki kısma ayırıyorlar. Birine hilafeti hakikiye, diğerine hilâfeti suveriye divorlar. Hilâfeti suveriyeye hilâfeti hükmiye dahi ıtlak olunur. Şimdi bu iki nevi hilâfeti ayrı ayrı izah edeyim. Şöyle ki hilâfeti hakikiye şeraiti lâzımesini cami ve milletin intihap ve biatiyle hâsıl olan hilâfettir. İşte asıl hakikaten ve şer’an (Hilâfet) diye bu birinci nevi hilâfete denir. İşte demin söylediğim (Benden sonra hilâfet otuz senedir. Ondan sonra ısırıcı saltanata münkalib olur) mealindeki hâdisi şerifte zikrolunan hilâfetten maksat da bu hilâfeti hakikiyedir. Hanefi ulemasının en büyük muhakkiklerinden olan ve bugün dahi eserleri bütün âlemi İslâm’da tedris edilmekte bulunan Sadrüşşerianın (Tadililulûm) nam kitabı güzininde bu hilâfeti hakikiyeye (Hilâfeti nübüvvet) ıtlak olunur.

Hanbeli mezhebinin en büyük müctehitlerinden bulunan meşhur İbni Teymiye’nin (Münhacüssünne)sinde dahi bu suretle muharrerdir. Yani İbni Teymiye dahi bu hilâfeti hakikiyeye hilâfeti nübüvvet ıtlak ediyor. Nitekim o hâdisi şerif diğer bir rivayette (Hilâfeti ennübüvvetü selâsüne seneten ilâh), tarzında vârid olmuştur. Şimdi ismini zikrettiğim Sadrüşşeria Türktür, Buharalıdır. 848 tarihinde Buhara’da vefat etmiştir. Zamanının en büvük âlimlerindendir. Yalnız ulûmu şer’iyede değil, zamanında mevcud olan bütün ulûm ve fünunda yeddi tulâ sahibidir. Hakikaten her mânasiyle ulemadır. (Tadililulûm) namındaki kitabı isminden de anlaşıldığı veçhile müteaddit ilimlerden bahistir. Pek müdekkikane yazılmış güzide bir eserdir. Bahsettiği ilimlerden biri de ilmi heyettir. Kendi eliyle çizilmiş filmi heyet eşkâlini dahi havidir. Mütalâa edilirse sahibinin ne büyük âlim olduğu tebeyyün eder. Fakat maatteessüf şimdiye kadar tab edilmemiştir. Yalnız yazmaları mevcuttur. Bu münasebetle şu ciheti de arz edeyim ki dini İslâm ve Şarkta bilcümle ulûm ve fünuna hizmet eden büvük âlimlerin ekserisi Türktür. Ben vaktiyle bunlardan bâzılarının isimlerini, kısa kısa tercümei halleriyle neşretmiştim. İşte bu Sadrüşşeria da onlardandır. Mezhebi Hanefide 600 seneden beri onun ayarında bir âlim yetişmemiştir.

Bu hilâfeti hakikivenin şartlarına gelince bunlar on kadar şeriatten ibarettir ki, şunlardır: Müslüman olmak, hür olmak, akıl ve baliğ olmak, erkek olımak, selâmeti havas ve âzava malik bulunmak, umuru memleket ve masalilhi milleti temsilde rey ve tedbir ve hüsnü sivaset sahibi olmak ve aynı zamanda halk üzerinde nüfuz ve kudrete malik bulunmak, şecaat sahibi olmak, tam mânasivle adalette muttasıf olmak, (Kureyş)den olmak. İste hilâfetin şartları bunlardır. Bunlardan biri eksik olursa hilâfet sahih olmaz. Bu şartlardan başka bir de (ilim) şartı vardır. Yani halifenin âlim olması şarttır. Fakat bu şartta ulemayı İslâm iki kısma ayrılıyorlar. (Muvakıf)da sarahaten beyan edildiği üzere cumhuru ulemayı ehli sünnete göre halife olacak zatın alelâde âlim olması kâfi değildir. Usul ve füruda müctehit derecesinde âlim olmak şarttır. Fakat Hanefiler bu hususta müsamahakâr davranıyorlar Hanefilere göre müctehid olmak şart değildir, alelıtlak ahkâmı şeriatı ve mesalihi hilâfeti bilmek kâfidir.

Burada (adalet) şartını biraz izaih etmek iktiza ediyor. Adaletin ıstılahta iki mânası vardır. Biri ihkakı hak ve iptali batıl mânasıdır. İkincisi sirette istikamet mânasınadır ki, (fisk)in zıddıdır. Bu makamda âdil demek, fasik değil demektir. Adaletin bu ikinci mânası birinci mânasından eamdır. Ona da şâmildir. Şu halde zalim ve gaddar bir insan hilâfete ehil olamıyacağı gibi fisküfücur ile müttasıf olan bir zat da hilâfete ehil değildir. Ulemayı İslâm zulüm ve itisaf ile muttasıf olan bir zatı halife yapmak demek, kurdu koyuna çoban etmek demektir diyorlar. Bundan evvel (imamet hakkında Cenabı Hak ile İbrahim Aleyhisselâm arasında cereyan eden bir mükâlemei mâneviyeyi Kur’an-ı Kerim’den nakletmiştim. Onda kendi zürriyetinden de imam yapılmasını niyaz eden Hazreti İbrahim’e cevaben Cenabı Hak (Lâ yenâlü ahdîzzalimin) buyuruyor. Yani (benim ahdü imametim, zalimlere vâsıl olmaz) diyor. Zaten halife ve imam nasp ve tâyininde maksat zalimin zulmünü defetmektir. Yoksa nas ürerine zulmü musallat etmek değildir. Bunun içindir ki kâffei ulemayı İslâm’a göre zalim ve itisafkâr bir zatı halife intihab etmek caiz olmaz ve sonra irtikâbı zulmeden bir halife de bütün ulemanın ittifakiyle azle müstehak olur. Hattâ başta İmamı Şafii olduğu halde mütekaddimini Şafiiye göre millet tarafından azledilmemiş olsa bile kendiliğinden münazil olur. Hanefiler (fitnei kıtal ve ihtilâli melhuz değilse azledilmesi lâzım olur) diyorlar. Bâzıları (fukahayı Hanife indinde adaleti sıhhati hilâfetin şartı değildir. Binaenaleyh fasikın hilâfeti maalkerahe sahih olur) demişlerse de bu doğru değildir, yanlıştır. Safdrüşşeria’nın demin ismini zikrettiğim (Taldililulûm)unda ve fukahai Hanefiyenin Sadrüşşeria derecesinde muhakkiklerden olan meşhur İbnihümam’ın (Müsayere) namındaki kitabındaki sarahaten beyan olunmuştur ki, eimmei Hanefiye indinde dahi (adalet) sıhhati hilâfetin şartıdır. Yalnız mülk ‘ve saltanatın şartı değildir. Yani şimdi aşağıda zikredeceğim hilâfetin ikinci nevinin şartı değildir. Çünkü hilâfetin ikinci nevi hükümdarlıktan, saltanattan ibarettir. Bu ise intihap ve biat üzerine müesses değildir. Kuvvet, kahir ve galebe üzerine mübtenidir. Bu makamda hilâfetle saltanatı biribirine karıştırmamak lâzımdır. Hakiki hilâfet başka, suveri hilâfet, yani saltanat ve padişahlık yine başkadır.

İkinci nevi hilâfete gelince: Buna hilâfeti süvariye deımiştik. Bu sureten ve zahiren hilâfet şeklinde ise de hakikatte hilâfet değildir. Belki mülk ve saltanattan tegallüp ve tasalluttan ibarettir, padişahlıktır. Bu ya şeraiti câmi olmamak veyahut kahr ve istilâ, cebir ve tegallüp tarikiyle istihsal olunmakla olur. Bütün muhakkikini ehlisünnetin müttefikan beyan ettikleri bir hakikattir ki, hulefayı Emeviye ve Abbasiyenin hilâfeti bu kabildendir. Çünkü bunların hilâfetleri milletin kendi arzu ve intihabiyle husule gelmemiştir, kahır ve istilâ cebir ve tagallüp tarikiyle hâsıl olmuştur.

Tarihî İslâm’a âşinâ olanlarca malûmdur ki, hulefayı Eımeviyenin irtikâb etmedikleri zulüim ve sefahet, evlâdı Peygamberiye reva görmedikleri cevir ü şenaet kalmamıştır. Devleti Abbasiye ise bütün zulüm ve itisaf, kahır ve tegallüp üzerine teessüs etmiştir. Yalnız meşhur (Ebumüslimi Hıorasani)nin Hükümeti Emeviye taraftarlarından katil ve itlâf ettiği nüfusun adedi 600.000’ne baliğ olmuştur. Hulefayı Abbasiyenin birincisi olan (Seffah)ın amcası Abdullah bini Ali, Şam’ı istilâ ettiği zaman ahaliyi katliam etmişti. Birlikte taam etmek üzere davet ettiği eşraftan doksan kişiyi sopalarla öldürttü. Bâzıları henüz can çekişmekte ve hırıltıları işitilmekte iken üzerlerine sofra kurdurarak bilâ teessür taam etti ve Şam’da hulefayı Emeviyenin kabirlerini açtırarak bulduğu naaşları, kemikleri ihraf eyledi. Bu Abdullah’ın biraderi Süleyman Bini Ali de Basra’da Emevilerden eline geçenleri öldürdü ve cesetlerini sokaklarda sürüttü. Sonra da meydanda bırakarak köpeklere yedirtti. En muteber İslâm tarihlerinde bu suretle muharrerdir. Hattâ Cevdet Paşa merhumun (Tevarihi hulefa) namındaki tarihine bakarsanız sözlerimin sıtkını teslim edersiniz.

Osmanlı halifelerinin ise saltanata olan hırs ve tamahlarından nice mâsum ve bigünah şehzade kanı döktükleri malûmdur. Hulefayı raşidin hazeratı, Beytümale ait olan emvali devlet ve millete (Mâlullah) ve hukuku ammeye (Hakkullah) tesmiye ederler ve binaenaleyh alelumum hukukun hüsnü ımuhafazasına son dereceye kadar bezli mukadderat eylerlerdi. Bunlar ise hukuku müslimini ımüsadere ederler ve emvali devleti şuna buna peşkeş çekerlerdi. Şimdi insaf edelim, böyle bir zulüm ve tegallübe hilâfet denebilir mi? İslâmiyet gibi âli bir din böyle saltanatı kahireyi kabul eder mıi? Adli mutlak olan Cenabı Hak (Layenalüahdizzalimin) buyuruyor. Böyle kahir ve müstebit bir hükümeti dini İslâm’a nisbet ederek adına “Hilâfeti İslâmiye” demek yâr ve ağyara karşı İslâmiyet’i tahkir olur. Bu nevi hükümetler hilâfet değil Hazreti Risaletpenah efendimizin buyurdukları gibi ısırıcı saltanattan ibarettir. Onun içindir ki Risaletpenah efendimiz gayi’bden haber vermek suretiyle bir mucize kabilinden olarak (Benden sonra hilâfet otuz senedir, ondan soru a mülkü adud olur) buyurmuşlardır. Hakayıkı tarihiye de bunu müeyyiddir. Tarih tetkik ve tetebbu edilirse görülür ki hakiki hilâfet Hulefayı Raşidinin sonuncusu olan Hazreti Ali’nin vefatiyle veyahut Hazreti Hasan’ın altı aydan ibaret bulunan müddeti imametiyle hitam buluyor. Ondan sonra artık (Elhükmü limen galeb) kaidesi cari oluyor. Söz kılıca, kuvvete intikal ediyor. Bu suretle Hazreti Peygamberin (Mülkü Adud) tavsifiyle ifade buyurdukları hakikaten ısırıcı saltanatı kahire teessüs eyliyor.

Burada istitrat kabilinden bir garibe zikretmek isterim. Ulemayı Teftazani namı ile meşhur bir zat vardır ki cümlenizin bildiği bir zattır. Unvanından da anlaşıldığı veçhile büyük bir âlimdir. Fakat tarihi İslâm’a ahvali ulemanın teracümüne hakkiyle vâkıf olmadığı anlaşılıyor. Bu zat (Şerhi akait) denilen kitabında (Eimmei dinden ehli hal ve ukut hulefayı Abbasiyenin hilâfetinde ittifak etmişlerdi) diyor ki doğru değildir. Hakikati tarihiyeye külliyen mugayirdir. Bilirsiniz ki İmamı Âzam Ebuhanife Hazretleri eimmei dinin en büyüklerindendir. 80 tarihinde tevellüt ve 150 tarihinde vefat etmiştir. Hem Devleti Emeviye hem de Devleti Abbasiye zamanlarında berhayat buluyorlardı. Ne Hilâfeti Emeviyeyi ne de Hilâfeti Abbasiyeyi tecviz ve kabul etmemişti. Henüz Emevilerin lıükümran oldukları esnada Hazreti İmamı Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin’in mahdumu ve elyevm Yemen kıtasında bulunan (Zeydiye) fırkasının imamı meşhur (İmamı Zeyl) Hazretlerine biat olunmasına elaltından fetva verdirdi. Onun için Emeviler zamanında Irak Valisi ve Kumandanı olan meşhur (İbnihüreyre) tarafından darp ve hapsedilmiştli. İbnihüreyre her gün müşarünileyhi hapisaneden çıkararak alâmülainnas kırbaçla darbeder ve sonra yine hapseylerdi. Abbasiler zamanında da müşarünileyh İmamı Âzam Hazretleri Hazreti Hasan’ın evlâdından (Nefsizekiye) denmekle mâruf Mahmud Mehdi’ye muavenet ve biat olunmasına ve zekât, ağnam ve aşar gibi şer’i vergilerin ona verilmesine gizli gizli fetvalar verirdi. Bunun içindir ki Abbasilerin İkinci Halifesi olan (Ebucafer ve Mansur) tarafından hapsedilmiş ve nihayet hapishane derununda vefat eylemiştir.

Fukahayı Hanefiyenin şeyh ve üstadlarından ve usulü fıkıh imamlarından (Husas) lâkabiyle Şehri Teşar İmamı Ebubekir Razi’nin (Ahkâmülkuran) namındaki tefsirinde ve Fahreddin Razi’nin Tefsiri Kebir’inde ve meşhur (Tefsiri Keşşaf)da demin zikrettiğim (lâyenalü ahdüzzalimin) âyeti celilesinin tefsirinde bu suretle muharrerdir. Keza büyük müctehitlerden her biri İmamı Âzam gibi bir mezhebi fıkıh sahibi olan Süfyan Suri İbnicerih ve Ubadibni Kuşeyr gibi eazımı ümmet dahi zikrolunan Mansur tarafından hapsedilmişlerdi. Mezhebi Malikin müessisi İmamı Malik Hazretleri yalnız dayak yemekle kurtulmuştu. Fakat darbın şiddetinden kolu çıkmıştı. Şu hakayiki tarihiye meydanda en mevsuk ve muteber tefsir ve tarih kitaplarında mevcut iken Ulemayı Taftazani’nin (Eimmei dinden ehli hal ve ukud hilâfeti Abbasiyenin sıhhatinde iktifat etmişlerdi) tarzında idarei kelâm etmesinin hiçbir kıymeti ilmiyesi yoktur. Bunu bilâtereddüt ve bimuhaba söyliyebilirim.

Vakıa İmamı Ebuyusuf ve İmamı Muhammed gibi müşarünileyh İmamı Âzam Hazretlerinin talebesi olan Eimmei Hanefiye, Abbasiler zamanında kadılıklar kabul etmişlerdi. Hattâ İmamı Ebuyusuf Bağdat’ta Hulefayı Abbasiyeden Mehdi, Hadi ve Harunu Reşit zamanlarında kadıyülkudatlık vazifesini ifa etmişti. Fakat bu keyfiyet onların hakiki hilâfetini tasdika delâlet etmez. Çünkü bilcümle kötü bir Hanefiyede sarahaten zikrolunduğu üzere Eimmei Hanefiyenin içtihadatına göre zalim ve fasik bir padişahtan kadılık ve valilik gibi memuriyet kabul etmek zarurete binaen caiz ve sahih olur. Yalnız bunda zulme ve haksızlığa alet ve vasıta olmamak şarttır. İşte bu fikir ve içtihada mebnidir ki, ulemayı İslâm Melûk ve Salatinin kadılıklarını ve sair memuriyetlerini deruhde etmişlerdir. Hulâsa gerek Hulefayı Emeviye ve gerek Hulefayı Abbasiye hakikatte halife değildirler, sultan ve padişahtırlar. Onlara halife ıtlak olunmaması beynennası örf olmasındandır. Tefsiri Keşşaf’ta demin zikrolunan ayetin tefsirinde Hulefayı Emeviye ve Abbasiye hakkında (Gâsıp ve mütegallibtirler, kendi kendilerine halife ismini takınmışlarıdır) diye mezkûrdur. Hattâ demin ismi geçen (Müsayere) namındaki kitapta sarahaten zikrolunduğu üzere meşayihi Hanefiyenin bir kısmı ashaptan Muaviye’ye bile halife demiyorlar, mülk ve sultan diyorlar.

Efendiler, kendi kendimizi aldatmıyalım. Âlemi İslâm’ı biz hiç aldatamayız. Onların içinde birçok ulema vardır. Kâffesi bugün bizden âlimdirler. Kütübü İslâmiye ellerindedir. Onlar hilâfeti İslâmiye’nin ne demek olduğunu bilmezler mi? Hind uleması, Mısır uleması, Yemen uleması, Neced uleması, Kürdistan uleması halifenin Kurevşten olması lâzım geleceğini bilmezler mi efendiler? Bu saydığım yerlerin hiçbir âlimi bizim padişahlarımızın halifeliğini din noktai nazarından kabul etmez. Mısır’da, Hindistan’da, Kürdistan’da hilâfetten bahsedildiği vakit bunun ciddî olduğuna inanıyor musunuz? (Bravo sesleri)

Onların uleması hiçbir zaman bizim padişahlara halife dememiştir. Kitapları meydandadır. Şafiilerin en muteber kitabı olan (Müntacı nuvî) elde mütedavildir, matbudur. Bütün Şafii medreselerinde, bütün Şafii ulemasının ellerinde hürmetle, ihtiramla tedavül etmektedir. Ona bakınız! Şafiilerce bizim padişahlara halife denip denmiyeceğini anlarsınız. Maliki ve Hanbelî kitaplarına da bakınız, onların da bizim padişahlara ne dediklerini görürsünüz. Hattâ bizim Osmanlı Ulemamız bile kendi padişahlarına halife dememişlerdir. Fukahayı Hanefiyenin üstatlarından ve Türkistan’ın en büyük ulemasından İmamı Necmeddin Ömer Nesefi denilen bir zat vardır. 537 tarihinde Semerkant’ta vefat etmiştir. Bu pek büyük bir fakih olduğu için kendisine (Müftüssakaleyin) denilmişti. Bu zatın pek çok kitapları vardır. Mezhebi Hanefide imamdır. Bunun itikadiyata dair (Akaidi nefsiye) namı ile küçük bir kitabı vardır ki sekiz yüz seneden beri mezhebi Hanifiyenin cari olduğu bütün şark medreselerinde tedris olunur. Hattâ bugüne kadar İstanbul medreselerinde Fatih medreselerinde dahi tedris edilegelmiştir. İşte o kitapta ve diğer bilcümle kütübü İslâmiye’de imamın Kureyşten olması meşrut olduğu ve başkasının imameti caiz olmıyacağı mutlak ve katî bir lisanla beyan ediliyordu. (Velayecüzü mingayrihib) deniyor. Onun içindir ki demin ismini zikrettiğim ülemai Teftazani şerhi akaidinde (Hulefayı Abbasiyeden sonra hal müşküldür) diyor. Şu halde bu eşkâli ref etmek için ne yapmak lâzımdır? Ne demelidir ki bu eşkâl mürtef’i olsun. Bu hususta söylenecek şudur: Şeraitini câmi bir zat bulunmadığı surette halife nasb ve intihap etmek kaziyesi vacib olmaz.

Şimdi burada gayet kuvvetli bir itiraz vârid olur. Denilebilir ki, müslümanlar üzerine bir imam intihap ve nasbetmek vaciptir. Bu bapta icmaı ümmet vardır. Bütün ulemavı İslâm imam nasbının vücubunda ittifak etmişlerdir. Buna ne cevap vereceksin? Bu sual hakikaten pek kuvvetli bir sualdir. İşin içine (İcma) girince kendi tarafınızdan ne söylense fayda vermez. Hiç kimse dinlemez. Çünkü icma en kuvvetli delil addolunur ve tarafınızdan ne denilecek olsa bize cevaben icmaı akdeden ulema, ısenden daha iyi bilir denilir. Şu halde buna nasıl cevap vermelidir? Bunun cevabını Şafii ulemasının en büvük mütehassıslarından Allame Uddadin vermiştir. Bu zatın (Mevakıf) namında gayet muteber bir kitabı vardır. Ehli sünnetin itikadiyatınıa dairdir. Büyük bir kitaptır. İstanbul’da Matbaa-i Âmire’de üç cilt üzerine tab’ı edilmiştir. Bütün ulemayı İslâm’ın elinde hüccet gibi tutulur ve nıünderecatı senet ittihaz olunur. Bu kitabın imamet bahsinde bu sual kendi tarafından irad olunduktan sonra ona cevaben demin dediğim gibi (şeraiti, imameti cami bir ızat bulunmadığı surette ehli İslâm üzerine imam nasbetmek vacib olmaz) diye mezkûrdur. Sözümün sıhhatine inanmak istemeyenler bu kitaba müracaat etsinler.

Fakat bu surette memleket anarşi, millet ihtilâl içinde kalmaz mı? Evet, millet vefdavi bir surette başıboş kendi haline terk edilir, Hükümet tesis edilmezse şüphesiz memleket anarşi ve millet ihtilâl içinde kalır. Lâkin sahibi muvakıfın maksadı bu değildir. Şeraitini câmi, hakiki halife mânasına bir imanı nasbı mümkün olmadığı surette artık o mânaca imam nasbının vücudu sâkıt olur demek istiyor. Bundan hükümet tesisine de lüzum yoktur mânası çıkmaz. Maksadı (şeraiti hilâfeti câmi, bir imam nasbı müteazzir olduğu surette yine hükümet tesisi vacib olur. Fakat artık ona hilâfet reisi hükümete de halife mânasına imam denmez ve bundan dolayı milleti İslâmiye günahkâr olmaz) demektir. Nitekim bundan evvel ismi geçen Sadrüşşeria (Tadililulûm) bunda şeraiti hilâfatı tadad ettikten sonra şeraitini cami, hilâfetin – Hadisi Şerifte beyan olunduğu veçhile – otuz senede tamam olduğımu, ondan sonra riyaseti dünyeviye ve tegallübiyeden ibaret olan mülk ve saltanat teessüs ettiğini beyan ediyor ve sonra “şu zikrolunan şeraiti hilâfetten zaruretin ıskat ettiği şartlar sakıt olmuştur. Kezalik zamanımızda Kureyşlik şartı da sukut etmiştir” diyor ve bu sözü söyledikten sonra (fekâmu melunine innema sekâfü ahzû vektilü taktilâ) ayeti celilesini iktibas ediyoruz ve bu suretle şeraiti hilâfeti cami olmıyan Melûk ve Salatine şiddetle hücum ediyor.

İşte şu izahatımdan hilâfeti hakikiye ile hilâfeti suveriyenin neden ibaret olduğu tamamiyle anlaşılmıştır sanırım. Hilâfeti hakikiye asıl hilâfettir ki Hulefayı Raşidine mahsus ve münhasır idi. Geldi geçti. Hilâfeti suveriye ise Hulefayı Raşidinden sonra gelen halifelerin hilâfetidir ki, saltanatı kalhireden başka bir şey değildir ve seran gayet mezmümdür. Hilâfeti hakikıyede halife, Rasulü Ekrem Efendimizin eserine iktifa ile peygamberane bir hayat idare ve pederane bir siyaset takibedecek, elinde Hazreti Kuran meşali hidayet ve rehberi hareketi olacak, kalbinde Allah korkusu onu her halûkârında adaletten ayrılmıyacak, mansup ve memuriyetleri birer emaneti ilâhiye addederek ehlini bulup ona tefavvuz edecek, hukuku müsliminin ziyaına ve emvali beytülmalin zerre kadar israfına meydan vermiyecek, İslâmiyet’in inkişaf ve tealisi ve ehli İslâm’ın saadet ve terakkisi neye mütevakkıf ise onu istihsale bezli mukadderat eyliyecek. Şimdi zamanımızda böyle bir hilâfeti hakikiye tesisi kabil midir?

Hazreti Ebubekiri Sıddık, makamı hilâfete intihab olunduğu zaman minbere çıkıp Cenabı Hakk’a hamdü sena ettikten sonra şu hutbeyi irad etmiş idi. (Ey nas ben sizin üzerinize ülülemr oldum. Hâlbuki ben sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyilik edersem bana zâhir olunuz. Eğer fenalık edersem beni doğru yola sevk ediniz. Doğruluk emanettir, yalancılık hiyanettir. Sizin zayıfınız indimde kavi demektir ki, hakkını zalimden alıyorum. Kaviniız de indimde zayıftır ki, ondan mağdurun hakkını istihsal ederim. Hiçbiriniz cihadı terk etmesin, cihadı terk eden kavim zelil olur. Ben Allah’a ve Resulüne itaat ettikçe sizde bana itaat ediniz. Şayet ben Allah ve Resulüne itaat etmezsem siz de bana itaat etmeyin. Kalkınız namaza rahmekümullah).

Hazreti Ebubekir irtihalinde hiçbir nakit mevcudu çıkmamıştı. Beytülmâlden takdir olunan nafaka ile orta halde yaşardı. Emvali emiriyeden nezdinde bir köle ile bir deve ve bir de kaftan vardı. Hali ihtizarında kerimesi ümmülmüminin Hazreti Ayşe’yi çağırarak, «Biz halife olalıdan beri milletin dirhem ve dinarını yemedik, (yani parasını yemedik) kaba ve bayağı taamlarım yedik ve katı elbisesini giydik. (Yani takdir olunan nafaka) bu köle ile bu deve ve kaftan benim malım değil, beytülmali müsliminindir. Ben masalihi müslimin ile meşgul olurken onları kullanırdım. Size müverris olmaz vefatımda üçünü de Ömer’e gönder» diye vasiyet etmiştir.

Hazreti Ayşe bermucibi vasiyet onları Hazreti Ömer’e gönderinec Hazreti Ömer, «Ya Ebubekir, kendinden sonra gelenleri zahmete soktun, müşkül bir mevkie koydun» diyerek ağladı ve «Alın bunları beytülmale teslim edin», dedi. Bunun üzerine hazırı bilmeclis olan Abdurrahman Bini Avf, «Sübhanallah, bir köle ve bir deve ile beş dirhemlik köhne kaftanın ne değeri olabilir? Emretseniz de onları Hazreti Ayşe’ye iade etseler.» deyince Hazreti Ömer, «O Ömer’in zamanında olamaz.» cevabını vermiştir.

Hazreti Ömer de eyyamı hilâfetinde, Hazreti Ebubekir gibi beytülmâlden takdir olunan yevmi nafaka ile geçinirdi ve ekvatı yevmiyesini pek dar tutmuş olduğundan ailesi müzayaka çekerdi. Diğer ashabı istihkaka ise kendi istihkakından fazla verirdi, bir gün hutbe okumak için minbere çıktığında üzerindeki elbisenin oniki yerinde yama görülmüştü. Geceleri Medinei Münevvere sokaklarında tabusabah bekçi gibi dolaşır. Bizzat şehrin asayişini muhafazaya çalışırdı. Hattâ kapalı olup olmadıklarını anlamak için kapıları yoklardı ve «Fırat Nehrinde bir oğlak boğulacak olursa korkarım ki, yarın Cenabı Hak beni ondan mesul tutar.» diyerek ağlardı. Mesuliyet hissi ve Allah korkusu kalbinde o kadar yer etmişti ki, ara sıra, «Yarabbi, memaliki İslâmiye pek ziyade kesbi vüsat etti. Her tarafta adaleti ilâhiyeni neşir ve tevzi etmek benim için müteazzir oldu, Artık bu bârı mesuliyete tahammül edemiyeceğim, ruhumu kabzet» diye dûa ederdi. İrtihalinde medyunen vefat ettiği için emvali satılıp borçları tesviye olunmuştu.

Hazreti İmamı Ali de geceleri biri Beytülmalin, diğeri kendisinin parasiyle alınan iki mum bulundururmuş. Mesalihi milletle meşgul olurken Beytülmalin mumunu kullanırdı. Fakat o sırada kendi şahsî işiyle iştigal edecek veyahut nezdine biri gelip hususi mükâlemeye başlıyacak olursa derhal o mumu söndürür, kendi parasiyle alman mumu yakardı. Hazreti Osman ise serveti zatiyeye malik olduğu için masarifi hilâfet namiyle beytülmâlden hiçbir şey almazdı.

İşte hakikî hilâfet böyle olur. Halife diye de böyle zatlara denir. Zamanımızda böyle halife bulmak mümkün müdür? Mümkün olmayınca halife aramanın mânası kalır mı? Sözlerimin mukaddemesinde de söylemiştim ki, şer’i şerif nazarında hilâfetten maksat Hükûmettir. Bir Hükûmeti âdile tesis etmektir. Kur’an-ı Kerim’de Emrü Hükûmette usulü idare olmak üzere bize meşvereti tavsiye ediyor (ve emrühüm şûra beynehüm) diyor. Bizim de bugün mümkün olduğu kadar tesis etmek istediğimiz usulü idare, meşverettir. Hükûmeti meşveret esası üzerine tesis etmek istiyoruz ve hattâ ettik de. Bu usulü idare tahsini ilâhiye mazhar olduğu halde daha ne istiyoruz, başımızda heyülâ gibi bir halife bulundurmanın ne mânası vardır? 

İşte efendiler, hilâfet meselesinin İlmi Kelâm yani itikadiyet noktai nazarından mahiyeti şer’iyesi budur. Bunu bu suretle bilmek, halkı tenvir etmek, hakikati bildirmek lâzımdır ve böyle bir zamanda bizim için bir farizadır. (Alkışlar) Hakikaten bâzı zatlar var. Meselâ bizim muhterem Gümüşane Mebusu Zeki Bey, Muhterem Kastamonu Mebusu Halid Beyefendi Hazretleri gibi. Dâhilde ve hariçte daha birçok zevat bulunabilir ki bu meselede tereddütleri vardır. Endişelerinde samimiyet olduğunda hiç şüphem yoktur. Kendilerini takdir ve tebcil ederim. Sözlerinde başka bir gaye, başka bir maksat yoktur. Endişeler, pek tabiî bir endişedir. Çünkü mesele pek büyüktür. Azim bir inkılâp geçiriyoruz. Kendilerim mazur görürüm. Hiç şüphe etmem ki meseleyi olduğu gibi bildikleri zaman o endişeleri zâil olur. Onlar da kemali itidal ile bizim noktai nazarımıza iştirak ederler.

Muhterem Halid Beyefendi «Ben meselenin ciheti şer’iyesine karışmam. Ciheti siyasiyesini düşünüyorum» dediler. Yâni meselenin ciheti siyasiyesinden endişe ettiklerini söylediler. Bu bapta da bir iki söz söylemek isterim. Kimsenin kanaatini suiistimal etmek istemem. Söyliyeceğim sözler sırf benim şahsi kanaatimdir. Bunu yani hilâfet meselesinin ciheti siyasiyesini ben de çok düşündüm. Geçen seneden beri bâzı matbuat da bundan bahsetti. Zannolunuyor ki biz hilâfeti lâğvedersek Mısır’da, Hindistan’da ve diğer İslâm memleketlerinde pek fena tesir yapacak. Bu bence pek boş fikirdir. Emin olun efendiler, bunun Âlemi İslâm’da hiçbir tesiri olamaz. Evvelce de söylediğim gibi Âlemi İslâm’ın uleması kimin halife olacağını ve nasıl halife lâzım geleceğini bizden iyi bilirler. Âlemi İslâm’ın bize olan muavenetini bilmiyorum, hakikaten var mıdır? Efendiler beş on lira vermekle ona muavenet denmez. Vaktiyle İstanbul’da cihad fetvası ısdar olunduğu zaman Âlemi İslâm’dan hiçbir sadayı icabet sâdır olmadı. Irak’ı, Suriye’yi ve hattâ güya makarrı hilâfet addolunan İstanbul’u işgal eden ordular Hindistan’ın Müslüman askerlerinden mürekkep idi. Beni Ürbiyan hanında bir odaya kapıyarak başımda nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi. Refikam ve çocuklarım ziyaretime geldiği zaman onlarla benim arama girerek elinde hançerle nöbet bekliyen Müslüman Hint askeri idi.  İçimizde şeyhülislâmlık etmiş olan zat da beraber Malta’da esir yaşadığımız zaman Âlemi İslâm’ın hiçbir tarafından bize desti muavenet uzatılmamıştı efendiler. Kendimizi aldatmıyalım, hakikati olduğu gibi görelim ve görmiyenlere de gösterelim. Evet, Âlemi İslâm’ınm bize ve bizim onlara muavenet etmemiz lâzımdır, hattâ vaciptir. Bütün efradı İslâmiye’nin de yekdiğerine elden geldiği kadar muavenet etmesi vaciptir. Fakat bu hilâfet meselesi değil, hilâfetten dolayı değil, uhuvveti diniye meselesidir.

Müslüman’lar birbirinin kardeşi olduğundandır. Kur’an-ı Kerim (İnnemelmü’minine uhuvveti) buyuruyor. Yani müminler biribirinin kardeşidir diyor. İşte Âlemi İslâm üzerine bize muavenet etmek bu uhuvveti diniyeden dolayı vaciptir. Yoksa bir zatın halife namiyle heyülâ gibi bir makamda oturmasından dolayı değildir. İslâmiyet’te insanlar hakkında kutsiyyet yoktur. İslâmiyet’te öyle Hristiyanlık’ta olduğu gibi ruhaniyet yani hükûmeti ruhaniye yoktur. Kezalik İslâmiyet’te ne teşkilâtı diniye, ne de teşkilâtı idariye yoktur. Şer’iatı İslâmiye, teşkilâtı diniye tesis etmediği gibi teşkilâtı idariyeyi de Ümmeti İslâmiye’ye terk etmiştir. İslâmiyet, mukaddes olarak yalnız bir şeyi tanır ki, o da (Hak)tır. Mukaddes olan yalnız hukuktur, (Hak)tır. Cenabı Hakk’ın ismi de (Hak)tır. Kutsiyet de ondadır. Bâzı dinlerin bâzı eşyaya verdiği kutsiyeti İslâmiyet vermemiştir. Hele insanlara hiç kutsiyet vermemiştir. Zerre kadar vermemiştir. Peygamberlere bile kutsiyet vermemiştir. Hazreti Peygamberin en büyük duası, (Allahümme erineleşyaye kema hiye) duası idi. Mânası; (Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.) demektir. Diğer bir duası da (Allahümme lâtecal kabri ve senen yûbed) duası idi. Mânası; (Yarabbi benim kabrimi tapılır put yapma) demektir.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Yaşa hocam yaşa.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (İzmir) — Şimdi size sorarım, böyle bir dini âli birtakım eşhası halifedir diye başınıza oturtmak ve ona taparcasına birtakım kutsiyet vermek kabul eder mi? Buna imkân yoktur. İslâmiyet bundan münezzehtir, mütealidir. Bu birtakım iğfalâttan, devri istibdatta saltanatların yapmış oldukları mezalimi setr için müstebit hükümdarların etrafında bulunan riyakâr eşhasın kasden vukubulan telkinatından ve birtakım cahil ve safdil zevatın yanlış telâkkiyatmdan neşet etmiş ve giderek umumi bir fikir haline gelmiş bir hurafedir.

Elhasıl Müslümanların birbirine muavenet etmeleri bir lâzimei diniyedir. Bu tesanüt dinî ve içtimai kaziyesidir. Müslümanlar eczası birbirine kenetlenmiş bina gibidir. Yekdiğerini tutarlar, birbirlerinden ayrılmazlar, mealinde bir hadisi şerif vardır ki, Ehli İslâm arasındaki tesanüdün derecei lüzumunu gösterir. Bu bapta daha pek çok hadisi şerifler vardır. Her biri bir düsturu ahlâki ve pek yüksek vecizei içtimaiyedir. Onun için Hind’in, Mısır’ın. Afgan’ın, Türkistan’ın ve diğer Âlemi İslâm’ın bize ve bizim onlara irtibatımız hep bu tesanüdü diniyeden mütevellittir. O zavallılar da kendilerini esaretten kurtarmak için bir mededgâh, bir el arıyorlar. (Bravo sesleri) İşte bunun içindir ki biz Hilâfeti ilga etsek de, etmesek de onlar daima ellerinden geldiği kadar bize muavenette devam edeceklerdir ve etmeleri lâzımdır.

ALÎ ŞUURİ B. (Karesi) — Evvelce neşretmiş olduğunuz risalenizde Hilâfeti vekâletle tarif ediyordunuz. Hilâfet bir nevi vekâlettir. Halife milleti İslâmiye’nin vekilidir, diyordunuz. Bu noktai nazarınızdan feragat mi ettiniz?

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B: (Devamla) — Hayır, o noktai nazarımdan feragat etmedim. Fakat bendeniz pek uzun gidecek diye bu mesele hakkında bütün bildiklerimi söylemek istemiyorum. (Söyle, söyle, dinleriz sesleri) Mademki istiyorsunuz o halde ben de söyliyeyim. Fakat sabrınızı suiistimal ediyorum, sözlerim biraz daha uzayacaksa da meselenin pek büyük ehemmiyeti olduğundan affınızı temenni ederim. (Söyle, lezzetle dinliyoruz sesleri)

Evet, Ali Şuuri Beyefendi, Hilâfet bir nevi vekâlettir. Milletle Halife arasında akdedilmiş olan vekâletten başka bir şey değildir. Millet müvekkil, Halife onun vekilidir.

Halife ve intihap ve ona biat etmek demek akdi vekâleti icabetmek demektir. Bilirsiniz ki, her akit, her mukavele tarafeynin icap ve kabulüyle münakit olur. İşte hilâfet de bir akit ve bir mukaveledir. Hem de bütün fukahanın bilittifak beyanatı veçhile akdi vekâlet nevindendir. Hakkında kaidei vekâlet ahkâmı cari olur. Çünkü efendiler, defaat ile arz etmiştim ki, hilâfet mahiyeti şer’iyesi itibariyle Hükûmet demektir. Bilirsiniz ki, Hazreti Peygamber, bir taraftan ahkâmı şer’iyeyi vaz’eder, teşri eder, diğer taraftan da bizzat o ahkâmı icra ederdi. Etrafa valiler, kadılar, kumandanlar nasp ve tâyin eylerdi ve muharebelerde bizzat Başkumandanlık vazifesini ifa ederdi. Hattâ pek güzel bilirsiniz, (Uhud) gazasında yanağından yaralanmıştı. Bu ahval ise söylemeye hacet yok icrayı Hükûmet demektir. Onun içindir ki, hilâfet de Hükûmet demektir. Fakat gerek asrı saadette ve gerek sonraları Hükûmet tâbiri mustalah olmamıştı. Hükûmet kelimesi lügatte hâkim olmak, emir ve menetmek, tahakküm etmek demektir. Şer’an pek makbul bir şey değildir. Onun için ol vakitler Hükûmet tâbiri kullanılmamış, onun yerine hilâfet tâbiri istimal edilmiştir. Fukahai Hanefiyenin müteehhirinî meyanında İbni Hümam namında bir zat vardır ki, müçtehit derecesinde büyük bir fakihtir. Sivas’ta doğup İskenderiye’de yetişmiştir ve orada neşri ulûm ederek gayet feyyaz eserler vücude getirmiştir. Dokuzuncu asrı hicrî ricalindendir. Bunun ilmi kelâma yani itikadiyata dair (Müsayere) namında bir kitabı varıdır ki, matbudur. Bundan evvel de birkaç kere ismini zikrettim. İşte o kitapta imamet (hiye istihkakı tasarrufu âmme alelmüslimin) diye tarif olunuyor. Yani imamet, tâbiri diğerle hilâfet Müslümanlar üzerine tasarrufu âmme istihkaktır deniyor. İste hilâfetin fıkıh yani ilmi hukuk noktai nazarından tarifi budur. İlmi itikat kitaplarında hilâfet daha doğrusu imamet başka suretle tarif olunur. (Umuru diniye ve dünyeviye Hazreti Peygamberden halef olarak Müslümanlar üzerinde riyasettir) diye tarif olunur. İbni Hümâm büyük fakih olduğundan (imamet)i fıkıh ve hukuk noktai nazarından tarif etmek istemiş, onun için imamet Müslümanlar üzerine tasarrufu âmme istihkaktır demiştir. İşte efendiler, imametin, tâbiri diğerle hilâfetin en güzel ve en doğru tarifi budur. Tasarrufu âmme istihkaktır diyor. ‘Tasarrufu âm demek bütün Müslümanlara şâmil olmak üzere onların umuru âmme ve ımüşterekesinde tasarruf demektir ve bunu lisanı fıkıhta yani hukuku İslâmiye ıstılahatında (velayeti âmme) deniyor. Velâyet ne demektir? Ve tasarrufu âmme istihkak ne suretle hâsıl olur? Alelûmum Müslümanlar üzerinde tasarrufu âmme müstehak bir kimse var mıdır? Bunları izah etmek lâzım geliyor. Rica ederim mesele derinleşiyor. Gayet ilmî bir safhaya giriyor dikkatle dinlemeniz lâzım gelir.

(Velayet)i ulemayı İslâm (tenfizülkavle alelgayrü şac ev ebâ) diye tarif ederler. Mânası ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir, İşte velâyetin mânası budur. Şu halde şeraiti İslâmiyc’ye nazaran böyle ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek hakkını haiz kimse var mıdır? Bu cebren söz geçirmek demektir ki, tahakkümden başka bir şey değildir. Tahakküm şer’an caiz midir? Evet, bir kimsenin diğerine cebren söz geçirmeye kalkışması gayrimeşru olursa ona tahakküm denir, tegallüp denir ve nihayet saltanat denir. Fakat meşru olursa iste o vakit ona velâyet denir. Şimdi ‘bu meseleyi bir mukaddeme ile izah edeyim.

Muhterem efendiler, Hukuku İslâmiye’ce üç hak vardır ki bu üç hakka her ferd müsavatı tâmme üzere mâliktir ve üçü de lâyütegayyerdir ve lâyütezelzel haklardır. Birincisi hakkı hürriyet, ikincisi hakkı ismettir ki biz şimdi buna masuniyeti şahsiye ıtlak ediyoruz. Nefsin ve arzın masumiyet ve masuniyeti demektir. Üçüncüsü de hakkı mülkiyettir. İşte bu üç hak İsâmiyet’in hukuku esasiyesindendir. Diğer bütün hukuk bu üç haktan tcvcllüd eder. Bu üç hak bütün hukukun anası ve menşeidir. Zamanımızda mütemeddin memleketlerin hukuku esasiyesi de bu üç hak değil midir? Evet, öyledir ama biz bu hukuku esasiyeyi bugün değil, 1300 sene evvel öğrenmişiz. Lâkin maatteessüf hilâfet nâmı altında sonra gelen müstebit hükümetler bu hukuku esasiyeye hakkiyle riayet ctmemişlerdir.

İslâmiyct’te hiçbir ferdin diğer fert üzerinde kendiliğinden bizatihi hakkı velâyeti yoktur. Hiçbir kimse diğerine cebren söz geçirmek hakkını haiz değildir. Hiçbir fert diğerine öyle cebren şunu yap, bunu yapma, şurada otur, oraya gitme diyemez. Herkes hürdür, istediği yerde oturur, kalkar, istediği gibi hareket eder. Başkasına zarar iras etmedikçe kimse ona karışamaz. Kczalik herkesin nefsi, arzı muhterem ve taarruzdan mâsundur. Hakkı temellük de böyledir. Herkesin malı, mülkü taarruzdan mâsundur. Herkes, kendi mal ve mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Gayra zarar vermedikçe hiçbir kimsenin müdahale etmeye hakkı yoktur. Herkes hukukça müsavidir. Öyle sınıf imtiyazları, zadegânlık usulü gibi şeyler yoktur. İslâmiyet tam mânasiyle demokratik bir dindir ve hiçbir kimsenin imtiyazını kabul etmez. Kur’an-ı Kerim (İn ekrameküm indellahe ittekaküm) buyuruyor. Yani (Allah indinde sizin en mükerrem olanınız Allah’tan en çok korkanınızdır) diyor. İşte bunun içindir ki büyük, küçük şerif ve vad’i herkes nazarı ilâhide müsavidir. Allah’ın indinde en makbul ve mükerrem olan zat, kimin oğlu olursa olsun Allah’tan en çok korkan zattır. Bunun içindir ki İslâmiyet’te hiçbir kimse şahsi imtiyazından mütevellid olmak üzere diğer bir fert üzerinde cebren söz geçirmek, ona emir ve nehi etmek hakkını haiz değildir.

İslâmiyet’te yalnız bir zatın diğeri üzerinde velâyeti, cebren söz geçirmek hakkı vardır ki o da babadır. İşte yalnız babanın evlâdı üzerinde söz geçirmek hakkı vardı ki velâyettir. Baba çocuğun velisidir. Bu velâyet babanın babalık vasfından mütevellittir ve çocuk hakkında şevkâti kâmileye mâlik olduğundandır. Ortada bir çocuk var. Bakılmak ister. Kendisine irsen intikal eden emvali siyanet edilmek lâzım. Çocuktur, kendine bakamaz ve emvalini sıyanet edemez. Buna kim bakacak ve emvalini kim siyanet edecek? Şer’iatı İslâmiye çocuğa bakmak, tâbiri diğerle çocuk üzerinde velâyet hakkına haiz olmak hususunu çocuk hakkında en ziyade şevkâte mâlik olan, herkesten ziyade onun nefi ve hayrını düşünecek olan zata veriyor ki o da babadır. İste babanın bu velâyetine zâtiye deniyor. Babanın zâtından übuvvet vasfından neşed eden bir velâyettir. Babadan başka ve baba hükmünde olan büyük babadan başka hiçbir kimsenin diğer fert üzerinde böyle velâyeti zatiyesi yoktur. Herkesin kendi nefsinde ve emvalinde velâyeti, tâbiri diğerle hakkı tasarrufu vardır. Onun bu velâyet ve tasarrufuna kimse karışamaz. İste bu esasa binaendir ki (Her kimse kendi âleminin padişahıdır) denir. Bir zat diğer şahıs hakkında velâyete ve hakkı tasarrufa malik olabilmek için mutlaka o şahıstan velâyet hakkını ahzetmesi lâzım gelir. Meselâ bir kimse diğerinin bir malını başkasına satabilmek için mal sahibinden mezuniyet almış olmak lâzımdır. Daha evvelce öyle bir mezuniyet almamış ise o satış muteber olmaz. Bu hususta mezuniyet almak ne demektir? O malı satmak, velâyetini onun rızasiyle ondan almak demektir. İşte o velâyeti almış olan zâta vekil denir. Ona o velâyeti veren zâta da müekkil denir. Vekil böyle bir velâyet almamış ise ona vekil denmez, fuzuli denir. Fuzulinin tasarrufatı ise muteber olmaz. Meğer ki mal sahibi bilâhara ona muvafakat etmiş olsun. Bu suretde de icazeti lâhika vekâleti sabıka hükmündedir denir ve o itibarla fuzulinin tasarrufu muteber olur. Hâkem meselesi de böyledir. Yani bir kimse diğeriyle olan dâvasında başka bir zâtı kendi rızasiyle hâkem ittihaz etmedikçe o zâtın o kimse aleyhinde vukubulacak hükmü muteber olmaz. Fuzuli olur. Bir şahıs kendi aleyhinde hükmetmek hakkını başka bir zâta vermelidir ki o zatın o kimse aleyhindeki hükmü muteber olabilsin. Çünkü demin ne demiştik? Babadan mâda hiçbir kimsenin diğer bir zât hakkında velâyeti hakkı tasarrufu yoktur dememiş miydik? İşte onun için her kim olursa olsun diğer bir zâtın lehinde veyahut aleyhinde tasarruf edebilmesi için o zattan kendi rızasiylc ahzu velâyet etmesi hakkı tasarruf alması zaruridir. Babanın çocuk hakkındaki velâyetine velâyeti zâtiye denildiğini söylemiştik. Başka bir zâtın diğer bir şahsa velâyet vermesine ve o şahsın bu suretle haizi velâyet olmasına da (Velâyeti tefriz) ıtlak olunur. Demek oluyorki velâyet iki kısımdır. Biri velâyeti zâtiyedir ki babanın vclâyetidir. Diğeri velâyeti tefrizdir ki akil ve baliğ olan her şahsın diğer bir zata vermiş olduğu velâyettir. İşte vekilin, vasinin ve mütevellinin ve hâkemlerin haiz oldukları velâyetler hep velâyeti tefriz cümlesindendir. İşte halifenin haiz olduğu velâyet de bu velâyeti tefriz nevindendir. Çünkü hiçbir kimsenin kendiliğinden veya veraset tarikiyle halife olmak hakkı yoktur. İbni Hümam’ın yukarıdaki tarihinden anlamıştık ki halife olmak demek tasarrufu âmme müstahak olmak demektir. Bu istihkak ise millet tarafından bir şahsa tasarrufu âm salâhiyeti verilmekle hâsıl olur ki vekâlet demektir. Umuru âmme denilen şey milletin kendi umuru müşterekesidir. Bir memleketin idaresi demek o memlekette millete aid olan işlerde tasarruf etmek demektir. Bu ise doğrudan doğruya milletin kendi işidir, milletin kendi hakkıdır. Millet bu hakkını başkasına vermedikçe hiçbir kimse o hakka malik olamaz. İşte bu esasa mebnidir ki fukahayı İslâm yani İslâm hukukçuları hilâfeti milletle halife arasında münakit vekâlettir, derler ve bu hususta tamamen kaidei vekâlet ahkâmını tatbik ederler. Meselâ vekâleti mutlak olacağı gibi mukayyet de olabilir ve vekil olan zat müekkilinin hiyni tevkilde dermeyan ettiği kayıt ve şartta riayet etmeye mecburdur. O kayda riayet etmezse tasarrufu muteber olmaz. Bunun gibi hilâfet de vekâlet nevinden olduğundan halifc esnayı intihap ve biatte müvekkil olan millet tarafından dermeyan edilen kayıt ve şarta riayet etmeye mecburdur. Millet kendi velâyeti âmmesini yani umuru âmmede tasarrufu âm salâhiyetini halifeye mutlak surette bahşetmişse halifenin bu nevi hilâfeti mutlakası, hükümeti mutlaka demek olur. Hulefayı Raşidinin hilafeti gibi. Yok, eğer millet esnayı biatte halifenin hilâfetini yani velâyeti âmmesini bâzı kuyut ve şurta tâbi tutmuşsa o vakit bu nevi hilafet de hükümeti meşruta demek olur. Osmanlı Meşrutiyetinde olduğu gibi. Bunun her ikisi de caiz olduğu gibi milletin kendi umuru âmmesinde hiçbir kimseye hakkı tasarruf bahşetmemesi de esas itibariyle caiz olmak lâzım gelir. Millet kendi işini kendim göreceğim artık sinni rüşte baliğ oldum. Kendi umuru müşterekemde kendim tasarruf etmek için lâzım gelen ehliyet ve malûmatı da haizim. Binaenaleyh tasarrufu âm hakkını artık kimseye vermiyeceğim diyecek olursa ona ne denilebilir? İşte şimdi biz de böyle yapmak istiyoruz. Buna fıkıh ve hukuk itibariyle hiçbir mâni yoktur. Yeter ki millet hakikaten reşit olsun ve bu hususta vücudu lâzım gelen terbiyei siyasiye ve içtimaiyeye malik bulunsun. Kur’an-ı Kerim’de (Müslümanların işi kendi aralarından meşveretle görülür) dediği için buna mesağı şer’i bulunduğunu bildiriyor. Zamanımızda birçok büyük devletler de kendilerini bu suretle idare ediyor. Pek güzel idare ediyorlar. Maksat da hâsıl oluyor. Evvelce de demiştim hilâfet Hükümet demektir. Maksud olan memleket ve milleti adilâne bir surette hüsnü idare etmektir. Yoksa şekli hükümet değildir.

Bu bahsi biraz daha izah etmek lâzım gelirse deriz ki velâyet, ister muvafakat etsin, ister etmesin başkası üzerine söz geçirmek demektir ki cebren söz geçirmek olur. Böyle cebren söz geçirmek gayrimeşru olursa ona zulüm ve tahakküm denir. Meşru olursa velâyet ıtlak olunur. Bir kanuna mütenid olursa ona hâkem denir. Elfaz başka başkadır. Fakat mâna hep birdir. İtibarlar, cihetler aynıdır. Binaenaleyh bu velâyet evvelemirde iki kısma ayrılır. Velâyeti âmme, velâyeti hassa. Velâyeti âmme demek hükümet demektir, hâkimiyet demek, saltanat demek, şu Meclisi Âlinin tasarrufu demektir. Velâyeti âmmenin mânası budur. Memleketin her tarafına ve bütün efrada ve bilcümle umuru âmmeye şâmildir. Bugün Türkiye’de bu Meclisi Âlinin kararları olmadıkça hiçbir kimsenin diğer bir kimse üzerinde cebren söz geçirme hakkı yoktur. Geçiremez, geçilirse gayrimeşru gayrikanuni olur müstelzimi mürazak bir haram teşkil eder. Ne vakit siz bir karar verir ve bir kanun yaparsanız o vakit ondan evvel zulüm olan şey şimdi bu karardan sonra, bu kanundan sonra meşru olur, adalet olur. Çünkü bunlar umuru izafiyedendir. Adalet de, zulüm de umuru izafiyedendir. Nispîdir. Zaten dünyada mutlak bir şey yoktur, her şey nispîdir. Onun için bir zamanda adalet olan diğer bir zamanda zulüm olur.

O hâlde halifenin, imamın, hükümetin veyahut sultanın emirleri tasarrufları nasıl nafiz oluyor? İşte intihap ve biat onun dçin şarttır. Halifeyi intihab etmek, imam denilen zatı intihab etmek, hattâ mebusları intihab etmek onun için şarttır. Yâni bunların emirleri, tasarrufları muteber ve meşru olmak için şarttır. Size basit bir kaidei hukukiye arz edeyim. Cümleniz bilirsiniz bir insan gerek kendi nefsinde ve gerek kendi malında keyfe mayeşa dilediği gibi tasarruf eder. Dilerse bu hakkı tasarrufunu başkasına da bahşeder. Nitekim başkasına verdiği zaman o zata vekil denir ve o zat sizden aldığı hakkı tasarrufa binaen sizin malınıza tasarruf eder. Onun bey ve şirası artık nafiz olur ve siz onu kabule mecbur olursunuz. Çünkü onun yapmış olduğu o tasarruf müvekkili olan zat tarafından bahşedilmiş bir vaziyettir. Müvekkil, kendi nefsinde, kendi malındaki velâyeti ona vermiştir. Bu cihetle o, bu verilen velâyete binaen icrayı tasarruf ediyor. Bir ferd böyle olduğu gibi beş, on, yüz, bin ve daha ziyade efrattan mürekkep bir şirket, bir cemaat da bunu yapabilir. Büyük, küçük alelûmum şirketler, cemaatlar da aynı vaziyettedir. Dilerse onlar umuru müşterekelerini doğrudan doğruya kendileri görürler. Dilerlerse kendi içlerinden veya hariçten bir veya müteaddit eşhası müdür yani vekil tâyin ederler. Yani kendilerinin umuru müşterekelerinde haiz oldukları kendi velâyetlerini o müteaddit efrattan mürekkep bir heyete veya bir şahsa bahşederler. Hâkem meselesi de böyledir. Hâkem de meselâ sizden velâyet almadıkça sizin aleyhinize veya lehinize hükmedemez. Ne vakit siz birini kendinize hâkem intihab ederseniz o vakit onun hükmü sizin üzerinizde nafiz olur. Neden nafiz olur? Çünkü siz o velâyeti ona vermişsiniz, bundan dolayı nafiz oluyor. İşte bu emsalinin cümlesi hep velâyet bahsidir.

Diğer bir itibar ile de velâyet, velâyeti zâtiye ve velâyeti tefviz namlariyle ikiye ayrılır, velâyeti zatiye bir tanedir o da babanın velâyetidir. Şer’iat babaya kendinde mevcut olan sıfatı übüvvet, evlâdı hakkındaki tam ve hakiki şevkat sebebiyle o çocuğun lehine tasarruf hakkını bahşediyor. Çocuk tarafından tefriz edilmeye mütevakkıf değildir. Doğrudan doğruya şer’iat o velâyeti babaya veriyor. Çünkü ortada bir çocuk var. Bakılmak ve terbiye edilmek ister. Veraset tarikiyle kendine intikal eden mallarını siyanet etmek lâzım. İşte şer’iat bu gibi şeyleri babaya vermiştir. Babadan mâda hiçbir kimsenin o çocuk üzerinde emir ve nehyi nafiz olmaz. Velev ki iki yaşında çocuk olsun kimsenin ona şuraya git, burada otur gibi emretmeye hakkı yoktur. Bu emir nedir? Cebren söz geçirmek demektir. Velâyettir. Tefviz ister. Tefviz olmadıkça kimse bu velâyeti olamaz. Fakat baba şevkati kâmil eve tebaan malik olduğundan şer’iat bu velâyeti babaya vermiştir. Fakat bâzan baba da bir ihtirasa mağlûb olarak çocuğun malını veya nefsini suiistimal edebilir. Buna meydan vermemek için şer’iat babanın velâyetini de çocuğun şef’i şartiyle meşrut kılmış, o kayıt ile takyid etmiştir. Onun için babanın zararı mahz olan tasarrufatı çocuk hakkında nafiz olmaz bâtıl olur.

Velayeti tefvize gelince: Bu bir zata başkasının bahşettiği velâyettir. Ona tefviz ediyor. Vekil, vasi ve mütevellinin velâyeti gibi. Valilerin, hâkimlerin, kumandanların ve Büyük Millet Meclisinin velâyetleri hep bu velâyeti tefviz nevindendir. Meclisi Âli haiz olduğu velâyeti âmmeyi milletten almıştır. Onun içindir ki müddeti muvakkattır. Zira kendi zatında mevcut ve mündemiç olan bir velâyet değildir. Millet tefviz etmiştir ve bir müddetle takyid eylemiştir. Halifenin velâyeti de böyledir. O da velâyeti âmmeyi milletten almıştır. Millet bu velâyeti intihap ve biatle ona tefviz eylemiştir.

İşte efendiler, Ali Şuuri Beyefendinin sormak istedikleri ımesele budur. Fukaha, yani İslâm hukukçuları, halife milletin vekilidir derler. Çünkü millet velâyeti âmmeyi ona tefviz etmiştir. İntihap tarikiyle tefviz etmiştir. Millet onu intihab etmeseydi, o velâyeti âmmeyi haiz olamazdı. Onun için millet o velâyeti ammenin sahibidir vâsıldır. Umuru ammede tasarrufat kendisine aittir. Fakat millet kendi umuru ammesinde bizzat kendisi icra etmeyip o icraatı intihap ve biat tarikiyle halifeye tefviz etmiş. İşte bu suretle halife velâyeti âmmeyi İbni Hümam’ın tâbiri veçhile tasarrufu âmme istihkakı ikaz eylemiştir. Ondan dolayıdır ki, efradı ümmet üzerinde hakkı tasarrufa malik olmuştur ve yine bundan dolayıdır ki, Halife, milletin vekili olmuştur.

Sonra burada bir kaide daha var. O da kaidei vekâletten çıkıyor. O da şudur. Vekâlet bazan mutlak olur, bazan mukayyet olur. Çünkü bir kimse diğerini vekil edeceği zaıman dilerse mutlak surette vekil eder istediğini yap der, buna vekâleti mutlaka denilir. Dilerse vekilin yapacağı işleri tâyin eder. Bâzı kuyut ve şuruta tabi kılar. Buna da vekâleti mukayyide denir. Bu suretle vekâlette ıtlak ve takyit müekkilin hakkıdır. Ona kimse bir şey diyemez, çünkü o, kendi haiz olduğu velâyeti vekiline veriyor. Nasıl isterse öyle verir. Bu onun hakkıdır.

Şu halde bu kaide hilâfette de caridir. Millet dilerse, Halifeyi sureti mutlakada intihab eder. Onun hiçbir tasarrufunu takyid etmez. Bu surette bu Hükümeti mutlaka demektir. Dilerse millet Halifenin tasarrufatını bâzı kuyut ve şuruta tabi tutar. Bu suretle de Hükümeti mukayyide olur. İşte Hükümeti meşruta denilen Hükümet bu kabildendir. Millet hiçbir zata vekâlet vermez, yani bir halife, bir imam intihab etmezse hilâfet yok demektir. O vakit de Cumhuriyet olur. Buna ne mâni vardır? Millet kendi işini ben yapacğım, neden bana başkası cebren yaptırsın derse neden caiz olmasın? Millet diyor ki, hayır kendi işimi ben kendim göreceğim. Ne vakit âciz olursam o vakit halife veya imam namı ile başkasını vekil tâyin ederim. Fakat şimdi ben elhamdülillah âciz değilim. Rüstümü istihsal ettim. Vekile ihtiyacım yoktur. Milletler için en nafi bir şekli Hükümet demek olan Cumhuriyet ve usulü meşveretle kendi işimi kendim göreceğim. O hâlde buna kim nıe der? Kimse bir şey diyemez. Zira hak milletindir. (Alkışlar) Kur’an-ı Kerim de bunun cevazına sarahat derecesinde işaret ediyor. (Müslümanlar işi kendi aralarında meşveretle görürler) diyor. (Alkışlar) İşte bakınız mesele ne kadar basitleşti. Döndü, dolaştı basit bir meselei hukukiye oldu. Bu çocukların bile anlıyacağı bir mesele oldu. Bunu izam etmek, lüzumundan fazla büyütmek ve buna başka türlü mânalar vermek hurafeye, masallara kadar gitmek ve korkunç bir hâle koymakta ne mâna vardır? Evet, bunun bir mânası vardır, o da görenektir. Efendiler, görenektir. Kafalar alışmış, gözler alışmış, zihinler alışmış, başka bir şey değil.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Zeki Beyin kulakları çınlasın!

 ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Maalesef her türlü zulümlerine katlanarak alışmışız. Memleketi malikânelerine çevirmişler. Milleti uşak gibi kullanmışlar. Bir şey dememişiz. Bilirsiniz, vaktiyle her hangi bir zatın mallarını müsadere ederlerdi. Şuna, buna istedikleri emvali, araziyi peşkeş çekerlerdi. Avrupa’dan utandıkları için meşhur Gülhane Hattı Hümayunu neşrolunduğu zaman müsadere mülgadır demişler. Medeni bir Devlet haline gireceğiz, artık müsadere mülgadır demişler ve 93 Kanunu Esasisi’ne de koymuşlardır. Hâlbuki o vakte kadar bütün zenginlerin mallarına istedikleri gibi tasarruf ederler. İstedikleri gibi müsadere ederlerdi. Ahali mallarını bundan kurtarmak için bir çare aramaya başlamış, bir adam büyük bir zengin olursa, sivrilirse derhal malı müsadere olunur. Bunun önüne geçmenin çaresi nedir diye ahali kıvranmaya başlamış.

RECEP B. (Kütahya) — Haydi vakıf.

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) — Ne yapsınlar tabiî vakıf usulünü iyi bir çare buldular. Efendiler zanneder misiniz ki, bu vakıflar hayır için yapılmıştır? Hayır! Vakıfnamelere bakarsanız, görürsünüz, elli bin lira kıymetinde bir mal, senede beş, on bin lira varidat getiren emlâk vakfediyor. Fakat ciheti hayra topu topu yüz lira bir masraf ihtiyar olunuyor. Meselâ falan sebile kırk okka gaz, falan camie seksen okka zeytinyağı, falan mescide otuz, kırk tane mum şart ediliyor. Üst tarafı evlâdına batınan ba’de batın, neslen ba’dı neslin evlâdının evlâdına şart ediliyor. (Handeler, alkışlar) Bu neden? Çünkü müsadere ediıyor. Müsadereden kurtarmak için başka çare yok. Maksadım tezyif değildir. Hakayıkı tarihiyeyi arz etmekti.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — Bir müşkülüm var hoca efendi Hazretleri bir insan Cuma namazı kılmak için başkasının iznini almaya mecburiyet var mıdır?

SEYİD B. (Devamla) — Evet, bu bapta bir risale gördüm. Geçen devrei intihabiye mebuslarından Hoca Şükrü Efendinin kitabıdır. Kendisiyle teşerrüf edemedim. Kendisini görmediğim için hali hazırda ne kanaatte olduğunu bilmiyorum. O kitapta (Mezhebimiz muktezasınca Cuma ve Bayram namazlarının sıhhati izni imama mütevakkıf olmakla hutabatın makamı hilâfetten tevcihi muktazidir) deniyor. Görülüyor ki, Hoca Şükrü Efendi, bu makamda iki şeyden bahsediyor. Biri Cuma ve Bayram namazlarının sahih olması için izni imamın şart olması, diğeri de hatiplerin halife tarafından tâyininin lüzumudur. Bu iki meselenin ikisi de yanlıştır. Hatayı fahiştir. Kastamonu Mebusu Muhteremi Halit Beyefendi Hazretleri de «ahalice öyle telâkki olunuyor. Halife olmazsa Cuma namazı sahih olmaz deniyor.» buyurdular. Bir kere şunu arz edeyim ki, efendiler, dini İslâm’da Allah ile kul arasına girecek bir vasıta yoktur. Bu bir hakikati İslâmiye’dir. Ne şeyh, ne mürşit, ne müçtehit, ne imam, ne de bilmem kim asla vasıta olamaz. İslâmiyet’te ruhaniyet, teşkilâtı diniye yoktur. Papa, Hazreti İsa’nın lâyuhti vekilidir. Hazreti İsa namına emir ve nehyeder. İslâmiyet’te böyle bir şey yoktur. Hiçbir kimse Hazreti Peygamberin teşrii ahkâmda vekili değildir. Teşride niyabet cari olmaz. İslâmiyet’te Allah yolu açıktır. Allah ile insan arasında açık bir yol vardır. Herkes o yolda gidebilir. Hiçbir vasıtaya ihtiyacı yoktur. Ne Kur’an’da ne de hadiste böyle bir şey bulamazsınız. Bilâkis aksini bulursunuz.

Cuma namazı siyasi bir ibadettir. Bayram namazı da öyledir. Onun içindir ki, büyük şehirlerde ve kasabalarda kılınır. Köylerde kılınmaz. Bizim mezhebimizde, yani Mezhebi Hanefide köylerde Cuma namazı sahih olmaz. Mutlak şehirde olacak. Çarşı ve pazarı olan kasabalarda kılınacak ve mümkün oldukça bir yerde bir camide kılınacak, onun içindir ki, evvelleri şehir içinde veya şehir kenarında sureti mahsusada ihzar edilmiş meydanlarda kılınırdı. O yerlere namazgâh denir. Hâlâ bâzı şehirlerde namazgâh denilen yerler vardır. Sonra efendiler hatip memleketin en büyük zatı, en büyük âlimi olacak. Hutbe, siyasi, içtimai, ahlâki, iktisadi, nasayıhı, ilmî izahat ve irşadatı muhtevi olacak. Binaenaleyh böyle bir lıutbe iradına herkes muktedir olamaz. Ona göre hatip bulmak lâzımdır. Onun için o havalide hutbe meselesi mühim bir meseleydi. Hutbe okumak ve o suretle halka kendisini göstermek, efkârı nâsda bir mevki tutmak şühpesiz büyük bir şereftir. Kendine güvenen herkes buna heves edebilir. Onların taraftarları da olabilir. Bu okusun, hayır o okusun diye aralarında ihtilâf ve niza zuhur edebilir. İşte bu ihtilâf ve nizaa meydan vermemek iç’n fukahai Hancfiye hatibin, Cuma namazını kıldıracak olan zatın Sultan tarafından tâyin odilmiş olması lâzımdır demişlerdir. Dikkat ediliyor mu? Burada halife tâbiri yok, Sultan tâbiri var. Türkistan’ın en büyük âlimlerinden, Fukahayı Hanefiyenln ezanımdan Burhaneddin Merginani namında büyük bir fakih vardır. Merginan Türkistan’da Fergana eyaletinin merkezi idaresidir. Bu zat, oralarda ve Semerkant civarında neşri ulûm etmiştir. (Hüdaye) namında gayet feyyaz, gayet mübeccel, kıymetli bir kitabı vardı. Elyevm Mısır’da tab olunmuştur. Âlemi İslâm’da bu kitabı bilmiyen bir âlim yoktur. Beynelulema müceddittir. Ondan sonra yazılan bütün kitapların merciidir ve mezhebi Hanefide en mevsuk ve en muteber bir kitaptır. İşte bu kitapta (Cuma namazını bizzat Sultan veya onun memuru mahsusu kıldırmak lâzımdır) deniyor. Bu kitabın şerhi meşhur (Fethilkadir)de ve elyevm her âlimin elinde bulunan meşhur (Derrimuhtar)da (Velevki o Sultan bir şahsı mütegalip ve hattâ bir kadın olsun beis yoktur) deniliyor. Zikrolunan (Hüdaye)de de bu şartm, bu meselenin illeti, esbabı muclbesi olmak üzere şöyle deniyor: «Ve çünkü Cuma namazı cemaati azîme ile eda olunur ve bazan hitabet ve imamete heveskâr olanlar tarafından takdim ve takaddümde münazaa hâsıl olur. Bazan da başka bir sebepten dolayı niza ve itilâf zuhur edebilir. Bu cihetle emri tarzı tetemmimen bu şarta lüzum görülmüştür.» İşte bu sözler Hüdaye’nin kendi sözleridir. Benim sözlerim değildir. Şüphe edenler oraya müracaat etsinler.

İşte pek açık olarak görülüyor ki, hitabet tevcihi meselesi, öyle zannolunduğu gibi hilâfetin levazımından değildir. Mücerret inzibat ve asayiş meselesidir. Niza ve şıkakı ref için lüzum görülen vezaifi hükümettendir. Hattâ mezhebi Şafiiye göre Cuma namazının sıhhatinde böyle bir şart yoktur. Fukahayı Hanefiyede Sultan olmıyan yerlerde hatibi ve imamı ahali kendisi intihap ve tâyin eder, derler. İşte meselenin mahiyeti hakikiyesi budur. Fakat nasılsa maatteessüf bu mesele zihinlerde pek çok yanlış olarak takarrür etmiştir. Bu suretle tashihi lâzımdır. Efendiler bir seneden beri memleketimizde hatipler yalnız Şer’iye Vekili tarafından tâyin olunuyor. Şimdi bir seneden beri memleketimizde kılınan Cuma ve bayram namazları sahih değildir mi denilecek? Bu, hatayı azîm olur. Lâzım olan hatibin, Cuma ve bayram namazlarını kıldıracak imamın Hükümet tarafından tâyin edilmesidir. Bu hâsıl olduktan sonra başka bir şeye lüzum yoktur.

İzni imam meselesine gelince; efendiler, bu da yanlıştır. (İzni imam tâbirindeki imam lâfzı elifle imam değil ayın ile âmdır). Yani terkibi izafi ile izni imam değil, terkibi tarsifile (İzmi âm) demek lâzımdır. İşte doğrusu budur. Yani Cuma namazı sahih olmak için izni âm şarttır. Bu izni âmdan maksat da cami veya kale kapıları herkese açık bulunması, herkesin o cami ve kale derununda Cuma namazını kılmaya mezun olunmasıdır. Çünkü Cuma ve bayram namazları şeairi Islâmiyedendir. Onların alenen izharı lâzimedendir. İşte Cuma ve bayram namazlarının sıhhatinde izni âmin şart olması bu hikmete müstenittir. Binaenaleyh bir halife, bir padişah, bir vali veya bir kumandan yalnız kendi mahiyetiyle Cuma namazını kılmak isteyip de cami veyahut kale kapılarını kapattırarak halkı duhulden meneylerse o namaz sahih olmaz. İşte bu meseleyi de bu suretle tashih etmek lâzımdır. Teessüf olunur ki, âlim geçinen birçok zevat bu meseleleri pek basit oldukları halde yine yanlış bellemişlerdir. Bu meseleler kütübü fıkhıyenin cümlesinde bu suretle muharrer olduğu hâlde bilmem nasıl olmuş da bunlar pek yanlış, pek açık hata olarak bellenilmiştir. Buna bir türlü aklım ermedi. Ben kütübü fıkhiye içinde şu söylediklerimin aksini iddia eden bir kitap, bir ibare görmedim.

(Emirülhac) meselesi de böyledir, demin, ismini zikreylediğim Hoca Şükrü Efendi emirülhac tâyini için de halifenin vücuduna lüzum gösteriyor. Hâlbuki asla öyle bir lüzum yoktur. Bu da inzibat ve asayiş meselesidir. Öteden beri hüccac arasında emniyet ve asayişi muhafaza ve niza ve itilâfı fasl içün bir zatı emirülhac tâyin ederlermiş mesele bundan ibarettir. Bu da vezaifi Hükümetten bir vazifedir ve hiçbiri levazımı hilâfetten değildir.

Hutbelerde halifelerin, padişahların isimlerinin zikredilmesi keyfiyetine gelince; bu artık büsbütün sonradan ihdas olunmuş bir keyfiyettir. Hutbenin katiyen şeraitinden değildir. Ve hutbe ile dinî olmak üzere hiçbir münasebeti yoktur. Sırf siyasi ve idari bir keyfiyettir. Hülâfayı Raşidin zamanında hutbelerde hiçbir kimsenin ismi zikrolunmazdı. Biraz evvel söylemiştim. Hutbe, nutuk demektir. Onda zikri lâzım olan şeyler siyasi, içtimai, iktisadi, ahlâki nasihatler, meselelerdir. Hutbe, halkı ikaz ve irşat için irad olunur. Yoksa bir zatın ismini zikretmek için irad olunmaz. Devleti Emeviyede hatipler hutbelerde Hazreti İmamı Ali’ye lânet ederlerdi. Bunu sırf bir propaganda olmak, halkı Hazreti Ali’den soğutmak için Muaviye ihdas etmişti. Hazreti Ali’nin hükümran olduğu yerlerde de hatipler, Emevi hatiplerine mukabele olmak üzere Hazreti Ali’ye dua ederlerdi. Daha sonraları Tavaifi Melûk zuhur ettiği zamanlarda her yerde hatip o yere hâkim olan sultanın ismini zikreder oldu. Bundan maksat da o yerin hangi sultanın, hangi hükümdarın havzai Hükümeti dâhilinde bulunduğunu göstermektir. Bizde de hatipler esnayı hutbede Osmanlı padişahlarının isimlerini zikrederken Halife, İbnülhalife demez (Essultanı İbnüssultan) der. Elhalife İbnülhalife diyen hatip hiç gördünüz mü? Hutbelerde Hülefayı Raşidînin yani Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali’nin isimlerinin zikredilmesi de bu kabildendir. Yani bu da sırf siyasi bir meseledir. Şiilere karşı zikrolunur ve bu hutbenin okunduğu yerdeki ahalinin ehli sünnet olduğunu bununla ilân edilmiş olur. İran’a giderseniz orada da camilerde hatipler Ebubekir, Ömer Ve Osman’ın isimlerini zikretmezler. Hulâsa bu gibi şeyler sonradan ihdas edilmiş şeylerdir. Asıl şer’iatı İslâmiye’de böyle şeyler yoktur. İşte efendiler hilâfet ve onun teferruatı hakkında size pek çok izahat verdim. Bu izahatımla artık hilâfet meselesinin mahiyeti şer’iyesi tamamiyle anlaşılmıştır sanırım. Şimdi de müsaade edin de bir, iki söz de mukaddes dini yâr ve ağyara karşı îlâ edeyim.

**

*

Muhterem efendiler, İslâmiyet gayet âli bir dindir. Maarifi, terakkiyi pek sever. Akıldan, mantıktan hiç ayrılmaz. Yeryüzünde Dini İslâm kadar hürriyetperver, terakkiperver bir din yoktur. Bütün ahkâmı diniye ulviyei mualliyatı muhtevidir. İstihdaf ettiği gaye mekarimi ahlâkı, fazaili beşeriyeyi tesis ve temin etmektir. Hazreti Peygamber en sahih hadislerinden birinde (İnnema fahseti lâtetemmemü mekârimül ahlâk) buyuruyor. Yani ben ancak mekârimü ahlâkı itmam için ba’s olundum diyor ve bir hadisi şerifinde de akla (Huccetullah) ıtlak ediyor. Bakınız ne diyor: (Kün mealhakkı haysü kâne ve meyyezi ma iştebehüm aleyke biaklike feinne hüccetullahi aleyke keyfe ve berekâtühü ındeke) bu hadisin mânası şudur: (Halk nerede ise sen de onunla beraber orada bulun, ondan ayrılma sana şüphe veren şeylerin hakikatini aklınla temyiz et. Çünkü Cenabı Hak’kın senin aleyhine olan hücceti sendedir, kendindedir ve onun feyiz ve berekâtı da senin nezdindedir.) İşte bu hadisi şerifin mânası budur. Ne âli sözdür, ne kadar manidardır, akla ne büyük kıymet veriyor! Zaten Kur’an-ı Kerim de baştanbaşa aklı ve erbabı akıl ve izanı tebcil eder. Onun için İslâmiyet, akıl ve mantık ile teve’ümdür. Bir ayeti kerimede (Febeşşir ibadellezine yestemuel kavle feyetteberine ahsen) buyuruyorlar. Mânayı münifi (Muhtelif sözleri işitip de onların en güzeline ıttıba eden kullarımı mükâfatı ilâhiyemle tebşir et) demektir. Bu âyetin alt tarafında da (İşte bunlardır ki, onları Cenabı Hak mazharı hidayet eylemiştir ve işte ancak onlar ülülelbap yani ashabı akıl ve izandır) deniyor. İşte gerek o hadis ve gerek bu ayet taklitçiliği ötekinin, berikinin mukallitliğini, yani delinin bilmeksizin alelimiyya herkesin velevki ulemadan olsun ahvali mücerredesine ittıbaı meneder. Daima her şeyin akıl ve mantık ile delâile müstenit muhakematı akliye ile tetkik edilmesi lüzumunu gösteriyor. Bir âyeti celilede (Kul hatû bürhaneküm inküntüm sadıkîn) buyuruyor. Yani Hazreti Peygamber’e hitaben (‘Sözlerinizde sadık iseniz dilinizi irad ediniz) buyuruyor. Bürhanı değil katî demektir. Istılahta mükaddematı yakıniyeden teşekkül eden delile denir ki, delili katîdir. Diğer bir âyeti celilede de (Velâ tekaf maleyse leke bihiilmi) buyuruyorlar ki, (İlminin lâhik olmadığı şeye iktifa etme) demektir. Pek açık olarak görülüyor ki, Hazreti Kur’an akıl ve mantıka ve dalâili ilmiyeye pek büyük kıymet veriyor.

Efendiler, İslâmiyet maarifle teve’ümdür. Hikmet ve marifetten hiçbir zaman ayrılmaz. Hep bilirsiniz. Meselâ (İlim velevki Çin’de olsa dahi gidiniz, tahsil ediniz.) ve (İlim ve marifeti beşikten kabre kadar tahsil ediniz.) hadislerini hep bilirsiniz. Bilmiyen yok gibidir. Size bir hadis daha nakledeyim. Bakınız bunda Cenabı Peygamber Efendimiz ne diyor: (Elhikmetü dalletü’l mü’minü haysüma vecedeha fehüve ehakku bihâ) buyuruyor. Bu hadisi şerif ehadisi sahiha ve hasenedendir. Meşhur kütübü Sitte’den (Sineni Tirmizi)de ve diğer hadis kitaplarında mevcuttur ve pek meşhurdur. Muhtelif tâbirlerle rivayet edilmiştir. Öyle mev’ıza kitapları hadislerinden değildir. Abdi aciz öyle mev’ıza kitaplarının hadislerinden bahsetmek en muteber hadis kitaplarında görmedikçe o gibi zayıf hadislerden bahsetmem. Bu hadisi şerifin mânayı münifi şudur: «Hikmet mü’minin aramakta olduğu öz malıdır. Onu nerede bulursa onu almıya herkesten ziyade müstehaktır.» İşte bu hadisin mânası budur. (Hikmet) hakayıkı eşyaya muvafık olan kelâm, ilimü marifet demektir. (Dalletü) ne demektir bilir misiniz? İnsanın kaybedip de aradığı mal demektir. Meselâ bir çakıyı üzerinizden düşürürsünüz aramaya başlarsınız işte o sizin dallenizdir. Türkçcsini Tunalı Hilmi Bey kardeşimiz söylesin.

TUNALI HİLMİ B. (Zonguldak) — (Yitik) dir.

SEYİD B. (Devamla) — İşte Cenabı Peygamber böyle buyuruyor: Hikmet olan söz, hakayıkı eşyaya muvafık olan bir kelâm; hukuki, içtimai, felsefi, iktisadi ve ahlâki bir düstur. Her nerede bulunursa bulunsun, her kimin ağzından işitilirse işitilsin, işte o söz işte o kelâm hakikat, işte o düstur Müslümanın kaybedip de aradığı kendi malıdır. Hiç tereddüt etmesin, hemen alsın. Nerede bulunursa bulunsun, herkesten ziyade bir mü’min ona müstehaktır. Herkesten evvel alsın; onun öz malıdır. Bakınız, bu ne yüksek ne âli bir sözdür, delâlet ettiği mâna ve meal itibariyle, mazmun itibariyle ne büyük bir düsturdur. İşte bu hadisten de anlaşılıyor ki, İslâmiyet maarife, hakaikı eşyaya pek büyük bir kıymet veriyor. Hukuk da hürriyetperver bir din olduğu gibi ulûm ve fünunda da hürriyetperver bir dindir. Akıl ve mantıki ve maarifi pek ziyade sever. Cehaletten ve körükörüne, ötekine, berikine taklitçilikten de pek nefret eder. Biz babalarımızı böyle bulduk. Onların eserinden ayrılmayız diyen mütemerridîne Hazreti Kur’an (entüm ve ebaeküm fi dalâlin mübîn) yani siz ve babalarınız bariz ve aşikâr dalâlettesiniz diyor.

Efendiler, bir vakit Avrupa zulmeti cehl içinde iken, Şark medeniyet yollarında hayli ilerlemişti. O vakitler kürei arz üzerinde en müterakki ve en mütemeddin yerler Âlemi İslâm idi. Bütün Avrupa ezcümle İngilizler tekmil ulûm ve fünunu şimdi İspanya denilen Endülüs’ten almıştır. Amerika darülfünun müderrislerinden (Draper) Nizaı İlim ve Din naımiyle bir kiıtap neşretmiştir. Tavsiye ederim mühim bir kitaptır okuyunuz. Bu adam bu kitabında bir kafada bir dimağda din ile ilim içtima edemez. Âlim ise mütedeyyin değildir, mütedeyyin ise âlim değildir diyor ve bu mevzu üzerinde mütalâatını tetkikatı tarihiyesini yürütüyor fakat yine kendisi o kitapta sarahaten diyor. Benüm bu kitapta dinden maksadım dini İslâm değildir. Diğer dinlerdir. Hususiyle Katolik dinidir. İslâm dini değildir, diyor. Sonra Endülüs’te vaktiyle ulemayı İslâm tarafından kısmen yenibaştan icat, kısmen ikmal edilen ulûm ve fünunu bitter birer tadad ediyor. Meselâ müsellesatı küreviyenin, kürrei musattahanın tamamiyle İslâm uleması tarafından icad edildiğini, eski Yunanlılar zamanında bunların icad edilmemiş olduğunu söyler,  iki üç (üs)lü cebir düsturlarını, hesabı tefazuliyi ve hattâ logaritımayı fenni saydılâni yani ispençiyarlık fennini, pehlivan ve nohut yakılarını ve bunlara mümasil daha birçok usul ve kavaidi fenniyeyi doğrudan doğruya iptidaen İslâm ulemasının icad eylediğini söyler. İnkisarı ziyayı, Ebubekir Razi’nin keşfettiğini ve kürrei arzın küreviyetini kezalik İslâm ulemasının keşfettiğini söyler ve kürrei arzın iptida Bağdad civarında Sincar ovasında usulü fenniyesi dairesinde ölçüldüğünü ve Avrupalılann kürrei arzı ölçerek bulduğu miktar ile İslâm ulemasının bulduğu miktar arasında pek cüzi bir fark olduğunu söyler.  Ebulkasım denilen bir doktorun Belçika Kralı tarafından kendisini tedavi için sureti mahsusada celbedildiğini ve müşarünileyhin iki defa Belçika’ya gittiğini, hattâ bir defasında altı ay kadar bir müddet Belçika’da oturarak Kralı ve diğerlerini tedavi ettiğini, Avrupa’da ilim meraklısı birçok gençlerin ve hattâ bilâhara Papa olan bir iki zatın tahsili iliım için Endülüs’e kadar gittiklerini, İngilizlerin fünunu bahriyeyi Endülüs’te tahsil eylediğini uzun uzadıya tadat ve izah eder.   İşte bunun içindir ki İngilizce ıstılahatı bahriyenin ekserisi kelimatı Arabiyeden ahzedilmiştir; daha bu hususta pek çok beyanatta bulunur ise de uzun gideceği için hepsini birer birer tadad etmek istemem. Esasen onun söyletmesine de hacet yok. Zaten bizce malûmdur. Lâkin ağyar lisanından işitmek hoşa gideceği için muhtasıran olsun onun sözlerini ve hüsnü şahadetini, takdirkâr ifadatını nakletmeyi muvafık gördüm. Efendiler, şurasını arz edeyim ki Şark’ta Âlemi İslâm’da, Medeniyeti İslâmiye’ye ulûm ve fünuna hizmet eden ulemanın ekserisi Türk’tür. İçlerinde pek büyük feylezoflar, pek büyük mütefennin ve mütebahhir âlimler, büyük hukukçu fakihler vardır. Birtakım zalim ve müstebit hükümdarların zulüm ve istibdadı neticesinde böyle zebun, harap, cahil bir hale gelmiş olan Semerkand, Buhara, Nişabur, Bağdad, Belh gibi şehirler vaktiyle üçer beşer milyon nüfusu havi cesîm memleketlerdi. Meşhur Edibi Âzam Keıal Bey merhum bir eserinde bu şehirler için «her biri Paris, Londra gibi» diyerek bunların bugünkü Paris ve Londra derecesinde büyük şehirler olduğunu söyler. Ben ımerhumun bu eserini okuduğum zaman bu sözünü pek mübalâğalı bulmuş, inanmamıştım. Sonraları asarı Arabiyede görünce ımerhumu tasdik ettim.

Efendiler, bâzı asarı Arabiyede gördüm. Horasan’la Afganistan arasında bulunan ye «Belh» denilen şehir vaktiyle (6) milyon nüfusu havi cesîm bir memleketmiş. İçinde altı yüz kadar kubbeli ve minareli cami varmış. Bugün ise ihtimal bu şehrin enkazı bile kalımamıştır.

Şimdi, sorarım size, ovakit Medeniyeti İslâmiye o derecede müterakki ve Âlemi İslâm o nisbette mamur ve mütemeddin iken şimdi neden harabezare dönmüş, ahalisi cehil ve nadan içinde kalmıştır, bunun sebebi nedir? İslâmiyet o vakit terakkiye mâni olmuyordu da şimdi mi mâni oluyor veyahut sözü aksine çevirelim, İslâmiyet şimdi terakkiye mâni oluyor da, o vakit olmuyor muydu? Bunun hiçbiri değil. Efendiler, zamanımızda memleketimizde terakkiye mâni olan hâl hakikî İslâmiyet değildir, cehilden körükörüne taklitçilikten neşet eden bugünün nâbemahal zihniyetidir. Zamanımızda Dini İslâm pek garip kalmış, hurafat ile dolmuştur ve bu hurafat Âlemi İslâm’a edyanı saireden, akvamı sairedea sirayet etmiştir. Yoksa hakikî Dini İslâm hurafatın, efkârı bâtılanın en büyük düşmanıdır. Esasen Dini İslâm hurafâtı, itikadatı bâtılâyı kökünden yıkmak işin gelmiştir. Nitekim vaktiyle yıkmıştı da. Fakat sonraları şuradan, buradan Âlemi İslâm’ın içine birçok hurafat girdi. Neticede Dini İslâm bütün bütün garip kaldı.

Bilâtereddüt diyebilirim ki, bugünkü Dini İslâm başka, asrı saadetteki Dini İslâm başkadır. Hakikî Dini İslâm fıtrî ve mantıkî bir dindir. Hayalâtı, hurafatı birtakım efkârı bâtılayı hiç sevmez, bilâkis onlardan nefret eder. Biraz evvel de söylemiştim, Hazreti Peygamberin en büyük duası (Allahümme ernel eşyaü kemahiye) yani, «Yarabbi bize hakayıkı eşyayı olduğu gibi göster.» duası idi. Ne güzel, ne büyük duadır. İnsan hakayıkı eşyayı olduğu gibi bilirse daha ne ister? En büyük hikmet, en büyük ilim ve marifet de hakayıkı eşyayı olduğu gibi bilmek değil midir?

İşte efendiler, Hilâfet ve İslâmiyet hakkında bildiğimi, anladığımı size söyledim. Bu yirmi, otuz senelik uzun ve yorucu senelerin mahsulü tetebbüatıdır.

YAHYA GALİB B. (Kırşehir) — Allah sizi milletimizle beraber payidar etsin.

SEYİD B. (Devamla) — Sözlerimde asla riyakârlık, bir maksadı hafi yoktur. Bildiklerimi kemali samimiyetle size arz ettim. Maksadım muazzez dinimin hakayıkını olduğu gibi bildirmek, bu suretle İslâmiyeti yerüağyara karşı âlâ eylemektir.

Efendiler ahali bu hakayıkı anlamazmış, bilmezmiş. Anlatalım, bildirelim; vazifemizdir. Ahali anlamamış, bilmemiş ise kabahat onlarda değil, anlatmıyanlardadır, bildirmiyenlerdedir. Bundan sonra anlatalım, ikaz edelim, irşat ve tenvir edelim ve bu zavallı memleketi artık yürütelim. (Bravo, sesleri) Hilâfet, hilâfet diye çökmüş gitmişiz. Harap ve turab olmuşuz. Ne malımız, ne canımız, ne mülkümüz kalmış. Bütün memleket yoksulluk içinde kalmış. Yevmi hilâfetin imhasını efendiler? (Bravo, sesleri) Artık yürüyelim, dirilelim. Bütün Âlemi Medeniyet almış yürümüş, tariki terakkide dev adımlariyle gidiyor. Biz bunların arkasından boynu bükük yetim gibi bakıp bakıp da (Göçtü kervan, kaldık dağlar başında) mı diyelim? (Handeler) doğrusu insan müteessir oluyor. Ne yalan söyliyeyim aynı zamanda insana hiddet de geliyor. Ne acayip şey! Dini İslâm bu kadar âli ve terakkiperver bir din olsun da biz müslümanlar milel ve akvam içinde en geride kalalım. (Handeler ve alkışlar)

Efendiler, sözlerime nihayet vermezden evvel zamanımızda; hele şu sırada pek mühim olan bir mesele hakkında müsaade buyurunuz da bir iki söz söyliyeyim. (Söyle söyle sabaha kadar söyle dinleriz sesleri)

Bundan üç beş gün evvel bir celsei aleniyede, Heyeti Umumiyemizdc Muhterem İzmir Mebusu arkadaşım Saraçoğlu Şükrü Bey «Türkün ruhundan doğan kanunlar isteriz» demişti; ben o celsede bulunmadım sonra geztede okudum. Pek doğru söylemiş. Tasdik ederim. Türk’ün örf ve âdetine uygun kanunlar isteriz demek istiyor değil mi?

 SARAÇOĞLU ŞÜKRÜ B. (İzmir) — Evet evet…

ADLİYE VEKİLİ SEYİD B. (Devamla) – Kur’an-ı Kerim de böyle söylüyor; bir âyeti celile vardır. İçtimai ve hukuki bir vecize, bir düsturu hikmettir. Bakınız Kur’an-ı Kerim ne diyor: (Huzul afve ve’mür bil urveve’e rade anilcahilîn) diyor; mânası «affı ihtiyar et, örf ile emr ile cahillerden araz kıl!» demektir; (Alkışlar) İşte görülüyor ki Hazreti Kur’an «örf ile emret» diyor.

Efendiler bütün Şark ve Garb’ın, bütün Avrupa hukuk eşhaslarının, bütün feylozoflarının ittifak ettikleri bir şey vardır ki o da bir memleket kanunları o memleketin örf ve âdetine uygun olması kaziyesidir; kanun vaz’ında esas budur; bir kanun memleketin örf ve âdetine muvafık olmazsa o kanun pâyidar olmaz. Çünkü hukuk demek örf ve âdet demektir. Bir memleketin ahkâmı kanuniyesi, kavaidi hukukıyesi o memleketin örf ve âdetinden doğar ve o örf âdetin tebdili ile tebeddül eder.

Lâkin acaba bu âyeti celiledeki (örf) kelimesi bugün lisanımızda zebanzet olan örf ve âdet mânâsına mıdır? Âh! Dertlerim büyüktür; bu âyeti celile hakkiyle tetkik edilmemiş, mânası işlenmemiştir; tefsirlere bakarsanız birbirine mubayin başka başka mânalar verildiğini görürsünüz; bu âyetteki örf mâruf mânasınadır. Münkirin zıddıdır. Halkın lisanında deveran eden örf ve âdet mânasına değildir derler. Hâlbuki efendiler; bu yanlıştır. Ben bu meseleyi uzun müddet, senelerce tetkik ettim. Meselede Eşarilerle yani Şafii ulemasiyle Maturidilerin yani Hanefi ulemasının fikirleri birbirine karışıyor. Bunu tefrik etmek lâzımdır. Şafi uleması tarafından yazılan tefsirlere, meselâ (Kadı Beyzavi) tefsirine bakarsanız örfün şer’an tahsin olunan şeyidir diye tefsir edildiğini görürsünüz. Hâlbuki Hanefiler tarafından yazılan tefsirlere, meselâ Hanefilerin en büyük muhakkiklerinden ve usulü fıkıh imamlarından olan Cessas Ebubekir Razi’nin (Ahkâmül Kur’an) namındaki tefsirine bakarsanız örfü aklen tahsin olunan şeydir diye tefsir ettiğini görürsünüz. Bu mübayenetin sebebi (Hüsnü kubuh) meselesidir; bu felsefei İslâmiye’de pek mühim bir bahistir; elyevm Avrupa feylesofları da bu bahis ile meşgul olmaktadır. Bunu size izah etmek istemem, uzun gider, bunun yeri burası değildir. Şu kadar söyliyeyim ki örf irfandan mehuzdur; Maturidelere göre yani Fukahayı Hanefiyeye göre akıl ve irfanın tecviz ettiği şey demektir. Âdetle arasında şu kadar bir fark vardır ki âdet bâtıl üzerine de teessüs edebilir. Bâtıl ve mezmum şeyler de âdet olabilir. Nitekim birçok fena şeylerden beynennâs âdet olduğu gibi. Lâkin örf, irfan üzerine müessestir. Bâtıl üzerine teessüs etmez. Merdun ve mezmum şeylere örf denmez. Şu halde örf ile âdet arasında umum ve hususu mutlak vardır. Örf ahs, âdeti âmdır. Yani her örf âdettir ama her âdet örf değildir. Bâzı âdetler aklen makbul olduğu için örftür. Fakat bâzı âdetler de aklen merdud olduğu için örf değildir. İşte örf ile âdetin arasında bu fark vardır, başka bir fark yoktur. Evet, maruf da örf demektir. Fakat o da bu mânadadır. Ben usulü fıkha dair yazdığım ve el’an bitiremediğim büyük bir eserde bu meseleleri uzunboylu izah etmişimdir. Arzu edenler benim o kitabıma müracaat edebilirler. Matbudur. Talebe Cemiyeti tarafından tabedilmiş tir. Darülfünunda Talebe Cemiyeti tarafından satılmaktadır.

Son söz olarak şu ciheti de arz edeyim ki ıslahatı adliye namı altında alelacele bir kanun yapmak doğru olamaz, muzırdır. Almanlar son Kanunu Medenilerini ancak tin beş senede vücuda getirebildiler. Memlekete, milletin örf ve âdetine, milletin bünyei içtîmaiyesine uygun kanunlar yapmak kolay bir şey değildir. Muhtelif devletlerin muhtelif usul ve kavanini var. Garb’ın örf ve âdeti ve hukuku olduğu gibi Şark’ın da memleketimizin de örf ve âdeti ve kavaidi hukukiyesi vardır. Bunları uzun uzadıya tetkik etmek, etüd etmek, düşünmek, hangi kaidelerin, hangi ahkâmın memleketimize, milletimizin şeraiti içtimaiyesine, ahvâli hayatiyesine uygun olduğunu tesbit eylemek icab eder. Böyle yapılmayıp da alelacele, gelişigüzel bir kanun yapılacak olursa faide yetine mazarrat hâsıl olur. Sonra sık sık, iki günde bir tadile mecbur kalırsınız. Ben size bir ayda büyük bir kanun, Devletin Kanunu Medenisini bile getirebilirim, ne yaparım? Alman veya İsviçre Kanunu Medenisini tercüme ettirerek Heyeti Âliyenize takdim edebilirim. Lâkin ona Türkiye Kanunu denmez. Muhterem Saraçoğlu Şükrü Beyin tâbiri veçhile «Türk’ün ruhundan doğan kanun» denmez, Alman veya İsviçre Kanunu denir. Almanya ve İsviçre başka, Türkiye başkadır. Türkiye’de Türkiye kanunu lâzımdır. Bu da uzun uzadıya tetkika muhtaçtır. Kaş yapalım derken göz çıkarmıyalım, metin ve sağlam esaslar üzerinde yürüyelim. Tekrar geriye dönmiyelim. İşte ben bildiklerimi, kanaatlerimi bütün samimiyetimle en açık bir surette arz ettim. Artık ötesi size aittir. Her şey kararınıza vabestedir. Müsaadenizle sözlerime nihayet vereyim. (Teşekkür ederiz sesleri, alkışlar).

T.B.M.M ZABIT CERİDESİ, 3.3.1340, Devre: II, Cilt: 7, İçtima Senesi: 1, s. 40-61

 

Mustafa Kemal Atatürk

Kazım Karabekir Paşanın T. B. M. M.’ne Telgrafı

Published

on

5.- MUHTELİF EVRAK

1.- Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.

REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;

             Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine

Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yadedilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

17 Ağustos 1336 [1920]

Şark Cephesi Kumandanı

Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim.

T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, Elliüçüncü İçtima, 19.8.1336 Perşembe, Devre: 1, Cilt: 3, İçtima Senesi: 1, s. 333

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde Halkla Konuşması

Published

on

(7 Şubat 1923)

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Balıkesir’i biri cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere yedi defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Balıkesir’e ilk defa 6-8 Şubat 1923’te gelmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 8-10 Ekim 1925’te gerçekleşmiştir.  Bunu, 13-15 Haziran 1926, 7-8 Şubat 1931, 21-22 Ocak 1933, 15 Nisan 1934 ve 24-25 Haziran 1934’teki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6-8 Şubat 1923’teki Balıkesir seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN BALIKESİR SEYAHATİ”nin, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında yayımlanan “BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK- BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA (7 ŞUBAT 1923)” başlıklı bölümü, Osmanlı Türkçesinden çeviri yazı olarak sunulmuştur.

***

BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri hutbeler ve hilafet hakkındaki izahatından sonra mesail-i siyasiye ve içtimaiye ve iktisadiyemize [siyasi, sosyal ve ekonomik meselelere] geçmişlerdir

BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA

(7 ŞUBAT 1923)

Balıkesir: 7 [Şubat 1923 Çarşamba] (AA ) – Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, bugün öğle namazını büyük bir cemaat ile Paşa [Zağnos Paşa] Camii Şerifi’nde kılmışlardır. Namazdan ve ervah-ı şühedaya [şehitlerin ruhlarına] ithafen kıraat edilen [okunan] mevlidi nebeviden sonra Paşa Hazretleri minbere çıkarak şu hutbeyi [nutku/konuşmayı] irat buyurmuşlardır [yapmışlardır]:

“Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atifeti [iyiliği] ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakayıkı [hakikatleri] tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Kur’an-ı azimüşşandaki nusustur [naslardır]. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor [uyuyor ve denk düşüyor]. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş [uymamış] olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilahiye beyninde [tabii ilahi kanunlar arasında] tezat [zıtlık] olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i künyeyi [bütün kâinatın kanunlarını] yapan, Cenabı Hak’tır.

Arkadaşlar, Cenabı Peygamber, mesaisinde iki eve, iki haneye malik [sahip] bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in eser-i mübareklerine [mübarek eserlerine] iktifaen [uyarak] bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline [bugününe ve geleceğine] ait hususatı [hususları] görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside [kutsal evde], Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.

Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz [gelecek ve bağımsızlığımız] için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-ı milliye [milli emeller], irade-i milliye [milli irade] yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin [bütün millet fertlerinin] arzularının, emellerinin muhassalasından [bileşkesinden] ibarettir. Binaenaleyh [dolayısıyla] benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.”

Müşarünileyh [adı geçen], badehu [ondan sonra] minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat tarafından irat edilen [sorulan] yirmiyi mütecaviz suali [yirmiden fazla soruyu] tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale [soruya] cevaben demişlerdir ki:

“Hutbeler hakkında irat edilen sualden [sorulan sorudan] anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi [fikri hissiyatı] ve lisanıyla ve ihtiyacat-ı medeniye [medeni ihtiyaçlar] ile mütenasip [uyumlu] görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa [insanlara] hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım mefhum [kavram] ve manalar istihraç edilmemelidir [çıkarılmamalıdır]. Hutbeyi irat eden [söyleyen], hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi [söylerlerdi]. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamber’in, gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] söylediği şeyler, o günün meseleleridir; o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır [toplumsal hususlarıdır]. Ümmet-i İslamiye [İslam ümmeti] tekessür [çoğalmaya] ve memalik-i İslamiye [İslam memleketleri] tevsie [genişlemeye] başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine [söylemelerine] imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa [bildirmeye] birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesa [reisler] idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir [aydınlatmak] ve irşat [uyarmak] için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-ı umumiyeden [genel durumdan] haberdar etmek, son derecede haiz-i ehemmiyettir [ehemmiyetlidir].

Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette [faaliyet halinde] bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat[icapları]nıza ve ihtiyaçlarınıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin tenvir ve irşadıdır [aydınlatılması ve uyarılmasıdır], başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hatibanın [hatiplerin] her halde nasın [insanların] kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki: “Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz [feyiz kaynağı], bir menba-ı nur [nur kaynağı] olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniye ve ilmiyeye [fenni ve ilmi hakikatlere] mutabık [uygun] olması lazımdır. Hatibay-ı kiramın [değerli hatiplerin] ahval-i siyasiye [siyasi ahvali], ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi [toplumsal ve medeni ahvali] her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat [telkinler] verilmiş olur. Binaenaleyh [dolayısıyla] hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana mutabık [zamanın icaplarına uygun] olmalıdır ve olacaktır.”

Badehu [ondan sonra] hilafet hakkındaki suale [soruya] nakl-i kelam ederek [sözü getirerek] yalnız Türkiya değil, bütün âlem-i İslam’a [İslam âlemine] ait olan bu makama vazife ve salahiyet vermek, Türkiya devletinin salahiyeti haricinde ve fevkinde [üzerinde] olduğunu beyandan sonra demişlerdir ki:

“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından [bitişinden] sonra bir Türkiya devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil [bağımsız] ve Müslümandır. Yeni Türkiya devletini milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] Türkiya Büyük Millet Meclisi idare eder. Bu şerait[şartlar] dâhilinde halifeye, yalnız Türkiya devleti nam ve hesabına kanun-ı mahsusla [özel kanunla] verilmiş olduğundan başka bir hak ve salahiyet verilmek icap ederse, milletin hâkimiyeti takit edilmiş [kısıtlanmış] ve bilnetice [neticede] bu hâkimiyet inkısama uğratılmış [parçalanmış] olur ki, bu, eski halin avdetinden [dönmesinden] başka bir şey olamaz.”

Müteakiben Lozan Konferansı hakkında irat edilen suale [sorulan soruya] geçerek şu sözleri söylemişlerdir:

“Mamafih [ne yazık ki], adli, mali kapitülasyonlar mesailinde [meselelerinde] muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişlerdir [değiştirmemişlerdir]. Bu mesailde [meselelerde] İtalyanlar ve bilhassa Fransızlar müşkülat ihdas etmişlerdir [çıkarmışlardır]. Bu iki sebepten dolayı Lozan Konferansı’nın mesai-i ciddiyesi [ciddi mesaisi] tevkif etmiştir [durmuştur]. İtilaf devletleri heyet-i murahhasları [delege heyetleri], hükümetleriyle temasta bulunmak üzere Lozan’dan müfarekat etmişlerdir [ayrılmışlardır]. Bizim heyet-i murahhasımızın [delege heyetimizin] da hükümet ve Büyük Millet Meclisi ile müşavere etmek üzere gelmesi memuldür [muhtemeldir]. Biliyorsunuz ki, Lozan’da İtilaf heyet-i murahhası [delege heyeti] aylardan beri devam eden mesaiden sonra bize bir sulh [barış] projesi vermişlerdir. Bu proje kapitülasyonlar hakkında ihtiva ettiği mevaddan [maddelerden] dolayı milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir [kabul edilemez]. Kapitülasyonlar bir devleti behemehâl [mutlaka] münkariz eder [bitirir]. Devlet-i Osmaniye [Osmanlı devleti] ile Hindistan Türk ve İslam imparatorlukları bunun en büyük delilidir. Efendiler, biz hukuk-ı meşru ve hayatımızı [meşru ve hayati haklarımızı] dünyay-ı medeniyet ve insaniyete [medeniyet ve insaniyet dünyasına] tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz. Bunu tasdik ve teslim ettirmek için icap eden her türlü tedbirlere tevessülde [girişmekte] tereddüt göstermeyeceğiz. Milletin irade-i hakikiyesinin [hakiki iradesinin] bu merkezde olduğuna kaniyim.” (Hay hay sesleri)

Badehu [Ondan sonra] Düyunu Umumiye’nin Türkiya’dan ayrılacak mahallere taksim olunduktan sonra tanınacağından ve rejinin şu veya bu şekilde olmasının her zaman kabil-i tezekkür olduğundan [konuşulabileceğinden], ticarete, ziraate ve sanayiye fevkalade ehemmiyet verilmek icap ettiğinden, kadınların hayat-ı içtimaiyemizde [toplumsal hayatımızda] erkekler derecesinde sahib-i hak [hak sahibi] olması lazım geldiğinden bahsetmişler ve Halk Fırkası hakkındaki soruya aşağıdaki cevabı vermişlerdir:

“Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, memalik-i sairede [diğer memleketlerde], fırkalar behemehâl [mutlaka] iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatını muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fırkaya mukabil [karşılık] diğer bir sınıfın menfaatını muhafaza maksadıyla başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hâlbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dâhildir. Bir defa halkımızı gözden geçirelim: Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyet-i azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varid-i hatır olur [hatıra gelir]. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir [sahiptir]? Bu arazinin miktarı nedir? Tedkit edilirse [incelenirse] görülür ki, memleketimizin vüsatına [genişliğine] nazaran hiç kimse büyük araziye malik [sahip] değildir. Binaenaleyh [dolayısıyla] bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccaran [tüccarlar] gelir. Bittabi bunların menfaatlarını, hal ve atilerini [bugünlerini ve geleceklerini] temin ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi tüccarların bulunduğu varid-i hatır olabilir [hatıra gelebilir]. Hâlbuki bizim memleketimizde büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var! Hiç. Binaenaleyh [dolayısıyla] biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur [müesseseler çok sınırlıdır]. Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Hâlbuki memleketi teali eylemek [yükseltmek] için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh [dolayısıyla] tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan ameleyi de himaye ve sıyanet [korumak] etmek icap eder. Bundan sonra münevveran [aydınlar] ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara terettüp eden [düşen] vazife, halkın içine girerek onları irşat [uyarmak] ve ilâ etmek [yükseltmek]  ve onlara terakki [ilerleme] ve temeddünde [medenileşmekte] pişva [öncü] olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh mesalik-i muhtelife erbabının [çeşitli meslekler sahiplerinin] menafi [menfaatları]  yekdiğerine memzuc [karışmış] olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyet-i umumiyesi [tamamı] halktan ibarettir.

Halk Fırkası halkımıza terbiye-i siyasiye [siyasi terbiye] vermek için bir mektep olacaktır. Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir fırka-ı siyasiye [siyasi fırka] teşkil etmemekliğimi tavsiye etmişlerdir. Filhakika [hakikaten] vazife-i milliyenin hitamında [milli vazifenin sonunda] köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattır. Bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal [elde] olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icap eder. Fakat bu hususta henüz bi-endişe [endişesiz olamam. Hiçbirinizin de bi-endişe olmamanızı tavsiye ederim. Şimdiye kadar istihsal ettiğimiz muvaffakiyetler üç dört seneye sığmayacak kadar çoktur. Her tarafta olduğu gibi bizde de yeni hareketler ve cereyanlar karşısında onu hazmedemeyen kuvvetler zuhur edebilir [ortaya çıkabilir].

Mateessüf [ne yazık ki], bu daima vardır. Nitekim bu hususta ahkâm-ı şer’iyeye muvafık [şer’i hükümlere uygun]  olmayan ve maalesef Meclis’te aza [üye] bulunan bir zat tarafından risale de yazılmıştır. Bu teşebbüs eski Osmanlı devletini iadeden başka bir şey değildir. Bunu yapan o zat, hükümet ve millet nazarında mürtecidir.

Efendiler, şunu katiyetle bilmek icap eder ki, kazanılan şey, hayat ve namustur. Buna tecavüz, hayat ve namusumuza tecavüzdür. Her ferdin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece müteyakkız [uyanık] bulunması lazımdır. İşte bu nokta-ı nazardan [bakımdan] milletin içinde bir fert olarak ve tekrar milletin intihabına [seçmesine] nail olur isem, Türkiya Büyük Millet Meclisi’nde aza sıfatıyla çalışmayı vazife telakki [kabul] ediyorum.

Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına [meydana getirmeye] kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey milli bir müessese olsun. Bu da millete terbiye-i siyasi [siyasi terbiye] vermekle olur.

Asırların bize verdiği dersten milletimizin lüzumu kadar mütenebbih [uyanmış] olduğunu görüyorum. Milletimizin evsaf-ı mahsusası [özel vasıfları] her işimizde muvaffakiyetimizin teminatıdır. Muvaffakiyetimiz bittabi vahdetle [birlikle] olacaktır. Eğer millet müşterek gayeye müştereken sarf-ı faaliyet [faaliyet sarf] ederek yürürse, behemehâl [mutlaka] muvaffak olacaktır. İşte bunları düşünerek mesai-i müstakbelede de [gelecekteki mesaide] de muvaffak olacağına kani bulunuyorum.”

Paşa Hazretleri hasbihâllerine şu suretle son vermişlerdir:

“Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar birçok yerlere uğradım. O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hemdertlerinizle aynı suretle musahabelerde [sohbetlerde] bulundum ve onların da sizin gibi memleketin hal ve atisiyle [bugünü ve geleceğiyle] fevkalade alakadar olduklarını gördüm. Sonra yine bu seyahatim esnasında ordumuzu gördüm; askerlerimiz, subaylarımız ve kumandanlarımızla temasa geldim.

Tetebbu tedkikat ve teftişatım [İnceleme ve teftişlerimin] neticesi bizi mağrur edecek bir haldedir. Çünkü vaziyetimiz çok kuvvetlidir. Memleketimiz halkında ve ordusunda gördüğüm kudret ve kabiliyet, bilhassa azim ve celadet [kahramanlık], hakkımızı behemehâl [mutlaka] istihsale [elde etmeye] kâfi ve kefildir.”

KAYNAKÇA

Hâkimiyet-i Milliye, 11 Şubat 1923, No: 736, s. 2, sütun: 1-4

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0131.pdf?sequence=131&isAllowed=y

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1959, s. 94-99

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-121

Continue Reading

Özel Günler ve Anlamları

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşması

Published

on

(1 Kasım 1938)

GİRİŞ

Türk’ü reayalıktan vatandaşlığa, saltanattan cumhuriyete kavuşturan, Türk kadınını yok sayılmaktan kurtarıp varlık sahnesine çıkaran, Göktürklerden bu yana kaybolan Türk kimliğini inşa eden Türk İstiklal Harbinin Başkumandanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, Türk İnkılabının planlayıcı ve uygulayıcı önderi ilk Cumhurbaşkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü, fani âlemden baki âleme göç edişinin 85. yıldönümünde minnet ve rahmetle anarım.

Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışa hastalığı sebebiyle katılamayan ilk Cumhurbaşkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün; 1 Kasım 1938 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Açış Konuşmasını Başbakan Celal Bayar yapmıştır.

***

Başvekil Celal Bayar (İzmir) – (Başvekil alkışlar arasında kürsüye geldiler.) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 36. maddesi hükmüne göre Cumhurreisimiz Atatürk’ten aldığım emir üzerine bu seneye ait nutuklarını okuyorum. (Alkışlar.)

Sayın Milletvekilleri,

Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlarım. . .

Geçen sene aziz Kamutayı [Türkiye Büyük Millet Meclisi] arkadaşlarıma millet ve memleket için ne gibi feyizli işler başarmak istediğimizi izah etmiştim. Bugün de bunlardan hangilerinin bu yıl içinde yapıldığını bildirmek isterim.

Sayın Arkadaşlarım,

Her şeyden evvel size kıvançla arz edeyim ki millet ve memleket geçen seneyi de tam bir huzur ve sükûn içinde yükselme ve kalkınma faaliyetiyle geçirmiştir.

Uzun yıllardan beri devam eden ve zaman zaman had bir şekil alan Tunçeli’ndeki toplu eşkıyalık hadiseleri, belirli bir program dâhilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş, o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur. (Bravo sesleri.)

Cumhuriyet’in feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyla istifade edeceklerdir.

Hususi idare ve belediyelerin bu yılki faaliyetleri geçen senelerden fazla ve daha verimli olmuştur.

İmar işlerinde belediyeleri türeli [muntazam, düzenli]  surette aydınlatmak, kılavuzlamak ve faaliyetlerini takip etmek ve denetlemek üzere merkezde bir teknik büro teşkili, yol ve yapı kanununda işlerin ve istimlak muamelelerinin süratle yürümesini temin edecek tadilat yapılması, Belediyeler Bankası’nın imar işlerinde yardımını genişletmesi, çiftçi mallarının emniyetini korumak ve zirai suçlan süratle meydana çıkarıp suçluların cezalandırılması için Yüksek Kamutay’a sunulmak üzere, birer kanun tasarısı hazırlanmıştır.

Büyük Meclis’in tasvibine arz edilmiş olan yeni nüfus kanununun kabul ve tatbiki nüfus işlerinin daha modem ve muntazam bir şekilde yürütülmesini temine hizmet edecektir.

Muhterem Arkadaşlar,

Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti kendisine verilen sağlık ve toplumsal yardım

vazifelerine, iskan ve göçmen işlerine Yüksek Meclis’in kabul buyurduğu tahsisat dahilinde başarı ile devam etmiştir.

Bu senenin ilkbaharında Orta Anadolu’da, bilhassa Kırşehir ve Yozgat havalisinde

bir kısım köylerimizi harap eden ve aziz vatandaşlarımızdan bazılarının ölümüne sebebiyet vermekle bizi çok üzen bir yer sarsıntısı olmuştu. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti ve aynı zamanda bu işle vazifelendirilen Kızılay Cemiyeti felakete uğrayan vatandaşlarımızı korumak için derhal gereken tedbirleri almışlardır. Bu sahada yapılmasına karar verilen 2114 evden bir kısmı bitmiştir. Bir kısmının da inşaatı ilerlemektedir. Bu hizmet ve mesaiyi memnuniyetle kaydederim.

Yüce Saylavlar [Milletvekilleri],

Memlekette mevcut huzur ve asayişe paralel olarak adalet cihazı da intizamla işlemektedir.

Meşhut Cürümler Kanunu’nun tatbikatından elde edilen iyi neticelerden örnek alınarak bu kanun kapsamına ağır cezalı cürümler de alınmıştır.

İnkılabımızın istikrarını teyit için yeni kanuni tedbirler alınmıştır. Bu maksatla Türk Ceza Kanunu’ndaki devletin şahsiyetiyle ve devlet kuvvetleri aleyhine alakalı cürümler daha kuvvetli müeyyidelere bağlanmıştır.

Cezaevlerinin terbiye, ıslah ve iş esaslarına göre düzeltilmesi yolundaki hayırlı faaliyetin genişletilmesi, cemiyete, doğru yoldan saparak hürriyetini kaybetmiş olan binlerce vatandaşı faydalı birer uzuv olarak kazandırmaktadır.

Sayın Milletvekilleri,

Devletin ekonomik sahadaki yapıcı ve yaptırıcı kudret ve prensibinin kapsamına ziraat işlerimizin de alınması yolunda bir numune olmak üzere hükmi şahsiyeti haiz “Ziraat İşletmeleri Kurumu” teşkil edilmiştir.

Geçen seneki nutkumuzda:

“Milli ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki, ziraatta kalkınmamıza büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yapılacak programlı ve pratik çalışmalar bu maksada ermeyi kolaylaştıracaktır. Fakat bu hayati işi isabetle amacına ulaştırmak için, ilkönce ciddi etütlere dayalı bir ziraat siyaseti tespit etmek ve onun için de her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir ziraat rejimi kurmak lazımdır” tavsiyesinde bulunmuştuk.

Buna ait etütler tamamlanmıştır.

Cumhuriyet’in on beşinci yılı, planlı, sistemli ziraat ve köy kalkınmasının başlangıcı olmalıdır.

Sayın Arkadaşlar,

Ekonomi işlerimiz normal gelişme yolunu takip etmektedir.

Bu yıl da üretimin, mübadelenin ve kredinin düzenlenmesiyle sanayileşme ve teşkilatlanma sahalarında olumlu neticeler alınmıştır.

Maden tetkik ve arama işleriyle maden işletmeleri mevcut programına göre gelişmektedir.

Dış ticaret politikamız vaziyete, milli ve milletlerarası konjonktüre uyarak, karşılıklı menfaat ve müsaadeler esasına bağlı kalmakta devam etmiştir.

İhracatın denetimi ve ihraç mallarımızın standartlanması yolundaki çalışmalar yürümekte ve hayırlı neticeler elde edilmektedir. Bu sene yeniden birtakım ihraç mallarımız daha denetlenen mallar arasına girmiştir.

Böylece ihracatımızın ve ihracatımızın itibarını yükselttiğini gördüğümüz bu usulün sahası genişletilmektedir.

Halkımızın bedii [güzel sanatlara ilişkin] kabiliyetlerini yansıtan ve her günkü ihtiyaçlarımızın büyük bir kısmını karşılayan el ve ev küçük sanatlarının Cumhuriyet rejiminde layık olduğu mertebeye yükseltilmesi icap eder. Bunun için teşvikler yapılmasını ve bu konudaki tasarının bir an evvel müzakeresini tavsiyeye değer bulurum.

Geçen toplantı devresinde Yüksek Meclis’in kabul buyurduğu “sermayesinin tamamı devlet tarafından verilmek suretiyle kurulan iktisadi teşekküllerin teşkilatıyla idare ve denetimleri” hakkındaki kanunun tatbiki için teşkilata başlanmıştır.

Memleketin muhtelif yerlerinde kredi ve satış kooperatiflerinin ve birliklerinin kurulmasına devam edilmiştir. Bu cümleden olarak Karadeniz mıntıkasında fındık mahsulümüz için beş kooperatif ve bunlar için merkezi Giresun’da olmak üzere bir birlik teşkil olunmuştur.

Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına muhtaç oldukları kredileri temin etmek üzere Halk Bankası ve halk sandıkları kurulmuştur.

Kredinin normal şartlar altında ucuzlatılmasının ekonomik alandaki mühim tesiri malumdur. Büyük Millet Meclisi’nin kabul buyurduğu kanun ile faiz hadlerinin indirilmesini memnuniyetle karşılarım.

Büyük Millet Meclisi Denizbank’ı kurmakla çok isabetli bir harekette bulunmuştur. Birinci beş senelik sanayi planımız muvaffakiyetle bitmek üzeredir. Buna ilaveten üç senelik bir maden işletme programı tanzim edilmiş ve tatbikine başlanmıştır. Bu üç senelik maden programının büyük bir kısmını içine almak ve şeker sanayiini de genişletmek suretiyle makine, kimya, gıda maddeleri, toprak ve su mahsulleri, ev yakacağı sanayiiyle l iman inşasını ve nakliye vasıtalarının çoğaltılmasını ve deniz işleri için duyduğumuz ihtiyaçları ihtiva ve ifade eden dört senelik üç numaralı yeni bir program yapılmış ve ilan edilmiştir.  Bu plan için sarf olunacak para 85 ila 90 milyon lira arasında tahmin edilmektedir. Buna ait kredinin temin edildiği malumdur.

Memleket için faydalı olan her teşebbüsü yüksek bir vatanseverlik duygusuyla destekleyen ve himaye eden değerli Kamutay’ın bu planı da desteğine mazhar kılacağından şüphe etmiyorum.

Muhterem Milletvekilleri,

Memleketin imarı ve kalkınması yolunda çok mühim vazifeler alan Cumhuriyet nafıasının bu yıl içindeki çalışmalarının azami randıman vermiş olduğunu görmekteyim.

Geçide açılan büyük köprülerin bu yıl 115’e ulaştığını kayıt ve adetlerinin ihtiyaçla orantılı olarak süratle çoğaltılmasını temenni ederim.

İstanbul’dan başlayan Avrupa turistik asfalt yolunun birinci kısmı tamamlanmıştır. Ve son kısımlarının inşaatına devam edilmektedir.

Memleketin umumi su siyasetinin büyük ehemmiyeti üzerinde durmaktayız. Geçen devrede kabul buyurduğunuz bir kanunla Adana ovasının sulama işlerine hız verilmiş olmasını memnuniyetle kaydederim. Diğer su işlerimiz de program dâhilinde yürümektedir.

Geçen sene yapılmasına başlandığını bildirdiğim radyo merkezi stüdyosu tamamlanmıştır.

Şirketlerden elimize geçen demiryollarının ıslahına ve çekici ve çekilen araçların her türlü ihtiyaca cevap verecek surette tamamlanmasına çalışılmaktadır.

Memlekette nakliye hacmi artmaktadır. Muhtelif malların sevkini kolaylıkla temin etmek için yeni nakliye vasıtaları sipariş edilmiş ve üç numaralı programda da bu hususa ayrıca yer verilmiştir.

Geçen yıl Divriği’ye ulaştığını gördüğümüz demiryolunun bu yıl Erzincan’a vardığını ve önümüzdeki yıl içinde de Erzurum şehrine ulaşacağını kıvançla müjdelerim.

Arkadaşlar,

Maliyemiz denk bütçe, sağlam ödeme, vergi sistemlerini mükellef lehine ıslah ve hafifletme ve milli paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik etmektedir.

Halkın ve çiftçinin vergi yükünü hafifletmek yolunda öteden beri güdülen prensibin imkân nispetinde tatbikine bu yıl da devam edilmiştir.

Kazanç ve denge vergilerinde yünlü ve pamuklu kumaşların tüketim vergisinde ve hayvan vergilerinde indirmeler yapılmış, hayvan vergisinin at ve katıra ait kısmıyla tıbbi ve ispençiyari [eczacılık] maddelerin tüketim vergisi tamamen kaldırılmıştır.

Bir kısım vergilerde yapılan mühim indirmelere rağmen tahsilat tahmin olunan gelirden geçen sene de 29 milyon fazlalık göstermiştir.

Bu seneki tahsilatın da tahminlerden ziyade olacağı umulmaktadır.

Ekonomik sahadaki gelişmeyle orantılı olarak daima bütçe tahminlerini aşan devlet gelirinin devamlı artışı, bir taraftan vergi indirmelerini belirli bir program dairesinde tahakkuk ettirmeye, diğer taraftan muhtelif sahalarda verimli işlere ve milli müdafaa hizmetlerine daha çok pay ayırmaya imkân vermektedir.

Teşviki Sanayi Kanunu’ndan istifade eden müesseselere hariçten getirdikleri hammaddelerle makine, alet ve edevat için verilmiş olan gümrük muafiyeti kaldırılarak zikrolunan kanundan istifade eden ve etmeyen bütün sanayi erbabını kapsamak üzere bu nevi hammaddelerle makine, alet ve edevatın gümrük vergilerinin cüzi bir hadde indirilmesi ve makine alet ve edevatı için muamele vergisi muafiyetinin kabul edilmesi memleket sanayii üzerinde hayırlı neticeler verecek bir tedbir olmuştur.

Bir kısım vergilerimizin tarh ve cibayet usullerinin ıslahı ve tatbikatta sadelik ve

birlik temini maksadıyla hazırlanarak Yüksek Kamutay’a sunulan layihanın bir an evvel çıkarılmasını temenniye değer bulurum.

Sayın Arkadaşlarım,

İnhisarlar İdaresi [tekel] kurumlarının mali monopol [mali tekel], ticari teşekkül ve mali valorizasyon [değerini artırma, değerlendirme] kurumu karakterini kazanması için icap eden esaslı tedbirler alınmakta ve semereleri de elde edilmektedir.

Çok kıymetli ve nefis mahsullerimizden biri olan tütünün ziraat usullerini düzeltmek, ziraatçıları, mahsulünü işletmek ve değer fiyatıyla satmak bakımından aydınlatmak ve korumak, tütünlerimizi dünya piyasalarına daha çok tanıtarak ihracatını azami hadde çıkarmak yolundaki gayretler iyi neticeler vermektedir.

Diğer tekel maddelerinin üretim ve tüketiminde de gelişmeler görülmektedir.

Sevgili Arkadaşlarım,

Yüksek tahsil gençlerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi milli şuurlu ve modem kültürlü olarak yetiştirmek için, İstanbul Üniversitesi’nin gelişmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Şark Üniversitesi’nin yapılan etütlerle tespit edilmiş olan esaslar dairesinde Van Gölü civarında kurulması mesaisine hızla ve önemle devam edilmektedir.

Geçen sene tecrübelerinin ümit verici mahiyette olduğunu kaydettiğim eğitmen okulları çok iyi neticeler vermiş ve eğitim kadrosuna bu yıl 1500 kişi daha ilave edilmiştir. Önümüzdeki yıllar içinde bu miktarın artırılacağı şüphesizdir.

Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları takdire layık kıymet ve mahiyet arz etmektedir. Tarih tezimizi reddedilmez delil ve vesikalarla ilim dünyasına tanıtan Tarih Kurumu, memleketin muhtelif yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve milletlerarası toplantılara muvaffakiyetle iştirak ederek yaptığı tebliğlerle yabancı uzmanların alaka ve takdirlerini kazanmıştır.

Dil Kurumu, en güzel ve feyizli bir iş olarak, türlü ilimlere ait Türkçe terimleri tespit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır.

Bu yıl okullarımızda eğitimin Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hadise olarak kaydetmek isterim.

Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için

Yüksek Kamutay’ın kabul ettiği Beden Terbiyesi Kanunu’nun tatbikine geçildiğini görmekle memnunum.

Muhterem Arkadaşlarım,

Vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp, en geniş ve hakiki manasıyla bir barış etkeni ve bir eğitim ve öğretim ocağı olan yenilmez ordumuzun, geçen sene de işaret ve izah ettiğim gibi, son sistem silah ve motorlu vasıtalarla cihazlandırılması yolundaki çalışmalara hız verilmiştir. (Bravo sesleri, şiddetli alkışlar.)

Geçen sene, Büyük Kamutay’ın kabul buyurduğu tahsisat üzerine bir genel silahlanma programı yapılmıştır. Tatbikatı ilerlemektedir.

Deniz kuvvetlerimizin takviyesi için lüzumlu olan harp gemilerimizin küçük bir kısmı sipariş edilmiştir. Büyük bir kısmı da sipariş edilmek üzeredir. (Alkışlar.)

Bu doğrultuda mevcut gemilerimizin daha mükemmel bir hale konulması için tertibat alınmaktadır.

Bu sene Gölcük harp tersanemizin inşasına başlanacaktır.

Hava programımız önemle tatbik olunmaktadır. Şanlı adını andıkça gönül ferahı

ve sonsuz gurur duyduğumuz kıymetli ordumuz, bu yaz doğu bölgesinde tabiatın en çetin ve haşin şartlan içinde yaptığı manevralarda her gün artan kudret ve kabiliyetini bir kere daha göstermiştir. (Şiddetli alkışlar.)

Çok değerli komutan ve subaylarımızla kahraman erlerimizi huzurunuzda iftihar ve takdirle selamlarım. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar.)

Sayın Milletvekilleri,

Harici siyasetimizin son sene zarfındaki gelişmesi geçen sene ana vasıflarını çizmiş olduğum esaslar dairesinde cereyan etmiştir.

Son aylar zarfında barış çetin bir imtihan geçirdi. Şimdi ne kadar süreceğini ancak daha bir müddet sonra anlayabileceğimiz yeni bir sükûn devresi içindeyiz.

Barış, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince, daimi bir ihtimam ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.

Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her sahada her türlü ihtimallere karşı koyabilecek bir halde bulundurmak ve dünya hadiselerinin bütün safhalarını büyük bir teyakkuzla takip etmek, barışsever siyasetimizin dayandığı esasların başlıcasıdır. (Bravo sesleri, alkışlar.)

Milletlerin emniyeti ya iki taraflı veyahut çok taraflı genel müşterek anlaşmalarla, uzlaşmalarla temin edilebilir diye mutlak mahiyette ortaya atılan ve her biri diğerlerine zıt sayılan prensipler barışın muhafazası işinde bizim için kati ve isabetli değildir ve olamaz. (Bravo sesleri.) Bunların her birini coğrafi ve siyasi icap ve vaziyetlere göre kullanarak barış yolundaki ihtimamı realitelere uydurmak her millet için ayrı ayrı bir vazifedir.

Cumhuriyet hükümeti bu hakikati görmüş, tatbik etmiş, en yakın komşularıyla olduğu kadar en uzak devletlerle olan münasebetlerini, dostluklarını, ittifaklarını ona göre tanzim etmeyi bilmiş ve bu sayede harici siyasetimizi sağlam esaslara dayandırmıştır. (Alkışlar.)

Balkan siyaseti, Balkanlar’ın ayrı ve müşterek menfaatlarının en açık bir ifadesi, Balkan milletlerinin her birinin ayrı ayrı kuvvetleşmesi de barış yolundaki dinamik anlayış tarzının fiili bir misalidir.

Burada memnuniyetle kaydetmek istediğim bir hadise, Balkan milletlerini birbirine büsbütün yakınlaştırmakta kuvvetli etken olmuştur ve yarın için de ümitler vaat eden bir eserdir. Selanik’te Balkan Antlaşması devletleri namına Konsey Reisi ve Muhterem Yunan Başvekili General Metaksas ile Sayın Bulgar Başvekili Mösyö Köseivanof arasında imza edilmiş olan anlaşmadan bahsetmek istediğim anlaşılmıştır. Bu anlaşma da barış yolundaki devamlı gayretlerimizin ve Balkan devletlerinin takip edegeldikleri salim politikanın hayırlı bir tecellisidir. (Bravo sesleri.)

Yine ayrı realiteler, aynı dinamizm ve aynı yüksek gayeler, Sadabad akitlerinin maziden miras kalan hurafeleri nasıl bir hamlede yıkarak, münasebetlerini yeni ve doğurgan esaslara dayandırmayı bildiklerini göstermiştir.

Türkiye’nin diğer devletlerle olan münasebetleri geçen sene açık olarak gösterdiğim yolda dostane gelişmesini takip ederek ilerlemekte bulunuyor.

Hatay meselesinin son sene zarfında geçirmiş olduğu safhalar malumunuzdur. Bu milli davayı bir Türk-Fransız dostane anlaşmasıyla halletmek yolundaki mesai muvaffakiyete erdi. Türk ve Fransız askerlerinin geçici ve müşterek işgali bu anlaşmanın bariz tezahürü oldu. Bu sayede sükûn yerleşti ve seçimler tamamlandı. Nihayet Hatay, Millet Meclisi’ne ve bağımsızlığına kavuştu. (Bravo sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar.) Bağımsız Hatay devleti bugün inzibat kuvvetlerini tanzim eylemek ve memleketin dâhili emniyetini de kendi vasıtalarıyla temin etmekle meşguldür. Bunun da yakında başarılacağını ümit ediyoruz.

Geçen sene “Yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin dilediğimiz yolda gelişmesine, Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi esaslı bir ölçü ve etken olacaktır” demiştim. Hakikaten, Hatay işindeki Türk-Fransız anlaşması, iki devlet arasındaki münasebetleri çok dostane bir duruma getirmiştir. Hatay işinde elde edilen neticelerin istikrarının Türk-Fransız dostluğunun da gelişme ve billurlaşmasına bir esas teşkil edeceği kanaatindeyim.

Cumhuriyet hükûmeti, geçen seneden beri muhtelif devletlerle iktisadi münasebetlerini tanzim eden mukavele ve anlaşmalar imza etmiş bulunuyor.

Bu doğrultuda İngiltere hükûmetiyle yapılan ticaret anlaşması ve aynı zamanda 16 milyon İngiliz liralık bir ticaret ve silahlanma kredisi mukavelesini zikretmek isterim ki, esasen bununla alakalı kanun yüksek tasdikinize sunulmuştur.

Birkaç gün evvel memleketimizi ziyaret eden Almanya’nın mümtaz İktisat Nazırı

Bay Funk ile 150 milyon marklık bir kredinin esaslarında mutabakat hâsıl oldu. Teferruat yakında iki hükûmeti arasında tespit edilecektir.

Bu kredi anlaşmalarını memleketimizin mali itibarına karşı gösterilen ciddi emniyetin ve harici siyasetimizdeki dürüst hareketin bir tecellisi olarak kabul etmek lazım gelir. (Bravo sesleri.)

Hükûmetin yaptığı mukaveleler arasında hukuki sahada muhtelif anlaşmalar mevcut olduğu gibi, bağımsızlığına kavuşan dost Mısır devletiyle yapılan bir de dostluk, ikamet ve tabiiyet mukavelenamesi mevcut bulunmaktadır.

Büyük komşu ve dostumuz Sovyet İttihadı Cumhuriyeti’yle geçen yıl içinde yeni bir sınır mukavelesi imza edilerek iki memleketin sınır münasebetleri bu suretle iki taraf tecrübelerinin gösterdiği salim esaslara bağlanmıştır. Bu mukavelenin yakında yürürlüğe konulması beklenilmektedir.

Yine geçen yıl içinde İtalya hükûmeti Montrö’de imza edilen ve kendi iştirakine açık bırakılan Boğazlar Mukavelesi’ne katılmış ve bu komşu büyük memleketin bize karşı olan bu dostane hareketi memleketimizin de aynı dostane hissiyatıyla karşılanmıştır.

Büyük Kamutay, şimdiye kadar olduğu gibi bütün işlerinizde başarılar dilerim.

(Şiddetli ve sürekli alkışlar.)

KAYNAKÇA

 T. B. M. M. Zabıt Ceridesi, 01.11.1938, Cilt: 27, Devre: V, İçtima: 4, s. 3-7

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d05/c027/tbmm05027001.pdf

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 30 (1937-1938), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s. 312-320

Continue Reading

En Çok Okunanlar