Connect with us

Tarihi Konuşmalar

HAFIZ YAŞAR OKUR’DAN: KADİR GECESİ MÜNASEBETİYLE 3 ŞUBAT 1932’DE AYASOFYA CAMİİNDE MEVLİD

Published

on

GİRİŞ

TBMM’nin 21 Şubat 1925 tarihli oturumunda Diyanet İşleri Başkanlığının bütçesi görüşülürken, “hatalı Kur’an çevirilerinin yayınlandığı ve mevcut Türkçe tefsirlerin yetersiz kaldığı” gerekçesiyle “Kur’an-ı Kerim ve Hadislerin Devlet Tarafından Türkçe’ye Çevriltilmesi” konusu gündeme getirilmiştir.

Eskişehir Milletvekili Abdullah Azmi Efendi [TORUN], söz alarak, her önüne gelenin Kur’an-ı Kerim’i tercüme etmeye kalkıştığını, güvenilirliği açısından bu işin, Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde kurulacak bir komisyonca yapılması gerekliliğini vurgulayarak bu konuda arkadaşlarıyla birlikte hazırladığı 53 imzalı bir teklifi Meclis Başkanlığına sunmuştur. [1]

Teklifte; eksik ve hatalı Kur’an-ı Kerim çevirilerinin yayımlandığı, mevcut Türkçe tefsirlerin de Kur’an’ın ifade ettiği ince manaları ifadede yetersiz kaldığı konuları gerekçe gösterilerek, uzmanlardan teşkil edilecek bir bilim heyeti tarafından Kur’an-ı Kerim ‘in dilimize tercüme ve Türkçe tefsirlerinin yapılması ve ayrıca gerekli görülen İslami eserlerin telif, tercüme edilmesi, İslamiyet aleyhindeki yabancı yayınlara karşılık vermek üzere dini yayın faaliyetinde bulunulması dile getirildikten sonra, teklif edilen yayınların yapılması için de Diyanet İşleri Başkanlığı bütçesine 20.000 TL. (yirmi bin lira) bir ek ödeneğin konması istenmektedir.

Görüşmeler sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde “Dini Yayın Heyeti” kurulmasının reddedilmiş, “Kur’an-ı Kerim ve Ahadis-i Şerif Türkçe tercüme ve tefsiri hey’et-i mütehassısası ücret ve masrafı olarak 20.000 TL ödenek ayrılması” kabul edilmiştir.

TBMM’nin almış olduğu bu tarihi kararla, İslam’ın iki temel kaynağının Türk halkı tarafından daha iyi anlaşılması yönünde ilk adım atılmıştır. Bu kapsamda, ilk önce Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesi görevini Mehmet Akif ERSOY’a vermiştir. Mehmet Akif Bey, tercümeleri yazarken, Elmalılı M. Hamdi YAZIR da tefsirini yapacaktır. Bu amaçla, her ikisine l000’er TL avans verilmiştir. Ancak Mehmet Akif ERSOY daha sonra bu işten çekilmiş, bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı tercüme ve tefsir işini M. Hamdi YAZIR’a vermiştir.

Prof. Dr. Kamil MİRAS, Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi‘nin 4. cildinin önsözünde, “Şimdi vesile-i şükran olmak üzere asıl kaydedilmesi milli ve dini bir vecibe olan bir cihet kalmıştır ki, o da bu eserin her şeyden evvel Büyük Meclis’in zade-i ilhamı olarak milletimize sunulan bir fazilet armağanı olmasıdır. Bu sebeple Yüce Meclisimize ali muvaffakiyetler dilerken, Türk Milleti’nin büyük başbuğu Atatürk’ü derin saygılarla selamlarım. “demektedir.

M. Hamdi YAZIR’ın hazırladığı Hak Dini Kur ‘an Dili Yeni Mealli Türkçe Tefsir adlı 9 ciltlik meal ve tefsir; Ahmet Naim ve Prof. Dr. Kamil MİRAS’ın hazırladıkları Sahih-i Buhari Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi adlı 12 ciltlik Hadis tercümesi ortaya çıkmıştır.

Dini lüzumlu bir kurum olarak kabul eden Gazi Mustafa Kemal, kendi ifadesiyle “din oyunu aktörlerinin” meydanı boş bulmamaları, halkın saf dinlerini öğrenmeleri için hevesle ve bıkıp yorulmadan çalışmalarını sürdürmüştür. Kur’an-ı Kerim ve Hadislerin devlet eliyle Türkçe’ye çevirilmesiç çalışmalarının sonuçlandırılmak üzere olduğu günlerde, 1932 yılı Ramazan’ının ilk günlerinde Gazi Mustafa Kemal, Beşiktaşlı Hafız Rıza, Hafız Sadettin Kaynak, Sultan Selimli Rıza, Süleymaniye Camii Baş Müezzini Kemal, Hafız Yaşar Okur, Hafız Burhan, Beylerbeyli Fahri, Muallim Nuri ve Zeki gibi İstanbul’un ünlü hafızlarını Dolmabahçe Sarayı’na davet etmiştir. Davetin sebebi hafızlara camilerde Kur’an’ın aslını okuduktan sonra Türkçe çevirilerini okutmaktır. Ona göre halk, böylece dinini kaynağından öğrenecektir. [2]

Gazi Mustafa Kemal, bu konudaki ilk uygulamayı da 22 Ocak 1932 tarihinde, on beş yıl yanından ayırmadığı Hafız Yaşar Okur’a [3] İstanbul Yerebatan Camiinde yaptırır.

Hafız Yaşar’ dan başka diğer hafızlar da İstanbul’un değişik camilerinde ayetlerin aslını okuduktan sonra Türkçe çevirilerini okumuşlardır. Bu konuda en görkemli dini tören, Kadir gecesi dolayısıyla 3 Şubat 1932 tarihinde Ayasofya Camiinde gerçekleştirilmiştir.

Aşağıda, “Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl. Dinî Hatıralar, Sabah Yayınları, İstanbul, 1962, s. 19-23” künyeli eserden “AYA SOFYA CAMİİNDEKİ BÜYÜK MEVLİD” adlı bölüm sunulmuştur.

—***—

AYA SOFYA CAMİİNDEKİ BÜYÜK MEVLİD

Yere Batan Camiinde okunan Yasin tercümesinden sonra Atatürk, beni huzurlarına çağırdılar, dediler ki:

“— Dinî merasim güzel olmuş, tebrik ederim. Halk büyük rağbet göstermiş. Cami küçük olduğu için fazla izdiham olmuş. Ayni merasimi Cuma günü Sultan Ahmet Camiinde de tekrarlayınız.

Bu direktifleri üzerine gereken hazırlıklar yapıldı. Cuma günü öğle namazından bir saat evvel dokuz hafızdan mürekkep bir heyet Sultan Ahmet Camiinde toplandılar. Camiin içinde ve dışında on bin kişiden fazla cemaat vardı. Fatih Camii hatibi Hafız Şevket Efendi tarafından bir hutbe okundu. Sonra Cuma namazı kılındı ve tekbir alınmaya başlandı. Cemaati teşkil eden on bin kişi tekbire iştirâk etti. On bin hançerenin ilâhı bir vecd içinde aldığı tekbirler pek ulvî bir manzara arzediyordu.

Tekbir bittikten sonra Kur ân-ı Kerîm’in bazı s  ûrelerinin Türkçe tercümeleri okundu. Mevlidi müteakip bir dua ile dinî merasim hitam buldu.

O akşam merasimin tafsilâtım Atatürk’e arz ettim. Halkın merasime karşı gösterdiği alâkadan çok memnun kaldılar. Aynı merasimin Kadir Gecesi Aya Sofya Camiinde de yapılmasını emir ettiler.

Aya Sofya Camiinde okunacak Mevlid, Türkiyede ilk defa radyo ile yayınlanacaktı. 1932 senesi Ramazanının yirmi altıncı gecesi okunacak bu Mevlid İçin bütün hazırlıklar tamamlandı.

Akşam namazından sonra kapılar kapatıldı. İçerde ve dış avluda benzerine az rastlanan bir kalabalık vardı.

Ancak polisin yardımiyle müezzin mahfiline kadar gidebildik. Teravih namazını Hacı Faik Efendi kıldırdı. Namaz arasında İlâhî ve âyin-i şerif okundu. Hoparlörler camiin her tarafına konulmuştu. Bu dinî merasim Türkiye’den ilk defa radyo ile bütün dünyaya yayılıyordu.

Sıra Mevlide geldi. Yirmi hafızın iştirakiyle okunan Mevlid pek muhteşem ve ulvî oldu. Perde perde yükselen bu İlâhî nağmeler Aya Sofya Camiinin cidarlarından Türkiye sathına ve bütün dünyaya yayılıyordu. Cemaat sanki büyülenmiş, gaşyolmuştu. Hele muazzam cemaatin de iştirak ettiği o tekbir sadaları, insana havalanacakmış gibi bir hafiflik hissi veriyordu. Bu ulvî ve İlâhî nağmeleri Atatürk de radyosu başında dinliyorlardı.

Ertesi akşam huzuruna çağıran Atatürk bana şunları söyledi:

“— Dinî merasimi radyodan takip ettim. Çok memnun ve mütehassis oldum. Arkadaşlarınız Hafız beyleri yarın akşam saraya iftara dâvet ediyorum. Kendilerini haberdar ediniz.

Atamın bu baha biçilmez iltifatları hayatımın en büyük mânevi servetidir.

Ertesi akşam hafızlar saraya geldi. Üst katta muazzam ve mükellef bir iftar sofrası hazırlanmıştı. Atatürk de sofrada bizimle beraber iftar etmek lütfunda bulundular. İftardan sonra hafızlara ayrı ayrı Kur’an okuttular. Hepsi teker teker iltifatlarına mazhar oldular. Huzurlarından ayrılırken hafızları Ser Yâver Beyin odasına götürmekliğimi emrettiler. Orada hafızlara iki yüzer lira ihsanda bulunuldu. Sonra yine Atatürk’ün emriyle hafızlar otomobillerle evlerine kadar götürüldüler. [4]

DİPNOTLAR

[1] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 21.02.1341 (1925), Devre: II, Cilt: 14, İçtima Senesi: II, s. 210-227

[2] Ali SARIKOYUNCU, Atatürk Din ve Din Adamları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2007, s. 99-101

[3] https://islamansiklopedisi.org.tr/okur-yasar

[4] Hafız Yaşar Okur, Atatürk’le On Beş Yıl. Dinî Hatıralar, Sabah Yayınları, İstanbul 1962, s. 19-23

http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/cumhuriyet//cumhuriyet_1932/cumhuriyet_1932_subat_/cumhuriyet_1932_subat_4_.pdf

http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/milliyet//milliyet_1932/milliyet_1932_subat_/milliyet_1932_subat_4_.pdf

http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/son%20posta/son%20posta_1932/son%20posta_1932_subat_/son%20posta_1932_subat_4_.pdf

http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/GAZETE/vakit/vakit_1932/vakit_1932_subat_/vakit_1932_subat_4_.pdf

Özel Günler ve Anlamları

Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)

Published

on

GİRİŞ

Kastamonu’dan gelen ve Kastamonu Valisi Fatin, Şurayı Devlet üyesinden Hüsnü, Tüccar Mehmet Al, Ticaret Odası Başkanı Hacı Mehmet Rıza, Encümeni Vilayet üyesi Sabri, Türk Ocağı üyesi Tatlızade Emin ve Açıksöz Gazetesi müdürü Hüsnü beyler ile Muallimler Birliği temsilcisinden oluşan heyet, 11 Ağustos 1925’te Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilmiştir. Gazi, heyetin Kastamonu’ya davetini kabul etmiştir.

23 Ağustos günü Ankara’dan hareket eden Gazi ve maiyeti, Kalecik kazasını ve Kalecik Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak’ta bir süre dinlendikten sonra, başı açık olarak halkın karşısına çıkmış ve halkın dertlerini dinleyen Gazi, Ocağa gelenler ile başı açık olarak içeriye girmişlerdir. Bu durum şapka inkılabının habercisi olarak kabul edilmiştir.

23 Ağustos 1925’te Kastamonu’ya gelen Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı karşılayan heyetler arasında Kastamonu Türk Ocağı heyeti de bulunmaktadır.

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 23-31 Ağustos 1925 tarihleri arasındaki Kastamonu Seyahati, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 23, 24, 27,28, 30, 31 Ağustos 1925, 1 ve 2 Eylül 1925 tarihli sayılarında yayımlanmıştır. Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 1 Eylül 1925 tarihli sayısında Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Kastamonu Seyahatinin Kastamonu Halk Fırkasını Ziyareti bölümü araştırmacı tarafından çevrilerek aşağıda sunulmuştur.

***

KASTAMONU HALKI ARASINDA BÜYÜK MÜNCİ [KURTARICI]

Reisicumhurumuz münevver [aydın] ve müteceddit [yenilenen, yenileşen] Kastamonu halkının yine kendi mümessilleri tarafından başka şekilde gösterildiğini açıkça izah eylemiştir.

Kastamonu: 31 [Ağustos 1925] (A. A.) – Reisicumhur Hazretleri bugün saat altıda Kastamonu’ya avdet buyurmuşlardır. Kadın erkek binlerce halk tarafından heyecan ve samimiyetle istikbal olunmuşlardır. Gazi Paşa Hazretlerinin geçtiği yollarda bütün Kastamonu halkı aziz kurtarıcıyı bütün hararet ve heyecanıyla alkışladı. Paşa Hazretleri doğruca Türk Ocağı’nı teşrif etmişler ve Ocaklılar tarafından kemal-i hürmetle karşılanmışlardır. Ocak’ta kadın erkek iki yüze yakın Ocaklı hazır bulunuyordu. Paşa Hazretleri biraz istirahatten sonra azalar ezcümle hanımlar ile musahabette bulunmuşlar [sohbet etmişler], Ocak heyetinden Ocak binası hakkında izahat alarak:

Bütün Ocaklı kardeşleri bir arada görmek fırsatını bana bahşettiğinizden naşi [dolayı] sizlere teşekkür ederim. Ocaklılar Türk hakikatinin pişvası [öncüsü] olacaklardır.” buyurmuşlardır.

Gazi Paşa Hazretleri müteakiben Cumhuriyet Halk Fırkasını teşrif etmişlerdir. Fırkanın bahçesi hanım ve erkek binlerce halk kitlesiyle dolmuştu. Gazi Paşa Hazretlerine bina balkonunda bir mevkii mahsus ihzar edilmişti. Halk, Büyük Gazi’nin Türk milletine feyzi inkılap tebşir eden sözleri bizzat kendi ağzından işitmek için sabırsızlık gösteriyordu. Reisicumhur Hazretleri bir parça istirahatten sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Mutemedi Hüsnü Bey, Gazi Paşa Hazretlerine hitaben kısa bir nutuk irat ederek Gazi Hazretlerine senelerden beri münhasır bulunan Kastamonu halkının hissiyatına tercüman olmak istediğini beyan eylemiş, vatanın altı sene evvel düşmüş olduğu felaketengiz vaziyeti izah ve sırf Gazi’nin kudreti dâhiyanesi sayesinde vatan ve milletin yeniden hayat bulduğunu söyleyerek nutkuna şu suretle devam eylemiştir:

Altı sene memleket ümitsiz bir halde iken, karanlıklar içerisinde yüzerken Şark’tan doğan büyük güneş siz idiniz. Sizin nam-ı bülendinizi hiçbir vakit unutmayacak ve bu millet yaşadıkça sine-i fahr mübahatında sizi daima yaşatacaktır.

Müteakiben Hüsnü Bey, sultan ve halifelerin bu millete yapmış olduğu zulümleri ve fenalıkları izah ederek Kastamonuluların ve bütün milletin Cumhuriyeti muhafazaya ve tamamıyla asri bir Türkiye vücuda getirmeye kemal-i katiyetle azmetmiş olduklarına işaret ettikten sonra sözlerini şu suretle bitirmiştir:

Memleketimizde bulunduğunuz müddetçe vazife-i şükranı hakkıyla yapamadığımız için kusurlarımızı affedin. Ayrılık zamanı yaklaştığı için mahzun oluyor ve bizi şerefli ve saadetli huzurunuzdan ayırmamanızı istirham ediyoruz.  Bugün şerefli Dumlupınar Zaferi’ni huzurunuzda tesitle mesuduz. Bu zaferin büyük kahramanına bütün hemşehrilerimin nihayetsiz şükranlarını arz ve size binihaye sıhhat ve afiyetler temenni eylerim.

Reisicumhur Hazretleri mukabeleten irat buyurdukları nutukta teşekkür ve hissiyatı munzamen bir mukaddemeden sonra hasbıhallerine ber-vech-i ati [aşağıda olduğu gibi] devam buyurdular:

Meşhudatımın [gördüklerimin] en kıymetli kısmı bu güzel mıntıkanın samimi halkının çok münevver ve çok geniş ve yüksek bir zihniyet sahibi olmalarıdır. İtiraf etmeliyim ki, bu seyahatimden evvelki malumatım, meşhudatımın [gördüklerimin] hâsıl ettiği kanaatlerden çok kısa [başka] idi. Muhterem mebuslarınız Ali Rıza Bey, Mehmet Fuat Bey gibi zevat bulunmasaydı, sizi mümkün olduğu kadar olduğunuzun aksine tanıtmak için çalışanlar ezhanı teşevvüşte [zihinleri bulandırmakta] kim bilir ne kadar ileri gitmeye muvaffak olacaklardı. Asar-ı fiiliyatını [fiili eserlerini] memnuniyetle görmekte olduğum ali telakkiyatınız [yüksek anlayışınız] bittabi bir anda, bir günde tekevvün edemezdi [meydana gelemezdi]. Böyle bir iddia serdetmek [iddiada bulunmak] aynı cehalet olur. Şüphe yok, bu havalinin muhterem halkı esasen medeni tekâmülün [gelişmenin] silsile-i tabiiyesi [tabii silsilesi] üzerinde ilerlemektedir. Bugün ben o tekâmülün tabii tecelliyatının mesut bir şahidi bulunuyorum. Bu hakikatin aksini ifade ve izah ederek müceddit hatvelerinizi [yenileşme adımlarımızı] felce uğratmaya yeltenen sebük-mağzanın [beyinsizlerin] hükümlerini verirken kendi yarım yamalak ilimlerine, çürük mantıklarına, na-kâfi [yetersiz] akıllarına istinat etmiş [dayanmış] olduklarına zahip oluyorum [zannediyorum]. O zavallı hodbinler [benciller] böyle yapacaklarına halkın hiss-i selimine [sağduyusuna] müracaat etselerdi, ondan feyiz ve ilham alsalardı, kendilerini bugün şayan-ı hende [gülünecek] ve hacil [utanılacak] vaziyette bırakan bu kadar müstekreh [iğrenç] hatalara düşmezlerdi. Fakat hiss-i selimin [sağduyunun], akıl, mantık ve marifetin fevkinde [üstünde] haiz-i ehemmiyet [ehemmiyete sahip] olduğunu takdir etmek yalancı âlimlerin işine gelmez.

Arkadaşlar, milletimizin sağlam bir şuura malik [sahip] olduğuna, kahramanı olduğu büyük ve fiili asar [eserler] ve hadisattan [hadiselerden] sonra kimsenin şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Şuur, daima ileriye ve yeniliğe götürür, ricat kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileri ve teceddüte [yeniliğe] uzun hatvelerle [adımlarla] yürümeye devam edecektir. Şuura illet tarı olmadıkça [bulaşmadıkça] geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelemez. Asırlardan beri sarf olunan iğrenç çaba ve gayretler zaman zaman milleti uykuya daldırmış olmakla beraber, milletin şuurunu felce uğratmaya asla muvaffak olamamıştır. Bu hakikat, milletin bugün gösterdiği asar-ı şuur [şuurlu eserler] ile kendiliğinden sabittir. Eğer şuurda maluliyet [sakatlık, hastalık] olsaydı, onu [1]  bugünkü hayatta ihya etmek [canlandırmak] desti kudretten bile muntazır değildir [beklenemez].

Efendiler, bu millet temayül-i hakikiyesi [hakiki eğilimi] hilafında zehaplarda [zanlarda] bulunanlara iltifat etmemektedir. Bununla bilhassa bugün çok müftehirim [iftihar ediyorum]. Bundaki sırr-ı isabeti [isabet sırrını] izah için derhal arz etmeliyim ki, bizim ilham menbamız [kaynağımız] doğrudan doğruya bütün Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da olacaktır. Bütün harareti, feyzi, kuvveti, vicdanı-ı milliden [milli vicdandan] aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin hiss-i selimini [sağduyusunu] rehber ittihaz [kabul] ettikçe, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru hedeflere isal edeceğimize [ulaştıracağımıza] imanımız kavidir [kuvvetlidir].

Hakiki inkılapçılar onlardır ki, terakki [ilerleme] ve teceddüt [yenileşme] inkılabına sevk etmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki temayül-i hakikiye [hakiki eğilime] nüfuz etmesini bilirler. Bu münasebetle şunu da beyan edeyim ki, Türk milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasi ve içtimai [toplumsal] inkılapların sahib-i hakikiyesi [hakiki sahibi] kendisidir, sizsiniz. Milletimizde bu istidat ve tekâmül [kabiliyet ve gelişme, gelişme kabiliyeti] mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kifayet edemezdi [kâfi gelemezdi]. Herhangi bir vaz-ı tekâmülde [gelişme vaziyetinde] bulunan bir kitle-i beşeri [insan kitlesini] bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan düşer gibi filan mertebe-i tekâmüle [gelişme mertebesine] isal etmenin [ulaştırmanın] tabii imkânsızlığı muhtaç-ı izah [izaha muhtaç] değildir.

Efendiler! Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkâliyle [şekilleriyle] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] haline isal etmektir [kavuşturmaktır]. İnkılabatımızın [inkılaplarımızın] umde-i asliyesi [asli ilkesi] budur.

Bu noktada ısrar ile izahat verdikten sonra:

Bu hakikati kabul edemeyen zihniyetleri tarumar etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını [beynini] paslandıran, uyuşturan, bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her halde zihinlerde mevcut hurafeler kâmilen [tamamen] tard olunacaktır [kovulacaktır]. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek [nüfuz ettirmek] imkânsızdır.

Paşa Hazretleri hurafelere dair misallerle tafsilat verdiler. Türbelerden, yalancı evliyalardan bahsederek: Ölülerden istimdat etmek [yardım istemek] medeni bir heyet-i içtimaiye [toplum] için şenidir [lekedir, ayıptır]” dediler. Sonra tekyelere intikal ederek ber-vech-i ati [aşağıdaki] beyanatta bulundular:

Mevcut tarikatların gayesi, kendilerine tabi olan kimseleri dünyevi ve manevi olan hayatta mazhar-ı saadet [saadete mazhar] kılmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün şümulüyle [kapsamıyla] medeniyetin [yaydığı] mevacihe-i şule [ışık karşısında] filan ve falan şeyhin irşadıyla [yol göstericiliğiyle] saadet-i maddiye ve maneviye [maddi ve manevi saadet] arayacak kadar iptidai [ilkel] insanların Türkiye camia-ı medeniyesinde [medeni camiasında] mevcudiyetini asla kabul etmiyorum. (Şiddetli alkışlar)

Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en hakiki tarikat, tarikat-ı medeniyedir [medeniyet tarikatıdır]. (Sürekli alkışlar) Medeniyetin emir ve talep ettiğini yapmak, insan olmak için kâfidir. Rusay-ı tarikat [tarikat reisleri]  bu dediğim hakikati bütün vuzuhuyla [açıklığıyla] idrak edecek ve kendiliklerinden derhal tekyelerini kapayacak, müritlerinin artık reşit olduklarını elbette kabul edeceklerdir.

Reisicumhur Hazretleri, müteakiben [bundan sonra]:

 Arkadaşlar, huzurunuzda, mevacihe-i millette [millet karşısında] beyan-ı fikir [fikir beyan] ederken hissettiğim ve gördüğüm hususları olduğu gibi söylemeyi tarih ve vicdan karşısında vazife bilirim.

Mukaddemesiyle [sözleriyle] diğer bir zemine intikal ederek demişlerdir ki:

 Hükûmet-i Cumhuriyemizin [Cumhuriyet hükûmetimizin] bir Diyanet İşleri Riyaseti makamı vardır. Bu makama merbut [bağlı] müftü, hatip, imam gibi muvazzaf [vazifeli] birçok memurları bulunmaktadır. Bu vazifedar zevatın [vazifeli kişilerin] ilimleri, faziletleri derecesi malumdur. Ancak burada vazifedar [vazifeli] olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti iktisasında [giymekte] berdevamdırlar [devam etmektedirler]. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta ümmi olanlarına tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi cühela [cahiller], bazı yerlerde halkın mümessilleri [temsilcileri] imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa adeta bir mani teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum. Bu vaziyet ve salahiyeti kimden ve nereden almışlardır? Malum olduğuna göre, milletin mümessilleri, intihap ettikleri [seçtikleri] mebuslar ve onlardan teşekkül eden Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclis’in itimadına mazhar hükûmet-i Cumhuriyedir [Cumhuriyet hükûmetidir]. Bir de mahalli müntehip [seçilmiş] belediye reisleri ve heyetleri vardır. Millete hatırlatmak isterim ki, bu laubaliliğe müsaade etmek asla caiz değildir. Her halde sahib-i salahiyet [salahiyet sahibi] olmayan bu gibi kimselerin muvazzaf olan zevat ile aynı kisveyi taşımalarındaki mahzuru hükûmetin nazarı dikkatine vaz edeceğim [koyacağım].

Reisicumhur Hazretleri bu zemin üzerinde çok ciddi nokta-i nazarlar [görüşler] dermeyanından [ortaya koyduktan] sonra kıyafet meselesine intikal ederek buyurdular ki:

 İnebolu’da ve diğer bazı yerlerde söyledim. Bugünün meselesi gibi mütalaa edilebileceğinden [değerlendirilebileceğinden] burada da bahsetmek isterim. Her milletin olduğu gibi bizim de milli bir kıyafetimiz varmış, fakat gayr-i kabil-i inkârdır [inkâr edilemez] ki, taşıdığımız kıyafet o değildir. Hatta milli kıyafetimizin ne olduğunu bilenler içimizde azdır bile. Mesela karşımda kalabalığın içinde bir zat görüyorum. (Eliyle işaret ederek) Başında fes, fesin üstünde bir yeşil sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni bir insan, bu acayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” (Hayır, güldürmez sesleri)

Gazi Hazretleri kıyafet hakkında mufassal [tafsilatlı] izahat ve malumat vererek sözü şu neticeye getirdi:

Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini tashih edecektir [düzeltecektir]. Fen ve sıhhat nokta-i nazarından [bakımından] ameli [pratik] olmak itibariyle, her nokta-i nazardan [bakımdan] tecrübe edilmiş medeni kıyafet iktisa edecektir [giyilecektir]. Bunda tereddüte mahal yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur. Bir adam olduğumuzu, medeni insan olduğumuzu ispat etmek ve izhar [göstermek] için icap edeni yapmakta inat etmek adamlıkla kabil-i telif değildir [bağdaşmaz].

Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük vakalarla ispat etti ki, müceddit [yenilikçi] ve inkılapçı bir millettir. Son senelerden mukaddem [önce] de milletimiz müceddit [yenileşme] yolları üzerinde yürümeye, içtima-i inkılaba [toplumsal inkılaba] teşebbüs etmemiş değildir. Fakat hakiki semereler görülemedi. Bunun sebebini araştırdınız mı? Bence sebep işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır. Bu hususta açık söyleyeyim: Bir toplum, bir heyet-i içtimaiye [millet], erkek ve kadın denilen iki cins insandan mürekkeptir [meydana gelir]. Kabil midir [mümkün müdür] ki, bir kitlenin bir parçasını terakki ettirelim [ilerletelim], diğerini müsamaha [ihmal] edelim de kitlenin heyet-i umumiyesi [tamamı] mazhar-ı terakki [ilerlemeye mazhar] olabilsin? Mümkün müdür ki, bir camianın yarısı topraklara zincirlerle bağlı kaldıkça diğer kısmı semalara yükselebilsin? Şüphe yok, terakki [ilerleme] adımları, dediğim gibi iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve saha-i terakki ve teceddütte [ilerleme ve yenileşme sahasında] birlikte kat merahet [merhaleler kat] edilmek lazımdır. Böyle olursa inkılap muvaffak olur. Memnuniyetle meşhudumuz olmaktadır [görmekteyiz] ki bugünkü gidişatımız hakiki icaba takarrüp etmektedir [yaklaşmaktadır]. Her halde daha cesur olmak lüzumu aşikârdır.”

Bu husustaki cesaret ve adem-i cesaret esbap ve avamilini [cesaret ve cesaretsizliğin sebeplerini ve etkenlerini ilerleme] izah ettikten sonra derhal tashihi [düzeltilmesi]  elzem bir misal zikretti:

Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştamal veya buna mümasil [benzer] bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu tavrın mana ve medlulü [ifadesi] nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, bir millet kızı bu garip şekle, bu vahşi vaziyete girer mi? Bu hal milleti çok gülünç gösteren bir manzaradır. Derhal tashihi [düzeltilmesi] lazımdır.

Müteakiben [sonra], memlekette mevcut cemiyetlerin milleti tenvir [aydınlatmakta] ve irşatta [uyarmakta] ciddi surette alakadar olmalarını tavsiye etti. Badehu [daha sonra] milletle temastan aldığı zevk ve kuvvetten ve hakkında gösterilen muhabbet [sevgi] ve itimadı [güveni]  hüsn-i istimal etmeye [güzel, iyi kullanmaya] çok dikkat sarf edeceğinden ve gayenin milleti mesut ve müreffeh [refah içinde] ve medeni dünyada evsafı [vasıfları] takdir olunmuş mütekâmil [gelişmiş] bir millet görmekten ibaret olduğunu izah ederek çok hararetli ve heyecanlı nutkuna hitam [son] verdi ve pek şiddetli alkışlandı.

Halk Fırkasında Coşkun Bir İçtima [Toplantı]

Kastamonu: 31 [Ağustos] (A. A.) – Gazi Paşa Hazretlerinin Halk Fırkasında irat buyurdukları çok kıymettar ve tarihi nutka mukabeleten Taşköprü’nün Kurtiye karyesi Muallimi Sabri Bey, bütün Kastamonu halkı şimdiye kadar yapılan inkılabatta Gazi’nin yürüdüğü yoldan, işaret ettiği noktadan nasıl yürüdü ise bundan sonra da kemal-i metanetle ve süratle aynı yoldan yürüyeceğini ve halkın Gazi’nin emir ve işaretine amade olduğunu söyleyerek Gazi Paşa Hazretlerine arz-ı şükran eylemiştir.  Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri bu nutuktan pek mütehassis olarak ayağa kalkmış ve demişlerdir ki:

Efendiler, gösterdiğiniz kıymettar teyakkuz [dikkat] ve intibahtan [uyanıklıktan] çok mütehassisim. Sesim müsait değil, bu nutka da müsaade ederseniz bir beyitle cevap vereyim:

Ölmez bu vatan farzımuhal ölse de hatta

Çekmez kürenin sırtı o tabutu cesimi.” [2] [3, 4]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 1, sütun: 3-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 1 Eylül 1925, No: 1515, s. 2, sütun: 3-5

[3] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 223(667)-227(671)

[4] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 17 (1924-1925), Kaynak Yayınları, 2005, İstanbul, s. 292-296

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR (2)

Published

on

CAN KURTARAN KALLAVİ…

Sultan II. Mahmut’un vezirlerinden [Mehmet Emin] Rauf Paşa [1]  zeki, çalışkan, yakışıklı bir adamdı; ilk sadrazamlığında ancak otuz beşinde vardı.

[Mehmet Said] Halet Efendi [2] ona kancayı taktı, azlettirdi; idamına ferman istedi, fakat padişah:

— Hayır, kallavi başına çok yakışıyor; ben o güzel başa kıyamam!

Dedi, Sakız adasına sürmekle kaldı.

Daha sonra affedilerek valiliklerde, hatta sadrazamlıkta bulunan Rauf Paşa mesuliyetten çok korktuğu için savsaklama siyasetini tuttu. Fikirlerini niçin açıkça söylemediği sorulunca şu cevabı verdi:

— Kallavi [sadrazam ve vezirlerin giydikleri, sivri bir koni biçiminde olan ve üzerine tülbent sarılan uzun kavuk] her zaman insanı kurtaramaz!

Son sadrazamlığı sırasında savsaklama siyaseti o kadar almış yürümüştü ki makamı olan ve “yüksek kapı” manasına gelen “Bââli” nin ismini “boş kapı” demek olan “Bâbıhâli”ye çevirmişlerdi.

*

MEZAR HALKI DAYANSIN!..

1820 senelerinde darphane nazırı olup Halet Efendinin idam ettirdiği Abdurrahman beyin adamlarından Reşit Efendi, İstanbul’da münzevi yaşıyordu; hiç suçu yokken idamı emir olundu.

Merhametli adamlardan biri Halet Efendiye yalvardı:

— Efendim, bu Reşit genç bir adamdır; başka türlü cezalandırılsa!..

— Genci öldürmek yazık, ihtiyarı öldürmek günah; her zaman idam için orta yaşlı adamı nereden bulmalı?

Halet Efendinin ne kötü nasihatçi olduğunu Sultan Mahmut da anladı; 1822’de Konya’ya sürüldü; orada kesilen başı İstanbul’a getirildi. Bu hadise hakkında söylenen şu beyit meşhurdur:

Ne kendi eyledi rahat ne verdi halka huzur;

Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!

*

EŞREF SAAT…

Sultan II. Mahmut, batıl itikatlarla ilgili olmayan padişahtı. Bir gün tersanede bir gemi denize indirilecekti. Padişah “eşref saat” yani uğurlu zaman gibi şeylere inanmazdı ama herhalde halkın düşünüşüne hürmet için olacak, müneccimbaşıya:

— Münasip bir zaman tayin etsin!

Diye haber yolladı. Zira böyle yapmasa ve gemi de bir kazaya uğrasa halk bahane sayabilirdi.

Müneccimbaşı “eşref saat”i tayin etti; lakin padişahın yemek zamanına rastladı. Padişah onu çağırdı ve azarladı:

—- Benim yemek yiyeceğim zamandan başka “eşref saat” yok mudur?

Müneccimbaşı affını diledi; hem yıldızların vaziyetine, hem de padişahın arzusuna uygun başka bir saat tayin etti.

*

DİPNOTLAR

[1]  5 Eylûl 1812’de Ahmed Paşa, 1 yıl, 4 ay, 25 gün süren bir sadâretten sonra azledildi. Sofya seraskeri Ahmed Hurşid Paşa, sadrâzam oldu. 1 Nisan 1815’e kadar 2 yıl, 6 ay, 27 gün sadârette kaldı. Mehmed Emin Rauf Paşa, sadârete getirildi. Başdefterdârlıktan (maliye bakanlığı) sadrâzam olan bu zat, Çavuşbaşı Said Mehmed Efendi’nin oğludur. İlk sadâretinde 2 yıl, 9 ay, 4 gün kaldı. 5 Ocak 1818’de Hudâvendigâr (Bursa) valisi Derviş Mehmed Paşa, sadrâzam oldu. Bu zat, 2 yıl ve 1 gün sadârette kaldı. 5 Ocak 1820’de Ispartalı Ali Paşa, Hudâvendigâr valiliğinden sadrâzamlığa çağırıldı. Ali Paşa, Koca Mustafa Reşid Paşa’nın eniştesi (ablasının zevci) olup, bu sırada 20 yaşında bulunan Mustafa Reşid Bey, onun yanında ilk devlet adamlığı tecrübelerini edinmiştir. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 47]

[2] Sultan Mahmud’un danışmanı Hâlet Efendi, 13 yıl kadar “müsteşâr-ı saltanat = imparatorluk danışmanı” unvânı ile anıldı. Sultan Mahmud bu adamı Yeniçeri ocağını ve muhafazakârları yanında tutmak, her türlü fitneden haber almak için kullanırdı. Sultan Mahmud bu zümrelere karşı idi, fakat 1826’ya kadar açıkça cephe alamadı, 1826’da ise darbesini amansız biçimde vurdu. Sonunda Mehmed Saîd Hâlet Efendi diktatör tavırları almaya başladı ve 1822 Aralığında Konya’da kellesi kesildi. Üçüncü Selim zamanında Paris büyükelçisi (1802-1807), 2 defa nişancı (devlet nâzırı), vekâleten reîsülküttâb ve kethudâ (dış ve iç işleri bakanı), bir ara musâhib-i şehryârî (padişah nedîmi) olmuştu. [Yılmaz ÖZTUNA, II. Sultan Mahmud, Babıali Kültür Yayıncılığı, İstanbul, s. 16]

 

Continue Reading

Tarihi Konuşmalar

TARİHTEN FIKRALAR 1. Bölüm

Published

on

ESKİ KAFA YENİ KAFA…

1799-1857 seneleri arasında yaşayan Mustafa Reşit Paşa Sultan Abdülmecit tahta çıktığı sırada Hariciye Nazırı olmakla beraber Londra’da elçi bulunuyordu.

Sadrazam Hüsrev Paşa eski kafalı bir adamdı; henüz on sekiz yaşındaki yeni padişahı aldatarak yeni kafalı bir adam olan Reşit Paşayı idama karar verdi. Onu güler yüzle karşıladı. Sonra padişaha tezkere yazarak kapattı ve ona verdi:

— İstanbul’a geldiğinizi ve hariciye nazırlığını eskisi gibi idareye başlayacağınızı bildiriyorum. Kendiniz saraya götürürsünüz ve hem de padişahımıza kulluğunuzu arz edersiniz!..

Hâlbuki tezkerede, memleketin adetlerini bozduğu ve her hususta saygısızlığa cesaret ettiği için Reşit Paşanın idamına izin istiyordu.

Reşit Paşa, Beşiktaş sarayına gitti; tezkereyi mabeyinci vasıtasıyla padişaha gönderdi. Sultan Abdülmecit onu okur okumaz hiddetinden yere attı ve Reşit Paşayı çağırdı. Avrupa’nın vaziyetini sordu; memleketin selameti için ne yapmak lazım geldiği hakkında konuştu. Sonra sadrazamın tezkeresini gösterdi. Reşit Paşa hayretini gizleyemedi. Padişah ona:

— Tamamıyla emin ve müsterih olunuz. Sizi takdir ediyorum. İnşallah dediklerinizin hepsi yapılacaktır.

 Dedi. Vazifesinde ipka edildiğini bildiren bir emirle Hüsrev Paşaya yolladı. Çok geçmeden de sadrazam yaptı.

*

HÜKÜMDARLARI SUSTURAN ADAM!..

1814-1868 senelerinde yaşayan Keçecizade Fuat Paşa Osmanlı İmparatorluğunu batmaktan kurtarmanın tek çaresinin Avrupalılaşmak olduğunu Sultan Abdülaziz’e açıkça anlatan vasiyetnamesiyle meşhurdur. Softalar ve geri kafalılar onun hakkında dedikodu yapıyorlardı. Sadrazam bulunduğu sırada İstanbul’da yaptırdığı kaldırımları metheden birine:

— O kaldırımlar bize atılan taşlardan yapılıyor!

Demişti.

Bir aralık para sıkıntısı vardı; saraydaki altın eşyanın eritilmesi ve paraya çevrilmesi düşünüldü. Bunu padişaha söylemek cesaretini yalnız o gösterdi.

Sultan Abdülaziz kızdı:

— Demek ki saraylıların su içtikleri altın tasları çok görüyorsunuz!

— Padişahım, yarın, Allah esirgesin, buraya düşman girince bizler efendimizin üzengisine sarılarak Konya ovalarını tuttuğumuz zaman hanım sultanlar da o altın taslarla ayrılık çeşmesinde mi su içecekler?

Fuat Paşa, Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde Paris’te III. Napolyon’un sofrasında bulunuyordu. Girit isyanlarından bahsedilirken Napolyon bir aralık Fuat Paşaya takıldı:

— Başınıza dert olan şu adayı bir müşteri bulup satsanız!

— Güzel bir fikir!..

— Kaça satarsınız?

— Aldığımız fiyata!..

Girit’i almayı tasarlayan mağrur Napolyon Türklerin orayı yirmi beş sene dövüşerek aldıklarını biliyordu. Kızardı ve artık bir daha bu bahse yanaşmadı.

Fuat Paşa Petersburg’da elçi iken Osmanlı İmparatorluğuna “hasta adam” diyen ve İslam düşmanı olan car I. Nikola güya alay etmek istedi; peygamberin miracından bahis olunurken sordu:

— Acaba gökyüzüne hangi merdivenden çıktı?

Hâlbuki gerek Müslümanlar ve gerek Hristiyanlar, ölmeden evvel veya sonra İsa’nın da göğe çıktığına inanırlar. Fuat Paşa cevap verdi:

— İsa’nın çıktığı merdivenden…

*

MISIR KOÇANI VE MEZAR TAŞI…

1843-1911 senelerinde yaşayan şair Eşref, Türk edebiyatında hicivle meşhur olanların ön safında gelir. Bu yüzden hapiste yattı, sürüldü; gurbete çıktı; sefalet çekti.

II. Abdülhamit zamanında “Mısır”ın büsbütün elden gitmesi üzerine söylediği kıt’a meşhurdur:

Vakti fırsat gözetir şahı cihan,

Tutar elbette elinden kaçanı…

Gene sahip olur inşallah,

Mısır’ın kaldı elinde koçanı…

Mezar taşına yazılmak üzere söylediği kıt’a, onun hayatta iken insanlardan çektiklerini anlatmak itibariyle değerlidir:

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,

Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardaşımı.

Gözlerim ebnayi âdemden o rütbe yıldı ki,

İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı…

Bir rivayete gore Kırkağaç’ta bulunan mezarının taşı gerçekten çalınmıştır. Yoksa bunu Eşref’e hayran olanlardan biri, onun tahmin ve korkusunu haklı göstermek için, mahsus mu yaptı?

***

Continue Reading

En Çok Okunanlar