Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

CUMHURİYET’İN YÜCE DİVAN’A GÖNDERİLEN İLK BAKANI

Published

on

Fethi Bey ve İsmet Paşa kabinelerinde Bahriye (Denizcilik) bakanlığı yapan Topçu İhsan, yani İhsan Eryavuz, çok yakın arkadaşımdı. Edirne’de topçu yüzbaşısı iken Meşrutiyet’ten önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiş, Meşrutiyet’ in ilanının ardından Edirne’ de ve daha sonra askerlikten ayrılarak çeşitli yerlerde İttihat ve Terakki katib-i mesullük görevini üstlenmişti. Okumuş, aydın ve yurtsever, aynı zamanda komitacı bir arkadaştı.

İttihat ve Terakki’ deki arkadaşlarından Kürt Mustafa’nın Divan-ı Harp’te mahkûm olarak idam edilmesi ve kendisinin de idam edilmek üzere aranması karşısında mütarekeden sonra bin bir güçlükle Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal’e katılmıştı. Atatürk’ün güvenini kazanmış ve Büyük M illet Meclisi’ne Cebelibereket milletvekili olarak girmişti.

Meşhur Hintli Ağa Han, Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılan hilafeti övücü bir mektubu yayımlanmak üzere İstanbul’daki gazetelere göndermişti. Bu mektubu önce hiçbir gazete yayımlamadı. Yalnız Hüseyin Cahit Bey, bir gün bu mektubu Tanin gazetesinde yayımladı. Ertesi gün İkdam ve Tasvir-i Efkâr gazeteleri de ondan alıntı yaparak mektuba sayfalarında yer verdiler. İsmet Paşa Hükümeti bunu açık bir vatana ihanet kabul etti ve Meclis’in yalnız bu sorunu incelemek ve sorumlularını yargılamak üzere İstiklal Mahkemesi oluşturmasını önerdi.

Meclis bu öneriyi kabul ederek, Topçu İhsan’ın başkanlığında Refik (Konya), Asaf (Bursa), Cevdet (Kütahya) ve Başsavcı olarak da Vasıf (Saruhan) Beylerden oluşan bir İstiklal Mahkemesi oluşturdu.

Mahkemenin Ankara’dan İstanbul’a hareketi sırasında uğurlayıcılar arasında ben de vardım. İstasyonda İsmet Paşa ile İhsan Bey’in yanında duruyordum. İsmet Paşa, İhsan Bey’in koluna girdi ve “İhsan, bu yayının hilafet için bir olay çıkarmak amacıyla kasten yapıldığına şüphe etme. Haydutların defterlerinin mutlaka dürülmesi lazım” dedi. İhsan Bey de, “Paşam, dendiği gibi bu adamların vatana ihanetlerine kanaat verici bir sonuç alırsam, herhalde gerekeni yapacağıma şüphe etmezsiniz” cevabını verdi.

Mahkeme heyeti İstanbul’a gitti ve Hüseyin Cahit Bey’i yargılamaya başladı. Mektuptan başka bir delil olmadığı ve Hüseyin Cahit Bey’in sadece bu nedenle mahkûm edilemeyeceğine kanaat getirdi. Bu kanaat İsmet Paşa’yı çok sinirlendirmişti. Fuar (Bulca)’yı İstanbul’a göndererek sanıkların mutlaka cezalandırılması gerektiğini bildirdi. Fakat mahkeme, sonuçta Hüseyin Cahit Bey’in ve diğer sanıkların beraatine karar verdi.

Atatürk o sırada harp oyunları için İzmir’deydi. İhsan Bey, Atatürk’e bir şifre yazarak, Hüseyin Cahit Bey’in ve diğer bazı gazetecilerin İzmir’e davet edilmelerinin onlar üzerinde olumlu etki yapacağını arz etti. Atatürk, İhsan Bey’in mektubuna 18 Ocak 1924’te şu cevabı gönderdi:

İstanbul’da İstiklal Mahkemesi Reisi İhsan Beyefendi’ye,

Mektubunuzu aldım. İstanbul gazete sahip ve yazarlarının İzmir’de tarafımdan kabulüne aracı olmalarını rica etmiş olduklarına nazaran kendilerini kabul edeceğim. Yalnız, tarafımdan davet olunmuşlar gibi bir yoruma kalkışmaları tabii doğru olmaz.

Bu noktanın uygun şekilde hatırlatılması ile birlikte kimlerin ve ne vakit geleceklerinin bildirilmesini rica eder, zat-ı alinizin ve diğer arkadaşların gözlerinden öperim kardeşim.

Atatürk’ün bu şifre mektubuna İhsan Bey’in 26 Ocak 1924 tarihli şifre cevabı şöyle idi:

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne,

Ahmet Emin, Hüseyin Cahit, Asım Velid, İsmail Müştak, Suphi Nuri ve Necmettin Sadak Beyler zat-ı alilerince kabule mazhar olacakları ümidiyle ziyaret-i davetlerine geleceklerdir. Cümlesine ve Hüseyin Cahit’e iltifat buyurulması ve hususi mülakata nail olması pek etkili olacağı düşüncesiyle durumu arz eder, kemal-i hürmetle ellerinizden öperim efendim.

Hüseyin Cahit’in beraat etmesi yetmiyormuş gibi İzmir’e, Atatürk’ün yanına götürülmesi İsmet Paşa’yı çileden çıkarmıştı. Aleyhindeki dedikodulardan rahatsız olan İhsan Bey, hemen İzmir’e gitti ve Atatürk’e gerekli açıklamaları yaptı. Atatürk şöyle diyordu:

Çok haklısın. Bence hiçbir mesele yoktur. Yalnız bunları İsmet Paşa’ya da anlat, onu tatmin et.

İhsan Bey, o günlerde İzmir’ de olan İsmet Paşa ile de görüşmek istedi ama başaramadı. Çünkü İsmet Paşa her seferinde “evde yok” dedirtiyordu.

İhsan Bey’in Fethi Bey kabinesindeki Bahriye vekilliği, İsmet Paşa kabinesinde de devam ediyordu. İsmet Paşa, İhsan Bey’i kabineden çıkarmak istedi. Fakat Atatürk’ün bu konuda onayını alamayınca, tuttu Bahriye Vekilliği’ni kaldırdı. Bununla da yetinmedi, İhsan Bey’in bir muhalefet hareketi oluşturmaya çalıştığını gidip Atatürk’e söyledi. O sırada Atatürk’ün yanında olan Ertuğrul Milletvekili Dr. Fikret Bey de bunu hemen İhsan Bey’e haber verdi. İhsan Bey çok üzüldü ve İsmet Paşa’ya ağır bir mektup yazdı.

Bir gün Meclis’te Atatürk, İhsan Bey’e soğuk davranmış, o da bana şöyle yakınmıştı:

İsmet Paşa Atatürk ‘e kim bilir neler söyledi, neler anlattı ki Meclis’in yukarı koridoruna çıktığım zaman etrafımı sivil memurlar ve yaverler sardı.”

İhsan Bey Atatürk’e, “Bu mektuba neden tepki gösterdiğini” sormuş, o da “Çünkü bu mektupta hakaret var, tecavüz var, tehdit var” demişti. Bunun üzerine İhsan Bey, Atatürk’e şu öneride bulundu:

Benim size karşı gelmeye ne haddim ne de kudretim vardır. Eğer İsmet Paşa böyle yapmaya devam edecekse, milletvekilliğinden istifa edip çekileyim ve senin başarın için dua edeyim.

Atatürk’ün cevabı ise bir çeşit “Aranızı düzeltin” mesajı içeriyordu:

İsmet Paşa ile aranızda bir olay var. Ben bu işte nötr kalacağım.

***

Gün geldi, bir “Yavuz-Havuz meselesi” ortaya atıldı. İhsan Bey’in, Bahriye vekili iken, Yavuz sözleşmesinin tadilinde yetkisi dışında devlet ve hazine aleyhine madde koyduğu iddia ediliyordu. İddia aldı yürüdü. Basına ve sonunda Meclis’e intikal etti. Konu bir gün sonra Meclis’te görüşülecekti. Ben de Almanya’dan yeni dönmüştüm. O akşam Çankaya’daki evimde otururken, İhsan Bey telefonla beni aradı:

Yarın bizim mesele Meclis’te görüşülecek. Gazi buna tarafsız mı kalacak? Beni korumayacak mı? Senin gidip görüşmeni rica edecektim.

Zor bir durumdu. Gazi ile görüşmekten bir sonuç alınacağı şüpheliydi. Ama arkadaşlık görevimi yapmak zorundaydım. Kalktım, Köşk’e gittim. Başyaver Rasuhi Bey tek başına bilardo oynuyordu. Gazi’nin ne durumda olduğunu sordum.

Kütüphanede İsmet Paşa ve Meclis Başkanı Kazım Paşa ile birlikte yarın Meclis’te görüşülecek olan İhsan Bey meselesini konuşuyorlar” dedi.

Kütüphaneye çıktım. Gazi, uzaktan beni görür görmez hemen, “İhsan için geliyorsun, değil mi?” diye karşıladı. “Evet, Paşam” dedim. “Ne istiyor?” diye sordu. Anlattım:

Yarın Meclis’te görüşme açılacakmış. Görüşmenin tarafsız yapılmasının sağlanmasını, kendisinin bu şekilde olsun korunmasını rica ediyor.

Gazi bu sözlerime daha cevap vermeden, Meclis Başkanı Kazım Paşa (Özalp) atıldı:

Kılıç Ali, biz karar verdik, bu iş bu şekilde devam edecek…

Sonra Gazi’ye dönerek: “Değil mi Paşam?” diye sordu. Gazi, bana dönerek şöyle dedi:

İhsan’ın bu işten açık alınla çıkacağına eminim. Binaenaleyh şimdi onun için yapılacak iş, yarınki görüşmelerde soğukkanlılıkla, mantık çerçevesinde kendini savunmaktır.

Ayağa kalkarak yemek zamanı olduğu için aşağıya, sofraya inmek üzere yürümeye başladı. Ben merdivenden inerken İsmet Paşa koluma girdi:

Kılıç Ali, görüyorum ki çok üzgünsün.

Evet, Paşam, çok üzgünüm. Nasıl üzgün olmayayım? İnkılap işlerinde arkadaşlık yaptığımız, canla başla çalışan yakın bir arkadaşımız gözümüzün önünde kurban ediliyor.

Haklısın, ben de üzgünüm.

Sonra ekledi:

Haklısın, ama baldırından et kesip başkalarına yama yapma!

İsmet Paşa’nın bu sözünden sonra sofraya oturmadım. Gazi’nin iznini alarak eve döndüm. Hemen İhsan’ı telefonla buldum. Kendisine yalnız Gazi’nin sözlerini aktardım. O’nun tavsiyesine göre hareket etmesini söyledim.

Ertesi gün Meclis’te görüşme başladı. [1] İhsan Bey iyi hazırlanmıştı. Günlerce çalışarak yazdığı savunmasında, hakkındaki bütün iddiaları çürütmeye çalışıyordu. Görüşmeye girmeden önce, hazırladığı savunmayı bir kere gözden geçireyim diye bana verdi. Ben de savunmayı hemen orada Hasan Saka’ya verdim. Merdivenin yanındaki şube odasına girdik. Savunmayı baştan sona okuduk. Hasan Saka bazı noktaları uygun görmedi. Onları çizdik.

Meclis genel kurulu toplandı. Görüşme başladı. Önce İsmet Paşa kürsüye çıkarak uzun bir konuşma yaptı ve İhsan Bey’in Yüce Divan’a gönderilmesini istedi. İhsan Bey, büyük bir soğukkanlılıkla savunmasına başladı. Savunmasının sonlarına doğru heyecanlandı. Bizim metinden çıkardığımız İsmet Paşa aleyhindeki cümlelere geldiği zaman, “Merak etmeyin, o cümleleri geçeceğim” deyince, Afyon Milletvekili Ali Bey oturduğu yerden bağırdı: “Ne söylersen söyle! Bana ne!

İhsan Bey bir ara kendinden geçer gibi oldu:

Ben namus ve haysiyetin değerini bilen adamım!

Bunu derken elini tabancasına götürür gibi bir hareket yaptı. Ayağa kalkıp bağırdım:

İhsan, kendine gel!

Arkadaşım Salih Bozok da aynı şekilde bağırarak bana yardımcı oldu.

Bu müdahalemiz üzerine İhsan biraz kendine gelir gibi oldu. Sözlerini bitirdi. Kürsüden inerek toplantı salonunu terk etti, çıkıp gitti.

İsmet Paşa tekrar kürsüye geldi. “İki milyon lira sarf ederek çürük bir havuzu milletin başına yıktığından ve bu işte kendisini kandırdığından” söz ederek İhsan Bey’in derhal Yüce Divan’a gönderilmesini istedi. Meclis de bu isteğe uyarak İhsan Bey’in Yüce Divan’da yargılanmasına karar verdi. [2, 3]

İhsan Bey hemen o gece Keçiören’deki evinden polis ve jandarma tarafından alındı, götürülüp tutuklandı.

Yüce Divan toplandı. Mahkeme günlerce devam etti. İsmet Paşa da Yüce Divan’a gidip ifade verdi. Mahkeme devam ederken bir taraftan da Londra ve Almanya’ dan getirilen uzmanlar, bahriye teknik kuruluyla birlikte havuzun inşaat planlarını incelediler. İzmit’e gidip havuzu gördüler. Sonunda, havuzun en iyi ve birinci sınıf malzeme ile yapıldığına dair rapor verdiler.

Yüce Divan, “Bakanlar Kurulu’ndan çıkmadan önce Flander Şirketi’ ne mektup yazmakla memuriyet görevini suiistimal ettiği” gerekçesiyle İhsan Bey’i bir yıla, komisyonculuk yapan Sapancalı Hakkı’nın Saint-Nazaire Şirketi’nden aldığı yüz bin liralık komisyon mektubunun İhsan Bey’e ait olması ihtimali de göz önüne alınarak bundan dolayı da bir yıla, yani toplam iki yıla mahkûm etti.

Hapse girdiğinin ilk zamanlarında İhsan’a gösterdiğim ilgi yanlış yorumlara neden olmuştu. Sanki Atatürk’le İhsan arasında bir davanın hesaplaşması yapılmış da biz mahkûm olan İhsan’ın tarafında imişiz gibi dedikodular yapıldı. Bu durumda, hapishanede yatan İhsan’la ilişkimizi içimiz kan ağlayarak kesmeye mecbur kaldık. Onun için, cezasını tamamlayarak hapisten çıkan İhsan Bey bizi aramadığı gibi bizim de onu aramaya yüzümüz yoktu. Fakat bir süre sonra kader bizi yine karşı karşıya getirdi.

Sanatçı Münir Nurettin Selçuk’la birlikte Taksim’den Beyoğlu’na doğru iniyorduk. Tam Fransız Konsolosluğu’nun önündeyken, karşıdan İhsan’ın gelmekte olduğunu görünce birden şaşırdım. Yaz olduğu için başı açıktı ve bıyıkları -bıraktığım gibi değildi- uzamıştı. Hapse girmeden önceki haline göre biraz daha düşkün, bitkin görünüyordu. Biraz daha ihtiyarlamış gibiydi. Şaşıran ve heyecanlanan yalnız ben değildim. Arkadaşım İhsan da beni görünce aynı heyecana kapılmıştı. Ben “Acaba nasıl davranacak?” diye tasalanırken, o duyduğu heyecanı ve sevinci gösterir bir şekilde beni kucakladı, öpüştük. Ayaküstü biraz dertleştikten sonra ayrılırken Gazi’nin sağlığını sordu:

Gazi nasıldır? Ellerinden öperim.

Yahu ne söylüyorsun! Gazi falan kaldı mı? Şimdi Atatürk var.

Ne bileyim birader… Ben O’nu Gazi olarak bırakmıştım.

Vedalaşıp ayrıldık.

Mevsim dediğim gibi yazdı ve Dolmabahçe’deydik. Akşam yemeğinden önce Atatürk’ü çalışma odasında, gözünde gözlüğü, yazı yazarken buldum. Ayak seslerimizden odaya girdiğimizi anlayınca gözlüğünün üzerinden baktı ve bana eliyle yer göstererek oturmamı işaret etti. Oturdum. Elindeki yazıyı bitirir bitirmez sordu:

Ne var ne yok?

Paşam, size acı bir manzara anlatacağım. Bugün Taksim’de İhsan’la karşılaştım.

Elindeki kalemi masaya bıraktı. Yüzüme merakla baktı:

Eee… Ne oldu?

İhsan beni görünce çok heyecanlandı. Kucaklaştık, öpüştük. Sağlığınızı sordu, bilhassa ellerinizden öptü.

Bunları dinlerken Atatürk’ün üzüntüsü çok belirgindi. Ceketinin üst cebindeki beyaz mendilini çıkararak burnuna götürdü. “Hım…” diye bir ses çıkardı. Daha fazla havadis vermeme fırsat bırakmadan “Başka?” diye konuyu değiştirdi.

İhsan, ölümüne neden olacak hastalığı sırasında bana, hakkındaki suçlamalara Atatürk’ün inanıp inanmadığını sormuştu. Hiç düşünmeden “Hayır, asla” dedim. “O halde beni niçin feda etti?” diye sordu. Ben de anlattım:

İhsancığım, bazı kötü olaylar ve rastlantılar İsmet Paşa ile seni karşıya karşıya getirdi. Aranızda büyük bir uçurum meydana geldi. İsmet Paşa’nın ‘Ya o, ya ben’ diye ısrarı karşısında Atatürk, onu atıp seni iktidara getiremezdi. Aslında sen de bunu beklemezdin. İş o hale gelince inkılabın kendine özgü cilvelerine sen kurban oldun.

Bunlar İhsan’ı teselli etmek için söylenmiş sözler değildi, gerçekti.

İhsan Bey Yüce Divan tarafından çoğunluk kararıyla mahkûm olur olmaz, Gazi’ye şu iki satırcık mektubu yazıp göndermişti:

Aziz Paşam! Aleyhime düzenlenen feci dram bitti. Piyeste rol alan aktörler, gördünüz ki, rollerini ne kadar hatalı ve ne kadar acemice oynadılar. Buna rağmen kendimi size daha iyi tanıtmak için herkesle ilişkimi kesmiş olduğum şu sıralarda, şahsınıza karşı saygım ve bağlılığım ölünceye kadar olduğu gibi devam edecektir.

Cumhuriyet’in Yüce Divan’a gönderilen ilk bakanı olan İhsan Bey’in bu kısa mektubu Gazi’yi çok üzmüştü. Mektubu okuduktan sonra başını pencereden Ankara’nın ovalarına çevirerek bir süre öylece düşünmüştü.

İhsan mahkûm edilip hapse atıldıktan sonra Ankara’da herkes sinmiş, herkes birbirinden korkar olmuştu. İhsan’ın hapishanede adi suçlular ve katillerden ayrı bir yerde yatırılması için cezaevi müdürüne yaptığımız başvurular bile çeşitli yorumlara yol açıyordu. Bu durumda İhsan Bey’in hapishanede bir kazaya kurban gidebileceği ihtimali haklı olarak bizi kaygılandırıyordu. Bu kaygıyı paylaşan arkadaşlar olarak, cezaevi müdürünün dikkatini çekmiş, İhsan’ın uyanık ve tedbirli olması için eşi vasıtasıyla kendisine haber göndermeyi düşünmüştük. Bu konuşmaları yaptığımız arkadaşlar arasında Ağaoğlu Ahmet Bey de vardı. Ahmet Bey, İhsan’ın eşi Nuriye Hanım’a durumu açık olarak anlatmış ve Nuriye Hanım da, içinde yemek bulunan sefertaslarından birisinin arasına bir tabanca gizleyerek hapishaneye götürmüş, İhsan’a vermişti.

İhsan bu tabancayı hapishaneden çıkacağı son güne kadar gizlice yanında sakladığını söylerdi. Ağaoğlu Ahmet Bey’e minnettarlığını ise şöyle ifade ediyordu:

Tabancayı aldıktan sonra sanki moralim yerine geldi.

İhsan’ın hapse düşmesinden sonra, Nuriye Hanım, genç denebilecek bir yaşta, iki küçük kızı ve bir oğluyla yapayalnız kalmıştı. O iki yıl içinde kimseye güvenmeyerek İhsan’ın yemeklerini kendisi yaptı, kendi eliyle götürdü. Hem çocuklarına baktı, hem de hapisteki kocasına. Fakat bu ağır yüke genç yüreği fazla dayanamadı. Kalp hastalığına yakalanarak yataklara düştü. Ben, arkadaşlarım Hasan Rıza Soyak ve Fuat Bulca ile oğlum Altemur Kılıç, bu vefakâr ve çileli kadının ölümü sırasında başucunda bulunuyorduk.

 [Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi TURGUT, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2005, s. 246-255]

DİPNOTLAR

[1] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 24 Kânunuevvel 1927, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 157-171

[2] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26 Kânunusani 1928, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 60-97

[3] Teşkilatı Esasiye ve Adliye Encümenlerinden Müteşekkil Muhtelit Tahkikat Encümeni Mazbatası

T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26 Kânunusani 1928, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 1-29

Türk Tarihi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Anılar: İstiklal Savaşımızda Tarih Bilgisinin Rolü [*]

Published

on

Yaşamakta olduğumuz bugünü anlamak için en yakın tarihimizin türlü evrelerini incelemek ve öğrenmek zorundayız. Çünkü kırk yıl önceki, Türk yaşayışı ve düşünüş biçimi ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bugünün gençlerinin, yaşadıkları yıllarla ölçülen bu geçmişe, bir daha dönmemek için, ulusça çekilen ıstırapları en iyi bilmeleri gerekir.

Tarih, bugünkü kurumların aslını inceleyerek, onları iyice anlamak fırsatını verir. Bu inceleme, en yakın dünümüzden başlayarak, mümkün olduğu kadar gerilere doğru gidilerek yapılır. Çünkü asıl o zaman olayların derin sebepleri anlaşılabilir. Fakat şuna dikkat etmek yerinde olur ki, geçmişin bugünü anlatmasından ziyade, bugünkü durum geçmişi daha iyi açıklar. Bugün gördüğümüz olayların tarihteki ilk izlerini ve kuruluşunu bilmek ise, bugünü daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Onun için tarih okumak ve bilmek, hemen herkes için ve her meslek için, lazımdır.

Konu olarak, üzerinde durmak istediğim konu, İstiklal Savaşımızda tarih bilgisinin birçok sorunları halletmekte ve kamuoyunu hazırlamakta nasıl bir faydası olmuştur? Bunu belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağım.

Atatürk, İstiklal Savaşımızın Başkumandanı, Bü­yük Millet Meclisi’nin Başkanı sıfatıyla Cumhuriyetimizin kurucusudur. İstiklal Savaşımızda ulusal birlik O’nun etrafında toplandı. Orduyu askeri dehasıyla yöneterek zafere ulaştırdı. Bir taraftan da Büyük Millet Meclisi’nde bütün hukuki kuvvetleri topladı. Ulusa, ülkeye ait her sorunun hallini Büyük Millet Meclisi’nden çıkarttı. Ankara’da, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu Meclis tarihimizin en buhranlı sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada fikirler ve zihniyetler ekseriya çok farklı olmuştur.

İşte Atatürk’ün de Meclis’e, kâh başkanlık ederken gösterdiği otorite ile kâh kürsüde söz söylerken, hitabet, siyaset, ilim ve fen bakımlarından da, üstün kuvvetini sezmemek mümkün değildir.

İnönü, bir makalesinde bu mesele için şöyle der:

Atatürk’ün cemiyet [toplum] ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlak [çapraşık] davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani cemiyet yapmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır [özelliğidir] ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.

Atatürk İstiklal Savaşı esnasında beş büyük sorun ile uğraşmış ve mücadele etmiştir: 1.Askeri cephelerde, 2.Yabancı devletlere karşı güdülen siyasette, 3.0smanlı hükümetine karşı, 4.Büyük Millet Meclisi’nde, 5.Halkı, fikirleri ile hazırlamada.

Bütün bunlara etkisi olan bir konu üzerinde duracağım: Tarih bilgisi.

Atatürk, tarihi, kendi ifadesine göre okul sıralarındaki derslerinden itibaren, çok severdi. Bütün hayatının her devresinde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Benim de tanık olduğum, sırf tarih üzerindeki çalışmaları, bu bölüm konusunun dışında kalıyor. Çünkü bu yazılarımda bundan önceki devreyi ele alacağım.

Atatürk İstiklal Savaşımızın türlü safhalarının belgelerini Nutuk kitabında toplamış ve olaylar hakkındaki düşünceleri kendisi tarafından açıklanmış ve tespit edilmiştir. Nutuk örneğine az rastlanan bir tarih belgesidir.

Atatürk, askeri olaylar için harp tarihi bilgilerinden, bunlara kendi hayatındaki deneyimlerini de katarak yararlanmasını bilmiştir.

Şimdi yazılı belgeler üzerinde bir sıralama yapalım:

Atatürk Meclis’teki konuşmalarında tarihten örnekler verir. Ülkeyi dolaşırken, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular, en heyecanlı konuşmalarını oluşturur.

28 Eylül 1925’te Atatürk Samsun’dadır. İstiklal Ticaret Mektebi’nde bir toplantıda nutuklar veriliyor; Atatürk onlara cevabında tarihten söz ediyor ve diyor ki:

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir [geçmişe sahiptir]. Milletimizin hayat-ı asarını [yaşadığı yüzyılları] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan, Büyük Türk devrine kavuşturur.

Bu sözleriyle Atatürk, Anadolu tarihindeki Türk varlığını, bin yıllık bir geçmişe dayatıyor. Bu yurda sahip oluşu tarih bilgisiyle kuvvetlendiriyor ve derinleştiriyor. Ondan sonraki sözler daha geneldir. Büyük Türk devrine işaretle yetiniyor.

Yine aynı nutkun bir başka noktasında, o toplantı da bir öğretmenine tesadüf ettiği için, en yakın geçmişten söz ediyor:

Bilirim ki bugünkü intibahı [uyanışı] düne, maziye medyunuz [geçmişe borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımı­zın ve mürebbilerimizin [eğiticilerimizin], ruh ve dimağlarımı­zın [bilincimizin] inkişafında feyizli tesirleri [gelişmesinde verimli etkileri] vardır.

İzah etmek istiyorum ki ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın mahzar-ı inkişaf [esinlerin gelişmeye değer] olması millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla, her an takviye olunmak [sağlamlaştırmak] lazımdır. Bu fikir ve duyguların membaı [kaynağı], bizatihi [özünden] memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek, onun icabatına hasır-ı mevcudiyeti [gereklerine varlığını vakfetmeyi], hareket düsturu [ilkesi] bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır.

Atatürk 1927’de söylediği Büyük Nutuk‘ta, ise eski tarihten de örnekler almıştır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülme şeklini birçok yerlerden örnekler alarak, bir tarihi mantık zinciri dâhilinde yapıyor. Şu satırları Nutuk ‘tan alıyorum:

Hayat demek, mücadele, müsademe [uğraşma] demektir. Hayatta muvaffakiyet [başarı], mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder [dayanır] bir keyfiyettir [durumdur]. Bir de insanların meşgul olduğu bütün mesail [sorunlar], maruz kaldığı bilcümle mehalik [tehlikeli durumlar], istihsal ettiği muvaffakiyetler [elde ettiği başarılar], maşeri [ortaklaşa], umumi bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt ede gelmiştir [doğmuştur].

Bu hayat düsturundan sonra tarih konusuna geçiyor ve diyor ki:

Akvam-ı Şarkiyye’nin [Doğu ulusları], akvam-ı Garbiyye’ye [Batı ulusları] taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvam-ı Şarkiyye meyanında [arasında], Türk unsurunun başta ve en kavi [güçlü, zorlu] olduğu malumdur. Filhakika Türkler, kablelislam [İslam’dan önce] ve ba’delislam [İslam’dan sonra], Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlardır. Garb’a taarruz eden ve istilalarını, İspanya’ya, Fransa hudutlarına kadar temdit eden [uzatan] Araplar da vardır.

Fakat her taarruza karşı daima, mukabil [karşı] taarruz düşünmek lazımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şayan tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti [sonu) mağlup ve münhezim [bozguna uğramış] olmaktır, münkariz olmaktır [tükenmektir]. Garb’ın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret [ibret alınması gereken] bir felaket-i tarihiye [tarihi felaket]   ile başladı. Fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinden [kuzeyinden] de devam etti.

Mustafa Kemal burada Attila’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırlattıktan sonra şunları söylüyor:

Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarki [Doğu] Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim [bakışlarımızı çevirelim]: Osmanlı tacdarları [padişahlar] içinde, Almanya’yı, Garbi [Batı] Roma’yı zapt ve istila ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olanlar vardı.

Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslam âlemini bir noktaya raptederek [bağlayarak] sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin şevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslam’ı hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti.

Garb’ın mütemadi [sürekli] mukabil [karşı] taarruzu, İslam Âlemi’nin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böylece cihangirane tasavvurlar ve emellerin, aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları [uyumsuzlukları], binnetice [sonuçta] emsali [benzerleri] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.

diyerek tarihin bütün devirleri üzerinde açıklamalar yapıyor.

Atatürk, güttüğü siyaset için, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinden iki suretle faydalanmıştır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamakta olan bazı lüzumsuz ve zararlı teşkilatını yıkmak isterken, onların kuruluş tarihlerini anlatmak ve bu suretle ömürlerini bitirmiş olduklarını belirtmek. Aynı zamanda bu örneklere tarih boyunca bakarken, onlar gibisini kurmamak. Demek ki bu noktada iki esas vardır: Bugün, bir teşkilatı yıkıp yenisini kurarken, eskisinin kuruluş ve gelişimini bilmek. Gelecek için, yenisi kurulurken, onun kötü taraflarını almamak.

2. Manevi kuvveti tazelemek ve cesaret vermek için, ulusal benliğin üzerinde durarak tarihten yararlanmak. Ülkeyi kurtarmak girişiminde ilerlerken, ulusun yeteneklerini, tarihten örnekler getirerek kuvvetlendirmek, manevi kuvveti yükseltmek.

27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı konuşmadaki şu sözlerini okuyalım:

Cihanın malumudur ki Devlet-i Osmaniye pek vasi [geniş] olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürat-i fevkalade ile [fevkalade hızlı] ve tamamen mücehhez [donanımlı] olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce, hüsnü-i iaşe ve idare ederdi [iyi besler ve yönetirdi]. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil, bütün şuabat-ı idariyenin [yönetim kollarının] fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

İşte Mustafa Kemal’in bu sözleri, daha ilk mücadele yılında ulusun kuvvet ve kudretine işaret ederek ulusun yeteneklerini cesaretlendirmek içindi.

28 Ağustos 1925’te İnebolu’da halk ile konuşma yapıyor ve onlara şöyle hitap ediyor:

Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir… Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

diyor ve evvela bir tarihi gerçeği belirtiyor. Sonra da yeni devrimlerin benimsenmesi için telkinlerde bulunuyor.

Şimdi yukarıda birinci olarak ayırdığımız kısmın üzerinde bazı örnekler verelim… 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de [Türkiye] İktisat Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal orada şunları söyler: “Tarih, milletimizin itila [yükselme] ve inhitatı [çöküş] esbabını [sebeplerini] ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır.

Kapitülasyonların Lozan Antlaşması’nda ne kadar çetin münakaşalardan sonra kaldırıldığını biliyoruz… Ve O, kapitülasyonlar üzerinde konuşurken şu tarihi safhaları anlatır:

Fatih zamanında Cenovalılara verilen imtiyazlarla [ayrı­calıklarla] açılan yol, kendisinden sonra daima tevessü etmiştir [genişlemiştir]. Bu imtiyazat, bu istisnaiyet [ayrıcalıklar ve istisnalar], hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku buluyordu, mahza bir Müsaade-i Şahane [padişahın izni], bir İhsan-ı Şahane [padişahın lütfu] olmak üzere vuku buluyordu.

Cümleniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman, Venedikliler ile ticaret taahhüdüne girişmeyi, kendi şerefine ve izzet-i nefsine mugayir [aykırı] buldu. Zira onun zihniyetine göre muahede [antlaşma] yekdiğerine müsavi [eşit] milletler arasında yapılırdı. Venedik halkı, Osmanlı Devleti’ne müsavi [eşit] olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya esiri vaziyetinde idi. Binaenaleyh, Zat-ı Şahane [padişah] böyle bir muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadatta bulundu [izin verdi]. İşte bu “müsaade” kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Hâlbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi bir kale içinde muhasara olunan [kuşatılan], bütün esbap-ı vesait-i tedafüiyesini [savunma araçlarını] kullandıktan sonra arz-ı teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi padişahımızın müsaadesi diye tercüme ederek kullanmış bulunuyorlar.

Bir başka örnek: Başkumandan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki zamanda, İslam tarihi okumaktadır. Her vesile ile rastladığı kimselere bu tarihten sualler sormakta ve kamuoyunu hazırlamaktadır.

Büyük Taarruz neticesinde askeri zafer tamamlanmış ve ülke düşman kuşatmasından kurtarılmıştır. Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de çok önemli bir mesele üzerinde çetin müzakereler cereyan etmektedir. Çünkü zafer kazanan Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında, ihaneti sabit olan İstanbul Hükümeti de, Barış Konferansı’na çağrılıyor. Atatürk karar veriyor: “Saltanat hilafetten ayrılacak. Bu suretle, Osmanlı hanedanından devlet reisi olan zat, yalnız din reisi yani halife olarak kalacak.” Gazi Mustafa Kemal’in savaş esnasında okuduğu İslam tarihinin manası şimdi anlaşılacaktır.

Bu meselede Meclis’teki durum, çok karışıktır ve fikirler henüz istenildiği kadar olgun değildir. Heyecanlı ve tarihi bir oturum olan bu toplantıda, bilimsel kanıtlar istenmektedir. Atatürk bu vesile ile tarihten büyük ilham almıştır. Oradaki beyanatı, hilafetin tam tarihini anlatır. Halifeliğin kökenini, görevlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanlığı ile birleşmesini. . . Kısacası bu uzun açıklama bir tarih dersidir, fakat aynı zamanda Meclis’te bulunanların fikirlerinin kendi kararına uymasını sağlamıştır. O açıklamalarında, İslam tarihi içinde halifeliğin geçirdiği devirleri anlattıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na geçişini şu şekilde açıklar:

Selçuk Devleti’nin idaresinde teşeddüt [şiddet] hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicride Selçuk Devleti yerine, Osmanlı Devleti’ni ihyaen tesis eylediler [yeni bir güç olarak kurdular]. Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicride, Mısır’ı zapt eylediği zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahsı-ı aciz tarafından kullanılması, âlem-i İslam için şin olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Türkiye devletinin kuvvasına [kuvvetlerine] istinat ettirmek [dayandırmak], ihya ve i’la eylemek [canlandırmak ve yüceltmek] üzere aldı.

Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti [kurulmuştu], Hilafet’i aldığı tarihten ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda [dünya tarihinde] devr-i i’tila [yükselme devri] denilen ve muvaffakiyet-i mütevaliye [üst üste başarılar] ve azime ile mali olan, takriben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra inhilal [dağılma] başlıyor. Devri inhitatın [çöküş devrinin] her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırı­yor. Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz daha fazla taksim ediyor, devletin istiklalini [bağımsızlığını] darbeliyor, arazi, servet, nüfuz ve haysiyet-i millet azami bir süratle mahv ve heba oluyor. Nihayet Al-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdettin’in devri saltanatında Türk milleti, en derin hufre-i esaretin [esaret çukurunun] önüne getiriliyor.

Atatürk, Vahdettin’in hıyanetinden ve şahsi saltanatın zararlarından söz ettikten sonra, katiyetle şunları söylüyor:

Artık, milletin, en makul ve en meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek [kullanmak] zamanı geldiğine tereddüt kalmamıştır. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osmanlı devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat [olaylar] ile tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında, bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında memur olduğu, kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti [yer aldı]. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı [bireyleri] tarafından müntehip [seçilmiş] vekillerden terekküp eden [oluşan] bir Meclis-i Ali’de [Yüce Meclis’te] temsil etti. İşte o Meclis, “Meclis-i Aliniz”dir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.

Bu sözleri ile Mustafa Kemal, demokrasi esaslarına dayanan yeni Türk devletinin resmen temelini atmış bulunuyor. Bunun neticesinde ilk adım olarak, saltanat kaldırılmış ve hilafet ayrılmıştır. İkinci adım bildiğimiz gibi, 3 Mart 1924’te hilafetin de lağvedilmesidir. Atatürk hilafet meselesini Büyük Nutuk’unda açıklarken şöyle diyor:

Halka sordum, bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini [yetkisini] tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin istiklalini, milletinin hâkimiyetini muhildir [bozar]. Millete şunu da ihtar ettim ki, kendinizi cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillerce uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler artık yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

Bu suretle halifelik, ömrünü bitirmiş bir teşekkül olarak Büyük Miller Meclisi’nin kararı ile tamamen kaldırılmıştır. Meclis, tarihten aldığı derse göre, bunun · yerine bir yenisini de koymamıştır.

Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki Atatürk, tarih bilgisine çok kuvvetli olarak sahip bulunuyordu. Hayatının her devresinde tarih okumuştur. Tarihin yeni keşifleriyle de derinden ilgilenmiş ve Türk Tarihi bilimine yepyeni bir yol açmıştır. İstiklal Savaşımız sıralarında ise türlü fırsatlarda söylediği sözlerde tarih, bazen ulusal bir heyecan kaynağı oluyor, bazen de, tarihi bilimsel bir konu olarak eline aldığında, en büyük yetki ve açıklıkla konuşuyor. Tarih, yasalaştırmak istediği meseleler için dayanak noktası oluyor. Tarihten deliller getirerek, ikna edici örnekler veriyor, neticelerini gösteriyor. Bozulmuş kurumları yıkarken, onların tarihte geçirmiş oldukları evrelerin bilinmesiyle, ömürlerinin tamam olduğuna inanıyor. Onun için kendisi, bir devlet başkanı olmuştur, fakat asla bir ‘halife’ olmak istememiştir. Çünkü tarihte ve uygulamalarda, siyasi hayat için, halifeliğin büyük bir rolü olmadığını biliyordu. O, yalnız Türklüğün birliğini temin ederek bu devleti kurdu. Panislamcılığın, Pantürkçülüğün birer hayal olduğunu ve tarihte asla gerçekleşmemiş olduğunu anlamıştı. Hayaller ve imparatorluklar peşinde gitmeyi asla istememiştir ve böyle hayalleri milletine telkin etmemiştir. Atatürk, bütün devrimlerinde olduğu gibi, bunda da yapılabilecek işlerin sınırını aşmamıştır.

Bu örnekleri Atatürk’ten aldım, bütün nutuklarını taradım, tarihten bahsettiği kısımlardan bazılarını topladım ve göstermek istedim ki, bir devlet kurucusunun, bir büyük siyaset adamının kişiliğinde, kararlarında tarih bilgisi ne büyük rol oynar ve ulusun kaderini nasıl değiştirebilir?

Tarih bilmenin büyük faydaları her sahada tecrübe edilmiştir. Tarih, siyaset adamlarına lazımdır. Bir kumandanın en çok bileceği şeylerden biri “Harpler Tarihi”dir; her ilim adamı, uğraştığı sahanın tarihini iyi bilirse, yeni keşifler için kendisini o kadar hazır bulur; edebiyatçı tarihten konu ve örnekler alır, bir mimar eski tarihi anıtlardan ilham alırsa, kendisi de bunlar gibi büyük eserler yapabilir. Velhasıl tarihin girmediği saha ve lüzumlu olmayan meslek tasavvur edemiyorum. Ulusal yurt tarihi ise, her bilgimizin temelini oluşturmalıdır.

Yazımı Atatürk’ün, 28 Eylül 1925’te Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde, daima tazeliğini ve dinamizmini koruyan düşüncelerini anlatan şu sözleriyle bitirmek isterim:

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir [en gerçek yol gösterici bilimdir], fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilim ve fennin, yaşadığımız her dakikada safhalarının tekâmülünü idrak etmek [evrelerinin gelişimini anlamak] ve terakkiyatını zamanında takip eylemek [ilerlemesini zamanında izlemek] şarttır.

 [*] Bu konferans 1 Aralık 1944’te DTCF’de, 8 Ocak 1945’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 31 Mayıs 1966’da ise Kayseri Halkevi’nde verilmiştir.

[Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Yeni Baskıya Hazırlayan: Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.125-137]

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak

Published

on

Özet

Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.

Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.

1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.

Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.

Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.

2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]

Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.

Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.

3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil,  millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.

Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.

1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.

4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.

Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.

Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.

Sonuç

10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil,  millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.

Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.

DİPNOTLAR

  1. Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
  2. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
  3. Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlılar’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.” Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

En Çok Okunanlar