Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

CUMHURİYET’İN YÜCE DİVAN’A GÖNDERİLEN İLK BAKANI

Published

on

Fethi Bey ve İsmet Paşa kabinelerinde Bahriye (Denizcilik) bakanlığı yapan Topçu İhsan, yani İhsan Eryavuz, çok yakın arkadaşımdı. Edirne’de topçu yüzbaşısı iken Meşrutiyet’ten önce İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girmiş, Meşrutiyet’ in ilanının ardından Edirne’ de ve daha sonra askerlikten ayrılarak çeşitli yerlerde İttihat ve Terakki katib-i mesullük görevini üstlenmişti. Okumuş, aydın ve yurtsever, aynı zamanda komitacı bir arkadaştı.

İttihat ve Terakki’ deki arkadaşlarından Kürt Mustafa’nın Divan-ı Harp’te mahkûm olarak idam edilmesi ve kendisinin de idam edilmek üzere aranması karşısında mütarekeden sonra bin bir güçlükle Anadolu’ya geçerek Mustafa Kemal’e katılmıştı. Atatürk’ün güvenini kazanmış ve Büyük M illet Meclisi’ne Cebelibereket milletvekili olarak girmişti.

Meşhur Hintli Ağa Han, Büyük Millet Meclisi tarafından kaldırılan hilafeti övücü bir mektubu yayımlanmak üzere İstanbul’daki gazetelere göndermişti. Bu mektubu önce hiçbir gazete yayımlamadı. Yalnız Hüseyin Cahit Bey, bir gün bu mektubu Tanin gazetesinde yayımladı. Ertesi gün İkdam ve Tasvir-i Efkâr gazeteleri de ondan alıntı yaparak mektuba sayfalarında yer verdiler. İsmet Paşa Hükümeti bunu açık bir vatana ihanet kabul etti ve Meclis’in yalnız bu sorunu incelemek ve sorumlularını yargılamak üzere İstiklal Mahkemesi oluşturmasını önerdi.

Meclis bu öneriyi kabul ederek, Topçu İhsan’ın başkanlığında Refik (Konya), Asaf (Bursa), Cevdet (Kütahya) ve Başsavcı olarak da Vasıf (Saruhan) Beylerden oluşan bir İstiklal Mahkemesi oluşturdu.

Mahkemenin Ankara’dan İstanbul’a hareketi sırasında uğurlayıcılar arasında ben de vardım. İstasyonda İsmet Paşa ile İhsan Bey’in yanında duruyordum. İsmet Paşa, İhsan Bey’in koluna girdi ve “İhsan, bu yayının hilafet için bir olay çıkarmak amacıyla kasten yapıldığına şüphe etme. Haydutların defterlerinin mutlaka dürülmesi lazım” dedi. İhsan Bey de, “Paşam, dendiği gibi bu adamların vatana ihanetlerine kanaat verici bir sonuç alırsam, herhalde gerekeni yapacağıma şüphe etmezsiniz” cevabını verdi.

Mahkeme heyeti İstanbul’a gitti ve Hüseyin Cahit Bey’i yargılamaya başladı. Mektuptan başka bir delil olmadığı ve Hüseyin Cahit Bey’in sadece bu nedenle mahkûm edilemeyeceğine kanaat getirdi. Bu kanaat İsmet Paşa’yı çok sinirlendirmişti. Fuar (Bulca)’yı İstanbul’a göndererek sanıkların mutlaka cezalandırılması gerektiğini bildirdi. Fakat mahkeme, sonuçta Hüseyin Cahit Bey’in ve diğer sanıkların beraatine karar verdi.

Atatürk o sırada harp oyunları için İzmir’deydi. İhsan Bey, Atatürk’e bir şifre yazarak, Hüseyin Cahit Bey’in ve diğer bazı gazetecilerin İzmir’e davet edilmelerinin onlar üzerinde olumlu etki yapacağını arz etti. Atatürk, İhsan Bey’in mektubuna 18 Ocak 1924’te şu cevabı gönderdi:

İstanbul’da İstiklal Mahkemesi Reisi İhsan Beyefendi’ye,

Mektubunuzu aldım. İstanbul gazete sahip ve yazarlarının İzmir’de tarafımdan kabulüne aracı olmalarını rica etmiş olduklarına nazaran kendilerini kabul edeceğim. Yalnız, tarafımdan davet olunmuşlar gibi bir yoruma kalkışmaları tabii doğru olmaz.

Bu noktanın uygun şekilde hatırlatılması ile birlikte kimlerin ve ne vakit geleceklerinin bildirilmesini rica eder, zat-ı alinizin ve diğer arkadaşların gözlerinden öperim kardeşim.

Atatürk’ün bu şifre mektubuna İhsan Bey’in 26 Ocak 1924 tarihli şifre cevabı şöyle idi:

Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne,

Ahmet Emin, Hüseyin Cahit, Asım Velid, İsmail Müştak, Suphi Nuri ve Necmettin Sadak Beyler zat-ı alilerince kabule mazhar olacakları ümidiyle ziyaret-i davetlerine geleceklerdir. Cümlesine ve Hüseyin Cahit’e iltifat buyurulması ve hususi mülakata nail olması pek etkili olacağı düşüncesiyle durumu arz eder, kemal-i hürmetle ellerinizden öperim efendim.

Hüseyin Cahit’in beraat etmesi yetmiyormuş gibi İzmir’e, Atatürk’ün yanına götürülmesi İsmet Paşa’yı çileden çıkarmıştı. Aleyhindeki dedikodulardan rahatsız olan İhsan Bey, hemen İzmir’e gitti ve Atatürk’e gerekli açıklamaları yaptı. Atatürk şöyle diyordu:

Çok haklısın. Bence hiçbir mesele yoktur. Yalnız bunları İsmet Paşa’ya da anlat, onu tatmin et.

İhsan Bey, o günlerde İzmir’ de olan İsmet Paşa ile de görüşmek istedi ama başaramadı. Çünkü İsmet Paşa her seferinde “evde yok” dedirtiyordu.

İhsan Bey’in Fethi Bey kabinesindeki Bahriye vekilliği, İsmet Paşa kabinesinde de devam ediyordu. İsmet Paşa, İhsan Bey’i kabineden çıkarmak istedi. Fakat Atatürk’ün bu konuda onayını alamayınca, tuttu Bahriye Vekilliği’ni kaldırdı. Bununla da yetinmedi, İhsan Bey’in bir muhalefet hareketi oluşturmaya çalıştığını gidip Atatürk’e söyledi. O sırada Atatürk’ün yanında olan Ertuğrul Milletvekili Dr. Fikret Bey de bunu hemen İhsan Bey’e haber verdi. İhsan Bey çok üzüldü ve İsmet Paşa’ya ağır bir mektup yazdı.

Bir gün Meclis’te Atatürk, İhsan Bey’e soğuk davranmış, o da bana şöyle yakınmıştı:

İsmet Paşa Atatürk ‘e kim bilir neler söyledi, neler anlattı ki Meclis’in yukarı koridoruna çıktığım zaman etrafımı sivil memurlar ve yaverler sardı.”

İhsan Bey Atatürk’e, “Bu mektuba neden tepki gösterdiğini” sormuş, o da “Çünkü bu mektupta hakaret var, tecavüz var, tehdit var” demişti. Bunun üzerine İhsan Bey, Atatürk’e şu öneride bulundu:

Benim size karşı gelmeye ne haddim ne de kudretim vardır. Eğer İsmet Paşa böyle yapmaya devam edecekse, milletvekilliğinden istifa edip çekileyim ve senin başarın için dua edeyim.

Atatürk’ün cevabı ise bir çeşit “Aranızı düzeltin” mesajı içeriyordu:

İsmet Paşa ile aranızda bir olay var. Ben bu işte nötr kalacağım.

***

Gün geldi, bir “Yavuz-Havuz meselesi” ortaya atıldı. İhsan Bey’in, Bahriye vekili iken, Yavuz sözleşmesinin tadilinde yetkisi dışında devlet ve hazine aleyhine madde koyduğu iddia ediliyordu. İddia aldı yürüdü. Basına ve sonunda Meclis’e intikal etti. Konu bir gün sonra Meclis’te görüşülecekti. Ben de Almanya’dan yeni dönmüştüm. O akşam Çankaya’daki evimde otururken, İhsan Bey telefonla beni aradı:

Yarın bizim mesele Meclis’te görüşülecek. Gazi buna tarafsız mı kalacak? Beni korumayacak mı? Senin gidip görüşmeni rica edecektim.

Zor bir durumdu. Gazi ile görüşmekten bir sonuç alınacağı şüpheliydi. Ama arkadaşlık görevimi yapmak zorundaydım. Kalktım, Köşk’e gittim. Başyaver Rasuhi Bey tek başına bilardo oynuyordu. Gazi’nin ne durumda olduğunu sordum.

Kütüphanede İsmet Paşa ve Meclis Başkanı Kazım Paşa ile birlikte yarın Meclis’te görüşülecek olan İhsan Bey meselesini konuşuyorlar” dedi.

Kütüphaneye çıktım. Gazi, uzaktan beni görür görmez hemen, “İhsan için geliyorsun, değil mi?” diye karşıladı. “Evet, Paşam” dedim. “Ne istiyor?” diye sordu. Anlattım:

Yarın Meclis’te görüşme açılacakmış. Görüşmenin tarafsız yapılmasının sağlanmasını, kendisinin bu şekilde olsun korunmasını rica ediyor.

Gazi bu sözlerime daha cevap vermeden, Meclis Başkanı Kazım Paşa (Özalp) atıldı:

Kılıç Ali, biz karar verdik, bu iş bu şekilde devam edecek…

Sonra Gazi’ye dönerek: “Değil mi Paşam?” diye sordu. Gazi, bana dönerek şöyle dedi:

İhsan’ın bu işten açık alınla çıkacağına eminim. Binaenaleyh şimdi onun için yapılacak iş, yarınki görüşmelerde soğukkanlılıkla, mantık çerçevesinde kendini savunmaktır.

Ayağa kalkarak yemek zamanı olduğu için aşağıya, sofraya inmek üzere yürümeye başladı. Ben merdivenden inerken İsmet Paşa koluma girdi:

Kılıç Ali, görüyorum ki çok üzgünsün.

Evet, Paşam, çok üzgünüm. Nasıl üzgün olmayayım? İnkılap işlerinde arkadaşlık yaptığımız, canla başla çalışan yakın bir arkadaşımız gözümüzün önünde kurban ediliyor.

Haklısın, ben de üzgünüm.

Sonra ekledi:

Haklısın, ama baldırından et kesip başkalarına yama yapma!

İsmet Paşa’nın bu sözünden sonra sofraya oturmadım. Gazi’nin iznini alarak eve döndüm. Hemen İhsan’ı telefonla buldum. Kendisine yalnız Gazi’nin sözlerini aktardım. O’nun tavsiyesine göre hareket etmesini söyledim.

Ertesi gün Meclis’te görüşme başladı. [1] İhsan Bey iyi hazırlanmıştı. Günlerce çalışarak yazdığı savunmasında, hakkındaki bütün iddiaları çürütmeye çalışıyordu. Görüşmeye girmeden önce, hazırladığı savunmayı bir kere gözden geçireyim diye bana verdi. Ben de savunmayı hemen orada Hasan Saka’ya verdim. Merdivenin yanındaki şube odasına girdik. Savunmayı baştan sona okuduk. Hasan Saka bazı noktaları uygun görmedi. Onları çizdik.

Meclis genel kurulu toplandı. Görüşme başladı. Önce İsmet Paşa kürsüye çıkarak uzun bir konuşma yaptı ve İhsan Bey’in Yüce Divan’a gönderilmesini istedi. İhsan Bey, büyük bir soğukkanlılıkla savunmasına başladı. Savunmasının sonlarına doğru heyecanlandı. Bizim metinden çıkardığımız İsmet Paşa aleyhindeki cümlelere geldiği zaman, “Merak etmeyin, o cümleleri geçeceğim” deyince, Afyon Milletvekili Ali Bey oturduğu yerden bağırdı: “Ne söylersen söyle! Bana ne!

İhsan Bey bir ara kendinden geçer gibi oldu:

Ben namus ve haysiyetin değerini bilen adamım!

Bunu derken elini tabancasına götürür gibi bir hareket yaptı. Ayağa kalkıp bağırdım:

İhsan, kendine gel!

Arkadaşım Salih Bozok da aynı şekilde bağırarak bana yardımcı oldu.

Bu müdahalemiz üzerine İhsan biraz kendine gelir gibi oldu. Sözlerini bitirdi. Kürsüden inerek toplantı salonunu terk etti, çıkıp gitti.

İsmet Paşa tekrar kürsüye geldi. “İki milyon lira sarf ederek çürük bir havuzu milletin başına yıktığından ve bu işte kendisini kandırdığından” söz ederek İhsan Bey’in derhal Yüce Divan’a gönderilmesini istedi. Meclis de bu isteğe uyarak İhsan Bey’in Yüce Divan’da yargılanmasına karar verdi. [2, 3]

İhsan Bey hemen o gece Keçiören’deki evinden polis ve jandarma tarafından alındı, götürülüp tutuklandı.

Yüce Divan toplandı. Mahkeme günlerce devam etti. İsmet Paşa da Yüce Divan’a gidip ifade verdi. Mahkeme devam ederken bir taraftan da Londra ve Almanya’ dan getirilen uzmanlar, bahriye teknik kuruluyla birlikte havuzun inşaat planlarını incelediler. İzmit’e gidip havuzu gördüler. Sonunda, havuzun en iyi ve birinci sınıf malzeme ile yapıldığına dair rapor verdiler.

Yüce Divan, “Bakanlar Kurulu’ndan çıkmadan önce Flander Şirketi’ ne mektup yazmakla memuriyet görevini suiistimal ettiği” gerekçesiyle İhsan Bey’i bir yıla, komisyonculuk yapan Sapancalı Hakkı’nın Saint-Nazaire Şirketi’nden aldığı yüz bin liralık komisyon mektubunun İhsan Bey’e ait olması ihtimali de göz önüne alınarak bundan dolayı da bir yıla, yani toplam iki yıla mahkûm etti.

Hapse girdiğinin ilk zamanlarında İhsan’a gösterdiğim ilgi yanlış yorumlara neden olmuştu. Sanki Atatürk’le İhsan arasında bir davanın hesaplaşması yapılmış da biz mahkûm olan İhsan’ın tarafında imişiz gibi dedikodular yapıldı. Bu durumda, hapishanede yatan İhsan’la ilişkimizi içimiz kan ağlayarak kesmeye mecbur kaldık. Onun için, cezasını tamamlayarak hapisten çıkan İhsan Bey bizi aramadığı gibi bizim de onu aramaya yüzümüz yoktu. Fakat bir süre sonra kader bizi yine karşı karşıya getirdi.

Sanatçı Münir Nurettin Selçuk’la birlikte Taksim’den Beyoğlu’na doğru iniyorduk. Tam Fransız Konsolosluğu’nun önündeyken, karşıdan İhsan’ın gelmekte olduğunu görünce birden şaşırdım. Yaz olduğu için başı açıktı ve bıyıkları -bıraktığım gibi değildi- uzamıştı. Hapse girmeden önceki haline göre biraz daha düşkün, bitkin görünüyordu. Biraz daha ihtiyarlamış gibiydi. Şaşıran ve heyecanlanan yalnız ben değildim. Arkadaşım İhsan da beni görünce aynı heyecana kapılmıştı. Ben “Acaba nasıl davranacak?” diye tasalanırken, o duyduğu heyecanı ve sevinci gösterir bir şekilde beni kucakladı, öpüştük. Ayaküstü biraz dertleştikten sonra ayrılırken Gazi’nin sağlığını sordu:

Gazi nasıldır? Ellerinden öperim.

Yahu ne söylüyorsun! Gazi falan kaldı mı? Şimdi Atatürk var.

Ne bileyim birader… Ben O’nu Gazi olarak bırakmıştım.

Vedalaşıp ayrıldık.

Mevsim dediğim gibi yazdı ve Dolmabahçe’deydik. Akşam yemeğinden önce Atatürk’ü çalışma odasında, gözünde gözlüğü, yazı yazarken buldum. Ayak seslerimizden odaya girdiğimizi anlayınca gözlüğünün üzerinden baktı ve bana eliyle yer göstererek oturmamı işaret etti. Oturdum. Elindeki yazıyı bitirir bitirmez sordu:

Ne var ne yok?

Paşam, size acı bir manzara anlatacağım. Bugün Taksim’de İhsan’la karşılaştım.

Elindeki kalemi masaya bıraktı. Yüzüme merakla baktı:

Eee… Ne oldu?

İhsan beni görünce çok heyecanlandı. Kucaklaştık, öpüştük. Sağlığınızı sordu, bilhassa ellerinizden öptü.

Bunları dinlerken Atatürk’ün üzüntüsü çok belirgindi. Ceketinin üst cebindeki beyaz mendilini çıkararak burnuna götürdü. “Hım…” diye bir ses çıkardı. Daha fazla havadis vermeme fırsat bırakmadan “Başka?” diye konuyu değiştirdi.

İhsan, ölümüne neden olacak hastalığı sırasında bana, hakkındaki suçlamalara Atatürk’ün inanıp inanmadığını sormuştu. Hiç düşünmeden “Hayır, asla” dedim. “O halde beni niçin feda etti?” diye sordu. Ben de anlattım:

İhsancığım, bazı kötü olaylar ve rastlantılar İsmet Paşa ile seni karşıya karşıya getirdi. Aranızda büyük bir uçurum meydana geldi. İsmet Paşa’nın ‘Ya o, ya ben’ diye ısrarı karşısında Atatürk, onu atıp seni iktidara getiremezdi. Aslında sen de bunu beklemezdin. İş o hale gelince inkılabın kendine özgü cilvelerine sen kurban oldun.

Bunlar İhsan’ı teselli etmek için söylenmiş sözler değildi, gerçekti.

İhsan Bey Yüce Divan tarafından çoğunluk kararıyla mahkûm olur olmaz, Gazi’ye şu iki satırcık mektubu yazıp göndermişti:

Aziz Paşam! Aleyhime düzenlenen feci dram bitti. Piyeste rol alan aktörler, gördünüz ki, rollerini ne kadar hatalı ve ne kadar acemice oynadılar. Buna rağmen kendimi size daha iyi tanıtmak için herkesle ilişkimi kesmiş olduğum şu sıralarda, şahsınıza karşı saygım ve bağlılığım ölünceye kadar olduğu gibi devam edecektir.

Cumhuriyet’in Yüce Divan’a gönderilen ilk bakanı olan İhsan Bey’in bu kısa mektubu Gazi’yi çok üzmüştü. Mektubu okuduktan sonra başını pencereden Ankara’nın ovalarına çevirerek bir süre öylece düşünmüştü.

İhsan mahkûm edilip hapse atıldıktan sonra Ankara’da herkes sinmiş, herkes birbirinden korkar olmuştu. İhsan’ın hapishanede adi suçlular ve katillerden ayrı bir yerde yatırılması için cezaevi müdürüne yaptığımız başvurular bile çeşitli yorumlara yol açıyordu. Bu durumda İhsan Bey’in hapishanede bir kazaya kurban gidebileceği ihtimali haklı olarak bizi kaygılandırıyordu. Bu kaygıyı paylaşan arkadaşlar olarak, cezaevi müdürünün dikkatini çekmiş, İhsan’ın uyanık ve tedbirli olması için eşi vasıtasıyla kendisine haber göndermeyi düşünmüştük. Bu konuşmaları yaptığımız arkadaşlar arasında Ağaoğlu Ahmet Bey de vardı. Ahmet Bey, İhsan’ın eşi Nuriye Hanım’a durumu açık olarak anlatmış ve Nuriye Hanım da, içinde yemek bulunan sefertaslarından birisinin arasına bir tabanca gizleyerek hapishaneye götürmüş, İhsan’a vermişti.

İhsan bu tabancayı hapishaneden çıkacağı son güne kadar gizlice yanında sakladığını söylerdi. Ağaoğlu Ahmet Bey’e minnettarlığını ise şöyle ifade ediyordu:

Tabancayı aldıktan sonra sanki moralim yerine geldi.

İhsan’ın hapse düşmesinden sonra, Nuriye Hanım, genç denebilecek bir yaşta, iki küçük kızı ve bir oğluyla yapayalnız kalmıştı. O iki yıl içinde kimseye güvenmeyerek İhsan’ın yemeklerini kendisi yaptı, kendi eliyle götürdü. Hem çocuklarına baktı, hem de hapisteki kocasına. Fakat bu ağır yüke genç yüreği fazla dayanamadı. Kalp hastalığına yakalanarak yataklara düştü. Ben, arkadaşlarım Hasan Rıza Soyak ve Fuat Bulca ile oğlum Altemur Kılıç, bu vefakâr ve çileli kadının ölümü sırasında başucunda bulunuyorduk.

 [Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi TURGUT, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2005, s. 246-255]

DİPNOTLAR

[1] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 24 Kânunuevvel 1927, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 157-171

[2] T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26 Kânunusani 1928, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 60-97

[3] Teşkilatı Esasiye ve Adliye Encümenlerinden Müteşekkil Muhtelit Tahkikat Encümeni Mazbatası

T.B.M.M. ZABIT CERİDESİ, 26 Kânunusani 1928, Devre: III, Cilt: I, İçtima Senesi: I, s. 1-29

Mustafa Kemal Atatürk

Amasya Genelgesi’nin İçerik Analizi: Kavramların Anlam ve Tarihî Değeri

Published

on

Giriş

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlerin, Karadeniz Bölgesinde asayişi sağlayamaması halinde bölgeyi işgal edecekleri tehdidi üzerine Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye göndermeye karar vermiştir. 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 18 Mayıs 1919 günü Sinop’a gelmiştir. Sinop’ta şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede, istiklal mücadelesi için hazırlıklı olmaları konusunda uyarmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türk İstiklal Mücadelesinin ilk adımını Sinop’ta atmış, aynı gün akşamüzeri Sinop’tan ayrılmış ve 19 Mayıs’ta Samsun’a ulaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’daki icraatlarından rahatsız olan İngilizler, onun İstanbul’a geri çağırılması için hükümet üzerinde baskı kurmuştur. Samsun’da güvenliği tehlikede gören Mustafa Kemal Paşa, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçmiş ve çalışmalarına orada devam etmiştir. 28 Mayıs’ta İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgali haberini alan Mustafa Kemal Paşa, Havza Genelgesini yayınlamıştır. İstanbul’a dönmesi yönünde baskıların artması üzerine, 12 Haziran 1919’da, uzun zamandır tasarladıklarını uygulayabileceği bir yer olarak gördüğü Amasya’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Amasyalılar tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda 14 Haziran’da Amasya Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kurulmuştur. 20 Haziran’da büyük bir katılımla İzmir’in işgalini telin mitingi düzenlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın davetine icabet eden Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey 19 Haziran’da Amasya’ya gelmişlerdir. Ali Fuat, Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa ve telgrafla olumlu görüş bildiren komutanların da onayları ile 21/22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Tamimi/Genelgesi ilan edilmiştir. Böylece Türk İstiklal Mücadelesi fiilen başlamıştır.

Amasya Genelgesi, Türk İstiklâl Harbi’nin siyasi ve ideolojik manifestosu niteliğini taşıyan ilk yazılı belgedir. Bu metin, sınırları şekillenmemiş bir milletin varlığını ilan ettiği, geleceğin millet iradesine dayanan bir yapıyla inşaa edileceğini duyurduğu ve merkezi otoriteye karşı bağımsız bir meşruluk alanı oluşturduğu için yalnızca bir metin değil; bir kopuşun ve doğumun sembolü olmuştur.

Bu makale, Amasya Genelgesi’nin satır aralarında yer alan kavramların tarihi, siyasi ve sembolik anlamlarını inceleyerek bu belgenin niçin bir “Kurucu Metin” olarak değer taşıdığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

1. “Vatanın tamamiyeti, milletin istikbali tehlikededir.”

Bu ifade, genelgenin alarm niteliğini taşıyan çıkış noktalarından biridir. “Vatan” kavramı burada yalnız coğrafi bir sınırın ötesine geçerek, tarihi-manevi bütünlüğü ve toplum aidiyetini de kapsayan bir ümmetten millete geçiş ifadesi olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde “milletin istikbali”, bireylerin değil ortak kimliğin geleceği anlamında kullanılmıştır. Bu, yeni bir siyasi yapının doğmakta olduğunun habercisidir.

2. “Hükûmeti merkeziye, deruhte ettiği mesuliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madun tanıtıyor.”

Burada İstanbul Hükümeti’nin yetersizliği, ilk kez bu kadar açık ve meşruluk sorgulayan bir dille ifade edilmektedir. “Madun” sözcüğü, milletin aşağılanan, edilgen konumuna dikkat çekerken; bağımsızlık taleplerinin ahlaki zeminini oluşturur. Bu ifade, yeni bir merkez kurma niyetinin dolaylı bir ilamıdır.

3. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve karan kurtaracaktır.”

Amasya Genelgesi’nin belki de en çok alıntılanan satırı olan bu ifade, egemenliğin kaynağını saltanattan millete kaydıran dönüşümü ilan eder. “Azim ve karar” ifadesi, milletin edilgen değil aktif bir özne olduğuna işaret eder. Bu satır, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.

4. “Milletin bu hal ve vaziyetini derpiş etmek [öne sürmek] ve sadayı hukukunu cihana işittirmek için her turlu tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudu elzemdir.

Bu satır, merkeziyetten çıkmış, sivil niteliği olan ve milleti temsil eden yeni bir meşruluk zemininin doğacağını duyurur. “Tesir ve murakabe” kavramlarıyla sarayın denetim ve vesayetine karşı bağımsız bir siyasi akıl öngörülürken; “heyet-i milliye” ifadesiyle bu yapının ortak, temsili ve yerel güven temelli olacağı ima edilir.

5. “Anadolu’nun en emin mahalli olan Sivas’ta milli bir kongrenin serian akdi tekerrür etmiştir [kararlaştırılmıştır].

Bu satır, kararın uygulanmasının merkezinin Sivas olacağını belirler. Sivas‛ın seçimi, hem işgalden uzak olması hem de Anadolu için sembolik bir merkez konumunda bulunması ile ilgilidir. “Millî kongre” ifadesi ise bu yapının millet temsiline dayalı ve ortak akıl üzerine kurulacağını ilan eder.

6. “Bunun için tekmil vilayetlerin her livasından milletin itimadına mahzar olmuş üç murahhasın sür’ati mümküne ile yetişmek üzere hemen yola çıkılması icap etmektedir.

Burada “murahhas” yani temsilci kavramı, milletin bölgeler ölçeğinde temsil edileceğini gösterir. Bu, merkezi kararların milletten kopuk değil, yerel tabana dayalı olarak biçimleneceğini ifade eder. Aynı zamanda gelecekteki TBMM yapısının öncülü olarak değerlendirilmelidir.

7. “Her ihtimale karşı bu keyfiyetin milli sır halinde tutulması ve murahhasların lüzum görülen mahallere seyahatlerinin mütenekkiren [kıyafet değiştirerek] icrası lazımdır.

Bu satır, hareketin henüz meşru kabul edilmediği bir ortamda gizlilik ve tedbir mecburiyetini ortaya koyar. “Mütenekkiren” yani kıyafet değiştirerek gizli seyahat, işgal güçlerine karşı taktik bir direnme aracıdır. Bu, Milli Mücadele’nin başlangıçta ahlaki meşruluğa dayandığını gösterir.

8. “Vilayeti Şarkiye namına 13 Temmuz [1]335’te [1919] Erzurum’da bir kongre inikat edecektir [toplanacaktır]. Mezkûr tarihe kadar vilayatı saire murahhasları [temsilcileri, delegeleri] da Sivas’a varid [gelmiş, erişmiş] olabilirlerse Erzurum Kongresi’nin azası da Sivas içtimaı umumisine dâhil olmak üzere hareket edecektir.

Bu satır, yerel direniş hareketlerinin milli direnişle bütünleşmesinin hedeflendiğini gösterir. Erzurum Kongresi’nin bağımsız ama Sivas ile koordine olacak şekilde planlanması, yerel hareketlerin milli yapıya evrilme sürecini temsil eder. Aynı zamanda Doğu Anadolu’nun savunmasına da öncelik tanındığını gösterir.

Sonuç

Amasya Genelgesi, yalnız bir metin değil; bir devrimin eğitim notudur. Kavramların seçimi, dilin dozu ve sıralama mantığı ile yeni bir siyasi yapının, millet iradesine dayanan yeni bir rejimin ilk tohumları atılmıştır. Bu metinle birlikte Osmanlı’nın merkeziyetçi, padişah iradesine dayalı yapısından; milli, temsili ve meşru millet iradesine dayanan modern devlet yapısına geçiş başlatılmıştır. Amasya’da yazılan bu metin, Ankara’da kurulacak bir Cumhuriyet’in ruhi ve siyasi habercisi olmuştur.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Kazım Karabekir Paşanın T. B. M. M.’ne Telgrafı

Published

on

5.- MUHTELİF EVRAK

1.- Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.

REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;

             Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine

Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yadedilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

17 Ağustos 1336 [1920]

Şark Cephesi Kumandanı

Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim.

T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, Elliüçüncü İçtima, 19.8.1336 Perşembe, Devre: 1, Cilt: 3, İçtima Senesi: 1, s. 333

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde Halkla Konuşması

Published

on

(7 Şubat 1923)

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Balıkesir’i biri cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere yedi defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Balıkesir’e ilk defa 6-8 Şubat 1923’te gelmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 8-10 Ekim 1925’te gerçekleşmiştir.  Bunu, 13-15 Haziran 1926, 7-8 Şubat 1931, 21-22 Ocak 1933, 15 Nisan 1934 ve 24-25 Haziran 1934’teki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6-8 Şubat 1923’teki Balıkesir seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN BALIKESİR SEYAHATİ”nin, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında yayımlanan “BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK- BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA (7 ŞUBAT 1923)” başlıklı bölümü, Osmanlı Türkçesinden çeviri yazı olarak sunulmuştur.

***

BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri hutbeler ve hilafet hakkındaki izahatından sonra mesail-i siyasiye ve içtimaiye ve iktisadiyemize [siyasi, sosyal ve ekonomik meselelere] geçmişlerdir

BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA

(7 ŞUBAT 1923)

Balıkesir: 7 [Şubat 1923 Çarşamba] (AA ) – Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, bugün öğle namazını büyük bir cemaat ile Paşa [Zağnos Paşa] Camii Şerifi’nde kılmışlardır. Namazdan ve ervah-ı şühedaya [şehitlerin ruhlarına] ithafen kıraat edilen [okunan] mevlidi nebeviden sonra Paşa Hazretleri minbere çıkarak şu hutbeyi [nutku/konuşmayı] irat buyurmuşlardır [yapmışlardır]:

“Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atifeti [iyiliği] ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakayıkı [hakikatleri] tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Kur’an-ı azimüşşandaki nusustur [naslardır]. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor [uyuyor ve denk düşüyor]. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş [uymamış] olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilahiye beyninde [tabii ilahi kanunlar arasında] tezat [zıtlık] olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i künyeyi [bütün kâinatın kanunlarını] yapan, Cenabı Hak’tır.

Arkadaşlar, Cenabı Peygamber, mesaisinde iki eve, iki haneye malik [sahip] bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in eser-i mübareklerine [mübarek eserlerine] iktifaen [uyarak] bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline [bugününe ve geleceğine] ait hususatı [hususları] görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside [kutsal evde], Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.

Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz [gelecek ve bağımsızlığımız] için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-ı milliye [milli emeller], irade-i milliye [milli irade] yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin [bütün millet fertlerinin] arzularının, emellerinin muhassalasından [bileşkesinden] ibarettir. Binaenaleyh [dolayısıyla] benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.”

Müşarünileyh [adı geçen], badehu [ondan sonra] minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat tarafından irat edilen [sorulan] yirmiyi mütecaviz suali [yirmiden fazla soruyu] tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale [soruya] cevaben demişlerdir ki:

“Hutbeler hakkında irat edilen sualden [sorulan sorudan] anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi [fikri hissiyatı] ve lisanıyla ve ihtiyacat-ı medeniye [medeni ihtiyaçlar] ile mütenasip [uyumlu] görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa [insanlara] hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım mefhum [kavram] ve manalar istihraç edilmemelidir [çıkarılmamalıdır]. Hutbeyi irat eden [söyleyen], hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi [söylerlerdi]. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamber’in, gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] söylediği şeyler, o günün meseleleridir; o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır [toplumsal hususlarıdır]. Ümmet-i İslamiye [İslam ümmeti] tekessür [çoğalmaya] ve memalik-i İslamiye [İslam memleketleri] tevsie [genişlemeye] başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine [söylemelerine] imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa [bildirmeye] birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesa [reisler] idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir [aydınlatmak] ve irşat [uyarmak] için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-ı umumiyeden [genel durumdan] haberdar etmek, son derecede haiz-i ehemmiyettir [ehemmiyetlidir].

Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette [faaliyet halinde] bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat[icapları]nıza ve ihtiyaçlarınıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin tenvir ve irşadıdır [aydınlatılması ve uyarılmasıdır], başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hatibanın [hatiplerin] her halde nasın [insanların] kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki: “Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz [feyiz kaynağı], bir menba-ı nur [nur kaynağı] olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniye ve ilmiyeye [fenni ve ilmi hakikatlere] mutabık [uygun] olması lazımdır. Hatibay-ı kiramın [değerli hatiplerin] ahval-i siyasiye [siyasi ahvali], ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi [toplumsal ve medeni ahvali] her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat [telkinler] verilmiş olur. Binaenaleyh [dolayısıyla] hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana mutabık [zamanın icaplarına uygun] olmalıdır ve olacaktır.”

Badehu [ondan sonra] hilafet hakkındaki suale [soruya] nakl-i kelam ederek [sözü getirerek] yalnız Türkiya değil, bütün âlem-i İslam’a [İslam âlemine] ait olan bu makama vazife ve salahiyet vermek, Türkiya devletinin salahiyeti haricinde ve fevkinde [üzerinde] olduğunu beyandan sonra demişlerdir ki:

“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından [bitişinden] sonra bir Türkiya devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil [bağımsız] ve Müslümandır. Yeni Türkiya devletini milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] Türkiya Büyük Millet Meclisi idare eder. Bu şerait[şartlar] dâhilinde halifeye, yalnız Türkiya devleti nam ve hesabına kanun-ı mahsusla [özel kanunla] verilmiş olduğundan başka bir hak ve salahiyet verilmek icap ederse, milletin hâkimiyeti takit edilmiş [kısıtlanmış] ve bilnetice [neticede] bu hâkimiyet inkısama uğratılmış [parçalanmış] olur ki, bu, eski halin avdetinden [dönmesinden] başka bir şey olamaz.”

Müteakiben Lozan Konferansı hakkında irat edilen suale [sorulan soruya] geçerek şu sözleri söylemişlerdir:

“Mamafih [ne yazık ki], adli, mali kapitülasyonlar mesailinde [meselelerinde] muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişlerdir [değiştirmemişlerdir]. Bu mesailde [meselelerde] İtalyanlar ve bilhassa Fransızlar müşkülat ihdas etmişlerdir [çıkarmışlardır]. Bu iki sebepten dolayı Lozan Konferansı’nın mesai-i ciddiyesi [ciddi mesaisi] tevkif etmiştir [durmuştur]. İtilaf devletleri heyet-i murahhasları [delege heyetleri], hükümetleriyle temasta bulunmak üzere Lozan’dan müfarekat etmişlerdir [ayrılmışlardır]. Bizim heyet-i murahhasımızın [delege heyetimizin] da hükümet ve Büyük Millet Meclisi ile müşavere etmek üzere gelmesi memuldür [muhtemeldir]. Biliyorsunuz ki, Lozan’da İtilaf heyet-i murahhası [delege heyeti] aylardan beri devam eden mesaiden sonra bize bir sulh [barış] projesi vermişlerdir. Bu proje kapitülasyonlar hakkında ihtiva ettiği mevaddan [maddelerden] dolayı milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir [kabul edilemez]. Kapitülasyonlar bir devleti behemehâl [mutlaka] münkariz eder [bitirir]. Devlet-i Osmaniye [Osmanlı devleti] ile Hindistan Türk ve İslam imparatorlukları bunun en büyük delilidir. Efendiler, biz hukuk-ı meşru ve hayatımızı [meşru ve hayati haklarımızı] dünyay-ı medeniyet ve insaniyete [medeniyet ve insaniyet dünyasına] tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz. Bunu tasdik ve teslim ettirmek için icap eden her türlü tedbirlere tevessülde [girişmekte] tereddüt göstermeyeceğiz. Milletin irade-i hakikiyesinin [hakiki iradesinin] bu merkezde olduğuna kaniyim.” (Hay hay sesleri)

Badehu [Ondan sonra] Düyunu Umumiye’nin Türkiya’dan ayrılacak mahallere taksim olunduktan sonra tanınacağından ve rejinin şu veya bu şekilde olmasının her zaman kabil-i tezekkür olduğundan [konuşulabileceğinden], ticarete, ziraate ve sanayiye fevkalade ehemmiyet verilmek icap ettiğinden, kadınların hayat-ı içtimaiyemizde [toplumsal hayatımızda] erkekler derecesinde sahib-i hak [hak sahibi] olması lazım geldiğinden bahsetmişler ve Halk Fırkası hakkındaki soruya aşağıdaki cevabı vermişlerdir:

“Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, memalik-i sairede [diğer memleketlerde], fırkalar behemehâl [mutlaka] iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatını muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fırkaya mukabil [karşılık] diğer bir sınıfın menfaatını muhafaza maksadıyla başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hâlbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dâhildir. Bir defa halkımızı gözden geçirelim: Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyet-i azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varid-i hatır olur [hatıra gelir]. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir [sahiptir]? Bu arazinin miktarı nedir? Tedkit edilirse [incelenirse] görülür ki, memleketimizin vüsatına [genişliğine] nazaran hiç kimse büyük araziye malik [sahip] değildir. Binaenaleyh [dolayısıyla] bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccaran [tüccarlar] gelir. Bittabi bunların menfaatlarını, hal ve atilerini [bugünlerini ve geleceklerini] temin ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi tüccarların bulunduğu varid-i hatır olabilir [hatıra gelebilir]. Hâlbuki bizim memleketimizde büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var! Hiç. Binaenaleyh [dolayısıyla] biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur [müesseseler çok sınırlıdır]. Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Hâlbuki memleketi teali eylemek [yükseltmek] için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh [dolayısıyla] tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan ameleyi de himaye ve sıyanet [korumak] etmek icap eder. Bundan sonra münevveran [aydınlar] ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara terettüp eden [düşen] vazife, halkın içine girerek onları irşat [uyarmak] ve ilâ etmek [yükseltmek]  ve onlara terakki [ilerleme] ve temeddünde [medenileşmekte] pişva [öncü] olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh mesalik-i muhtelife erbabının [çeşitli meslekler sahiplerinin] menafi [menfaatları]  yekdiğerine memzuc [karışmış] olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyet-i umumiyesi [tamamı] halktan ibarettir.

Halk Fırkası halkımıza terbiye-i siyasiye [siyasi terbiye] vermek için bir mektep olacaktır. Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir fırka-ı siyasiye [siyasi fırka] teşkil etmemekliğimi tavsiye etmişlerdir. Filhakika [hakikaten] vazife-i milliyenin hitamında [milli vazifenin sonunda] köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattır. Bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal [elde] olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icap eder. Fakat bu hususta henüz bi-endişe [endişesiz olamam. Hiçbirinizin de bi-endişe olmamanızı tavsiye ederim. Şimdiye kadar istihsal ettiğimiz muvaffakiyetler üç dört seneye sığmayacak kadar çoktur. Her tarafta olduğu gibi bizde de yeni hareketler ve cereyanlar karşısında onu hazmedemeyen kuvvetler zuhur edebilir [ortaya çıkabilir].

Mateessüf [ne yazık ki], bu daima vardır. Nitekim bu hususta ahkâm-ı şer’iyeye muvafık [şer’i hükümlere uygun]  olmayan ve maalesef Meclis’te aza [üye] bulunan bir zat tarafından risale de yazılmıştır. Bu teşebbüs eski Osmanlı devletini iadeden başka bir şey değildir. Bunu yapan o zat, hükümet ve millet nazarında mürtecidir.

Efendiler, şunu katiyetle bilmek icap eder ki, kazanılan şey, hayat ve namustur. Buna tecavüz, hayat ve namusumuza tecavüzdür. Her ferdin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece müteyakkız [uyanık] bulunması lazımdır. İşte bu nokta-ı nazardan [bakımdan] milletin içinde bir fert olarak ve tekrar milletin intihabına [seçmesine] nail olur isem, Türkiya Büyük Millet Meclisi’nde aza sıfatıyla çalışmayı vazife telakki [kabul] ediyorum.

Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına [meydana getirmeye] kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey milli bir müessese olsun. Bu da millete terbiye-i siyasi [siyasi terbiye] vermekle olur.

Asırların bize verdiği dersten milletimizin lüzumu kadar mütenebbih [uyanmış] olduğunu görüyorum. Milletimizin evsaf-ı mahsusası [özel vasıfları] her işimizde muvaffakiyetimizin teminatıdır. Muvaffakiyetimiz bittabi vahdetle [birlikle] olacaktır. Eğer millet müşterek gayeye müştereken sarf-ı faaliyet [faaliyet sarf] ederek yürürse, behemehâl [mutlaka] muvaffak olacaktır. İşte bunları düşünerek mesai-i müstakbelede de [gelecekteki mesaide] de muvaffak olacağına kani bulunuyorum.”

Paşa Hazretleri hasbihâllerine şu suretle son vermişlerdir:

“Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar birçok yerlere uğradım. O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hemdertlerinizle aynı suretle musahabelerde [sohbetlerde] bulundum ve onların da sizin gibi memleketin hal ve atisiyle [bugünü ve geleceğiyle] fevkalade alakadar olduklarını gördüm. Sonra yine bu seyahatim esnasında ordumuzu gördüm; askerlerimiz, subaylarımız ve kumandanlarımızla temasa geldim.

Tetebbu tedkikat ve teftişatım [İnceleme ve teftişlerimin] neticesi bizi mağrur edecek bir haldedir. Çünkü vaziyetimiz çok kuvvetlidir. Memleketimiz halkında ve ordusunda gördüğüm kudret ve kabiliyet, bilhassa azim ve celadet [kahramanlık], hakkımızı behemehâl [mutlaka] istihsale [elde etmeye] kâfi ve kefildir.”

KAYNAKÇA

Hâkimiyet-i Milliye, 11 Şubat 1923, No: 736, s. 2, sütun: 1-4

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0131.pdf?sequence=131&isAllowed=y

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1959, s. 94-99

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-121

Continue Reading

En Çok Okunanlar