Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi’nin Açılışında Yaptığı Konuşma

Published

on

GİRİŞ

Cevat  [DURSUNOĞLU] Bey, Erzurum’da Milli Mücadele’nin sesi Albayrak Gazetesi yayın kurulunda yer almış, gazete sütunlarında İtilâf devletlerinin haksız işgallerine karşı yazılar kaleme almıştır. Aynı zamanda Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti’nin kâtiplik görevini üstlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’a gelinceye kadar Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti, ülkenin içinde bulunduğu şartlara karşı mahalli bir kurtuluş hareketi başlatmıştır. Cevat Bey de hem heyet-i faâle üyesi hem de cemiyetin genel kâtibi olarak bu hareketin içinde yer almıştır. [1]

Cevat Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum’da askerlikten istifasını [7/8 Temmuz 1919] “Anafartalar kahramanının bütün köprüleri yıkışı” olarak değerlendirmiş, 17 Haziran 1919’da düzenlenen Erzurum Vilâyet Kongresi’ne katılmış, 23 Temmuz 1919 tarihli Erzurum Kongresi’nin toplanması için yapılan hazırlıklarda fiili olarak yer almış ve Erzurum Kongresi merkez delegeliği hakkını Mustafa Kemal’e verip kongreye Hasankale delegesi olarak katılmıştır. 20 Temmuz 1919’da Cemiyet başkanlığına Emekli Binbaşı Kazım Bey ile aşağıdaki istifa dilekçesini vermiştir:

“Vilâyât-ı Şarkiyye Müdâfaa-i Hukuk-i Milliyye Cemiyeti Riyâseti’ne, Erzurum

20 Temmuz [1]335/1919

“Evvelce müzakere edildiği vecihle yerlerimize, Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Beyefendi Hazretleri intihâb edilmek üzere Umumi Kongre Erzurum Mümessilliği’nden isti’fâ’ eylediğimizi arz eyleriz.”

Dursunbeyzâde                                                                     Mütekâid Binbaşı

Cevad                                                                                      Kâzım

Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bu istifa hakkında şunları kaydeder: “…Bizim Erzurum Kongresi’ne girmemizi kolaylaştırmak için kongreye Erzurum delegesi olarak seçilmiş olan Emekli Binbaşı Kâzım ve Dursunbeyzâde Cevat Beyler delegelikten istifa ettiler…”

Cevat Bey, Mustafa Kemâl Paşa’yı ilk defa 1916 senesi Eylül ayı başında Bingöl’de III. Kolordu Karargâhı’nda bir yedek subayken tanımıştır. O dönemde Mustafa Kemal Paşa ile tanışıp, konuşma imkânı bulamamıştır. Mustafa Kemâl Paşa ile şahsen ilk teması 3 Temmuz 1919’da Mustafa Kemâl’in Erzurum’a gelişiyle gerçekleşmiştir. Mustafa Kemâl Paşa’yı, Erzurum’dan ayrılışına kadar geçen sürede yakından tanıma fırsatı bulmuştur.

Cevat Bey, Mustafa Kemâl Paşa’nın Erzurum Kongresi hazırlıkları esnasında yapılan toplantılarda direnme yolundaki azmine ve ileri görüşlülüğüne hatıralarında sıkça yer vermiş, bu konu hakkındaki hayranlığını dile getirmiştir.

Cevat Bey, 1960 yılında kendisi ile yapılan bir söyleşide Mustafa Kemal Paşa’yla ile bir konu hakkında şu değerlendirmelerde bulunmuştur:

“Kongrede şöyle bir mesele oldu, bu da Mustafa Kemal’in toleransını ve tahammülünü göstermek bakımından nakle değer. Kongre nizamnamesi görüşülürken bir teklif yapıldı. Her yerde Müdâfaa-i Hukukların reisliğini valiler, ikinci reisliğini de asker heyeti reisleri alsın. Kazalarda da kaymakamlar ve asker şubesi reisleri bu teşkilatın başında olsun. Bu öneri kabul edildiği gün teşkilat milli bir halk teşkilatı olmaktan çıkıyordu. Tabii ilk evvela biz buna karşı cephe aldık. Hatta hiç unutmam ben o gün kitabet yerindeydim. Paşa’dan söz istedim. “Ne yapacaksın?” dedi. Bu teklife mukabele edeceğim dedim. Paşa bir kâğıdın üzerine “Niçin söz istiyorsun? Ne yapacaksın?” yazarak bana verdi. Ben bu teklife karşı mücadele edeceğim dediğimde kâğıda aynen: “Söz veriyorum mutedil ol” diye yazarak bana verdi. Bu tarihi bir vesika idi. Ama tarih cereyan ederken insan vesikalarının değerini bilmez. Ben de kâğıdı okudum ve yırtıp attım. Sözümü alarak çıkıp konuştum. Konuşmanın neticesinde Mustafa Kemâl, işi halledebilmek için tuttu beş kişilik bir heyet seçti. Ama öyle bir seçtirme yaptı ki; heyetten üç kişi teklife muarız, iki kişi ise az çok teklife mutabık idi ki; onlardan biri de Rauf Bey’di. Biz bu konuyu müzakere için toplandık. Biz müzakereyi yaparken bizim esbâb-ı mûcibemiz şuydu: bugün burada Anadolu’da bulunan valilerin hepsi İstanbul Hükümeti tarafından tayin edilmiş adamlardır. Asker reisleri de öyledir. Binaenaleyh, kendi elimizle mukadderimizi onlara teslim ediyoruz. Bunlar şahsen azledilse bile yerlerine yine onlardan biri gelecektir. Bu takdirde millî teşekkül ortadan kalkacaktı. Müzakere çok uzun sürdü. Müzakere esnasında Mustafa Kemal Paşa, bizim bulunduğumuz odaya girdi. Odada bizim şiddetli münakaşamızı görünce Rauf Bey’i bir tarafa çekti. Rauf Bey’le konuşurken, “bu mücadeleyi kısa keselim, işi tatlıya bağlayarak dedikleri hâl noktasından gelirseniz çok daha hayırlı olur” ve iş o noktaya vardı. Bizim teklifimiz aynen kabul edildi.” [2]

“Cevat DURSUNOĞLU, Milli Mücadelede Erzurum, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2000” künyeli eserde “Erzurum Kongresi’nin Açılışı”, şöyle ifade edilmektedir: [3]

ERZURUM KONGRESİ’NİN AÇILIŞI

 Temmuz ayının güzel bir özelliği vardır. Bu aya hürriyet ayı da denilebilir. 4 Temmuz, Amerika’nın bağımsızlık ve hürriyet günüdür. 14 Temmuz, Fransız İhtilali’nin bayramıdır. 23 Temmuz 1908’de İkinci Osmanlı Meşrutiyeti ilan olunmuştur. 23 Temmuz 1919, Erzurum Kongresi’nin açılış günü, milli kurtuluş tarihimizin başlangıcıdır.

O gün Erzurum’un en güzel günlerinden biriydi. Gök bulutsuz ve koyu mavi. Dumlu Dağı’ndan esen serin bir kuzey rüzgârı ovayı yalıyor ve bu bin yıllık Türk şehrine bir tazelik ve ferahlık veriyordu. Sabah saat 11’de başlayacak olan Kongre’nin üyeleri erkenden, şimdiki Yapı Usta Okulu’nun yerindeki “pek mütevazı mektep“in bahçesine kurulmuş çadırlar altında toplanmaya başlamışlardı. Bütün yüzlerde esaslı kararlar vermeye hazırlanmış insanların ciddiliği görünüyordu. “Erzurum Müdafaai Hukuk Cemiyeti” bu binanın küçük bir odasında geçici bir büro kurmuştu. Cemiyet’in ücretli kâtibi Cevri Efendi her zamanki ciddiliğiyle gözlerinde gözlükleri, masanın önüne oturmuş, üyelerin bir cetvelini dolduruyordu.

Pek mütevazı mektep“in yaklaşık 12 metre genişliğinde ve 20 metre uzunluğundaki salonunun doğu tarafına çam tahtasından bir, başkan ve iki kâtip kürsüsü yapılmış ve açılış günü için bu kürsüler halı seccadelerle örtülmüştü. Salonun diğer kısmına yüzleri kürsüye doğru gelmek üzere, basit ve yine çam tahtasından mektep sıraları dizilmişti. Duvarlar, pencereler çıplaktı. Gözü ve gönlü oyalayacak ne bir resim ne de bir yazı vardı.

Üyeler birer ikişer bu salona giriyor, toplantıda oturacakları yerleri tasarlıyor ve dışarıdaki güzel havayı kaçırmamak için tekrar bahçeye çıkıyorlardı. Bahçede, öbek öbek toplanıyor, adeta biraz sonra başlayacak olan Kongre’nin çok ciddi havasından korkarcasına, havadan sudan konuşuyorlar ve kendilerine ikram edilen çay ve kahveleri içiyorlardı. Saat on buçuğa doğru, mektebin kapısında Kolordu’nun ihtişamlı arabası önde olmak üzere, üç araba durdu. Öndeki arabadan Mustafa Kemal Paşa ile Kazım Karabekir Paşa ve bir yaver indiler. Arkadaki arabalardan da Rauf Bey’le birlikte Mazhar Müfit, İbrahim Süreyya beyler ve Paşaların beraberindeki bir iki kurmay subay inmişlerdi. Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir Paşalarla Rauf Bey önde yürüyorlar, maiyet erkânı da bir iki adım arkadan geliyorlardı. Mustafa Kemal Paşa ceket giyinmiş ve başına kırmızıya yakın bir fes örtmüştü. Kazım Karabekir Paşa üniformalıydı. Rauf Bey’ in arkasında koyu renkli sade fakat çok düzgün bir sivil elbise vardı. Ev sahibi olan. Erzurum Müdafaai Hukuk Heyeti, Paşa’yı bahçenin ortasında karşıladı. Paşa’nın yüzü sert bir kaya gibiydi. Çok yavaş sesle konuşuyordu. Heyetin birer birer ellerini sıktıktan sonra, hep birlikte yavaş yavaş binaya doğru ilerlendi. Her adımda bir üyeyle karşılaşıyor; hal hatır soruyordu. Esas binanın kapısının yanındaki ağaçların gölgesinde toplanmış olan birkaç arkadaşın yanında durarak sohbetlerine katıldı. Saat on bire birkaç dakika kala Kazım Karabekir Paşa ile diğer kişiler işlerinin başına döndüler. Orada yalnız Kongre’ye katılacak olan Mustafa Kemal Paşa ile Rauf Bey, bir de Amasya’dan seçilmiş olan İbrahim Süreyya Bey kaldılar. Saat on birde hep birden salona girildi. Mustafa Kemal Paşa ön sıralardan birinde oturan Erzincan üyesi Şeyh Hacı Fevzi Efendi’nin yanına oturdu. Üyeler arasında en yaşlısı Trabzonlu Eyüb oğullarından İzzet Bey’di. İzzet Bey. Erzurum Müdafaai Hukuk’una bir cemile olmak üzere bu hakkını Raif Efendi’ye bırakmıştı. Raif Efendi kürsüye geldi. Bir iki cümleyle Kongre’nin açıldığını ve bir başkan seçilmesi gerektiğini bildirdi. Seçimden önce Şiran üyesi Müftü Hasan Erendi çok güzel Türkçe bir dua okudu. Bu dua Kongre’ye manevi bir hava getirdi. Duadan sonra Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle başkan seçildi. Yavaş yavaş kürsüye geldi ve ayakta olarak açış nutkunu okudu (Nutuk, Vesikalar kısmı. No. 38).

Cevat DURSUNOĞLU’nun hatıralarını içeren “Milli Mücadelede Erzurum” adlı eserinde, Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi’ni açış nutkuna yer verilmemiş, Nutuk’ta yer verilen 38 numaralı vesikaya atıfta bulunulmuştur.

—***—

 

MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ERZURUM KONGRESİ’NİN AÇILIŞINDA YAPTIĞI KONUŞMA

(Rumi 10 Temmuz 1335-Miladi 23 Temmuz 1919, Çarşamba)

Muhterem Murahhas [Delege] Efendiler!

Kongremiz heyet-i riyasetine [kurul başkanlığına] acizlerini intihap eylemek [seçmek] suretiyle gösterilen asar-ı itimat ve teveccühe hassaten teşekkür ederim. Bu münasebetle bazı maruzatta bulunmak isterim.

Efendiler!

Tarih ve hadisatın [hadiselerin, olayların] sevkiyle, bilfiil içine düştüğümüz bugünkü kanlı ve kara tehlikeleri görmeyecek ve bundan müteheyyiç [heyecanlanıp] ve müteessir olmayacak [etkilenmeyecek]  hiçbir vatanperver tasavvur edilemez.

Harbi Umuminin [Birinci Dünya Harbinin] sonlarına doğru, milliyetler esasına müstenit [dayanan] vaatler üzerine, Hükumet-i Osmaniye’miz [Osmanlı Hükumetimiz] de adilane bir sulha nail olmak [barışa ulaşmak] emeliyle mütarekeye talip oldu. İstiklal [bağımsızlık] uğrunda namus ve şehametiyle [cesaretiyle] dövüşen milletimiz, 30 Teşrinievvel 1334’te [30 Ekim 1918] imzalanan mütarekename ile silahını elinden bıraktı.

Devletlerin şahsiyet-i maneviyesi [manevi şahsiyeti] ve vazi-ü’limza murahhasların [imza koyan delegelerin] namus-ı zatileri zıman ve kefaletinde [şahsi namuslalrının teminat ve kefaletinde] bulunan işbu mütarekename ahkâmı [hükümleri] bir tarafa bırakılarak, İtilaf Devletleri kuva-yı askeriyesi [askeri kuvvetleri], payitaht-ı saltanat [saltanatın başkenti] ve makarr-ı celil-i hilafet [hilafetin merkezi] olan İstanbul’umuzu işgal etti. Gün geçtikçe artan bir şiddetle, hukuk-ı hilafet ve saltanat, haysiyet-i hukümet, izzet-i nefs-i millimiz [milli izzeti nefsimiz] tecavüz ve taaddilere [saldırılara] uğradı. Tebaa-i Osmaniye’den olan Rum ve Ermeni anasırı [unsurları], gördükleri teşvik ve müzaheretin netayiciyle [yardımın neticesiyle] de, namus-ı millimizi cerihadar edecek [yaralayacak] taşkınlıklardan başlayarak, nihayet hazin ve kanlı safhalara girinceye kadar küstahane tecavüzata [tecavüzlere] koyuldular. Fakat derin bir telehhüf  [üzüntü] ile itiraf etmeliyiz ki, bu cüretler, sekiz aydan beri birbirini takiben mevki-i iktidara geçen, murakakebe-i milliyeden azade [milli denetimden uzak] hükûmat-ı merkeziyenin [merkezi hükumetlerin],  birinin diğerinden daha fena olarak gösterdiği zaaf ve aciz arasından [acizlik belirtilerinden] ve payitahtta ve bazı matbuatta [gazetelerde] görülen pek mezmun ihtirsasattan [aşağılık ihtiraslardan] ve vicdan-ı millinin inkâr, Kuva-yı Milliye’nin ihmal olunmasından naşi vüs’at  [ötürü yayılma ortamı] bulmuştur.

Salifülarz  [arz edilen] esbab [sebepler] ve payitaht-ı saltanatın mahsur [kuşatma] ve tamamıyla murakabeye [denetime] tabi kalması yüzünden, artık bu vatanda mukaddesat ve mukadderatına sahip bir kudret ve irade-i milliyenin mevcut olmadığı zehab-ı batılı [boş inancı] hükümran olmuş ve cansız bir vatan, kansız bir millet nelere müstahak ise, bimehaba [korkusuzca] onların tatbikatına, İtilaf Devletleri’nce başlanmıştır.

İnkısam-ı vatan mevzuubahis [vatanın parçalanması söz konusu] ve karar olarak vilayat-ı şarkiyemizde [doğu vilayetlerimizde] “Ermenistan”, Adana ve Kozan havalisinde “Kilikya” namlarında Ermenistan; Garbi Anadolu’nun İzmir· ve Aydın havalisinde Yunanistan; Trakya’da payitahtımızın kapısına kadar kezalik Yunanistan; Karadeniz sahillerimizde “Pontus” krallığı ve ondan sonra bakıye-i aksam-ı vatanda [vatanın kalan kısımlarında] da ecnebi [yabancı] işgal ve himayesi gibi  artık 650 seneden beri müstakilen [bağımsız olarak] saltanat sürmüş ve tarih-i adl ü celadetini [adalet, doğruluk ve yiğitliğini], vaktiyle Hindistan hududuna, Afrika’nın ortasına ve Macaristan’ın garbine kadar yürütmüş olan bu milletin esarete, kölelik payesine indirilmesi ve nihayet bu devletin sahife-i tarihini kapatarak mezar-ı ebediyete defnetmek gibi insaniyet ve medeniyet ve alelhusus [özellikle, hele] milliyet esasatiyle [esaslarıyla] kabil-i telif olmayan [kabulü mümkün olmayan, bağdaşmayan] emeller cay-i kabul [kabul edilmiş] ve tasvip olunmuş ve görülüyor ki, tatbikat devresi de başlamıştır.

Bu tatbikat, bu anda gözümüzün önünde hazin bir surette cereyan ediyor. İzmir, Aydın, Bergama ve Manisa havalisinde, şimdiye kadar binlerce anaların, babaların, kahramanların ve çocukların revan olan hun-i paki [akıp giden temiz kanı], Aydın gibi Anadolu’muzun en güzide bir şehrinin Yunanlıların zalim ve ateşin tahribatına kurban oluşu, muhtelif aksam-ı memleketin İtalyan vesaire işgali altına alınışı ve dâhile elim bir surette muhaceret yapılması [göç edilmesi], elbette gayretullah’a ve gayret-i milliyeye dokunmuştur.

Efendiler!

Malum hakayiktandır [bilinen hakikatlerdendir] ki, tarih; bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir zaman inkâr edemez. Binaenaleyh [dolayısıyla] böyle bir nikab-ı batılın [batıl örtünün] arkasından vatanımız ve milletimiz aleyhinde verilen hükümler, kanaatler muhakkak mahkûm-ı iflastır [iflasa mahkûmdur]! Ve işte bütün bu menfur [iğrenç] zulümlerden ve bu bedbaht acizlerden, tarihimize karşı reva görülen haksızlıklardan üzüntü duyan vicdan-ı milli, nihayet sayha-i intibahını [uyanmış, haykırışını] yükseltmiş ve Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye ve Müdafaa-i Vatan ve Reddi İlhak gibi muhtelif namlarla ve fakat aynı mukaddesatın temin-i sıyanet [korunmasının sağlanması] için tebarüz eden [ortaya çıkan, beliren] milli cereyan, bütün vatanımızda artık bir elektrik şebekesi haline girmiş buluıuyor. İşte bu şebeke-i azimkarenenin [azimli şebekenin] vücuda getirdiği ruh-ı celadettir [kahramanlık ruhu] ki, mübarek vatan ve milletin mukaddesatını tahlis [kurtarmaya] ve himayeye müstenit [dayanan] son sözü söyleyecek ve hükmünü tatbik ettirecektir.

Efendiler!

Vaziyet-i umumiye ve hususiye [genel ve özel durum] hakkında, cümlenizce malum olan bilinen] bazı hususatı [hususları] burada tekrar hatırlatmayı faydadan hali [uzak] bulmuyorum:

a) Dört aydan beri Mısır’da istiklal-i millinin temin ve istirdadı [geri alınması] için pek kanlı vakayi [olaylar] ve ihtilalat [karışıklıklar] devam ediyor. Nihayet, İngilizler tarafından bittevkif [tutuklanarak] Malta’ya götürülmüş olan murahhaslar tahliye olunmuş ve Paris Konferansı’na azimetlerine [gitmelerine] muvafakate [izin vermeye] mecbur olmuşlardır.

b) Hindistan’da istiklal için vasi mikyasta [geniş ölçekte] ihtilaller oluyor. Maksad-ı millilerine vusul [ulaşmak] için bankalar, Avrupa müessesatı, demiryolları bombalarla tahrip ediliyor.

c) Afganistan ordusu da İngilizlerin milliyeti imha siyasetine karşı harp İngilizlerin bel bağladıkları sınır kabailinin [kabilelerinin] dahi Afganlılara iştirak ettiğini ve bu yüzden İngiliz askerlerinin dâhile çekilmeye mecbur olduğunu gazeteleri itiraf etmişlerdir.

d) Suriye’de ve Irak’ta, İngilizlerin ve ecnebilerin tahakküm ve idaresinden tekmil Arabistan hal-i galeyandadır [galeyan halindedir]. Arabistan’ın her yerinde ecnebi boyunduruğu Yalnız refah ve saadet-i memleket [memleketin refah ve saadeti] için, ecnebilerin iktisadi, umrani [bayındırlık], medeni vesaitinden [vasıtalarından] muuavenete [yardıma] rıza gösteriliyor.

Bağdat ve Şam içtima-ı umumileri [genel toplantıları], her tarafa bu kararı neşretmiştir [yayımlamıştır].

e) Ahiren [son zamanlarda] devletler arasında ortaya çıkan rekabet münasebetiyle İngilizlerin Kafkasya’dan kâmilen [tamamen] çekilmesine karar verilmiş ve tatbikat bir müddetten beri başlamıştır. İtalyan kuvvetlerinin Batum tarikiyle [yoluyla] Kafkasya’ya gelmesi mukarrer [kararlaştırılmış] ise de, İtalya’daki ve Kafkasya’daki ahval-i dâhiliye [içteki durumlar, haller] münasebetiyle bu kararın tatbikinden

f) İstiklal-i millilerini tehlikede görün ve her taraftan istilaya maruz kalan [uğrayan] Rus milleti, bu tahakküm-i umumiye karşı bütün efrad-ı milletinin [millet fertlerinin] kudret-i müşterekesiyle [ortak kudretiyle] çarpışıp ve umumun malumu olduğu veçhile [herkesin bildiği gibi] bu kuvvet, kendi memleketleri dâhilinde galebe çalmış [üstün gelmiş] ve kendi üzerine musallat olan milletleri de daire-i nüfuz ve sirayetine [nüfuz ve yayılma etkisine] almakta bulunmuştur.

g) Şimali [kuzey] Kafkas, Azerbaycan ve Gürcistan birbirleriyle ittihat ederek [birleşerek], mevcudiyet-i milliyeleri aleyhine yürümek isteyen Denikin ordusunu harben tazyik [baskı yaparak, zorlayarak] ve Karadeniz sahiline sürmüştür.

h) Ermenistan’a gelince: Bir fikr-i istilaperverde eden [istila fikri sergileyen] Ermeniler, Nahcıvan’dan Oltu’ya kadar bütün ahali-i İslamiyeyi [İslam ahaliyi] tazyik [baskı] ve bazı mahallerde katliam ve yağmagerlikte bulunuyorlar. Hudutlarımıza kadar İslamları mahva mahkûm ve hicrete mecbur ederek vilata-ı şarkiyemiz hakkındaki emellerine doğru emniyetle takarrüp [yaklaşmak] ve bir taraftan da 400 bin olduğunu iddia ettikleri Osmanlı Ermenisini bir istinatgâh [dayanak] olmak üzere memleketimize sürmek istiyorlar.

Karadeniz’in garp tarafındaki vakayie [olaylara] gelince: Macar ve Bulgarlar memleketlerinin mühim kısmını istila etmek isteyenlere karşı bütün mevcudiyet-i milliyeleriyle çarpışıyorlar.

Meriç nehri garbinde, yani Balkan Harbi’nden evvel devletimizin malikânesi olan GarbiTrakya’nın Bulgarlardan alınarak Yunanlılara verilmesi, Düvel-i İtilafiyece

[İtilaf Devletlerince] karargir olmasından naşi [kararlaştırıldığı için] harekâtı- tatbikiye başlamış ve Yunan işgal kuvvetlerine karşı, Bulgar kuvayı milliyesi tarafından takviye edilen Bulgar kuvvetleri, Garbi Trakya mıntakası [bölgesi] dâhilinde verdikleri muharebat [muharebeler] neticesinde çeşitli Yunan fırkalarını def etmiştir.

Vaziyet-i hususiyemize [özel durumumuza] gelince: Daha Dersaadet’ten [İstanbul’dan] çıkmadan evvel, vatan ve milletin çare-i tahlisi [kurtuluş yolları] hakkında, birçok rical-i mesule ve muktedire [sorumlu ve muktedir ileri gelen] kişiyle görüşülmüştü. Payitahttaki münevveranın [aydınların] ve din ü devlete hizmetleri mesbuk [geçmiş] geçmiş zevat-ı aliyenin [üst düzey kişilerin] mesail-i masrufeleri  kıymetdar [yaptıkları çalışmaları değerli] olmakla beraber tesir ve mürakabe [kontrol, denetim] altında mahsur [kuşatılmış] bir muhit kendilerini daima tehdit ve akametle müteessir etmektedir [etkisiz, neticesiz kalmakla üzmektedir. ] Her halde mukadderata hâkim bir idare-i milliyenin müdahaleden masun bir surette zuhuru [milli idarenin müdahaleden korunmuş bir şekilde ortaya çıkışı], ancak Anadolu’dan muntazırdır [beklenmektedir]. Buna istinadendir [dayanarak] ki, bir şura-yı millinin vücudunu ve ancak kuvvetini irade-i milliyeden alacak mesul bir hükümetin mevcudiyetini talep etmek, bilhassa son zamanlarda, payitahtın hemen tekmil tabakat-ı mütefekkirini [düşünen tabakaları] için, bir fikr-i sabit halini almıştır.

Şurada acıklı bir hakikat olmak üzere arz edeyim ki, memleketimizde külliyetli ecnebi parası ve birçok propagandalar cereyan ediyor. Bundaki gaye, pek aşikârdır ki, hareket-i milliyeyi akim [neticesiz, etkisiz] bırakmak, amal-i milliyeyi [milli emelleri] felce uğratmak, Yunan, Ermeni amalini [emellerini] ve bazı aksam-ı mühimme-i vatanı [vatanın bazı önemli bölümlerini] işgal gayelerini teshil etmektir [kolaylaştırmaktır]. Bununla beraber, her devirde, her memlekette ve her zaman zuhur ettiği [ortaya çıktığı] çıktığı gibi bizde de kalp ve asabı [sinirleri]  zayıf, gayr-i müdrik [anlayışsız] insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve menfaat-i şahsiyesini [şahsi refah ve menfaatini] vatan ve milletin zararında arayan esafil [sefiller] de vardır. Şark umurunu tedvirde [doğu işlerini çevirmekte, görmekte] ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek mahir olan düşmanlarımız, memleketimizde bunu adeta bir teşkilat haline getirmişlerdir. Fakat mukaddesatının gaye-i necatiyle [kurtuluşu amacıyla] çırpınan bütün millet, işbu tarik-i azm [azim yolunda] ve mücahedesinde [mücadelesinde] her türlü mevanii engeli] muhakkak ve mutlaka kırıp sürecektir.

Bütün bu gayeleri istihsal [elde etmek] için vakf-ı amal eyleyen [emellerini vakfeden] millet-i necibemizin [asil milletimizin] içinde, bir ferd-i milli gibi çalışmaktan mütehassıl [doğan] zevk ve mubahatı [kıvancı] burada şükran ve mefharetle [iftiharla] arz ederim.

En son olarak niyazım şudur ki, Cenab-ı Vahib’ül-amal Hazretleri, Habib-i Ekremi hürmetine bu mübarek vatanın sahip ve müdafii [savunucusu] ve Diyanet-i Celile-i Ahmediye’nin ila yevmü’l-kıyam haris-i asdakı olan Millet-i necibemizi ve Makam-ı Saltanat ve Hilafet-i Kübra’yı masun [korumakla] ve mukaddesatımızı düşünmekle mükellef yükümlü olan heyetimizi muvaffak buyursun. Âmin. [4]

 

DİPNOTLAR

[1] https://www.biyografya.com/biyografi/1934

[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/cevat-dursunoglu-1892-1970/

[3] Cevat DURSUNOĞLU, Milli Mücadelede Erzurum, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2000, s. 103-105

[4] Kemal ATATÜRK, Nutuk, Cilt: III Vesikalar, M.E.B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1982, s. 926-931

M. Fahrettin KIRZIOĞLU, “Yayınlanmamış Belgelerle Erzurum Kongresinin İlk Günü”, Belgelerle Türk Tarihi Dergisi Dün/Bugün/Yarın, Sayı: 35 (Ağustos 1970), s. 20-23

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Türk Kültürü, Sayı 244 (Ağustos 1983), s. 504-507 (8-11)

Mahmut Enes SOYSAL, Müdafaa-ı Hukuk ve Kuva-yı Milliye Hareketi, Tarihi Erzurum Kongresi ve Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresi’nde Yaptığı Açılış Konuşması, Türk Dünyası Araştırmaları, Sayı: 186 (Haziran 2010), s. 30-39

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)

Published

on

Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.

Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.

Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.

—***—

[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar

İmza neden sabaha kadar gecikti?

Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.

Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.

Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu.  Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu.  Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.

Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!

Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:

  • Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.

Buna General Harington:

  • Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.

Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.  

Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor

Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:

  • Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.

İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.

General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf,  fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].

Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!

Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]

—***—

Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri

İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.

Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.

Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:

Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]  

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published

on

Özet

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş

Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]

I. Dil ve Gençliğe Hitabe

1.1. Dilin Sadeleşmesi

Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]

1.2. Retorik ve Söylem

Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]

1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi

Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]

II. Tarih ve Gençliğe Hitabe

2.1. Tarihi Arka Plan

Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.

2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler

  • İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
  • Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
  • Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]

2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması

Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]

III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe

3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu

Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]

3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık

İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]

3.3. İç ve Dış Tehlikeler

Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]

IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi

4.1. Unsurların Birleşimi

  • Dil: Birleştirici unsur.
  • Tarih: Uyarıcı hafıza.
  • Coğrafya: Aidiyetin mekânı.

4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik

Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.

Sonuç

Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.

Dipnotlar

[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898

[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.

[3]   Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[4]  Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.

[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.

[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.

[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.

[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.

[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.

[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.

Continue Reading

Özel Günler ve Anlamları

26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları

Published

on

Giriş

26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak Türkiye’de her yıl kutlanan önemli bir kültürel tarihtir. Kökenini 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’ndan alan bu gün, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna işaret etmekte ve Cumhuriyet’in kültür politikaları arasında dil inkılabının oynadığı merkezi rolü simgelemektedir.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dil, modernleşme ve millet-devlet inşasının merkezî unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil inkılabı, yalnızca alfabe değişikliğiyle sınırlı kalmamış, Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılması ve halkın konuştuğu dil ile yazı dili arasındaki mesafenin kapatılması hedeflenmiştir. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, bu dönemin başlangıç noktası olmuş ve 26 Eylül tarihinin Türk Dil Bayramı olarak kutlanmasına zemin hazırlamıştır.

1. Birinci Türk Dil Kurultayı ve TDK’nın Kuruluşu

26 Eylül 1932’de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, Cumhuriyet’in dil politikalarında kurumsallaşmanın ilk adımıdır. Kurultayın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü TDK) kurulmuş ve Türkçenin söz varlığının zenginleştirilmesi, bilim dili hâline getirilmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

2. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Dil Anlayışı

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığını korumasında olduğu gibi kültürel varlığını sürdürmesinde de dilin belirleyici bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Onun Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” (Ankara 1930, s. 3) adlı eserinin başına 2 Eylül 1930 tarihinde el yazısıyla kaleme aldığı şu satırlar, bu anlayışı en özlü şekilde yansıtmaktadır:

Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Bu ifadeler, Atatürk’ün Türkçeyi sadece bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda millî bilincin ve milli bağımsızlığın en temel dayanağı olarak gördüğünü göstermektedir.

3. Günümüzde Türk Dil Bayramı’nın Yansımaları

Günümüzde 26 Eylül, üniversitelerde, okullarda ve kültürel kurumlarda çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. TDK her yıl bildiriler yayımlamakta, gençler arasında Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımını teşvik eden projeler yürütmektedir. Ancak yabancı dillerin artan etkisi ve dijital kültürün getirdiği yozlaşma, Türk Dil Bayramı’nın amaçlarını ve beklentilerini daha da anlamlı kılmaktadır.

Sonuç

26 Eylül Türk Dil Bayramı, Cumhuriyet’in dil inkılabı mirasını simgeleyen ve Türkçenin gelişimi için toplum farkındalığı oluşturan önemli bir tarihtir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dil anlayışı, modern millet-devlet inşasının temel taşlarından biri olarak bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde yapılması gereken, bu mirası yalnızca anmak değil; Türkçeyi bilim, sanat, kültür ve teknoloji dili olarak daha da güçlendirmektir.

Continue Reading

En Çok Okunanlar