Connect with us

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-1

Published

on

Bilirsiniz, din ve milliyet fikri, iki kader fikirdir. Din ve milliyet fikri, en büyük inkılâplara sebep olmuştur. Dağınık gönülleri, dağınık iradeleri bir araya getirerek onlara muayyen bir istikamet, muayyen bir hedef vermiştir. Ruhlarda gizli olan kudretleri uyandırmış, tutuşturmuş, taraf taraf silâhla devirmiş, kırmış, dağıtmış ve aşkla yeniden toplamış, kurmuş ve yaratmıştır.

Din fikri ve milliyet fikri iki müthiş fikirdir. Din ve milliyet fikri beşeriyeti kendilerine mahsus olan kutuplara doğru sürükleyip götürmüştür.

Milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki buna dinî ıslâhat hareketi namı verirler. Bazı Alman müellifleri, çok haklı olarak; “dinî ıslâhat hareketi, milliyet devrinin başlangıcıdır” diye iddia ederler. Maruf bir tabir ile Reformasyon ismiyle yâd edilen bu feyizli, büyük hareket Türklerin ne kadar nazar-ı dikkatini celp etse yeridir. Çünkü inanırım ve iddia ederim ki, lüzumsuz derecede uzayan bir buhrandan, keşmekeşten sonra, biz de dönüp dolaşıp bu Reformasyon hareketini tetkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade etmeye muhtaç olacağız, mecbur olacağız.

Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük nispette yardım eden, bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu. Mabede ana dilleri girdi, çünkü Cenab-ı Hakk’ın Lâtince’yi Almanca’dan İngilizce’den daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar. Merasime boğulmuş dine, sadelik soktular, papazlığın, züht ve itikâf hayatı olmasına nihayet verdiler. Bu hareket içinde bizi en fazla alâkadar edecek cihet şüphesiz ana dilin mabede sokulmasıdır.

GİRİŞ

Yirminci yüzyıl Türkiye’sinde milliyetçilik çalışmalarının sosyal bir hareket ve edebî bir akım halini almasında, bu hareketlere merkezlik yapmış Türk Ocakları’nın büyük bir vazife gördükleri bir hakikattir. Ocaklarda görev alan Türk ediplerinden bir kısmı gençlik üzerinde yazılarıyla etkili olurken diğer bir kısmı da kuvvetli söz söyleyişleriyle aynı millî heyecanı alevlendirmek ve yaymak için çalışıyorlardı. Ziya Gökalp’in sessiz ve sakin sohbetleri yanında Mehmet Emin’in ve daha bazı Ocaklıların gür bir sesle Türk Milliyetçiliği için konuşup Türkçülük heyecanını terennüm eden şiirler okudukları duyuluyordu. Fakat Türk Ocağı’nın yetiştirdiği hatipler içinde hayatının büyük bir kısmını ocak çalışmalarına ayıran ve kudretli hitabet kabiliyetiyle gençleri Türkçülüğün sihrine sürükleyen, hizmeti unutulmaz sanatkâr, Hamdullah Suphi Tanrıöver’dir.

Hamdullah Suphi, yetiştirdiği fikir ve sanat adamları ile tanınmış bir ailenin çocuğudur. Büyük babası, Tanzimat devrinin edebiyat ve devlet adamlarından Abdurrahman Sami Paşa, babası yine aynı devir tarihçilerinden ve yine muhtelif nazırlıklarda bulunmuş Suphi Paşadır. Tanzimat ediplerinden Sami Paşazade Sezai Bey, Hamdullah Suphi’nin amcaları arasındadır.

Hamdullah Suphi, 1886’da İstanbul’da doğmuş, Numüne-i Terakki mektebinde ve Galatasaray Sultanisinde okumuştur.  Lise öğrenimi döneminde Türk şairlerinden en çok Namık Kemal’i sevmiş, hatta çocukluk yaşlarında Namık Kemal için şiirler yazmıştır. 1908 inkılabını takip eden yıllarda bir taraftan Fecr-i ati toplantısına katılmış ve bu zümre arasında önce bir şair olarak tanınmıştır. Diğer taraftan muallimlik mesleğine başlamış, Ayasofya rüştiyesinde, İstanbul Darülmuallimini’nde muallimlik yapmıştır.

1902’de 766 numaralı üye olarak Türk Ocağı’na katılan Hamdullah Suphi, bir taraftan Ocak idare heyeti reisi, bir taraftan da canlı ve ateşli hitabeleriyle bu Ocak’ta gelişen Türk Milliyetperverliğinin gür ve temiz sesi olmuştur. Ocak reisliğini 20 yıl süre ve başarı ile yöneten hatip, bir aralık İstanbul Darülfünunu’nda “İslâm-Türk Sanayi-i Nefisesi” müderrisliğine getirilmiştir. Daha sonra Meclis-i Mebusan’da ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ilk toplantısında Saruhan Milletvekili olarak yer almış, Maarif Vekili [14.12.1920-20.11.1921] olmuş, Büyük Zafer’den sonra İstanbul’dan milletvekili seçilerek yeniden Maarif Vekilliğine [04.03.1925-19.12.1925] getirilmiştir. Hamdullah Suphi, 1946’ya kadar on üç yıl boyunca Bükreş sefirliğinde bulunduktan sonra, 1946’da yeniden İstanbul Milletvekili seçilmiş, 10 Haziran 1966’da vefat etmiştir.

Edebi hayata, vatan ve millet sevgisi heyecanlarıyla terennüm edilmiş güzel ve imanlı şiirlerle atılan Hamdullah Suphi’nin ilk şiirleri önce Sezai Bey tarafından Paris’te ve İstanbul’da çıkarılan “Şuray-ı Ümmet” gazetesinde, daha sonra Musavver Muhit ve Servet-i Fünun mecmualarında yayımlanmıştır. Fakat onun milliyetçilik ve millî edebiyat cereyanına en büyük hizmeti Türk Ocağı’ndaki verimli ve enerjik çalışmalarıyla gerçekleşmiştir. İstanbul Türk Ocağı’nda toplanan gençlere:

Aziz Ocaklı, milletinin tarihinden bir vazife aldın ve birbirinden daha yüksek tepelere doğru yepyeni bir resul dünya ve imaniyle çıkıyorsun. Genç kalbine büyük bir aşk sünî[hatıra gelme, içe doğma, çıkma, zuhur etme] etmiştir. Sen, Türk vatanı üstünde aşkın timsalisin, aşkın yani arzın tanıdığı en büyük, en yaratıcı kuvvetin timsalisin. Yokuşları tırmandıkça, ufkun genişledikçe unutulmuş bir âlemi hayran gözlerinle tekrar buluyorsun.

Aziz Ocaklı, sen Türk’ün gören gözü, duyan kulağı, uyanık vicdanısın!”

Gibi haykırışlarla hitap eden Hamdullah Suphi, Türk gençlerine, Türklük uğrunda daima yükselen bir “Dağ yolu”nda bulunduklarını haber vermiştir. Daima gür, ahenkli ve tannan [tınlıyan, çınlayan] bir sesle konuşan Hamdullah Suphi, millî edebiyat cereyanının belki en hareketli ve en heyecanlı ediplerinden biriydi. Berrak, çekici ve inandırıcı söyleyişleriyle 1912-1920 yılları arasındaki millî heyecanın dili ve kalbi oluyor, gençler üzerinde kuvvetli tesirler bırakıyordu.

Türk Ocaklarında söylediği hitabelerden toplanmış eserini “Dağ Yolu” adıyla 1928’de ve ikinci cildini 1931’de yayımlamıştır. Yine millî heyecanla süslenmiş ve muhtelif mecmua ve gazetelerde yayınlanmış makalelerinden meydana gelen diğer bir eserini de “Günebakan” adıyla 1929’da yayımlamıştır. Bu kitaplarda toplanan yazılar, tarihe gizlenen Türk’ü, yaşayan Türk’e tanıtmak ve Türk gençliğine Türk milletinin hürriyeti ve saadeti için çalışmak yolunda kuvvetli telkinler ve örneklerle süslü ve milli edebiyatımızın gür sesli yazıları arasındadır.

Hamdullah Suphi’nin, Cumhuriyet yıllarındaki hayatı daha çok idarî ve siyasî vazifelerle geçmiştir. Bu arada onun bir nevi siyaset edebiyatı denilebilecek ölçüde ve Türk milletinin komşularıyla olan siyasî-tarihî münasebetlerini aydınlatacak mahiyette, tetkike ve iyi görüşlere dayanan ve 1946 yılında Vatan gazetesinde yayımlanan bir kısım konuşmaları da önemle hatırlanmalıdır. [1]

Hamdullah Suphi Tanrıöver’in, 15 Kânunuevvel [Aralık] 1922’de Ankara Öğretmenler Derneği’nde verdiği konferans “Milliyet Düsturları” başlığı altında Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 19, 20, 21, 22, 24, 25 ve 26 Aralık 1922 tarihli nüshalarında yayımlanmıştır:

Milliyet Düsturları”, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 131-154’te yayımlanmıştır.

Hamdullah Suphi TANRIÖVER’in, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayımlanan “Milliyet Düsturları” başlığı altında yayımlanan konferansını, yedi bölüm halinde çevrimyazı olarak sunuyoruz.  Gazetede yayımlanan metin ile Dağ Yolu 1, s. 131-154’te yayımlanan metin arasında farklılıklar bulunmaktadır. Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanıp Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmeyen paragraflar [*] dip notu/işareti ile gösterilmiştir.

Biz, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanan metni esas aldık ve Dağ Yolu 1’den kontrol ettik.

—***—

MİLLİYET DÜSTURLARI-1

—***—

Fikirden daha büyük kuvvet yoktur, fikre karşı çıkabilecek kuvvet diğer bir fikirden ibarettir.

—***—

-1-

Müderris Hamdullah Suphi Beyin geçen Cuma [15 Kânunuevvel 1922]  Muallime ve Muallimler Derneği’nde vermiş oldukları konferans:

Arkadaşlar;

Milliyet bahsi, Şark için, hususiyle Türkler için yepyeni bir şeydir. Bu fikir etrafında muarız ve muvafık birçok cereyanlar hâsıl oldu. Milliyet fikri evvela birkaç kişinin şahsî akidesi hâlinde iken, inkişaf ederek edebiyatımıza, siyasetimize, idaremize, iktisadımıza, içtimaiyatımıza, hayat felsefemize hatta son mücadelemize hâkim oldu. Ve içimizde, yani ruhumuzda ve memleketimizde evvelce tanımadığımız yeni bir âlem doğmasına sebep oldu.

Bugün istiyorum ki, milliyet fikrinin nasıl doğduğuna, Avrupa ve Asya milletleri arasında nasıl bir seyir tâkip ettiğine, birçok imparatorluklar gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasında ve yıkılmasında, nasıl müessir olduğuna dair beraberce bir tahlilde bulunalım.

Din ve milliyet fikri iki kader fikirdir

Bilirsiniz, din ve milliyet fikri, iki kader fikirdir. Din ve milliyet fikri, en büyük inkılâplara sebep olmuştur. Dağınık gönülleri, dağınık iradeleri bir araya getirerek onlara muayyen bir istikamet, muayyen bir hedef vermiştir. Ruhlarda gizli olan kudretleri uyandırmış, tutuşturmuş, taraf taraf silâhla devirmiş, kırmış, dağıtmış ve aşkla yeniden toplamış, kurmuş ve yaratmıştır.

Din fikri ve milliyet fikri iki müthiş fikirdir. Din ve milliyet fikri beşeriyeti kendilerine mahsus olan kutuplara doğru sürükleyip götürmüştür.

Fikir kuvvetlerin en büyüğüdür. Fikirden daha büyük kuvvet yoktur. Bir fikre karşı çıkabilecek kuvvet yine ancak diğer bir fikirdir. Din ve milliyet fikri bazen birbirine muarız, bazen birbirine muvafık düşmüştür.  Dinin yaptığı terkip ve tevhit hareketine karşı, milliyet tahlil ve taksim eden bir hareketle meşgul görünür. Birinin çok kucaklayarak zayıf kucakladığı kitleleri, o ayrı ayrı takviye eder, her parçayı kendine kifayet edecek bir rüşte eriştirir, sağlar, diriltir ve yükseltir.

İlk görüşte yekdiğeriyle barışmaz gibi duran din ve milliyet fikri birçok defalar, sırası geldikçe arz edeceğim, birçok defalar, yekdiğerine en büyük yardımları temin etmişlerdir. Bizde milliyet cereyanı, milliyet fikrinin bizim aramızda doğması, itiraf edelim, pek çok geçtir. Fakat iddia edebiliriz, hiçbir millet arasında milliyet cereyanı bizde olduğu kadar süratle inkişaf etmemiş ve tesirleri yoktur. Bizde göründüğü kadar büyük ve derin olmamıştır.

Tabiatın hakikatleri gibi ruhun hakikatleri de ilmin ışığı altında tahlil edilmelidir. Eğer arzın üstünde çok uzun asırlardan beri devam eden bir varlığa rağmen, bazen kendisini bulan, bazen kendisini unutan milletimiz, bu defa bir Türk milleti, bir Türk devleti namıyla kendi hakkı, kendi davası, kendi iradesi ve kendi şuuru ile ortaya çıkıyorsa, biz, bu yeni davaya vesile olan fikri, en doğru görünüş ve en derin sezişle anlamalı, tanımlamalı, ta ki onun etrafında söylenen sözler, şahsî hükümlerden, indî içtihatlardan, hatalardan, dalâletlerden ibaret olmasın.

Efendiler! Milletlerin ve milliyetlerin doğmasında dâhilî ve haricî mücadelelerin, tehlikelerin ne büyük bir ehemmiyeti vardır, takdir edersiniz.

Biz, milliyeti teşkil eden esasları birer birer gözden geçirmeden evvel, çok geriden ve çok uzaktan bir misal alacağız. Aynı sebeplerin binlerce seneden beri nasıl değişmez ve şaşmaz bir surette daima aynı netayici verdiğini görmek için bu misalden bir fayda umuyorum.

Eski Yunanistan’da, bugünkü Avrupa medeniyetinin doğmasında eski Roma ile Roma’dan fazla en büyük mürebbi hizmetini gören eski Yunanistan’da, bizim bugünkü telakkimize göre, milliyet fikrine tesadüf edilmez.

Her dağın tepesinden, her tepenin üstünden kendi vatanının hudutlarını ve düşman memleketini görmek imkânına mâlik olan eski Yunanlının zihninde, bizim kalplerimizde yaşayan büyük, engin ve mücerret vatan mefhumuna benzer bir şey yoktur. Eski Yunanistan’ı vücuda getiren müstakil şehirler, birbirine karşı düşmandı. Eğer iki şehir ittifak ederse mutlak bir üçüncüsüne hasımdı. Ben, bu ittifakların ve bu husumetlerin tarihçesini arz edecek değilim.

Eski Yunan şehirlerinin aralarındaki mücadeleler için tahsil senelerimizin hâtıraları bile kifayet eder. Yalnız bir hâdise, yekdiğerine karşı daima bir tehlike teşkil eden bu rakip şehirlerin, bu muhalif ve düşman ordugâhlara ayrılmış, Yunanlı halkın vahdetini duymasına; bir edebiyat, bir sanat, bir menşe, bir din ve bir idman hayatından doğma müşterek hassasiyet içinde birliğini idrak etmesine kifayet etti. O hâdise, haricî tehlikedir. O hâdise, Yunan topraklarını istilâya gelen Acem ordularının vücuda getirdiği korkudur.

Denilebilir ki Acem tehlikesinden itibaren Yunanlılar, birliklerinin sırrını kendi ruhlarının içinde keşfetmeye muvaffak oldular. Bilmiyorum, bu haricî tehlike kaydını ve yabancı milletten gelen esaret korkusunu eski yeni hangi mazlum milletin rüşte vasıl olmasında en belli başlı sebep diye yâd etmeden geçebiliriz?

Eski Roma’da milliyet

Eski Roma’da milliyet var mıdır? Eski Roma’da eczası ayrı ayrı olan şuursuz milliyetler vardı. Fakat asıl Roma milliyeti yoktu. Devlet her şeyi yutmuştu ve bu devlet içinde ferde ve milliyete ehemmiyet veren görülmezdi. Kanun lisanı, edebiyat lisanı, Romalılar bunların içinde idi.

Kurun-ı Vusta’da yeni milletler doğuyor

Kurun-ı Vusta’dır ki, mücadele ile fütuhatla, dinle kavimleri, kabileleri birbirine karıştıra karıştıra yeni enmuzeçleri [toplulukları], yeni milletleri vücuda getirmiştir. Kurun-ı Vusta, Avrupa’da bir karışma ve kaynaşma ve erime devri açarak, kavimlerin arasındaki nihayetsiz tenevvu belli başlı enmuzeçler etrafında toplayarak, şimdi isimleri; o kadar umumî bir şöhrete mâlik olan büyük milletleri hâsıl etti.

Bugünkü Fransa, İtalyan, İspanyol, Alman ve İngiliz milletleri daha o zaman vücut değildiler. Bugünkü büyük milletlerin topraklarında mizaçlar çarpıştı, lehçeler ve lisanlar çarpıştı ve nihayet uzun bir tahammürden [mayalanmadan]  sonra yeni enmuzeçler peyda oldu. Goluvalardan, Romalılardan, Franklardan, Bürgontlardan bir Fransız; Araplardan, Cermenlerden, Basklardan bir İspanyol milleti hâsıl oldu. Bugünkü Garp milletleri en büyük ekseriyetle Arî ırkına mensup oldukları hâlde biz, Kurun-ı Vusta’nın, terkip ve tedahülünden [yoğurmasından]  hâsıl olan ve aralarında bu kadar büyük farklar görülen şimdiki millet örnekleri karşısındayız. Demin size üç beş kelime İspanya’dan bahsettim. Emin olabilirsiniz ki Araplar, kesilmeyen bir teselsülle [zincirleme halkalarla]  hâlâ Endülüs topraklarında yaşıyorlar. İşbiliye’de, Araplar zamanında döşenmiş sokak çakıllarının üstünde, ciddi, Araplar zamanında dikilmiş hurma ağaçlarının gölgesinde yürüyen, Arap’a, yine tesadüf edersiniz. Onun sık uzun kirpikleri arasında simsiyah, derin kadife gözlerini, Samî ırklara mahsus ince, zarif yüzünü derhal ayırabilirsiniz. Bu Arap, ateşin bir İspanyoldur ve en mutaassıp bir Katoliktir. Çünkü ırkî, teşrihî [bedenî]  vasıflarını saklamakla beraber, manevî harsî vasıflarını tamamı ile değiştirmiştir. O Arap, en mükemmel bir İspanyoldur.

Dinî ıslâhat hareketi

Fakat Efendiler, milliyetlerin doğmasında son derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki buna dinî ıslâhat hareketi namı verirler. Bazı Alman müellifleri, çok haklı olarak; “dinî ıslâhat hareketi, milliyet devrinin başlangıcıdır” diye iddia ederler. Maruf bir tabir ile Reformasyon ismiyle yâd edilen bu feyizli, büyük hareket Türklerin ne kadar nazar-ı dikkatini celp etse yeridir. Çünkü inanırım ve iddia ederim ki, lüzumsuz derecede uzayan bir buhrandan, keşmekeşten sonra, biz de dönüp dolaşıp bu Reformasyon hareketini tetkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade etmeye muhtaç olacağız, mecbur olacağız. [1, 2]

Avrupa milletlerinin uyanmasına büyük nispette yardım eden, bu din hareketi, Protestan milletlerin Roma ile alâkalarını kesmeye sebep oldu. Mabede ana dilleri girdi, çünkü Cenab-ı Hakk’ın Lâtince’yi Almanca’dan İngilizce’den daha iyi anladığına veya daha fazla sevdiğine dair bir iddianın gülünç olduğunu anladılar. Merasime boğulmuş dine, sadelik soktular, papazlığın, züht ve itikâf hayatı olmasına nihayet verdiler. Bu hareket içinde bizi en fazla alâkadar edecek cihet şüphesiz ana dilin mabede sokulmasıdır. [*]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1(Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 19 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 690, s. 2, sütun: 1-2

[2] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 131-135

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-7

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Musâhabeme [sohbetime]  başlarken birbirine muârız [karşı] telâkki edilen milliyet ve dinin birçok defalar birbirine yardımcı olduğunu iddia etmiştim.  Umarım ki muhtelif memleketlerde, dinin vücuda getirdiği terkip [uzlaştırma]  ve tevhit [birlik]  hareketi, bir milliyetin doğmasına veya doğmuş bir milliyetin süratle inkişafına nasıl yardım ettiğini göstermek için aldığım misaller, kâfi gelmiştir. Unutmamalı ki, hem dil hem din için, atılması, kaldırılması müşkül birtakım hudutlar vardır. Din, çok büyük bir tevhit hareketi vücuda getirmek istedi mi, mezhepler zuhur ederek onu tahlil ve taksime uğratıyor. Dil, pek büyük sahaları kucaklamak, birleştirmek iddiasına kalktı mı, bazen İslav âleminde gördüğümüz üzere, bu birleştirme hareketine lehçelerin hudutları mâni oluyor.

DİL BİRLİĞİ, DİN BİRLİĞİ

—***—

Türk kimdir? Türk’te ne arıyoruz? Türkçe konuşan, Müslüman ve Türk’ün sevgisini taşıyan Türk’tür. Dil birliği, din birliği arıyoruz.

—***—

Hamdullah Suphi Beyin konferansından son kısım

-7-

Medeniyetlerin doğmasında ve milletlerin terbiyesinde dinin haiz olduğu mühim mevki, milliyet rabıtası olmak üzere, ona nasıl bir ehemmiyet vermek icap ettiğini bize gösterir. Dil ruhları barıştırdığı, anlaştırdığı kadar, din de ruhları müşterek hisler, müşterek düşünceler içinde birbirine vasıl eder.  Bir dil ve bir din ruhları tam bir vahdet için en esaslı iki şarttır. Aynı din ve aynı dil, bir halkın fertlerini kucaklamasından sonra, milliyet en kuvvetli temellere istinat etmiştir. Fertleri ayrı ayrı dinlere mensup aileleri Bosna Hersek’te, Gürcistan’da, Arnavutluk’ta bulabilirsiniz. Yalnız kavmiyet itibariyle değil, aile itibariyle de kardeş olan bu fertler birbirine yabancıdır, şimdi birbirine yabancıdır, evvelce birbirine düşmandılar. Milliyet hissinin garpte olduğu kadar kemale gelmesi din ayrılığından hâsıl olan yabancılığı derece derece azaltacaktır. Kendi memleketimizde hatta oturduğumuz şehirde Katolikliği bir milliyet ismi gibi kullanan Hristiyanlara tesadüf etmiyor muyuz? Hatta Musevilik bir din olduğu kadar bir milliyet değil midir? Museviliğe en kuvvetli bir milliyet dini demek doğru olmaz mı? Bütün imparatorlukların tarihinde, sayısız milletler, din siperi arkasında, din ayrılığı sayesinde benliklerini muhafaza ediyorlar. Eski Roma’dan bugüne gelinceye kadar, bütün fatih milletler, teşkil ettikleri geniş hakanlıklar içinde dinin tecrit ve muhafaza kuvvetini kendi aleyhlerine olarak tecrübe ettiler.

Eski Roma’da, Yunanlılar, Museviler ve bütün barbarlar, Romalının din hususundaki müsaadekârlığından istifade ederek benliklerini saklamak imkânını bulmuşlardır. Evvelce de söylediğim üzere, Romalılık vahdeti, din içinde hâsıl olmamış, mabutların makarrı olan Panteon etrafında toplanmamıştı. Fakat bunun fevkinde adil ve kanun ile temin edilmişti. Bütün İslâm devletlerinin teşekkülünde, dinin ika ettiği [meydana getirdiği] büyük tesiri ve o devletlerin tabiiyeti altına girenlerin, din birliği ile nasıl bir terkip ve tahlile uğradıklarını bir daha düşünmekte fayda görüyorum. Makedonya gibi hatta Kafkasya gibi muhtelif birçok kavimlerle dolu olan Suriye’de, cenuptan İslâmiyet’le beraber şimale doğru çıkan Araplık, yeni dinin mezc [katma, karıştırma] ve terkip kuvveti sayesinde bugün gördüğümüz muhaddes [haber verilmiş] Suriye Araplığını elde etmiştir. Garpta, Kurunu Vusta’nın, muharebe ile fütuhatla dinle vücuda getirdiği yeni milletler gibi İslâm’ın bütün fütuhat devirlerinde, aynı sebeplerin başka bir din ve başka lisanlar lehine çalıştığını, hem umumiyetle dinin hem de hususiyetle Araplığın, Türklüğün menfaatine gayet mühim yoğrulmalar ve kaynaşmalar hâsıl ettiğini görüyoruz. İspanya Katoliklerini, gözlerini kan bürümüş ve taassupla Müslümanların aleyhine kaldıran dindi. İspanyol milleti bu dini isyanın neticesinde bir daha tesis imkânını bulmuştur. Rusya Türkleri, Müslümanlık sayesinde, Türkiye Hristiyanları Hristiyanlık sayesinde, hâkim anasırların kesafeti içinde eriyip dağılmak zaruretini bertaraf etmişlerdir. Rus idaresi altına düşen Lehlilerin, Letonyalıların ve İngilizlere karşı, asırlardan beri İrlanda “Kelt”lerinin gösterdikleri isyan ve mukavemeti, büyük bir nispette ancak mezhep farkıyla yani din farkıyla izah edebiliriz. Uzun saçları, mütevazı, çekingen tavırları, her emre itaat etmeye bin kere hazır duruşları ve dinleyişleri ile Rum ve Ermeni papazları, milletlerinin istiklâlini bir gün iade ettirmek için ellerindeki din teşkilâtından ne kadar istifade etmişlerdir, biliriz. Yalnız biz, dinin mağlup unsurları harekete getirmek için, hâsıl edeceği tesirleri, bu tehlike, vaka hâlinde karşımıza çıkıncaya kadar anlamamışızdır. Başka milletler, daima kiliseleri ve camileri en büyük teftiş ve murakabeleri altında tutmuşlar ve din işlerine son derece itimatları olan adamları geçirtmişlerdir. İstilâya uğrayan bütün İslâm memleketlerinde, din teşkilâtının nasıl ziyansız bir hâle getirildiğini, hatta İslâmları uyutmak, izlâl [hakir görme, küçük görme, alçaltma] etmek için nasıl şer vasıtası olarak kullanıldığını uzak ve bilhassa yakın pek acı misâllerle hepimiz biliriz. Aynı İstanbul’un içinde üç büyük din makamının çalışma farklarını bütün fecaatiyle ve ibretle görmedik mi?

Vatikan’la sıkı münasebette bulunan son Katolik hükümdar, Avusturya İmparatoru, Trantede’ki İtalyanlar, Avusturya Almanları, Bohemya Çekleri ve Macarlar gibi Katolik tebaası dolayısıyla kuvvetli Katolik görünmek için her ne mümkünse yapmıyor muydu ve bilhassa Arnavutluk’a gönderdiği sürü sürü misyonerler için büyük külfetlerden masraflardan çekiniyor muydu? Rus Çarı bütün İslâvların reisi ve Ortodoksluğun hamisi sıfatıyla elinin altındaki “Sen Sinod”la Finlandiya’da, Lehistan’da, Gürcistan’da, Ermenistan’da din vasıtasıyla, papazlarla Ruslaştırmak için hiçbir gayretten çekinmezdi.

Musâhabeme [sohbetime]  başlarken birbirine muârız [karşı] telâkki edilen milliyet ve dinin birçok defalar birbirine yardımcı olduğunu iddia etmiştim.  Umarım ki muhtelif memleketlerde, dinin vücuda getirdiği terkip [uzlaştırma]  ve tevhit [birlik]  hareketi, bir milliyetin doğmasına veya doğmuş bir milliyetin süratle inkişafına nasıl yardım ettiğini göstermek için aldığım misaller, kâfi gelmiştir. Unutmamalı ki, hem dil hem din için, atılması, kaldırılması müşkül birtakım hudutlar vardır. Din, çok büyük bir tevhit hareketi vücuda getirmek istedi mi, mezhepler zuhur ederek onu tahlil ve taksime uğratıyor. Dil, pek büyük sahaları kucaklamak, birleştirmek iddiasına kalktı mı, bazen İslav âleminde gördüğümüz üzere, bu birleştirme hareketine lehçelerin hudutları mâni oluyor.

Efendiler, milliyetin doğmasında, tarihin, edebiyatın ika ettiği uyandırıcı, yaratıcı tesiri, ayrıca anlatmak istedim. Fakat musahabem esnasında birçok defalar bu noktalara temas ettiğim için şimdiye kadar söylediklerimle kalmayı tercih ediyorum. O hâlde, mademki milliyetin belli başlı bütün unsurlarını birer birer tahlil ettik, şimdi sualimizi soralım:

-Türk kimdir?

Biz Türklüğün çerçevesinin içine kimleri alacağız ve kimleri almayacağız, kim bizdendir ve bizden ayrıdır?

Bütün milletler muhitten merkeze doğru hareket yaparlar. Etraftan toplayıp kendine çekerler, biz, merkezden, muhitten bir hareket yaparız, kendimizden alır, dağıtır, uzaklaştırırız. Biri Karadeniz sahalarından geldi mi o, Laz’dır. Hâlbuki Lazlık, Rize’den daha öte, Kemer Burnu’ndan daha sonra başlar. İki kaza, iki üç nahiyeden ibaret bir avuçluk bir halktır.  Koskoca Karadeniz Türklüğünün bu kadar yanlış anlaşılması, en hafif bir tabir ile söylüyorum, acıdır, fecidir. Biri cenup havalisinden geldi mi, Arap’tır. Lisan hudutlarında yaşadıkları için Türklük hissini en hakiki bir ateşle duyan Maraş, Birecik, Ayıntap ve bütün Antakya Türkleri zorla, Türk kalmaktaki bütün ısrarlarına, milliyetlerindeki bütün aşk ve kuvvete rağmen Arap’tırlar.

Biz onları Araplığa doğru iteriz. Şark vilâyetlerinden gelenler, Kürt’türler. Hâlâ Rumeli’nden geldiniz mi Arnavut olmaktan kurtulamazsınız. Milliyetleri, böyle arazi taksimine göre ayıran kimselere sorsak, Türk nerede oturur, bunu tayin etseler de hep oraya gitsek, olmaz mı? Galiba Türk’e, Anadolu ortasında üç dört vilâyetten başka bir şey kalmayacak.

Efendiler, şüphe yok bunlar gülünçtür. Biz, kısa bir cümle içinde, bir düstur hâlinde Türk’ü tarif etmek mümkün olduğunu düşünüyoruz. Dilleri ve dinleri bizden olduğu halde, bir maksadın cazibesine kapılmış olanlar, bizim sevdiğimiz, hürmet ettiğimiz şeylere karşı kayıtsız kalanlar bizden değildir. Topraklarımızın içinde iğreti bir adam vaziyetinde oturarak, ilk felâkette nesi varsa toplayacak, Türk vatanının haricinde kendine hususi bir vatan arayabilecek olanlar bizden değildir. Uzak ve yakın mazilerinde, Türk milleti ve Türk vatanı aleyhine düşündüklerini sözleriyle veya işleriyle gösterenler, hususi bir milliyet için çalıştıklarını her ne suretle olursa olsun ifşa etmiş olanlar bizden değildirler.

Fakat Efendiler, diliyle diniyle bizden olduğu gibi emeliyle de bizden olduğunu bütün mazisi ile gösteren bir kimseye, biz nasıl seni reddediyoruz, diyebiliriz. Biz aramızda yerleşerek evinde Türkçe konuşan çocuklarını Türk mekteplerinde okutan, kızını, oğlunu Türklerle evlendiren ve en halis Türk’ten beklediğiniz memleket sadakatini, kendi hayatında gösteren bir adama soy sop mülâhazasıyla biz nasıl yabancılık istinat edebiliriz? Bu, yollara gittik mi, kendi kuvvetimizi biz dağıtıyor, bizden olanları biz uzaklaştırıyoruz, olmaz mıyız?

Türk milliyetinin tarifinde dil ve dinden maada, Türklüğü benimseyen bir irade ve ihtiyara lüzum vardır. Onu da ifade etmeliyiz. Şimdi tekrar soralım:

-Türk kimdir ve Türk’te ne arıyoruz?

-Türkçe konuşan, Müslüman olan ve Türklük sevgisini taşıyan Türk’tür. Biz onda, dil birliği, din birliği ve dilek birliği arıyoruz. [1, 2]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 696, s. 2, sütun: 1-2

[2] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 149-154

Continue Reading

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-6

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Lisanın, milliyetlerin doğmasında nasıl bir müessir olduğunu bize gösteren en beliğ misal, Balkanlarda Rum, Bulgar, Sırp, Ulah; Anadolu’da Rum ve Ermeni kilise ve mekteplerinin kendi aralarında ve bize karşı açmış oldukları mücadeledir. Bir kelime ile hülâsa edeyim, Garp telakkiyatına göre bizden olanlar, Şark Müslümanları ve Hristiyanları arasında mevcut telakkiyata göre, bizden ayrılarak, kendilerine asla benzemediklerini derhal fark edebilecekleri birtakım milletlerin topraklarına gidiyorlar. Milliyet duygularını duymakta çok geciktik, milliyet esaslarını anlamakta çok geri kaldık! Yollarımızı gördük, fakat memleket yangınlarının ışığında!

Efendiler! Bir defa daha kendi Türkçemize dönelim. Biz Türk lisanının bir yeni doğuşuna şahit oluyoruz. Türk lisanı kendini eriten sahte süslerden, ağacına dolanan boğucu sarmaşıklardan sıyrılarak, karanlığın ağarması gibi açıklığa, çıplaklığa, güzelliğe, aydınlığa doğru gidiyor.  Irak hudutlarında, Kafkas ve İran Azerbaycanlarında Acemce ve Arapçaya karşı Azeri Türkçesinin sihri içinde hudut bekçiliği eden Fuzulî’yi unutabilir miyiz? Acemceyi nisyandan söküp çıkaran, Acem mefahirini anlatarak Acem milliyetini hülleden saklayan büyük Firdevsî’nin mekteplerde okunan lisanına mukabil, mektepsiz İran Türklerini anavatana, Türk diline çeken büyük Fuzulî’yi unutabilir miyiz?

—***—

Hamdullah Suphi Bey’in konferansından mabad [devam] :

Lisanımız sahte süslerden, ağacına dolaşan boğucu sarmaşıklardan sıyrılarak karanlığın ağarması gibi açıklığa, güzelliğe ve aydınlığa doğru gidiyor.

—***—

-6-

Dokuz asırdır, Asya içlerinden ve Avrupa’dan gelen mütemadi hücumlara karşı, koskoca imparatorluğun her köşesinde sayısız isyanlara karşı, harp eden Türklüğün kuvvet ve kesretini yalnız temsil ile izah etmek mümkün değildir. Selçuk ve Osmanlı saltanatlarının istinat ettiği kesif Türklük tabakalarını anlamak için, daha evvelki muhaceretlere inanmak lâzımdır. Bunun içindir ki Garpte, Anadolu’ya gelen Türk akının milâttan üç bin sene evvele kadar çıkaran yeni nazariyelere tesadüf ediyoruz. Bunun içindir ki, Osmanlı tarihinin başında, Hristiyanlık isimlerini muhafaza ederek yalnız lisanın,  terbiyenin vücuda getirdiği vahdete istinat ederek Türklerle beraber Rumluğa karşı gaza eden ve Hristiyan Türk oldukları muhakkak olan Gazi Mihal’lara, Gazi Evrenos’lara rast geliyoruz. Bizans kayserlerinin kendi hudutları dâhilinde hükümran oldukları zamanlarda, Rum olmayan anasırı Rumlaştırmak için dil ve dinle ne yapmışlarsa, Osmanlı padişahları zamanında bizim hükumetimizin zaptiyesi, memuru himayesinde Rum Patrikhanesi aynı şeyi yapmış ve azami muvaffakiyetle yüz binlerce Arnavut’u, Ulah’ı, Sırp’ı, Bulgar’ı, Türk’ü Rumlaştırmıştır.

Dil ve millet birdir, nazariyesi bütün düşüncelerinin esası olan meşihat, kubbe vüzerası ve Bab-ı Ali ve bunların fevkinde saray kendi kuvvetleriyle himaye ettiği ve emirlerini infaz ettirdiği Patrikhanenin, bir ilim ve sanat payitahtı olacak Atina, bir siyaset payitahtı olacak Kostantiniyye, bir din payitahtı olacak Kudus-i Şerif hudutları içine alacak bir Bizans İmparatorluğunu kurmak için nasıl çalıştığını elbette anlamaktan aciz kalırdı. [*]

Lisanın, milliyetlerin doğmasında nasıl bir müessir olduğunu bize gösteren en beliğ misal, Balkanlarda Rum, Bulgar, Sırp, Ulah; Anadolu’da Rum ve Ermeni kilise ve mekteplerinin kendi aralarında ve bize karşı açmış oldukları mücadeledir. Bir kelime ile hülâsa edeyim, Garp telakkiyatına göre bizden olanlar, Şark Müslümanları ve Hristiyanları arasında mevcut telakkiyata göre, bizden ayrılarak, kendilerine asla benzemediklerini derhal fark edebilecekleri birtakım milletlerin topraklarına gidiyorlar. Milliyet duygularını duymakta çok geciktik, milliyet esaslarını anlamakta çok geri kaldık! Yollarımızı gördük, fakat memleket yangınlarının ışığında!

Efendiler, Bulgar milletinin yeniden doğmasına başlangıç olan hareketi bulmak için, ne kadar evvele gitmek lâzımdır, biliyor musunuz? Tam yüz elli sekiz sene, Pezi isminde bir Bulgar papazı, Aynaroz’un her köşesi Bizans kokan, Rumluk kokan manastırları içinde, Bulgar tarihini düşündüğü vakit, Bulgarlığı yeniden milletler arasına sokacak fikri ortaya atmak için hazırlandığı vakit, nasıl gözyaşları döktüğünü müellifin kendi lisanından dinlemeli. Rum Patrikhanesi’nin cebir ve tasallutu, Rumcayı herkes için ibadet lisanı olarak tutmakta inadı, millî şuura varan ve vicdanını sevk ve idare etmeye memur olduğu halk sürülerine karşı mesuliyetini duyan asil bir ruh üzerinde nasıl asi kılan, çıldırtan bir tesir hâsıl ediyor, biz onun kaleminden çıkan satırlarda okumalıyız. Bereket versin ki, Balkanların bütün Hristiyan milletleri, birer birer kiliselerini ayırarak, Rum Patrikhanesi’nin aforozuna zerre kadar ehemmiyet vermeyerek, kuvvedeki büyük Bizans’ı daha doğmadan parçaladılar. Yoksa Patrikhane ve biz, müştereken çalışarak bütün Balkanları Rumlaştıracak ve başımıza şimdiki Yunanistan’dan üç dört misli daha büyük bir belâ çıkaracaktık. Bizi parçalayan milliyet cereyanları, aleyhimize yeniden kurulacak büyük Bizans’ı da parçaladı.

Lisan hakkında şimdiye kadar söylediklerimiz, hakikatin yalnız bir zaviyeden görünüşüdür.  Diyebilir miyiz ki lisan, her yerde aynı ehemmiyetle milliyetin belli başlı umdelerinden biridir? Gözümüzün önünde arzın en bahtiyar köşelerinden biri İsviçre’dir değil mi? Halkı ahenk ve refah içinde yaşayan bu topraklar, belli başlı üç lisan arasında taksim edilmiştir. İsviçre’nin lisan itibariyle bir Alman kısmı, bir Fransız kısmı ve bir İtalyan kısmı vardır. İsviçre’de mezhepler muhteliftir. Orada Protestanlar ve Katolikler vardır. Bu ayrı diller, bu ayrı mezhepler, bir milliyet vücuda getirmiştir. Dağlara, taşlara, derelere, göllere yani coğrafyaya izafe edilmiş bir milliyet! Müşterek mücadelelerden, müşterek tehlikelerden, müşterek tarihten ve müşterek menfaatten doğan bir idrak ile dünyanın en güzel manzaralarından gelen bir aşk birleşerek, yoğrularak İsviçrelilik dediğimiz milliyeti doğurmuştur.

Yalnız İsviçre milleti, Harbi Umumi esnasında ilk defa korkuların en müthişini vicdanında hâsıl olan bir şüphe ile duydu. İsviçre’nin her parçası, konuştuğu lisana göre Almanya’ya veya Fransa’ya karşı temayülünü hissetmeye başladı. İsviçre gazeteleri bunu sarahatle ispat ettiler.  Bu suretle anlaşıldı ki, İsviçreliliğin içinde lisan tesirleri, o derin tesirler kaybolmamıştır. Belçika’da Vallonlar ve Filaminganlar da böyle. En şaşaalı misâllerini gördüğümüz Belçika vatanperverliği, milliyetperverliği içinde iki ayrı esasa mensup olan lehçelerin farkı eriyip ortadan kalkmamıştır.

Lisanı İngilizce ve mezhebi Protestan olan ve içinde yüzlerce milleti eriten, Amerikalılaştıran müthiş Amerika milliyetine ne dersiniz? Bu da başka bir misâl, bunu anlamak için Amerika’yı İngiltere’den ayıran mücadele tarihine kadar çıkmak lâzım.

Efendiler! Bir defa daha kendi Türkçemize dönelim. Biz Türk lisanının bir yeni doğuşuna şahit oluyoruz. Türk lisanı kendini eriten sahte süslerden, ağacına dolanan boğucu sarmaşıklardan sıyrılarak, karanlığın ağarması gibi açıklığa, çıplaklığa, güzelliğe, aydınlığa doğru gidiyor.  Irak hudutlarında, Kafkas ve İran Azerbaycanlarında Acemce ve Arapçaya karşı Azeri Türkçesinin sihri içinde hudut bekçiliği eden Fuzulî’yi unutabilir miyiz? Acemceyi nisyandan söküp çıkaran, Acem mefahirini anlatarak Acem milliyetini hülleden saklayan büyük Firdevsî’nin mekteplerde okunan lisanına mukabil, mektepsiz İran Türklerini anavatana, Türk diline çeken büyük Fuzulî’yi unutabilir miyiz? [1,2]

Edebiyatımızın daracık çerçevesini kırarak tevhitler, naatlar, kasideler ve gazellerle yere göğe yalnız hayranlığını söyleyen şairlerimizi terk eden, köylerin, zenginlerin malikânesi olan şiirimize, sefaletiyle, ızdırabıyla, vatan aşkıyla ve isyanıyla bütün halkı ve milleti sokan, Namık Kemalleri, Hamitleri unutabilir miyiz? Onların geçtiği yollardan geçmeden bugüne vasıl olmak mümkün olur muydu? [*]

Bunların hepsinden sonra, Türk milleti için onun doğmuş ve doğacak bütün ruhlara doğru yükselmesine sebep olan milliyetimizin ilk mübeşşiri olan (Mehmet Emin)’i unutabilir miyiz? [*]

İtalya’da Dante, Almanya’da Arnd, Rusya’da Puşkin, Macaristan’da Petofi, Lehistan’da Mykikeviç ne ise, Mehmet Emin bizde odur. [*]

Türk dili içinde, binlerce senelerden beri sönerek, yanarak devam eden Türklük fikrini, nihayet bir ateş halinde çıkaran, Türk ufuklarına doğru yol gösterici bir meşale, bir fener gibi yükselten, onun elidir. [*]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu beş paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 25 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 695, s. 2, sütun: 1-2

[2] Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1000 Temel Eser Dizisi 130, Sevinç Matbaası Ankara 1987, s. 146-149

Continue Reading

Milliyet Düsturları

MİLLİYET DÜSTURLARI-5

Published

on

Hazırlayan: Yard. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Eğer Garpta olduğu gibi, Şarkta da dil dinden daha kuvvetli bir unsur olsaydı onlar, eski kiliselerin ve yeni mekteplerin neşrettikleri ayrılık cereyanlarına kapılmazlar ve memleketimizin bir asırdır, gitgide daha büyüyen buhranlar ortasında çektiği mihnetler, felâketler, değil başımıza gelmek hatta hatırımıza gelmezdi. Emin olabilirsiniz ki inanılmaz ve affedilmez bir gafletle, kiliselerin ve mekteplerin, ayrıcı telkinatına terk ettiğimiz bu Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle fiilen ancak Türk’türler. Onların Türk olduklarını iddia etmekte hiçbir menfaati olmayan bazı müverrihler vardır ki, vaktiyle yazdıklarının bir gün bizim elimizde, Rum milliyeti aleyhine bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünmüş olsalardı kalemlerini kırar ve bize bu noktada şehadetlerini bırakmazlardı.

Akdeniz adaları ile en sıkı bir teması olan sahillerde meselâ Antalya, Alâiye’de Ortodokslar arasında yayılmış olan en eski Türkçe kelimeleri ve Türk lisanını ne ile izah edebiliriz? Bütün eşraf ve ayanın şecerelerini Araplığa raptetmek için uydurma cetler icat ettikleri asırlarda Rumca gibi dünyanın en girgin ve en mukavim bir lisanını ortadan kaldıran kuvvet nerededir? Anadolu’da Osmanlı ve Selçuk istilâları, nihayet ve nihayet adedi, tarihin tasrih ve tespit ettiği küçücük bir yekûna baliğ olan bir askeri istilâ ile bir kabile muhaceretinden başka bir şey değildir.

Hamdullah Suphi Bey’in konferansından mabad [devam] :

Kilise ve mekteplerin ayırıcı telkinatına terk ettiğimiz Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle hâlâ Türk’tür.

—***—

-5-

Garpta lisan, dinden daha mühim bir milliyet unsurudur. Şarkta ise din dilden daha mühimdir. Meselâ Girit ihtilalleri üzerine yerli Rumlardan tazyik gören Müslümanlar Anadolu sahillerine sığındılar. Bunlar, lisanlarına göre bir taksime uğrasalardı anadilleri Rumca olduğu için onların sığınacakları yer, ancak Yunanistan olabilirdi. Fakat bize geldiler. Ben bu sebeple, Antalya sahillerinde çocuklarına Rumca söyleyen muhacir Müslüman kadınlara tesadüf ettim. Aynı sahillerde çocuklarına Türkçe ninni söyleyen Ortodoks kadınlar, yine din hissiyle Yunanistan’a gittiler. Hiç unutmam, oturduğum evin karşısında bir açık pencereden ninni sesleri geliyordu. Başlarından, taassupla taşıdıkları fesleri asla çıkarmayan kış ve yaz, sırtlarında, ince ve kalın dikişli hırkaları eksik olmayan, daima arkalarına on, on iki ince örgülü saç bırakan bu Ortodoks kadınlar, kıyafet hususunda Avrupalılıktan son derece çekinirlerdi. Avrupa modalarını takip eden bir genç kadın yabancı fistanıyla, bunlar nazarında faziletten ayrılmış, fahişe doğru giden kötü bir kadın vaziyetinde idi. Komşum, Ortodoks kadın fesli başını eski Türk beşiğiyle beraber sallayarak ninni söylüyordu:

Uyusun yavrucuk ninni

Uyusun has tomurcuk ninni

Annenin, en güzel, en temiz Türkçe ile “has gül goncası” diye sallayarak uyuttuğu çocuk sekiz aylıktı ve ismi Yani idi. İtiraf ederim ki ben Antalya’nın bu Ortodoks kadınlarından yüzlerce eski Türk kelimesi öğrendim. Siz bu kadınları, Pire’de, Atina sokaklarında tasavvur ediniz. Papasın telkiniyle, sevap olsun diye söyledikleri, sabahın akşamın hayırlı olmasına ait bir iki temenni sözünden maada, Rumca bir kelime bilmeyen bütün bu Ortodoks halk orada ne kadar acemidir, yabancıdır. Dillerine bakılırsa en eski Türklerdir, dinlerine bakılırsa, onların hislerine ve bizim hislerimize nazaran Rum’dur ve bizden kopmuştur, ayrılmıştır.

Arkadaşlar! İç Anadolu Hristiyanları ve mühim bir kısım sahil Hristiyanları, dil vahdeti itibariyle ve dilin temin ettiği terbiye vahdeti itibariyle en yakın zamana gelinceye kadar ancak bir isim alabilirlerdi. Bunlar Hristiyan Türklerdi, onlarla bizim aramızda âdetler müşterektir. Darbımeseller, şarkılar müşterektir, masallar, hurafeler müşterektir. Bütün sanayi-i nefise ve bilhassa musiki müşterektir. Aralarında şairler yetişmiştir. Şiirlerini okuduğunuz vakit bir Türk’tür. Fark etmenizin imkânı yoktur. Bizimle beraber aynı tasavvufa (?) dalmışlardır. Bestekârdırlar. Onların elinden çıkmış hâlâ dillerde dönen maruf bestelerimiz vardır. Mimari gibi en mühim merkezi sanatımızdan başlayarak en hurda tezyini sanatlarımıza kadar, Türk eliyle ve Hristiyanlık eli yan yana ve beraber çalışmıştır. Ölülerimizi örten sandukaların üstündeki örtülerden, camilerin kürsülerine, minberlerine ve kalplerimizi teheyyüç eden halk şiirlerine, musiki nağmelerine kadar her işe her sahada o Türk gibi çalışmış, Türk gibi duymuştur.

Eğer Garpta olduğu gibi, Şarkta da dil dinden daha kuvvetli bir unsur olsaydı onlar, eski kiliselerin ve yeni mekteplerin neşrettikleri ayrılık cereyanlarına kapılmazlar ve memleketimizin bir asırdır, gitgide daha büyüyen buhranlar ortasında çektiği mihnetler, felâketler, değil başımıza gelmek hatta hatırımıza gelmezdi. Emin olabilirsiniz ki inanılmaz ve affedilmez bir gafletle, kiliselerin ve mekteplerin, ayrıcı telkinatına terk ettiğimiz bu Hristiyanlar mühim bir kısım itibariyle fiilen ancak Türk’türler. Onların Türk olduklarını iddia etmekte hiçbir menfaati olmayan bazı müverrihler vardır ki, vaktiyle yazdıklarının bir gün bizim elimizde, Rum milliyeti aleyhine bir silâh olarak kullanılabileceğini düşünmüş olsalardı kalemlerini kırar ve bize bu noktada şehadetlerini bırakmazlardı. Türkler, Çin dâhilinde ve Çin hudutlarında ücretli asker olarak hizmette bulundular. İslâm’dan evvel ve İslâm’dan sonra İran’da Türkleri aynı vazifeyi ifa ederken görüyoruz. Türk, Emevî ve Abbasî hilafetleri nezdinde birçok vazifelerin fevkinde ve haricinde bilhassa askerdir. Mısır Fatımileri, hizmetine girdiği hükumetleri çok defa devirip, yerlerine kendi geçen Türk’ü, çağırmaktan vaz geçememişlerdir. Türk, eski Moskova çarları yanında, Bağdat’ta, Şam’da, Kahire’de nasıl bir vaziyette ise aynı vaziyette, tarihin kayıt ve zaptına geçmiştir. Bizans kayserlerinin, askerliği kendine sanat ittihaz eden bu çetin unsuru, nasıl davet edip imparatorluğun her tarafına yerleştirdiğine dair lâzım gelen malumatı bize veren Bizans müverrihleridir. Osmanlılardan hatta Selçukilerden evvel dokuzuncu asrın ortalarına doğru bazı Türklerin İmparator Nekofil’in tasvibiyle Vardar boyuna nasıl yerleştiklerini bize “Kodinos” anlatır ve der ki: Ovaya yerleştikten sonra onlar Hristiyan dinini kabul ettiler, fakat askeri âdetlerini ve yarı bedevi hayatlarını daima muhafaza ettiler. 1065 tarihinde Oğuzlar Tuna’yı geçtiler ve 600 bin tahmin edilen bir kalabalıkla Rumlardan ve Bulgarlardan mürekkep bir orduyu parça parça ettikten sonra, Selânik’e kadar tuğyan hâlinde istilâ ettiler.  1123’te diğer bir Türk kavmi olan Peçenekler, aynı yollardan gelerek Adalar denizi dâhil olmak üzere karada ve denizde ne varsa hepsini zapt ettiler. Oğuz istilasını “Sedrenos”’tan naklen anlatan Jan Sikilinzes, Peçenek istilâsını anlatan “Niketas”’tır.

1243’te yine bir Türk istilâsı “Kuman”ların imparatorluk içine akmasıyla başlıyor. Bu “Kuman”ların Anadolu’ya nasıl dağıtıldıklarına dair lâzım gelen tafsilâtı bize veren Nikefor Gregoras’tır. İslâm dinini elan kabul etmemiş olan putperest Türkler evvela Hristiyan oluyorlardı. Hristiyan olmak Rumlaşmaya doğru bir adım atmak demekti.  Bu, Kumanlardan kaçı Bizans meclis ayanında ve Bizans sarayında en yüksek memuriyetlere kadar çıktığını bize hikâye eden müellifler var. “Pokoyl” Yunanistan’da Seyahat ismi taşıyan kitabında, İncilleri Türkçe yazılmış Hristiyan Türklerden bahseder. Efendiler, sıbyan mekteplerinin, medreselerin Türkçe’yi hatta Türklere öğretmediği asırlarda Anadolu Hristiyanlarına Türkçe’yi kim öğretti? Daima Rumluğun bir vatanı kalmış olan Akdeniz adaları ile en sıkı bir teması olan sahillerde meselâ Antalya, Alâiye’de Ortodokslar arasında yayılmış olan en eski Türkçe kelimeleri ve Türk lisanını ne ile izah edebiliriz? Bütün eşraf ve ayanın şecerelerini Araplığa raptetmek için uydurma cetler icat ettikleri asırlarda Rumca gibi dünyanın en girgin ve en mukavim bir lisanını ortadan kaldıran kuvvet nerededir? Anadolu’da Osmanlı ve Selçuk istilâları, nihayet ve nihayet adedi, tarihin tasrih ve tespit ettiği küçücük bir yekûna baliğ olan bir askeri istilâ ile bir kabile muhaceretinden başka bir şey değildir. [*]

—***—

DİPNOTLAR

(*) (Emekli) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi, mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[*] Hâkimiyet-i Milliye’de yayımlanan bu beş paragrafa, Hamdullah Suphi TANRIÖVER, Dağ Yolu 1 (Haz.: Dr. Fethi TEVETOĞLU)’de yer verilmemiştir.

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 24 Kânunuevvel 1338 (1922), No: 694, s. 2, sütun: 1-2

 

Continue Reading

En Çok Okunanlar