MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL İLE BİRLİKTE YAŞAMAK!..
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 74’inci ölüm yıldönümü münasebetiyle… Minnet ve rahmetle anıyorum.
Atatürk’ün; insanlığı, devlet adamlığı, devlet yönetimi, tarafların dinlenmesiyle aksaklıkların çözümünde gösterdiği dirayeti, Cumhuriyet, Halkçılık ve Demokrasi anlayışı ve uygulamaları, misafirperverlik ve ev sahipliği üzerine…
HALİL AĞA’NIN ÖKÜZÜ
“Yıl 1936. İstanbul, altın gibi bir sonbahar yaşıyor. Atatürk Florya Köşkünde. Denize girmiyor, pek. Arkadaşlarıyla konuşuyor. Ülkü ile oyalanıyor. Devlet işleriyle uğraşıyor. Ama canı sıkkın… Oldum olası devlet başkanlığının sınırlı yaşamasına alışamamış. Bir gün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’a dediği gibi kapatılmış, hapsedilmiş sayıyor kendisini. Bir başına sokağa çıkamadıktan sonra, bir ahbapla bir küçük kahvede ya da meyhanede oturup laf kaynatamadıktan, sinemaların kalabalığına karışamadıktan sonra yaşamanın tadı mı olur? Oysa o Atatürk’tür, yapamaz bunları. Bir yere çıkacak olsa, peşinden otomobiller, motosikletler dünyayı ayağa kaldırır. İnip bir vatandaşla, bir çocukla konuşmak istese, koca şehir halkı yığılır başına, trafik durur, iş durur… Eski padişahlar kadar bile özgürlüğü yok, tebdil soyunup giremez halkın arasına, hemencecik tanırlar.
Bu yüzden Bütün Cumhurbaşkanlığı süresince, Atatürk sıkılmış, çevresine bundan yakınmıştır. Yine sıkılıyor işte. Florya Köşkünün içine kapanıp kalmış. Bu duygularını Selanik günlerinden arkadaşı Nuri Conker’e anlatıyor. Sonra birden Conker’in dizine vuruyor:
-Bana yardım eder misin Nuri?
-Nasıl?..
-Kaçalım köşkten!..
Conker duraksıyor. Böyle bir işe önayak olmak Başvekil İsmet Paşadan yaman bir azar işitmektir. Ama isteyen de Atatürk’tür.
-Nasıl kaçacağız Paşam, peşimize bir ordu adam takılır. Yaverler, muhafızlar, gözcüler, yardımcılar. Hiçbir keyfi olmaz bunun…
Atatürk gülüyor:
-Bırak şimdi bunları, diyor, ben de biliyorum. “Kaçalım” ne demek? Kimseye görünmeden usulca sıyrılalım demek! Sen bana yardım edecek misin?
-Paşam, kusura bakma anlamadım ama, buyruğunuzdayım elbet. Siz yolunu söylerseniz ben de size katılırım…
Atatürk:
-Hah, diyor, şimdi oldu. Cezaevlerinden elin budalaları kale gibi duvarlar aşıp, bunca asker çemberinden geçip kaçabiliyorlar da biz İsmet Paşanın hükümet çemberini mi yaramayacağız? Yardık, gitti…
“AÇIK ARABA OLMAZ, NASIL DÜŞÜNEMEDİN”
Bunları konuşurken Atatürk’ün gözleri, çocuk gözleri gibi parlıyor, diliyle dudaklarını yalıyordu. Konuşmasını sürdürdü:
-Bak şimdi, Nuri… Senin otomobilli bir arkadaşın yok mu?..
-Var…
-Tamam. Sen şimdi yaverlerden gizli gidip bu adama telefon edeceksin, kendin için isteyeceksin bir günlüğüne arabasını… Gerisini bana bırak!..
Nuri Conker bundan bir şey anlamamıştı ama Atatürk’ün dediğini yaptı. Bir arkadaşına telefon etti ve arabasını köşke göndermesini rica etti. Geri döndüğü zaman Atatürk soruyordu:
-Arkadaşının arabası spor mu kapalı mı?
-Spor Paşam!..
-Dur, olmadı! Sen hemen yine gidip telefon et, araba tenteleri kapalı gelsin. Açık araba işimize yaramaz. Bunu nasıl düşünmedin sen?..
Conker, baştan telefona gitti, arkadaşını buldu ve arabanın üstü kapalı gelmesini hatırlattı. Vaktinde etmişti telefonu, araba benzin alıyordu ve tenteneleri kapatılarak gönderilecekti.
Haberi Atatürk’e ulaştırdığı zaman, Atatürk pek sevindi. Yatılı okuldan kaçan bir öğrenci hevesiyle ellerini ovuşturuyor ve kurduğu planı kaçaklık yoldaşı Nuri Conker’e açıklıyordu.
-Şimdi bak ne yapacağız?.. Araba seni almak için gelecek. Yaver gelip haber verecek. İkimiz birlikte kapıya doğru yürüyeceğiz. Ben yaveri bir iş buyurup savacağım. Senin ceketini ve şapkanı giyip otomobile bineceğim. Birkaç saniye sonra sen geleceksin! Senin gömlekle dolaşman, bu mevsimde yadırganmaz. Nöbetçilerin yanından geçerken, kendini göstereceksin ve seni tanıyacaklar, yol verecekler. İçeride biri olduğunu ya görürler, ya görmezler. Ama görseler de görmeseler de senden kuşkulanmayacakları için bir çemberi yaracağız.
-Çemberi yarsak bile hemen fark edip peşimize düşerler Paşam…
-Ne?.. Sen anlarlar mı diyorsun? “Şaşarım aklı perişanına ahmak”. O kadar akıl nerde bu adamlarda? Atatürk’ün köşkten kaçtığını bu adamlar gözleriyle görseler, kendilerine bile inanmazlar! Bak bekle göreceksin!..
Nuri Conker, İsmet Paşa korkusuyla tedirgin, Atatürk özgür olmak hevesiyle mutlu beklediler… Şuradan buradan konuşuyorlar, zamanı geçirmeye çalışıyorlardı. Nihayet yaver girdi ve Nuri Conker’e arabasının geldiğini haber verdi. Nuri Conker, gitmek için müsaade isteyince, Atatürk de onunla birlikte kalktı. Üstünde kısa kollu beyaz bir gömlek, bacağında ince bir pantolon vardı. Örme deriden yapılmış hafif papuçları yürürken tatlı bir ses çıkarıyordu.
-Demek davetlisin Nuri, pekala… Hadi ben de seni kapının önüne kadar geçireyim, sonra döner kitap okurum…
Birlikte yürüdüler… Yaver, peşlerinden geliyordu. Atatürk birden döndü:
-Benim kitaplarımın arasında Edouart Herriot’nun “Orient” adlı bir kitabı olacak, yeni geldi. Onu bul odamdaki masama koy, bu akşam yemek yemeyeceğim, okurum. Sen de dinlenebilirsin!..
-Başüstüne Atatürk!
Yaver döndü ve gözden uzaklaştı.
Atatürk Nur Conker’e “Nasıl?” der gibi baktı, sonra:
-Hadi, çıkar ceketini, ver şapkayı!
Koridor bomboştu. Conker, ceketini çıkardı, şapka ile birlikte uzattı:
-Buyurun!..
Atatürk ceketi çabucak giydi, şapkayı başına geçirdi, yürümeye başladı:
-Sen on saniye sonra gel!..
Kapının önünde Baltabaş bir Benz-Mercedes vardı, krem rengindeydi, spordu ve tenteneleri örtüktü. Şoför kapının önünde dikilmiş, Nuri Conker’in çıkmasını bekliyordu. Atatürk arabaya doğru yürüyünce bir duraksadı, sonra kapıyı açtı. Ata’yı Conker sanmıştı. Tam direksiyona geçeceği sıra, bu kez Nuri Conker, beyaz uzun kollu bir gömlekle göründü. Gömleğinin yakasını açmış, boyunbağını da eline almıştı.
VATANDAŞ ÖZGÜRLÜĞÜ
-Hadi oğlum, çek!..
Araba hareket etti. Dış kapıya gelince, nöbetçi otomobile doğru yaklaştı. Nuri Conker oturduğu yerden başını çıkararak “Allahaısmarladık asker” dedi. “Sağol” geçip gittiler. Atatürk şoföre:
-Çekmece’ye doğru, dedikten sonra Nuri Conker’e gülerek döndü:
-Ben sana demedim mi kaçarız diye… Şimdi, bizim ayrıldığımızı bunların ruhları bile duymaz. Dönüşümüzde telaşlarını bir düşün!.. ne diyecekler Şükrü Kaya’ya, ne diyecekler İsmet Paşaya?
Çok neşeliydi. Hükümetin izleme arabalarından, motosikletlerinden kurtulduğu ve hele muhafızları uyuttuğu için çocuk gibi seviniyordu. Önce İsmet Paşa ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya üstünde konuştu, sonra rastgele anlatmaya başladı:
-Bu “Merhaba asker” lafını ben çıkarttım, biliyor musun? Dedi. Hem de taa 1910’larda Selanik Merkez Alayı’nda… O zaman Kolağası idim. Selanik Ordu Merkezi; şehirde de bir Merkez Alayı var. Buna Sadettin adlı babacan bir albay komuta ediyordu. Derken bu albay Sadettin gözlerinden hastalandı, beni alay komutan vekili olarak bu alaya verdiler. Sen bunları bileceksin; hatta bunların içinde bir Ziya vardı, şimdi İstanbul’da tüccarlık falan yapıyor, ara sıra yanımıza gelir giderdi (Ziya Kılıç). İşte onun bölük komutanlığı yaptığı alay. Atladım atıma, kışla meydanında alayın teslim törenine gittim. Tekmil verdiler, alay selam durumuna geçti, ben yaklaştım:
O zamana kadar biliyorsun gelenek; komutan “Selamünaleyküm” der, kıta da “Aleykümselam” diye karşılık verir. Ben oldum olası, bu selamlaşmayı sevmem. Birden esti, “Merhaba asker” diye bağırdım. Böyle bir seslenişe askerler yabancı, subaylar yabancı, bir duraksama oldu; sonra yarım yırtık bir “Merhaba” döküldü ağızlarından. Ama, ondan sonra ben nereye gittiysem askere “Merhaba” dedim, onlar da bana top gibi bir “Merhaba” ile karşılık verdiler. Bu “Sağol” karşılığı sonraların işidir.
Atatürk’ün neşesine diyecek yoktu, konuşuyor, şarkı söylüyor, Nuri Conker’e soru üstüne soru soruyordu. Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı sonbaharı tadını çıkararak Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu.
HER ŞEY BİRDEN DEĞİŞTİ
Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre:
-Dur!.. dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. Atatürk elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı sonra köylüye seslendi:
-Kolay gelsin Ağa!..
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
-Eyvallah, eyvallah…
Atatürk, baştan seslendi:
-Ateşin var mı, ateşin?..
Bu kez köylü sesten yana döndü. Atatürk elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu. Köylü bir süre baktı, sonra hayvanları durdurup kendilerine doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan konuşuyor, bir yandan kuşağının arasından bir fitilli çakmak çıkarıyordu…
-Tiryakisin bey galeba? Tiryaki, tiryakinin halinden anlamalı…
-Eh… Kibriti unutmuşuz da…
Atatürk bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. Atatürk:
-İşler nasıl ağa? Dedi. Bu yıl mahsulden, yüzünüz güldü mü?
Köylü, isteksiz isteksiz konuştu:
-Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! -Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu- Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte…
-Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?
-Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.
-Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey? Muhtara şikâyet etseydin…
Köylü güldü:
-Muhtar başında deel miydi memurun a bey?
Atatürk dudaklarını kemirerek konuştu:
-Sen de kaymakama gitseydin!..
Köylü iyice güldü:
-Sen de benimle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik Atatürk’ümüz var başımızda!
VARLIK GİTTİ AĞALIK KALDI
Atatürk, konuşmayı sürdürdü:
-E peki, İstanbul şuracıkta… Gideydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?
Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış, iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
-Bırak şu sağarı allasen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük. Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
Atatürk, iyice giyinmişti. Ama köylünün konuşması da hoşuna gidiyordu. Sordu:
-Adın ne senin ağa?..
-Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…
-Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.
-Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış. Halil Ağa aşağı, Halil Ağa yukarı; derken bizim çift-çubuk gitti ama, ağalık kalmasın mı?.. Hala bizim delikanlılar, “ Halil Ağa” diye peşimden seyirtir dururlar!..
-Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun… Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?..
-Bilmez olunur mu beyim!..
-Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşküne iniyor, Köşk de şuracıkta… Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Her halde çaresini bulurdu.
O, SAĞARIN SAĞARI
-Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun galim. Ama bak şinci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya komazlar ya… Tutalım kodular, koskoca İsmet Paşamızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler, ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez canım!
Nuri Conker, lafa karışmak istedi. Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. Buraya kadar bütün şikayet kademelerini göstermiş, karşılığını da almıştı. Kala kala kendisi kalıyordu. Sigarasından ekleme bir sigara daha yaktı, bir tane de köylüye verdi.
-E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, Atatürk’ümüz var başımızda dedin ya… O da koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..
Köylü iyice keyiflenmiş keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine acımış gibi bakıyordu:
-Sen ne diyon bey? Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek… Temin de dedik ya, tut ki gördük, yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı seyirtecek?.. Sen gönlünü ırahat tut bey, bizim kocaoğlan, işimizi görür de öteye geçer bile… Tasa etme!..
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak:
-Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!..
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa onları uğurluyordu.
-Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el eğdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!.. Ekime geç davranmışın, gök rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?.. Helal olsun!..
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler sonra Atatürk Nuri Conker’e:
-Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! dedi. Döndüler, Atatürk susuyor, düşünüyor sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı:
-Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..
“NE MÜBAREK MİLLET, BU MİLLET”
Nuri Conker, sözü başka konulara aktaracak oldu, fakat oralarda olmadı. Geçtiklerini yolların güzelliğine bile bakmıyor, mavi gözleriyle dalmış düşünüyordu. Az sonra Florya Köşküne geldiler. Nöbetçiler, açık bir araba içinde Nuri Conker’le Atatürk’ü görünce nerdeyse şaşırıp selam durmayı unutacaklardı. Hele nöbetçi yaverin, durumu öğrenince, bir koşusması vardı ki Atatürk’ü değil ama, Nuri Conker’i İsmet Paşadan yiyeceği paparayı bile unutarak, güldürdü.
Atatürk yavere:
-Şimdi, dedi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver.
Yaver odadan çıktı. Atatürk Nuri Conker’e döndü:
-Bak beri Nuri!.. Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil Ağa’yı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Seni sevdi, sana bir öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
Sakın kuşkulandırmadan al gel buraya diyorum anladın mı; dil dökeceksin, marifet dökeceksin, ama üzmeyeceksin adamı, kuşkulandırmayacaksın! Hadi, göreyim seni!..
Nuri Conker de çıkınca, düşünceli zamanlarda yaptığı gibi, ıstakayı eline aldı, bilardo oynamaya başladı.
NURİ CONKER’İN FENDİ HALİL AĞA’YI YENDİ
Nuri Conker, görevinin güçlüğünü biliyordu. Halil Ağa zeki bir köylüydü. Onu, bir şey sezdirmeden Atatürk’ün köşküne getirmek, olacak bir iş değildi. Yapmaya çalışacaktı ama…
Nitekim, Halil Ağa’yı, önüne merkebiyle öküzünü katmış, köy yolunda bulunca yanılmadığını anladı:
-Selamünaleyküm!
-Aleykümselam. Hayrola bey?..
-Hayırdır, bizim bey seni pek sevmiş…
-Biz de sevdik, n’olmuş?
-Bu akşam seni yemeğe çağırıyor, bir öküz alıverecek.
-Öküz mü?.. Eksik olmasın ya, biz işimizi görüp dururduk…
-Öküz çift olsa daha iyi sürülmez mi?..
-Sürülür besbelli bi şey ama, neden gerekti?
-Canım neden gerekecek Halil Ağa, bizim Kemal Bey tüccardır. Karun gibi bir adam… Çoluğu yok çocuğu yok, sevap işlemeye bayılır. Seni de pek sevdi dedim ya!..
Halil Ağa düşünmeye durdu. Aklından bir şeyler hesapladığı belli idi. Arada bir de Nuri Conker’i ustaca baştan aşağı süzüyordu:
-Demek çoluğu çocuğu yok fıkaranın! Tuh, acıdım şimdi! İyi de bir adam, kesimi güzel.
Conker, işi oldu bittiye getirmek için, demiri tavında dövmeye heveslendi. Yoldan geçip aynı köye giden başka köylüler, bir otomobilli adamla Halil Ağa’nın konuştuğunu görünce birikmeye başlamışlardı.
-Hadi, hayvanları arkadaşlarından birine emanet edelim de atla arabaya.
Halil Ağa telaşlandı:
-Yo beyim, olmaaaz… Bu kılıkla öyle beylerin yanına varılır mı?.. Gitceksek, bi yol eve ulaşalım da yabanlık urbalarımızı giyinelim…
-Bizim bey öyle şeylere bakmaz, babacan adamdır. Böylece gelirsen daha sevinir!.. “Bak hatırımı kırmamış, öylece kalkıp gelmiş” diye…
Halil Ağa’nın pirelenmiş gibi bir hali vardı, bu “Öküz alıverecek” hikayesine pek aklı yatmamış görünüyordu. Direndi:
-Aman beyim, hiç olmaz! Köylüysek de yabandan gelmedik ya!.. Hele bi yol köye varalım, bi ayranımızı iç hele…
KURMAY AKLI KÖYLÜ AKLI
Nuri Conker, daha fazla direnmeyi uygun görmedi. Kendilerine takılan köylüler de “Hayrola Halil Ağa” diye işi anlamaya çalışıyorlardı. Hem Halil Ağa’yı köylülerin elinden koparmak, hem de işi çabuk bitirmek için:
-Oldu Halil Ağa! Haklısın. Arkadaşlar senin hayvanları getirirler, sen atla arabaya, köye gidip değişene kadar, hayvanlar da gelir.
Bunu öyle bir sesle söylemişti ki, Halil Ağa ne diyeceğini bilmeden kendisini arabanın içinde buldu. Savaş meydanlarından gelen bir kurmaydı Nuri Conker, istediğini yaptırmaya alışıktı.
Köye bir arabanın geldiğini görenler, hemen çevrede birikmeye başladı. “Muhtara haber iletin” sesleri duyulur oldu. Conker, telaşlandı. Etrafındakilere “Bizim muhtarla bir işimiz yok, hele siz keyfinize bakın” derken Halil Ağa’ya da, “Hadi ağam, sen de şu yabanlıklarını giy de çabuk gel” dedi. Halil Ağa yeniden toparlandı:
-Olur mu hiç beyim, bi acı kahvemizi içmeden, bi ayranımızın tadına bakmadan… Sonra seslendi:
-Kız Aaşeee, anan öle, nerdesin?.. –Koşuşturarak gelen 1 yaşlarındaki kızı görünce- Tez anana eriştir, kahve pişecek, ayran çıkacak! – Sonra Nuri Conker’e döndü- Buyur beyim sen… Köylük yeridir, kusura kalma… Çok eğlenmeyiz…
HIZIRDIR MUTLAKA
Eve girmek Nuri Conker’in de işine gelmişti. Girdiler. Halil Ağa’nın oğlu, Conker’in eline davrandı, kızı da öpüp başına koydu. Conker onlarla konuşurken, Halil Ağa da bir yandan giyiniyor, bir yandan olup bitenleri kadınlara anlatıyordu. Kadınlar dinledikçe çığrışıyorlar, türlü şeyler söylüyorlardı:
-Aaa Hızır Aleyhisselamdır, durma ağam!..
-Destiden bir avuç su alıp yüzüne serpeleseydin, her muradın olurdu!
Halil Ağa uydurma bir öfke ile paylıyordu:
-Şinci ben sizin kemiklerinizi kırmaz mıyım? İçerde misafir, sofrada bey bekliyor, siz ne haltlar karıştırıyorsunuz!
Köyden çıktıkları zaman, Nuri Conker derin bir nefes aldı. Ama işin asıl güç yanı şimdi başlayacaktı. Halil Ağa’yı kuşkulandırmadan köşke sokmak bir mesele idi. Nitekim, kalın şayaktan temizce elbisesi içinde daha da güvenli ve irileşmiş görünen Halil Ağa sordu:
-Nerde beyin evi?..
-Beyin evi mi?.. Şimdi yazlıkta Suadiye’dedir ya, bu akşam yiğeninde konuk, biz de oraya gideceğiz…
-Yiğeni ne iş tutuyor ki?..
-Bugünlerde yedek subaylığını yapıyor, Atatürk köşkünde…
-Sakın beyim, biz köşke mi varacağız?..
-Köşke ya…
-Aman beyim, sen amanı bilir misin?.. Ben köşke möşke sokulamam. Kalsın bu yemek işi, bey evine döndüğü zaman yaparız. Sen bana adresini bir kağıda yazıver, gelirim ben!..
-Bak bu sözünü beğenmedim Halil Ağa, yooo sonra beyi kızdırırız ki, çok fena…
-Oh beyim durdur otomobili, ben köye döneyim!..
Nuri Conker sonunda Halil Ağa’yı köşkün yaver odasına getirebilmişti ama, anasından emdiği süt de burnundan gelmişti. Halil Ağa, köşke girerken dehşete kapılmış, soruyordu:
-Aman beyim, oh beyim, sakın bizim bey Paşa maşa olmasın?
“EFENDİMİZ GELECEK”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, Bakanlar, Milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar. Atatürk sofranın başında, ayağında kahverengi bir pantolon, üstünde kısa kollu yeşil bir gömlek, boynunda kahverengi-yeşil karışımı bir fular olduğu halde oturuyordu.
Atatürk bir ara:
-Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim!..
Yeni bir fiskos başladı. Bu “Efendimiz” de kimdi? Türkiye Devleti’nin kurucusu Atatürk, kimden “Efendimiz” diye konuşabilirdi?.. Bir şaka, bir sürpriz mi hazırlamıştı yoksa, gerçekten saygı duyduğu bir insan mı gelecekti?.. Bu sırada içeriye başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına eğilerek bir şeyler söyledi… Atatürk memnun bir yüzle:
-Buyursun!
Dedi. Şimdi nefesler kesilmiş, bütün gözler, kirpik oynamadan kapıya dikilmişti.
Bu sırada başyaver odasında büyük sıkıntı vardı. Halil Ağa, başını derde soktuğunu anlamış Nuri Conker’e ölüm ölüm yalvarıyordu:
-Oh, beyim, elini ayağını öpeyim beyim, ben öküz-möküz istemem, beni salıverin!..
Conker, yaverler çırpınıyorlar, saygı-ikram karşısında elpençe duruyorlar, kendisini yatıştırmaya uğraşıyorlardı. O zaman anladı Halil Ağa gündüz kiminle görüştüğünü… Atatürk’tü bu!.. Öyle ya, Atatürk’ün ta kendisiydi! Tebdile soyunmuştu da kendisine çatmıştı demek… Söyledikleri, birden hatırına dizilmiş olacaktı ki can dayanmaz yalvarmalara çöktü:
-Gazi Mustafa Kemal Paşa’mızdı senin beyin, öyle ya! Bizim aklı kısa karılar bile “Hızır” deyip bildiler de benim şu eşek kafam bilemedi… Tuh, Halil senin gelmişine geçmişine… Nettim ben beylerim, komutanlarım, ah ben nettim!..
Yatıştırmak istendikçe ürküntüsü artıyordu:
-Ya ne haltlar karıştırdım ben Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüze?.. Adını “Kemal” dediydin ya, uyansana Halil olmayası herif?.. Naapar bakalım beni şimdi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüz, naapar?.. Oh şu kör dilimi kesse de ibret-alem gezdirtse beni ortalıkta… “Geveze aptalın hali budur.” Diye…
DİZLERİNİN BAĞI ÇÖZÜLDÜ
Sonunda bir koluna Nuri Conker girdi, bir koluna başyaver, avutucu sözlerle salon kapısının önüne getirdiler. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşanın yer aldığını görünce, dizlerinin bağı çözüldü. Ama olan olmuştu artık, var gücü ile toparlandı, ne diyeceğini tasarlamaya başladı.
Halil Ağa kapıda görününce, Atatürk ayağa kalktı. Kalkması ile bütün sofra gürr diye ayağa kalkıştılar. Atatürk:
-Hoş geldin Halil Ağa! Dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı, işte beklediğimiz Efendimiz!
Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan sandalyeye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl çıktığını, Halil Ağa’yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Şimdi-dedi-gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım. Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak. –Halil Ağa’ya döndü- Bak beri Halil Ağa. Sen bu akşam benim başmisafirimsin!.. Senin açık sözlülüğünü de çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek!.. Öküzünü de alacağım!.. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: “Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok m u senin?..”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu, Atatürk önledi:
-Yooo, bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver.
Halil Ağa konuşmaktan başka çare olmadığını anlamıştı. Sonra, kolaydı bu soruya cevap vermek:
-Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar!
Atatürk çok memnun olmuştu. Halil Ağa’nın omzunu okşayarak ona cesaret verdi:
-Tamam… Çok güzel… Tam bana gündüz söylediğin gibi eksiksiz söyledin… Şimdi yine soruyorum: “Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin.”
Bu soru da kolaydı. Nazlanmadı Halil Ağa… Çünkü gerisini düşünüyordu:
-Muhtar başındaydı beyim.
-Oldu, bu da tamam. Güzel gidiyor. Ben yine soruyorum: “Sen de kaymakama gitseydin!”
Bakındı, kaymakam yoktu oralarda.
-Kaymakamın haberi olmadan bizim buralarda kuş bilem uçamaz!
OLMADI HALİL AĞA BANA DOSDOĞRU SÖYLE
Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
-Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
-Vali Paşamızı bir görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz k…
-Olmadı bu, Halil Ağa!.. Bana dediğin gibi, dosdoğru…
-Böyle demedik mi beyim?..
-Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye… Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?…
Nuri Conker karşılık verdi:
-Hayır Paşam!..
-Gördün mü?.. Demek aklımda yanlış kalmamış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?..
-Acık hafifcene eşitir de…
-Hele, hele… Bana söylediğin gibi…
-Köylük yerinde bizim dilimiz sağa demeye dadanmıştır, kusura kalman gayri Paşam..
Atatürk gülmeye başladı:
-Diplomatsın ki yaman diplomatsın!.. Ama diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız!.. Söyle şimdi bana orada dediğin gibi…
Halil Ağa gözünü yumup başını öne eğdi:
-Şaşırıp, “Bırak şu sağarı “dedikti ya…
Sofrada mırıltılar, gülüşmeler başlamıştı. Hele İsmet Paşa, Atatürk’ün destekleyip tuttuğu Vali Üstündağ’ı pek sevmediğinden, duyulacak bir sesle güldü. Atatürk, İsmet Paşaya, “Dur şimdi sıra sana geliyor” der gibi bakmaktaydı.
-Hadi, buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
-E, peki, bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?
AĞZIMA ATAŞ DOLDUR BUNU DEMEM
Halil Ağa, İsmet Paşanın yüzünden gözlerini geçirerek:
-Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olunur mu hiç!.. Bugüne bugün…
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu:
-Bırak şimdi övgüleri… Ben lafın gerisini getireyim: “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Her halde çaresini bulurdu!”
Halil Ağa söylediklerini hatırladıkça, canı tükeniyordu… Yine kaytarmayı denedi:
-Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mi yanacağız!
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
-Beni uğraştırma Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
-Şanlı paşamıza da sağar dedikti ya…
-Yalnız sağar değil, “Sağarın sağarı…” değil mi?..
Halil Ağa yere bakan başını acıyla salladı:
-Öyle dedikti paşam, doğrusun!..
-Son soruyu soruyorum şimdi, bunun da karşılığını ver, öküzü al git! “Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
-Hiç bırakır mı, hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler!..
-Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak konuştu:
-İşte bunu demem paşam!.. Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!..
Atatürk gülmeye başladı.
-Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor Nuri, senin aklındadır, sen söyle de Halil Ağa söyleyip söylemediğini açıklasın…
Nuri Conker ayağa kalktı. Gülümsüyordu.
-Siz de zor işlere hep beni koşarsınız paşam.”Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek-demişti yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek” demişti.
HALİL AĞA’NIN GÖZLERİ YAŞARDI
Halil Ağa’nın gözlerinde yaşlar, başını salladı. Öylece duruyordu. Atatürk konuştu:
-Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyeyim. Şimdi bak beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün sebebi, şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bay, hükümet… Yani, biri başbakan, ötekileri de bakan!.. Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar, hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar. Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne… Büyük Millet Meclisi dediğim de, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun gelir bunlara, bunlar da “Hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok” diye, kaldırırlar parmaklarlını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağa’nın öküzünü çeker satar vergi borcundan, Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umurunda! Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım!.. E hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa, sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar sarhoş der!..
Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:
-Diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir… Buldu mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…
Atatürk sordu:
-Sen de içer misin?
-Heç bulunur da içilmez mi olunur mu paşam!.. İçeriz ki şerbet gibi!..
Atatürk, hizmet edenlere işaret etti, kadehler doldu. Uzattı kadehini Halil Ağa’ya:
-Hadi bakalım Halil Ağa, sağlığına içelim.
-Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün paşam, sağlık düşürsün!..
Sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirip kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:
YONAN’I DENİZE DÖKTÜN
Yonan’ı denize döktün paşam, bayrağımızı başucumuza diktin! Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem!..
Ayağını öpmek için davrandı. Atatürk hemen tuttu, tutunca eline sarılıp öptü ve başına koydu:
-Bayrağımız gibi başımızdan eksik olma inşallah! Düşmanın ayağının altında olsun! Gayri bana izin koca paşam!
-Yemek yemedin!
-Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köye düzüleyim.
Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
Kapı kapandığı zaman, Atatürk sofraya döndü:
-“Efendimiz”in halini gördünüz mü beyler! Devlet, size böyle davransa, ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “Adam olmak” bize düşüyor!
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler, Atatürk’e dönmüştü:
-Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun, yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir.. Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa, hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!
Susmuştu Atatürk. Kimse konuşmuyordu. İsmet İnönü, gözü ile arkadaşlarını dolaştı, sonra hafifçe öksürerek konuşmaya başladı:
-Haklısınız paşam! Bunun, yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum. Önemle araştıracağım! Hükümet olarak elimizde insan kapasitesi yeterli değil, bunu biliyoruz. Ama görevimiz, buyurduğunuz gibi çarkı iyi döndürmektir, döndüreceğiz!
Ne Atatürk, ne sofradakiler içkiye dudak değdirmiyorlardı. Geniş tutulmuş bir Bakanlar Kurulu gibiydi masa… Başvekil, Cumhurbaşkanını tatmin etmek için konuşmuştu. Fakat, Atatürk yine de sinirli idi. Soruyu İsmet Paşaya doğrulttu:
-Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?
-Hayır paşam, etseydi elbette ilgilenirdim!..
-Ben de parmağımı buraya basıyorum. Biz, Cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetim müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar, Halil Ağa’nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli… Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil Ağa’nın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar! Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlar da memleketin zararına olan böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar… Ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktır. Asıl üzüldüğüm, parmak bastığım yer burası!.. Biz Cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!..
“MAZERETİ KESİNLİKLE KABUL ETMİYORUM”
Cumhuriyetin ne olduğunu anlamak zorundayız, hükümetin ve partinin görevi budur!.. Siz ikisinin de başındasınız Başvekil paşa! İnsan kapasitesi mazeretini de kesinlikle kabul etmiyorum. Cumhuriyetten bu yana 13 yıl geçti. O gün okula başlayanlar, bugün üniversitelerde okuyor. Ortaokullarda olanlar, bugün ya devlet kadrosundadır ya da parti teşkilatımızın bünyesi içinde… Bunlar, Cumhuriyetin her tehlikeye karşı savunucusu değil mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyeti anlatamadık ya da daha kötüsü bunlar da eyyamcı oldular! Yaptığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve Devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağa’ların başına gelenler, hükümete ve Büyük Meclise ulaşmıyorsa, tehlike var demektir!
Atatürk, İsmet İnönü’nün yüzüne baktı. İnönü konuşmaya davranıyordu ki Atatürk onu eliyle susturdu:
-Ne söyleyeceğinizi biliyorum. Sofradaki arkadaşlarımızı da bir hayli yorduk ve yemekten alıkoyduk. Hadi beyler-kadehini sofradakilere uzattı-görevimizi daha sıkı kavramamız ve başarmak için daha çok çalışmamızın onuruna!..
Ama sofradaki ağır hava hala sürüyordu. İyi bir ev sahibi olan Atatürk, havayı düzeltmek için Salih Bozok’a takıldı:
-Salih, Kılıç’la (Kılıç Ali) ortaklaşa aldığınız piyango biletine on bin lira çıkmış, sana koklatmamış, doğru mu?
-Doğru olmaz mı paşam, bari benden aldığın şu liracığımı ver diyorum, ona da yanaşmıyor!..
Kılıç Ali, çaresiz kalmış gibi ellerini iki yana açıyor, konuşuyordu:
-Doğru değil paşam, amorti bile çıkmadı, inandıramıyorum bir türlü…
Sofra gülüşmelerle doluyor, düzeliyordu.
NOT: (Bu olay, Nuri Conker tarafından anlatılmış, İsmet Bozdağ’a Behçet Kemal tarafından nakledilmiştir. İsmet Bozdağ, Kılıç Ali Beyden sıhhatini kontrol etmiştir.)
KAYNAK
İsmet BOZDAĞ, Atatürk’ün Sofrası, Kervan Yayınları, (tarihsiz), s.9-36’dan iktibas edilerek düzenlenmiştir.
MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL İLE BİRLİKTE YAŞAMAK!..
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 74’inci ölüm yıldönümü münasebetiyle… Minnet ve rahmetle anıyorum.
Atatürk’ün; insanlığı, devlet adamlığı, devlet yönetimi, tarafların dinlenmesiyle aksaklıkların çözümünde gösterdiği dirayeti, Cumhuriyet, Halkçılık ve Demokrasi anlayışı ve uygulamaları, misafirperverlik ve ev sahipliği üzerine…
HALİL AĞA’NIN ÖKÜZÜ
“Yıl 1936. İstanbul, altın gibi bir sonbahar yaşıyor. Atatürk Florya Köşkünde. Denize girmiyor, pek. Arkadaşlarıyla konuşuyor. Ülkü ile oyalanıyor. Devlet işleriyle uğraşıyor. Ama canı sıkkın… Oldum olası devlet başkanlığının sınırlı yaşamasına alışamamış. Bir gün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’a dediği gibi kapatılmış, hapsedilmiş sayıyor kendisini. Bir başına sokağa çıkamadıktan sonra, bir ahbapla bir küçük kahvede ya da meyhanede oturup laf kaynatamadıktan, sinemaların kalabalığına karışamadıktan sonra yaşamanın tadı mı olur? Oysa o Atatürk’tür, yapamaz bunları. Bir yere çıkacak olsa, peşinden otomobiller, motosikletler dünyayı ayağa kaldırır. İnip bir vatandaşla, bir çocukla konuşmak istese, koca şehir halkı yığılır başına, trafik durur, iş durur… Eski padişahlar kadar bile özgürlüğü yok, tebdil soyunup giremez halkın arasına, hemencecik tanırlar.
Bu yüzden Bütün Cumhurbaşkanlığı süresince, Atatürk sıkılmış, çevresine bundan yakınmıştır. Yine sıkılıyor işte. Florya Köşkünün içine kapanıp kalmış. Bu duygularını Selanik günlerinden arkadaşı Nuri Conker’e anlatıyor. Sonra birden Conker’in dizine vuruyor:
-Bana yardım eder misin Nuri?
-Nasıl?..
-Kaçalım köşkten!..
Conker duraksıyor. Böyle bir işe önayak olmak Başvekil İsmet Paşadan yaman bir azar işitmektir. Ama isteyen de Atatürk’tür.
-Nasıl kaçacağız Paşam, peşimize bir ordu adam takılır. Yaverler, muhafızlar, gözcüler, yardımcılar. Hiçbir keyfi olmaz bunun…
Atatürk gülüyor:
-Bırak şimdi bunları, diyor, ben de biliyorum. “Kaçalım” ne demek? Kimseye görünmeden usulca sıyrılalım demek! Sen bana yardım edecek misin?
-Paşam, kusura bakma anlamadım ama, buyruğunuzdayım elbet. Siz yolunu söylerseniz ben de size katılırım…
Atatürk:
-Hah, diyor, şimdi oldu. Cezaevlerinden elin budalaları kale gibi duvarlar aşıp, bunca asker çemberinden geçip kaçabiliyorlar da biz İsmet Paşanın hükümet çemberini mi yaramayacağız? Yardık, gitti…
“AÇIK ARABA OLMAZ, NASIL DÜŞÜNEMEDİN”
Bunları konuşurken Atatürk’ün gözleri, çocuk gözleri gibi parlıyor, diliyle dudaklarını yalıyordu. Konuşmasını sürdürdü:
-Bak şimdi, Nuri… Senin otomobilli bir arkadaşın yok mu?..
-Var…
-Tamam. Sen şimdi yaverlerden gizli gidip bu adama telefon edeceksin, kendin için isteyeceksin bir günlüğüne arabasını… Gerisini bana bırak!..
Nuri Conker bundan bir şey anlamamıştı ama Atatürk’ün dediğini yaptı. Bir arkadaşına telefon etti ve arabasını köşke göndermesini rica etti. Geri döndüğü zaman Atatürk soruyordu:
-Arkadaşının arabası spor mu kapalı mı?
-Spor Paşam!..
-Dur, olmadı! Sen hemen yine gidip telefon et, araba tenteleri kapalı gelsin. Açık araba işimize yaramaz. Bunu nasıl düşünmedin sen?..
Conker, baştan telefona gitti, arkadaşını buldu ve arabanın üstü kapalı gelmesini hatırlattı. Vaktinde etmişti telefonu, araba benzin alıyordu ve tenteneleri kapatılarak gönderilecekti.
Haberi Atatürk’e ulaştırdığı zaman, Atatürk pek sevindi. Yatılı okuldan kaçan bir öğrenci hevesiyle ellerini ovuşturuyor ve kurduğu planı kaçaklık yoldaşı Nuri Conker’e açıklıyordu.
-Şimdi bak ne yapacağız?.. Araba seni almak için gelecek. Yaver gelip haber verecek. İkimiz birlikte kapıya doğru yürüyeceğiz. Ben yaveri bir iş buyurup savacağım. Senin ceketini ve şapkanı giyip otomobile bineceğim. Birkaç saniye sonra sen geleceksin! Senin gömlekle dolaşman, bu mevsimde yadırganmaz. Nöbetçilerin yanından geçerken, kendini göstereceksin ve seni tanıyacaklar, yol verecekler. İçeride biri olduğunu ya görürler, ya görmezler. Ama görseler de görmeseler de senden kuşkulanmayacakları için bir çemberi yaracağız.
-Çemberi yarsak bile hemen fark edip peşimize düşerler Paşam…
-Ne?.. Sen anlarlar mı diyorsun? “Şaşarım aklı perişanına ahmak”. O kadar akıl nerde bu adamlarda? Atatürk’ün köşkten kaçtığını bu adamlar gözleriyle görseler, kendilerine bile inanmazlar! Bak bekle göreceksin!..
Nuri Conker, İsmet Paşa korkusuyla tedirgin, Atatürk özgür olmak hevesiyle mutlu beklediler… Şuradan buradan konuşuyorlar, zamanı geçirmeye çalışıyorlardı. Nihayet yaver girdi ve Nuri Conker’e arabasının geldiğini haber verdi. Nuri Conker, gitmek için müsaade isteyince, Atatürk de onunla birlikte kalktı. Üstünde kısa kollu beyaz bir gömlek, bacağında ince bir pantolon vardı. Örme deriden yapılmış hafif papuçları yürürken tatlı bir ses çıkarıyordu.
-Demek davetlisin Nuri, pekala… Hadi ben de seni kapının önüne kadar geçireyim, sonra döner kitap okurum…
Birlikte yürüdüler… Yaver, peşlerinden geliyordu. Atatürk birden döndü:
-Benim kitaplarımın arasında Edouart Herriot’nun “Orient” adlı bir kitabı olacak, yeni geldi. Onu bul odamdaki masama koy, bu akşam yemek yemeyeceğim, okurum. Sen de dinlenebilirsin!..
-Başüstüne Atatürk!
Yaver döndü ve gözden uzaklaştı.
Atatürk Nur Conker’e “Nasıl?” der gibi baktı, sonra:
-Hadi, çıkar ceketini, ver şapkayı!
Koridor bomboştu. Conker, ceketini çıkardı, şapka ile birlikte uzattı:
-Buyurun!..
Atatürk ceketi çabucak giydi, şapkayı başına geçirdi, yürümeye başladı:
-Sen on saniye sonra gel!..
Kapının önünde Baltabaş bir Benz-Mercedes vardı, krem rengindeydi, spordu ve tenteneleri örtüktü. Şoför kapının önünde dikilmiş, Nuri Conker’in çıkmasını bekliyordu. Atatürk arabaya doğru yürüyünce bir duraksadı, sonra kapıyı açtı. Ata’yı Conker sanmıştı. Tam direksiyona geçeceği sıra, bu kez Nuri Conker, beyaz uzun kollu bir gömlekle göründü. Gömleğinin yakasını açmış, boyunbağını da eline almıştı.
VATANDAŞ ÖZGÜRLÜĞÜ
-Hadi oğlum, çek!..
Araba hareket etti. Dış kapıya gelince, nöbetçi otomobile doğru yaklaştı. Nuri Conker oturduğu yerden başını çıkararak “Allahaısmarladık asker” dedi. “Sağol” geçip gittiler. Atatürk şoföre:
-Çekmece’ye doğru, dedikten sonra Nuri Conker’e gülerek döndü:
-Ben sana demedim mi kaçarız diye… Şimdi, bizim ayrıldığımızı bunların ruhları bile duymaz. Dönüşümüzde telaşlarını bir düşün!.. ne diyecekler Şükrü Kaya’ya, ne diyecekler İsmet Paşaya?
Çok neşeliydi. Hükümetin izleme arabalarından, motosikletlerinden kurtulduğu ve hele muhafızları uyuttuğu için çocuk gibi seviniyordu. Önce İsmet Paşa ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya üstünde konuştu, sonra rastgele anlatmaya başladı:
-Bu “Merhaba asker” lafını ben çıkarttım, biliyor musun? Dedi. Hem de taa 1910’larda Selanik Merkez Alayı’nda… O zaman Kolağası idim. Selanik Ordu Merkezi; şehirde de bir Merkez Alayı var. Buna Sadettin adlı babacan bir albay komuta ediyordu. Derken bu albay Sadettin gözlerinden hastalandı, beni alay komutan vekili olarak bu alaya verdiler. Sen bunları bileceksin; hatta bunların içinde bir Ziya vardı, şimdi İstanbul’da tüccarlık falan yapıyor, ara sıra yanımıza gelir giderdi (Ziya Kılıç). İşte onun bölük komutanlığı yaptığı alay. Atladım atıma, kışla meydanında alayın teslim törenine gittim. Tekmil verdiler, alay selam durumuna geçti, ben yaklaştım:
O zamana kadar biliyorsun gelenek; komutan “Selamünaleyküm” der, kıta da “Aleykümselam” diye karşılık verir. Ben oldum olası, bu selamlaşmayı sevmem. Birden esti, “Merhaba asker” diye bağırdım. Böyle bir seslenişe askerler yabancı, subaylar yabancı, bir duraksama oldu; sonra yarım yırtık bir “Merhaba” döküldü ağızlarından. Ama, ondan sonra ben nereye gittiysem askere “Merhaba” dedim, onlar da bana top gibi bir “Merhaba” ile karşılık verdiler. Bu “Sağol” karşılığı sonraların işidir.
Atatürk’ün neşesine diyecek yoktu, konuşuyor, şarkı söylüyor, Nuri Conker’e soru üstüne soru soruyordu. Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı sonbaharı tadını çıkararak Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu.
HER ŞEY BİRDEN DEĞİŞTİ
Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre:
-Dur!.. dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. Atatürk elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı sonra köylüye seslendi:
-Kolay gelsin Ağa!..
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
-Eyvallah, eyvallah…
Atatürk, baştan seslendi:
-Ateşin var mı, ateşin?..
Bu kez köylü sesten yana döndü. Atatürk elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu. Köylü bir süre baktı, sonra hayvanları durdurup kendilerine doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan konuşuyor, bir yandan kuşağının arasından bir fitilli çakmak çıkarıyordu…
-Tiryakisin bey galeba? Tiryaki, tiryakinin halinden anlamalı…
-Eh… Kibriti unutmuşuz da…
Atatürk bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. Atatürk:
-İşler nasıl ağa? Dedi. Bu yıl mahsulden, yüzünüz güldü mü?
Köylü, isteksiz isteksiz konuştu:
-Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! -Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu- Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte…
-Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?
-Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.
-Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey? Muhtara şikâyet etseydin…
Köylü güldü:
-Muhtar başında deel miydi memurun a bey?
Atatürk dudaklarını kemirerek konuştu:
-Sen de kaymakama gitseydin!..
Köylü iyice güldü:
-Sen de benimle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik Atatürk’ümüz var başımızda!
VARLIK GİTTİ AĞALIK KALDI
Atatürk, konuşmayı sürdürdü:
-E peki, İstanbul şuracıkta… Gideydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?
Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış, iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
-Bırak şu sağarı allasen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük. Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
Atatürk, iyice giyinmişti. Ama köylünün konuşması da hoşuna gidiyordu. Sordu:
-Adın ne senin ağa?..
-Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…
-Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.
-Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış. Halil Ağa aşağı, Halil Ağa yukarı; derken bizim çift-çubuk gitti ama, ağalık kalmasın mı?.. Hala bizim delikanlılar, “ Halil Ağa” diye peşimden seyirtir dururlar!..
-Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun… Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?..
-Bilmez olunur mu beyim!..
-Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşküne iniyor, Köşk de şuracıkta… Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Her halde çaresini bulurdu.
O, SAĞARIN SAĞARI
-Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun galim. Ama bak şinci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya komazlar ya… Tutalım kodular, koskoca İsmet Paşamızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler, ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez canım!
Nuri Conker, lafa karışmak istedi. Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. Buraya kadar bütün şikayet kademelerini göstermiş, karşılığını da almıştı. Kala kala kendisi kalıyordu. Sigarasından ekleme bir sigara daha yaktı, bir tane de köylüye verdi.
-E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, Atatürk’ümüz var başımızda dedin ya… O da koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..
Köylü iyice keyiflenmiş keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine acımış gibi bakıyordu:
-Sen ne diyon bey? Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek… Temin de dedik ya, tut ki gördük, yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı seyirtecek?.. Sen gönlünü ırahat tut bey, bizim kocaoğlan, işimizi görür de öteye geçer bile… Tasa etme!..
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak:
-Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!..
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa onları uğurluyordu.
-Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el eğdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!.. Ekime geç davranmışın, gök rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?.. Helal olsun!..
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler sonra Atatürk Nuri Conker’e:
-Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! dedi. Döndüler, Atatürk susuyor, düşünüyor sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı:
-Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..
“NE MÜBAREK MİLLET, BU MİLLET”
Nuri Conker, sözü başka konulara aktaracak oldu, fakat oralarda olmadı. Geçtiklerini yolların güzelliğine bile bakmıyor, mavi gözleriyle dalmış düşünüyordu. Az sonra Florya Köşküne geldiler. Nöbetçiler, açık bir araba içinde Nuri Conker’le Atatürk’ü görünce nerdeyse şaşırıp selam durmayı unutacaklardı. Hele nöbetçi yaverin, durumu öğrenince, bir koşusması vardı ki Atatürk’ü değil ama, Nuri Conker’i İsmet Paşadan yiyeceği paparayı bile unutarak, güldürdü.
Atatürk yavere:
-Şimdi, dedi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver.
Yaver odadan çıktı. Atatürk Nuri Conker’e döndü:
-Bak beri Nuri!.. Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil Ağa’yı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Seni sevdi, sana bir öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
Sakın kuşkulandırmadan al gel buraya diyorum anladın mı; dil dökeceksin, marifet dökeceksin, ama üzmeyeceksin adamı, kuşkulandırmayacaksın! Hadi, göreyim seni!..
Nuri Conker de çıkınca, düşünceli zamanlarda yaptığı gibi, ıstakayı eline aldı, bilardo oynamaya başladı.
NURİ CONKER’İN FENDİ HALİL AĞA’YI YENDİ
Nuri Conker, görevinin güçlüğünü biliyordu. Halil Ağa zeki bir köylüydü. Onu, bir şey sezdirmeden Atatürk’ün köşküne getirmek, olacak bir iş değildi. Yapmaya çalışacaktı ama…
Nitekim, Halil Ağa’yı, önüne merkebiyle öküzünü katmış, köy yolunda bulunca yanılmadığını anladı:
-Selamünaleyküm!
-Aleykümselam. Hayrola bey?..
-Hayırdır, bizim bey seni pek sevmiş…
-Biz de sevdik, n’olmuş?
-Bu akşam seni yemeğe çağırıyor, bir öküz alıverecek.
-Öküz mü?.. Eksik olmasın ya, biz işimizi görüp dururduk…
-Öküz çift olsa daha iyi sürülmez mi?..
-Sürülür besbelli bi şey ama, neden gerekti?
-Canım neden gerekecek Halil Ağa, bizim Kemal Bey tüccardır. Karun gibi bir adam… Çoluğu yok çocuğu yok, sevap işlemeye bayılır. Seni de pek sevdi dedim ya!..
Halil Ağa düşünmeye durdu. Aklından bir şeyler hesapladığı belli idi. Arada bir de Nuri Conker’i ustaca baştan aşağı süzüyordu:
-Demek çoluğu çocuğu yok fıkaranın! Tuh, acıdım şimdi! İyi de bir adam, kesimi güzel.
Conker, işi oldu bittiye getirmek için, demiri tavında dövmeye heveslendi. Yoldan geçip aynı köye giden başka köylüler, bir otomobilli adamla Halil Ağa’nın konuştuğunu görünce birikmeye başlamışlardı.
-Hadi, hayvanları arkadaşlarından birine emanet edelim de atla arabaya.
Halil Ağa telaşlandı:
-Yo beyim, olmaaaz… Bu kılıkla öyle beylerin yanına varılır mı?.. Gitceksek, bi yol eve ulaşalım da yabanlık urbalarımızı giyinelim…
-Bizim bey öyle şeylere bakmaz, babacan adamdır. Böylece gelirsen daha sevinir!.. “Bak hatırımı kırmamış, öylece kalkıp gelmiş” diye…
Halil Ağa’nın pirelenmiş gibi bir hali vardı, bu “Öküz alıverecek” hikayesine pek aklı yatmamış görünüyordu. Direndi:
-Aman beyim, hiç olmaz! Köylüysek de yabandan gelmedik ya!.. Hele bi yol köye varalım, bi ayranımızı iç hele…
KURMAY AKLI KÖYLÜ AKLI
Nuri Conker, daha fazla direnmeyi uygun görmedi. Kendilerine takılan köylüler de “Hayrola Halil Ağa” diye işi anlamaya çalışıyorlardı. Hem Halil Ağa’yı köylülerin elinden koparmak, hem de işi çabuk bitirmek için:
-Oldu Halil Ağa! Haklısın. Arkadaşlar senin hayvanları getirirler, sen atla arabaya, köye gidip değişene kadar, hayvanlar da gelir.
Bunu öyle bir sesle söylemişti ki, Halil Ağa ne diyeceğini bilmeden kendisini arabanın içinde buldu. Savaş meydanlarından gelen bir kurmaydı Nuri Conker, istediğini yaptırmaya alışıktı.
Köye bir arabanın geldiğini görenler, hemen çevrede birikmeye başladı. “Muhtara haber iletin” sesleri duyulur oldu. Conker, telaşlandı. Etrafındakilere “Bizim muhtarla bir işimiz yok, hele siz keyfinize bakın” derken Halil Ağa’ya da, “Hadi ağam, sen de şu yabanlıklarını giy de çabuk gel” dedi. Halil Ağa yeniden toparlandı:
-Olur mu hiç beyim, bi acı kahvemizi içmeden, bi ayranımızın tadına bakmadan… Sonra seslendi:
-Kız Aaşeee, anan öle, nerdesin?.. –Koşuşturarak gelen 1 yaşlarındaki kızı görünce- Tez anana eriştir, kahve pişecek, ayran çıkacak! – Sonra Nuri Conker’e döndü- Buyur beyim sen… Köylük yeridir, kusura kalma… Çok eğlenmeyiz…
HIZIRDIR MUTLAKA
Eve girmek Nuri Conker’in de işine gelmişti. Girdiler. Halil Ağa’nın oğlu, Conker’in eline davrandı, kızı da öpüp başına koydu. Conker onlarla konuşurken, Halil Ağa da bir yandan giyiniyor, bir yandan olup bitenleri kadınlara anlatıyordu. Kadınlar dinledikçe çığrışıyorlar, türlü şeyler söylüyorlardı:
-Aaa Hızır Aleyhisselamdır, durma ağam!..
-Destiden bir avuç su alıp yüzüne serpeleseydin, her muradın olurdu!
Halil Ağa uydurma bir öfke ile paylıyordu:
-Şinci ben sizin kemiklerinizi kırmaz mıyım? İçerde misafir, sofrada bey bekliyor, siz ne haltlar karıştırıyorsunuz!
Köyden çıktıkları zaman, Nuri Conker derin bir nefes aldı. Ama işin asıl güç yanı şimdi başlayacaktı. Halil Ağa’yı kuşkulandırmadan köşke sokmak bir mesele idi. Nitekim, kalın şayaktan temizce elbisesi içinde daha da güvenli ve irileşmiş görünen Halil Ağa sordu:
-Nerde beyin evi?..
-Beyin evi mi?.. Şimdi yazlıkta Suadiye’dedir ya, bu akşam yiğeninde konuk, biz de oraya gideceğiz…
-Yiğeni ne iş tutuyor ki?..
-Bugünlerde yedek subaylığını yapıyor, Atatürk köşkünde…
-Sakın beyim, biz köşke mi varacağız?..
-Köşke ya…
-Aman beyim, sen amanı bilir misin?.. Ben köşke möşke sokulamam. Kalsın bu yemek işi, bey evine döndüğü zaman yaparız. Sen bana adresini bir kağıda yazıver, gelirim ben!..
-Bak bu sözünü beğenmedim Halil Ağa, yooo sonra beyi kızdırırız ki, çok fena…
-Oh beyim durdur otomobili, ben köye döneyim!..
Nuri Conker sonunda Halil Ağa’yı köşkün yaver odasına getirebilmişti ama, anasından emdiği süt de burnundan gelmişti. Halil Ağa, köşke girerken dehşete kapılmış, soruyordu:
-Aman beyim, oh beyim, sakın bizim bey Paşa maşa olmasın?
“EFENDİMİZ GELECEK”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, Bakanlar, Milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar. Atatürk sofranın başında, ayağında kahverengi bir pantolon, üstünde kısa kollu yeşil bir gömlek, boynunda kahverengi-yeşil karışımı bir fular olduğu halde oturuyordu.
Atatürk bir ara:
-Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim!..
Yeni bir fiskos başladı. Bu “Efendimiz” de kimdi? Türkiye Devleti’nin kurucusu Atatürk, kimden “Efendimiz” diye konuşabilirdi?.. Bir şaka, bir sürpriz mi hazırlamıştı yoksa, gerçekten saygı duyduğu bir insan mı gelecekti?.. Bu sırada içeriye başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına eğilerek bir şeyler söyledi… Atatürk memnun bir yüzle:
-Buyursun!
Dedi. Şimdi nefesler kesilmiş, bütün gözler, kirpik oynamadan kapıya dikilmişti.
Bu sırada başyaver odasında büyük sıkıntı vardı. Halil Ağa, başını derde soktuğunu anlamış Nuri Conker’e ölüm ölüm yalvarıyordu:
-Oh, beyim, elini ayağını öpeyim beyim, ben öküz-möküz istemem, beni salıverin!..
Conker, yaverler çırpınıyorlar, saygı-ikram karşısında elpençe duruyorlar, kendisini yatıştırmaya uğraşıyorlardı. O zaman anladı Halil Ağa gündüz kiminle görüştüğünü… Atatürk’tü bu!.. Öyle ya, Atatürk’ün ta kendisiydi! Tebdile soyunmuştu da kendisine çatmıştı demek… Söyledikleri, birden hatırına dizilmiş olacaktı ki can dayanmaz yalvarmalara çöktü:
-Gazi Mustafa Kemal Paşa’mızdı senin beyin, öyle ya! Bizim aklı kısa karılar bile “Hızır” deyip bildiler de benim şu eşek kafam bilemedi… Tuh, Halil senin gelmişine geçmişine… Nettim ben beylerim, komutanlarım, ah ben nettim!..
Yatıştırmak istendikçe ürküntüsü artıyordu:
-Ya ne haltlar karıştırdım ben Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüze?.. Adını “Kemal” dediydin ya, uyansana Halil olmayası herif?.. Naapar bakalım beni şimdi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüz, naapar?.. Oh şu kör dilimi kesse de ibret-alem gezdirtse beni ortalıkta… “Geveze aptalın hali budur.” Diye…
DİZLERİNİN BAĞI ÇÖZÜLDÜ
Sonunda bir koluna Nuri Conker girdi, bir koluna başyaver, avutucu sözlerle salon kapısının önüne getirdiler. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşanın yer aldığını görünce, dizlerinin bağı çözüldü. Ama olan olmuştu artık, var gücü ile toparlandı, ne diyeceğini tasarlamaya başladı.
Halil Ağa kapıda görününce, Atatürk ayağa kalktı. Kalkması ile bütün sofra gürr diye ayağa kalkıştılar. Atatürk:
-Hoş geldin Halil Ağa! Dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı, işte beklediğimiz Efendimiz!
Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan sandalyeye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl çıktığını, Halil Ağa’yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Şimdi-dedi-gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım. Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak. –Halil Ağa’ya döndü- Bak beri Halil Ağa. Sen bu akşam benim başmisafirimsin!.. Senin açık sözlülüğünü de çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek!.. Öküzünü de alacağım!.. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: “Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok m u senin?..”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu, Atatürk önledi:
-Yooo, bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver.
Halil Ağa konuşmaktan başka çare olmadığını anlamıştı. Sonra, kolaydı bu soruya cevap vermek:
-Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar!
Atatürk çok memnun olmuştu. Halil Ağa’nın omzunu okşayarak ona cesaret verdi:
-Tamam… Çok güzel… Tam bana gündüz söylediğin gibi eksiksiz söyledin… Şimdi yine soruyorum: “Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin.”
Bu soru da kolaydı. Nazlanmadı Halil Ağa… Çünkü gerisini düşünüyordu:
-Muhtar başındaydı beyim.
-Oldu, bu da tamam. Güzel gidiyor. Ben yine soruyorum: “Sen de kaymakama gitseydin!”
Bakındı, kaymakam yoktu oralarda.
-Kaymakamın haberi olmadan bizim buralarda kuş bilem uçamaz!
OLMADI HALİL AĞA BANA DOSDOĞRU SÖYLE
Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
-Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
-Vali Paşamızı bir görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz k…
-Olmadı bu, Halil Ağa!.. Bana dediğin gibi, dosdoğru…
-Böyle demedik mi beyim?..
-Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye… Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?…
Nuri Conker karşılık verdi:
-Hayır Paşam!..
-Gördün mü?.. Demek aklımda yanlış kalmamış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?..
-Acık hafifcene eşitir de…
-Hele, hele… Bana söylediğin gibi…
-Köylük yerinde bizim dilimiz sağa demeye dadanmıştır, kusura kalman gayri Paşam..
Atatürk gülmeye başladı:
-Diplomatsın ki yaman diplomatsın!.. Ama diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız!.. Söyle şimdi bana orada dediğin gibi…
Halil Ağa gözünü yumup başını öne eğdi:
-Şaşırıp, “Bırak şu sağarı “dedikti ya…
Sofrada mırıltılar, gülüşmeler başlamıştı. Hele İsmet Paşa, Atatürk’ün destekleyip tuttuğu Vali Üstündağ’ı pek sevmediğinden, duyulacak bir sesle güldü. Atatürk, İsmet Paşaya, “Dur şimdi sıra sana geliyor” der gibi bakmaktaydı.
-Hadi, buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
-E, peki, bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?
AĞZIMA ATAŞ DOLDUR BUNU DEMEM
Halil Ağa, İsmet Paşanın yüzünden gözlerini geçirerek:
-Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olunur mu hiç!.. Bugüne bugün…
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu:
-Bırak şimdi övgüleri… Ben lafın gerisini getireyim: “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Her halde çaresini bulurdu!”
Halil Ağa söylediklerini hatırladıkça, canı tükeniyordu… Yine kaytarmayı denedi:
-Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mi yanacağız!
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
-Beni uğraştırma Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
-Şanlı paşamıza da sağar dedikti ya…
-Yalnız sağar değil, “Sağarın sağarı…” değil mi?..
Halil Ağa yere bakan başını acıyla salladı:
-Öyle dedikti paşam, doğrusun!..
-Son soruyu soruyorum şimdi, bunun da karşılığını ver, öküzü al git! “Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
-Hiç bırakır mı, hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler!..
-Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak konuştu:
-İşte bunu demem paşam!.. Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!..
Atatürk gülmeye başladı.
-Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor Nuri, senin aklındadır, sen söyle de Halil Ağa söyleyip söylemediğini açıklasın…
Nuri Conker ayağa kalktı. Gülümsüyordu.
-Siz de zor işlere hep beni koşarsınız paşam.”Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek-demişti yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek” demişti.
HALİL AĞA’NIN GÖZLERİ YAŞARDI
Halil Ağa’nın gözlerinde yaşlar, başını salladı. Öylece duruyordu. Atatürk konuştu:
-Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyeyim. Şimdi bak beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün sebebi, şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bay, hükümet… Yani, biri başbakan, ötekileri de bakan!.. Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar, hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar. Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne… Büyük Millet Meclisi dediğim de, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun gelir bunlara, bunlar da “Hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok” diye, kaldırırlar parmaklarlını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağa’nın öküzünü çeker satar vergi borcundan, Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umurunda! Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım!.. E hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa, sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar sarhoş der!..
Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:
-Diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir… Buldu mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…
Atatürk sordu:
-Sen de içer misin?
-Heç bulunur da içilmez mi olunur mu paşam!.. İçeriz ki şerbet gibi!..
Atatürk, hizmet edenlere işaret etti, kadehler doldu. Uzattı kadehini Halil Ağa’ya:
-Hadi bakalım Halil Ağa, sağlığına içelim.
-Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün paşam, sağlık düşürsün!..
Sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirip kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:
YONAN’I DENİZE DÖKTÜN
Yonan’ı denize döktün paşam, bayrağımızı başucumuza diktin! Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem!..
Ayağını öpmek için davrandı. Atatürk hemen tuttu, tutunca eline sarılıp öptü ve başına koydu:
-Bayrağımız gibi başımızdan eksik olma inşallah! Düşmanın ayağının altında olsun! Gayri bana izin koca paşam!
-Yemek yemedin!
-Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köye düzüleyim.
Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
Kapı kapandığı zaman, Atatürk sofraya döndü:
-“Efendimiz”in halini gördünüz mü beyler! Devlet, size böyle davransa, ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “Adam olmak” bize düşüyor!
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler, Atatürk’e dönmüştü:
-Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun, yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir.. Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa, hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!
Susmuştu Atatürk. Kimse konuşmuyordu. İsmet İnönü, gözü ile arkadaşlarını dolaştı, sonra hafifçe öksürerek konuşmaya başladı:
-Haklısınız paşam! Bunun, yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum. Önemle araştıracağım! Hükümet olarak elimizde insan kapasitesi yeterli değil, bunu biliyoruz. Ama görevimiz, buyurduğunuz gibi çarkı iyi döndürmektir, döndüreceğiz!
Ne Atatürk, ne sofradakiler içkiye dudak değdirmiyorlardı. Geniş tutulmuş bir Bakanlar Kurulu gibiydi masa… Başvekil, Cumhurbaşkanını tatmin etmek için konuşmuştu. Fakat, Atatürk yine de sinirli idi. Soruyu İsmet Paşaya doğrulttu:
-Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?
-Hayır paşam, etseydi elbette ilgilenirdim!..
-Ben de parmağımı buraya basıyorum. Biz, Cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetim müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar, Halil Ağa’nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli… Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil Ağa’nın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar! Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlar da memleketin zararına olan böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar… Ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktır. Asıl üzüldüğüm, parmak bastığım yer burası!.. Biz Cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!..
“MAZERETİ KESİNLİKLE KABUL ETMİYORUM”
Cumhuriyetin ne olduğunu anlamak zorundayız, hükümetin ve partinin görevi budur!.. Siz ikisinin de başındasınız Başvekil paşa! İnsan kapasitesi mazeretini de kesinlikle kabul etmiyorum. Cumhuriyetten bu yana 13 yıl geçti. O gün okula başlayanlar, bugün üniversitelerde okuyor. Ortaokullarda olanlar, bugün ya devlet kadrosundadır ya da parti teşkilatımızın bünyesi içinde… Bunlar, Cumhuriyetin her tehlikeye karşı savunucusu değil mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyeti anlatamadık ya da daha kötüsü bunlar da eyyamcı oldular! Yaptığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve Devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağa’ların başına gelenler, hükümete ve Büyük Meclise ulaşmıyorsa, tehlike var demektir!
Atatürk, İsmet İnönü’nün yüzüne baktı. İnönü konuşmaya davranıyordu ki Atatürk onu eliyle susturdu:
-Ne söyleyeceğinizi biliyorum. Sofradaki arkadaşlarımızı da bir hayli yorduk ve yemekten alıkoyduk. Hadi beyler-kadehini sofradakilere uzattı-görevimizi daha sıkı kavramamız ve başarmak için daha çok çalışmamızın onuruna!..
Ama sofradaki ağır hava hala sürüyordu. İyi bir ev sahibi olan Atatürk, havayı düzeltmek için Salih Bozok’a takıldı:
-Salih, Kılıç’la (Kılıç Ali) ortaklaşa aldığınız piyango biletine on bin lira çıkmış, sana koklatmamış, doğru mu?
-Doğru olmaz mı paşam, bari benden aldığın şu liracığımı ver diyorum, ona da yanaşmıyor!..
Kılıç Ali, çaresiz kalmış gibi ellerini iki yana açıyor, konuşuyordu:
-Doğru değil paşam, amorti bile çıkmadı, inandıramıyorum bir türlü…
Sofra gülüşmelerle doluyor, düzeliyordu.
NOT: (Bu olay, Nuri Conker tarafından anlatılmış, İsmet Bozdağ’a Behçet Kemal tarafından nakledilmiştir. İsmet Bozdağ, Kılıç Ali Beyden sıhhatini kontrol etmiştir.)
KAYNAK
İsmet BOZDAĞ, Atatürk’ün Sofrası, Kervan Yayınları, (tarihsiz), s.9-36’dan iktibas edilerek düzenlenmiştir.
MAREŞAL GAZİ MUSTAFA KEMAL İLE BİRLİKTE YAŞAMAK!..
Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 74’inci ölüm yıldönümü münasebetiyle… Minnet ve rahmetle anıyorum.
Atatürk’ün; insanlığı, devlet adamlığı, devlet yönetimi, tarafların dinlenmesiyle aksaklıkların çözümünde gösterdiği dirayeti, Cumhuriyet, Halkçılık ve Demokrasi anlayışı ve uygulamaları, misafirperverlik ve ev sahipliği üzerine…
HALİL AĞA’NIN ÖKÜZÜ
“Yıl 1936. İstanbul, altın gibi bir sonbahar yaşıyor. Atatürk Florya Köşkünde. Denize girmiyor, pek. Arkadaşlarıyla konuşuyor. Ülkü ile oyalanıyor. Devlet işleriyle uğraşıyor. Ama canı sıkkın… Oldum olası devlet başkanlığının sınırlı yaşamasına alışamamış. Bir gün Özel Kalem Müdürü Hasan Rıza Soyak’a dediği gibi kapatılmış, hapsedilmiş sayıyor kendisini. Bir başına sokağa çıkamadıktan sonra, bir ahbapla bir küçük kahvede ya da meyhanede oturup laf kaynatamadıktan, sinemaların kalabalığına karışamadıktan sonra yaşamanın tadı mı olur? Oysa o Atatürk’tür, yapamaz bunları. Bir yere çıkacak olsa, peşinden otomobiller, motosikletler dünyayı ayağa kaldırır. İnip bir vatandaşla, bir çocukla konuşmak istese, koca şehir halkı yığılır başına, trafik durur, iş durur… Eski padişahlar kadar bile özgürlüğü yok, tebdil soyunup giremez halkın arasına, hemencecik tanırlar.
Bu yüzden Bütün Cumhurbaşkanlığı süresince, Atatürk sıkılmış, çevresine bundan yakınmıştır. Yine sıkılıyor işte. Florya Köşkünün içine kapanıp kalmış. Bu duygularını Selanik günlerinden arkadaşı Nuri Conker’e anlatıyor. Sonra birden Conker’in dizine vuruyor:
-Bana yardım eder misin Nuri?
-Nasıl?..
-Kaçalım köşkten!..
Conker duraksıyor. Böyle bir işe önayak olmak Başvekil İsmet Paşadan yaman bir azar işitmektir. Ama isteyen de Atatürk’tür.
-Nasıl kaçacağız Paşam, peşimize bir ordu adam takılır. Yaverler, muhafızlar, gözcüler, yardımcılar. Hiçbir keyfi olmaz bunun…
Atatürk gülüyor:
-Bırak şimdi bunları, diyor, ben de biliyorum. “Kaçalım” ne demek? Kimseye görünmeden usulca sıyrılalım demek! Sen bana yardım edecek misin?
-Paşam, kusura bakma anlamadım ama, buyruğunuzdayım elbet. Siz yolunu söylerseniz ben de size katılırım…
Atatürk:
-Hah, diyor, şimdi oldu. Cezaevlerinden elin budalaları kale gibi duvarlar aşıp, bunca asker çemberinden geçip kaçabiliyorlar da biz İsmet Paşanın hükümet çemberini mi yaramayacağız? Yardık, gitti…
“AÇIK ARABA OLMAZ, NASIL DÜŞÜNEMEDİN”
Bunları konuşurken Atatürk’ün gözleri, çocuk gözleri gibi parlıyor, diliyle dudaklarını yalıyordu. Konuşmasını sürdürdü:
-Bak şimdi, Nuri… Senin otomobilli bir arkadaşın yok mu?..
-Var…
-Tamam. Sen şimdi yaverlerden gizli gidip bu adama telefon edeceksin, kendin için isteyeceksin bir günlüğüne arabasını… Gerisini bana bırak!..
Nuri Conker bundan bir şey anlamamıştı ama Atatürk’ün dediğini yaptı. Bir arkadaşına telefon etti ve arabasını köşke göndermesini rica etti. Geri döndüğü zaman Atatürk soruyordu:
-Arkadaşının arabası spor mu kapalı mı?
-Spor Paşam!..
-Dur, olmadı! Sen hemen yine gidip telefon et, araba tenteleri kapalı gelsin. Açık araba işimize yaramaz. Bunu nasıl düşünmedin sen?..
Conker, baştan telefona gitti, arkadaşını buldu ve arabanın üstü kapalı gelmesini hatırlattı. Vaktinde etmişti telefonu, araba benzin alıyordu ve tenteneleri kapatılarak gönderilecekti.
Haberi Atatürk’e ulaştırdığı zaman, Atatürk pek sevindi. Yatılı okuldan kaçan bir öğrenci hevesiyle ellerini ovuşturuyor ve kurduğu planı kaçaklık yoldaşı Nuri Conker’e açıklıyordu.
-Şimdi bak ne yapacağız?.. Araba seni almak için gelecek. Yaver gelip haber verecek. İkimiz birlikte kapıya doğru yürüyeceğiz. Ben yaveri bir iş buyurup savacağım. Senin ceketini ve şapkanı giyip otomobile bineceğim. Birkaç saniye sonra sen geleceksin! Senin gömlekle dolaşman, bu mevsimde yadırganmaz. Nöbetçilerin yanından geçerken, kendini göstereceksin ve seni tanıyacaklar, yol verecekler. İçeride biri olduğunu ya görürler, ya görmezler. Ama görseler de görmeseler de senden kuşkulanmayacakları için bir çemberi yaracağız.
-Çemberi yarsak bile hemen fark edip peşimize düşerler Paşam…
-Ne?.. Sen anlarlar mı diyorsun? “Şaşarım aklı perişanına ahmak”. O kadar akıl nerde bu adamlarda? Atatürk’ün köşkten kaçtığını bu adamlar gözleriyle görseler, kendilerine bile inanmazlar! Bak bekle göreceksin!..
Nuri Conker, İsmet Paşa korkusuyla tedirgin, Atatürk özgür olmak hevesiyle mutlu beklediler… Şuradan buradan konuşuyorlar, zamanı geçirmeye çalışıyorlardı. Nihayet yaver girdi ve Nuri Conker’e arabasının geldiğini haber verdi. Nuri Conker, gitmek için müsaade isteyince, Atatürk de onunla birlikte kalktı. Üstünde kısa kollu beyaz bir gömlek, bacağında ince bir pantolon vardı. Örme deriden yapılmış hafif papuçları yürürken tatlı bir ses çıkarıyordu.
-Demek davetlisin Nuri, pekala… Hadi ben de seni kapının önüne kadar geçireyim, sonra döner kitap okurum…
Birlikte yürüdüler… Yaver, peşlerinden geliyordu. Atatürk birden döndü:
-Benim kitaplarımın arasında Edouart Herriot’nun “Orient” adlı bir kitabı olacak, yeni geldi. Onu bul odamdaki masama koy, bu akşam yemek yemeyeceğim, okurum. Sen de dinlenebilirsin!..
-Başüstüne Atatürk!
Yaver döndü ve gözden uzaklaştı.
Atatürk Nur Conker’e “Nasıl?” der gibi baktı, sonra:
-Hadi, çıkar ceketini, ver şapkayı!
Koridor bomboştu. Conker, ceketini çıkardı, şapka ile birlikte uzattı:
-Buyurun!..
Atatürk ceketi çabucak giydi, şapkayı başına geçirdi, yürümeye başladı:
-Sen on saniye sonra gel!..
Kapının önünde Baltabaş bir Benz-Mercedes vardı, krem rengindeydi, spordu ve tenteneleri örtüktü. Şoför kapının önünde dikilmiş, Nuri Conker’in çıkmasını bekliyordu. Atatürk arabaya doğru yürüyünce bir duraksadı, sonra kapıyı açtı. Ata’yı Conker sanmıştı. Tam direksiyona geçeceği sıra, bu kez Nuri Conker, beyaz uzun kollu bir gömlekle göründü. Gömleğinin yakasını açmış, boyunbağını da eline almıştı.
VATANDAŞ ÖZGÜRLÜĞÜ
-Hadi oğlum, çek!..
Araba hareket etti. Dış kapıya gelince, nöbetçi otomobile doğru yaklaştı. Nuri Conker oturduğu yerden başını çıkararak “Allahaısmarladık asker” dedi. “Sağol” geçip gittiler. Atatürk şoföre:
-Çekmece’ye doğru, dedikten sonra Nuri Conker’e gülerek döndü:
-Ben sana demedim mi kaçarız diye… Şimdi, bizim ayrıldığımızı bunların ruhları bile duymaz. Dönüşümüzde telaşlarını bir düşün!.. ne diyecekler Şükrü Kaya’ya, ne diyecekler İsmet Paşaya?
Çok neşeliydi. Hükümetin izleme arabalarından, motosikletlerinden kurtulduğu ve hele muhafızları uyuttuğu için çocuk gibi seviniyordu. Önce İsmet Paşa ve İçişleri Bakanı Şükrü Kaya üstünde konuştu, sonra rastgele anlatmaya başladı:
-Bu “Merhaba asker” lafını ben çıkarttım, biliyor musun? Dedi. Hem de taa 1910’larda Selanik Merkez Alayı’nda… O zaman Kolağası idim. Selanik Ordu Merkezi; şehirde de bir Merkez Alayı var. Buna Sadettin adlı babacan bir albay komuta ediyordu. Derken bu albay Sadettin gözlerinden hastalandı, beni alay komutan vekili olarak bu alaya verdiler. Sen bunları bileceksin; hatta bunların içinde bir Ziya vardı, şimdi İstanbul’da tüccarlık falan yapıyor, ara sıra yanımıza gelir giderdi (Ziya Kılıç). İşte onun bölük komutanlığı yaptığı alay. Atladım atıma, kışla meydanında alayın teslim törenine gittim. Tekmil verdiler, alay selam durumuna geçti, ben yaklaştım:
O zamana kadar biliyorsun gelenek; komutan “Selamünaleyküm” der, kıta da “Aleykümselam” diye karşılık verir. Ben oldum olası, bu selamlaşmayı sevmem. Birden esti, “Merhaba asker” diye bağırdım. Böyle bir seslenişe askerler yabancı, subaylar yabancı, bir duraksama oldu; sonra yarım yırtık bir “Merhaba” döküldü ağızlarından. Ama, ondan sonra ben nereye gittiysem askere “Merhaba” dedim, onlar da bana top gibi bir “Merhaba” ile karşılık verdiler. Bu “Sağol” karşılığı sonraların işidir.
Atatürk’ün neşesine diyecek yoktu, konuşuyor, şarkı söylüyor, Nuri Conker’e soru üstüne soru soruyordu. Yolda, otomobilin tentesini de açtılar. Güzel bir eylül sonu akşamı sonbaharı tadını çıkararak Çekmece’ye doğru gidiyorlardı. Hava ılıktı, görüntü güzeldi ve her şey düzeninde işliyordu.
HER ŞEY BİRDEN DEĞİŞTİ
Birden Atatürk’ün gözleri akşam güneşi altında çift süren bir köylüye takıldı. Yaşlı bir adamdı bu. Ama sapanın sapına iyice yapışmış, toprakları yavaş yavaş deviriyordu. Fakat çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardı. Eşit güçlerle çekilmediği için sapan yalpa yapıyordu. Atatürk şoföre:
-Dur!.. dedi.
İndiler. Çift süren köylü yoldan uzak değildi. Atatürk elini arka cebine götürüp sigara tabakasını çıkardı sonra köylüye seslendi:
-Kolay gelsin Ağa!..
Köylü bu sese başını çevirmeden karşılık verdi:
-Eyvallah, eyvallah…
Atatürk, baştan seslendi:
-Ateşin var mı, ateşin?..
Bu kez köylü sesten yana döndü. Atatürk elindeki yanmamış sigarayı gösteriyordu. Köylü bir süre baktı, sonra hayvanları durdurup kendilerine doğru yürümeye başladı. Yürürken bir yandan konuşuyor, bir yandan kuşağının arasından bir fitilli çakmak çıkarıyordu…
-Tiryakisin bey galeba? Tiryaki, tiryakinin halinden anlamalı…
-Eh… Kibriti unutmuşuz da…
Atatürk bir sigara uzattı, köylü de çakmağı çakıp fitili ateşledi. Tatlı bir yanık kokusu tüten fitilden sigaraları yaktılar. Atatürk:
-İşler nasıl ağa? Dedi. Bu yıl mahsulden, yüzünüz güldü mü?
Köylü, isteksiz isteksiz konuştu:
-Tanrı’nın gücüne gitmesin ama bey, bu yıl yufkaydı mahsul. Kabahatin acığı bizde, acığı yukarıda! -Parmağıyla gökyüzünü gösteriyordu- Biz geç davrandık, yukarısı da rahmeti esirgedi, böyle işte…
-Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz, bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok mu senin?
-Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar.
-Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey? Muhtara şikâyet etseydin…
Köylü güldü:
-Muhtar başında deel miydi memurun a bey?
Atatürk dudaklarını kemirerek konuştu:
-Sen de kaymakama gitseydin!..
Köylü iyice güldü:
-Sen de benimle gönül mü eyleyon beyim, kaymakamın habarı olmadan bizim buralarda kuş bile uçmaz. Geçti o eski devirler. Şimcik Atatürk’ümüz var başımızda!
VARLIK GİTTİ AĞALIK KALDI
Atatürk, konuşmayı sürdürdü:
-E peki, İstanbul şuracıkta… Gideydin valiye anlataydın derdini… Onun işi bu değil mi?
Köylü, Atatürk’ün saflığına inanmış, iyiden iyiye gülüyordu. Konuşmanın tadını çıkardığı için keyiflenmişti de biraz. Kestirip attı:
-Bırak şu sağarı allasen, biz onun buralardan çok gelip geçtiğini gördük. Yakasına yapışsak, acep derdimizi duyurabilir miyiz?
Atatürk, iyice giyinmişti. Ama köylünün konuşması da hoşuna gidiyordu. Sordu:
-Adın ne senin ağa?..
-Halil… Köylük yerde sorsan, Halil Ağa derler…
-Demek varlıklısın?.. Ağa dediklerine göre.
-Acık çiftimiz-çubuğumuz varken adımız Ağa’ya çıkmış. Halil Ağa aşağı, Halil Ağa yukarı; derken bizim çift-çubuk gitti ama, ağalık kalmasın mı?.. Hala bizim delikanlılar, “ Halil Ağa” diye peşimden seyirtir dururlar!..
-Peki Halil Ağa, bu senin işin beni bayağı meraklandırdı. Benim bildiğime göre, bir çiftçinin üretim aracı elinden alınmaz. Sen aldılar diyorsun… Hadi, kaymakam şöyle, vali böyle diyelim; e peki bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?..
-Bilmez olunur mu beyim!..
-Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya Köşküne iniyor, Köşk de şuracıkta… Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona… Her halde çaresini bulurdu.
O, SAĞARIN SAĞARI
-Sen benim konuşmamdan hoşlaştın, gönül eyliyorsun galim. Ama bak şinci, tutalım gittim vardım, beni o kapıya komazlar ya… Tutalım kodular, koskoca İsmet Paşamızı göstertmezler ya. Tut ki gösterdiler, ya ona halimi nasıl yanacağım hele; o sağarın sağarı! Heç işitmez canım!
Nuri Conker, lafa karışmak istedi. Atatürk bir hareketiyle onu durdurdu. Buraya kadar bütün şikayet kademelerini göstermiş, karşılığını da almıştı. Kala kala kendisi kalıyordu. Sigarasından ekleme bir sigara daha yaktı, bir tane de köylüye verdi.
-E peki, bakalım bu dediğime ne bulacaksın! Demin, Atatürk’ümüz var başımızda dedin ya… O da koca yaz şuracıkta oturup duruyordu. Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya!..
Köylü iyice keyiflenmiş keh keh gülüyor, karşısındakinin bilmezliğine acımış gibi bakıyordu:
-Sen ne diyon bey? Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için peygamber gücü gerek… Temin de dedik ya, tut ki gördük, yiyip içmekten, işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzümüzün arkasından mı seyirtecek?.. Sen gönlünü ırahat tut bey, bizim kocaoğlan, işimizi görür de öteye geçer bile… Tasa etme!..
Halil Ağa, sigarasının son nefesini ciğerlerine doldururken, Atatürk’ten yeni aldığı sigarayı da kulağının arkasına yerleştiriyor, çiftinin başına gitmeye hazırlanıyordu. Konuşacak bir şey de kalmamıştı. Atatürk köylünün omuzuna elini koyarak:
-Senden hoşlandım Halil Ağa, dedi. Bir gün köyüne de gelir, bir ayranını içerim. Açık yürekli bir vatandaşsın. Ama yine de sana söylüyorum, hakkını kimsede bırakma, ara!..
Dönüp arabaya bindiler. Halil Ağa onları uğurluyordu.
-Meraklanma beyim, evelallah heç kimse bizim hakkımıza el eğdiremez. Devlet borcudur, ödenecek!.. Ekime geç davranmışın, gök rahmetini esirgemiş, dinler mi devlet baba?.. Helal olsun!..
Otomobil hareket etti. Bir süre gittiler sonra Atatürk Nuri Conker’e:
-Bir uygun yerden dönelim, tadı kaçtı bu işin! dedi. Döndüler, Atatürk susuyor, düşünüyor sigara üstüne sigara yakıyordu. Yüzünde ince bir keder vardı:
-Yahu çocuk, şu Halil Ağa’nın vergi borcundan öküzünü satmışız, merkeple çift sürüyor, hala da “Devlet Baba” diyor. Ne mübarek millet, bu millet!..
“NE MÜBAREK MİLLET, BU MİLLET”
Nuri Conker, sözü başka konulara aktaracak oldu, fakat oralarda olmadı. Geçtiklerini yolların güzelliğine bile bakmıyor, mavi gözleriyle dalmış düşünüyordu. Az sonra Florya Köşküne geldiler. Nöbetçiler, açık bir araba içinde Nuri Conker’le Atatürk’ü görünce nerdeyse şaşırıp selam durmayı unutacaklardı. Hele nöbetçi yaverin, durumu öğrenince, bir koşusması vardı ki Atatürk’ü değil ama, Nuri Conker’i İsmet Paşadan yiyeceği paparayı bile unutarak, güldürdü.
Atatürk yavere:
-Şimdi, dedi, İstanbul’da ne kadar bakan, milletvekili varsa, bunların hepsini telefonla bulacaksın! Bu akşam kendilerini yemeğe bekliyorum. Ayrıca Vali Muhittin Üstündağ ile Başvekil İsmet Paşayı bul, onlara da haber ver.
Yaver odadan çıktı. Atatürk Nuri Conker’e döndü:
-Bak beri Nuri!.. Şimdi sen de bizim çıktığımız araba ile çıkıp o Halil Ağa’yı bulacaksın. Ona benim kim olduğumu söyleme. Tüccar, zengin bir adam falan dersin. Seni sevdi, sana bir öküz alıverecek diye bir şeyler söyle, kandır. Kuşkulandırmadan al gel buraya.
Sakın kuşkulandırmadan al gel buraya diyorum anladın mı; dil dökeceksin, marifet dökeceksin, ama üzmeyeceksin adamı, kuşkulandırmayacaksın! Hadi, göreyim seni!..
Nuri Conker de çıkınca, düşünceli zamanlarda yaptığı gibi, ıstakayı eline aldı, bilardo oynamaya başladı.
NURİ CONKER’İN FENDİ HALİL AĞA’YI YENDİ
Nuri Conker, görevinin güçlüğünü biliyordu. Halil Ağa zeki bir köylüydü. Onu, bir şey sezdirmeden Atatürk’ün köşküne getirmek, olacak bir iş değildi. Yapmaya çalışacaktı ama…
Nitekim, Halil Ağa’yı, önüne merkebiyle öküzünü katmış, köy yolunda bulunca yanılmadığını anladı:
-Selamünaleyküm!
-Aleykümselam. Hayrola bey?..
-Hayırdır, bizim bey seni pek sevmiş…
-Biz de sevdik, n’olmuş?
-Bu akşam seni yemeğe çağırıyor, bir öküz alıverecek.
-Öküz mü?.. Eksik olmasın ya, biz işimizi görüp dururduk…
-Öküz çift olsa daha iyi sürülmez mi?..
-Sürülür besbelli bi şey ama, neden gerekti?
-Canım neden gerekecek Halil Ağa, bizim Kemal Bey tüccardır. Karun gibi bir adam… Çoluğu yok çocuğu yok, sevap işlemeye bayılır. Seni de pek sevdi dedim ya!..
Halil Ağa düşünmeye durdu. Aklından bir şeyler hesapladığı belli idi. Arada bir de Nuri Conker’i ustaca baştan aşağı süzüyordu:
-Demek çoluğu çocuğu yok fıkaranın! Tuh, acıdım şimdi! İyi de bir adam, kesimi güzel.
Conker, işi oldu bittiye getirmek için, demiri tavında dövmeye heveslendi. Yoldan geçip aynı köye giden başka köylüler, bir otomobilli adamla Halil Ağa’nın konuştuğunu görünce birikmeye başlamışlardı.
-Hadi, hayvanları arkadaşlarından birine emanet edelim de atla arabaya.
Halil Ağa telaşlandı:
-Yo beyim, olmaaaz… Bu kılıkla öyle beylerin yanına varılır mı?.. Gitceksek, bi yol eve ulaşalım da yabanlık urbalarımızı giyinelim…
-Bizim bey öyle şeylere bakmaz, babacan adamdır. Böylece gelirsen daha sevinir!.. “Bak hatırımı kırmamış, öylece kalkıp gelmiş” diye…
Halil Ağa’nın pirelenmiş gibi bir hali vardı, bu “Öküz alıverecek” hikayesine pek aklı yatmamış görünüyordu. Direndi:
-Aman beyim, hiç olmaz! Köylüysek de yabandan gelmedik ya!.. Hele bi yol köye varalım, bi ayranımızı iç hele…
KURMAY AKLI KÖYLÜ AKLI
Nuri Conker, daha fazla direnmeyi uygun görmedi. Kendilerine takılan köylüler de “Hayrola Halil Ağa” diye işi anlamaya çalışıyorlardı. Hem Halil Ağa’yı köylülerin elinden koparmak, hem de işi çabuk bitirmek için:
-Oldu Halil Ağa! Haklısın. Arkadaşlar senin hayvanları getirirler, sen atla arabaya, köye gidip değişene kadar, hayvanlar da gelir.
Bunu öyle bir sesle söylemişti ki, Halil Ağa ne diyeceğini bilmeden kendisini arabanın içinde buldu. Savaş meydanlarından gelen bir kurmaydı Nuri Conker, istediğini yaptırmaya alışıktı.
Köye bir arabanın geldiğini görenler, hemen çevrede birikmeye başladı. “Muhtara haber iletin” sesleri duyulur oldu. Conker, telaşlandı. Etrafındakilere “Bizim muhtarla bir işimiz yok, hele siz keyfinize bakın” derken Halil Ağa’ya da, “Hadi ağam, sen de şu yabanlıklarını giy de çabuk gel” dedi. Halil Ağa yeniden toparlandı:
-Olur mu hiç beyim, bi acı kahvemizi içmeden, bi ayranımızın tadına bakmadan… Sonra seslendi:
-Kız Aaşeee, anan öle, nerdesin?.. –Koşuşturarak gelen 1 yaşlarındaki kızı görünce- Tez anana eriştir, kahve pişecek, ayran çıkacak! – Sonra Nuri Conker’e döndü- Buyur beyim sen… Köylük yeridir, kusura kalma… Çok eğlenmeyiz…
HIZIRDIR MUTLAKA
Eve girmek Nuri Conker’in de işine gelmişti. Girdiler. Halil Ağa’nın oğlu, Conker’in eline davrandı, kızı da öpüp başına koydu. Conker onlarla konuşurken, Halil Ağa da bir yandan giyiniyor, bir yandan olup bitenleri kadınlara anlatıyordu. Kadınlar dinledikçe çığrışıyorlar, türlü şeyler söylüyorlardı:
-Aaa Hızır Aleyhisselamdır, durma ağam!..
-Destiden bir avuç su alıp yüzüne serpeleseydin, her muradın olurdu!
Halil Ağa uydurma bir öfke ile paylıyordu:
-Şinci ben sizin kemiklerinizi kırmaz mıyım? İçerde misafir, sofrada bey bekliyor, siz ne haltlar karıştırıyorsunuz!
Köyden çıktıkları zaman, Nuri Conker derin bir nefes aldı. Ama işin asıl güç yanı şimdi başlayacaktı. Halil Ağa’yı kuşkulandırmadan köşke sokmak bir mesele idi. Nitekim, kalın şayaktan temizce elbisesi içinde daha da güvenli ve irileşmiş görünen Halil Ağa sordu:
-Nerde beyin evi?..
-Beyin evi mi?.. Şimdi yazlıkta Suadiye’dedir ya, bu akşam yiğeninde konuk, biz de oraya gideceğiz…
-Yiğeni ne iş tutuyor ki?..
-Bugünlerde yedek subaylığını yapıyor, Atatürk köşkünde…
-Sakın beyim, biz köşke mi varacağız?..
-Köşke ya…
-Aman beyim, sen amanı bilir misin?.. Ben köşke möşke sokulamam. Kalsın bu yemek işi, bey evine döndüğü zaman yaparız. Sen bana adresini bir kağıda yazıver, gelirim ben!..
-Bak bu sözünü beğenmedim Halil Ağa, yooo sonra beyi kızdırırız ki, çok fena…
-Oh beyim durdur otomobili, ben köye döneyim!..
Nuri Conker sonunda Halil Ağa’yı köşkün yaver odasına getirebilmişti ama, anasından emdiği süt de burnundan gelmişti. Halil Ağa, köşke girerken dehşete kapılmış, soruyordu:
-Aman beyim, oh beyim, sakın bizim bey Paşa maşa olmasın?
“EFENDİMİZ GELECEK”
O akşam Atatürk’ün sofrasında Başbakan İsmet İnönü, Bakanlar, Milletvekilleri, İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ yirmi beş kişi kadardılar. Atatürk sofranın başında, ayağında kahverengi bir pantolon, üstünde kısa kollu yeşil bir gömlek, boynunda kahverengi-yeşil karışımı bir fular olduğu halde oturuyordu.
Atatürk bir ara:
-Bu akşam soframıza “Efendimiz gelecek” dedi. Kendisine nasıl davranacağınızı görmek isterim!..
Yeni bir fiskos başladı. Bu “Efendimiz” de kimdi? Türkiye Devleti’nin kurucusu Atatürk, kimden “Efendimiz” diye konuşabilirdi?.. Bir şaka, bir sürpriz mi hazırlamıştı yoksa, gerçekten saygı duyduğu bir insan mı gelecekti?.. Bu sırada içeriye başyaver girdi ve Atatürk’ün kulağına eğilerek bir şeyler söyledi… Atatürk memnun bir yüzle:
-Buyursun!
Dedi. Şimdi nefesler kesilmiş, bütün gözler, kirpik oynamadan kapıya dikilmişti.
Bu sırada başyaver odasında büyük sıkıntı vardı. Halil Ağa, başını derde soktuğunu anlamış Nuri Conker’e ölüm ölüm yalvarıyordu:
-Oh, beyim, elini ayağını öpeyim beyim, ben öküz-möküz istemem, beni salıverin!..
Conker, yaverler çırpınıyorlar, saygı-ikram karşısında elpençe duruyorlar, kendisini yatıştırmaya uğraşıyorlardı. O zaman anladı Halil Ağa gündüz kiminle görüştüğünü… Atatürk’tü bu!.. Öyle ya, Atatürk’ün ta kendisiydi! Tebdile soyunmuştu da kendisine çatmıştı demek… Söyledikleri, birden hatırına dizilmiş olacaktı ki can dayanmaz yalvarmalara çöktü:
-Gazi Mustafa Kemal Paşa’mızdı senin beyin, öyle ya! Bizim aklı kısa karılar bile “Hızır” deyip bildiler de benim şu eşek kafam bilemedi… Tuh, Halil senin gelmişine geçmişine… Nettim ben beylerim, komutanlarım, ah ben nettim!..
Yatıştırmak istendikçe ürküntüsü artıyordu:
-Ya ne haltlar karıştırdım ben Gazi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüze?.. Adını “Kemal” dediydin ya, uyansana Halil olmayası herif?.. Naapar bakalım beni şimdi Mustafa Kemal Paşa Atatürk’ümüz, naapar?.. Oh şu kör dilimi kesse de ibret-alem gezdirtse beni ortalıkta… “Geveze aptalın hali budur.” Diye…
DİZLERİNİN BAĞI ÇÖZÜLDÜ
Sonunda bir koluna Nuri Conker girdi, bir koluna başyaver, avutucu sözlerle salon kapısının önüne getirdiler. Başyaver kapıyı açıp da Halil Ağa gündüz konuştuğu beyin sofranın başında oturduğunu, yanı başında da İsmet Paşanın yer aldığını görünce, dizlerinin bağı çözüldü. Ama olan olmuştu artık, var gücü ile toparlandı, ne diyeceğini tasarlamaya başladı.
Halil Ağa kapıda görününce, Atatürk ayağa kalktı. Kalkması ile bütün sofra gürr diye ayağa kalkıştılar. Atatürk:
-Hoş geldin Halil Ağa! Dedi. Sonra masadakilere dönüp tanıttı, işte beklediğimiz Efendimiz!
Conker, Halil Ağa’yı Atatürk’ün sağ başına oturttu, kendisi de ayrılan sandalyeye geçti. Atatürk sofradakilere, o gün köşkten Conker’le birlikte nasıl çıktığını, Halil Ağa’yı bir yanında öküz, bir yanında merkeple çift sürerken nasıl gördüğünü, sigara yakmak bahanesiyle nasıl kendisiyle konuştuğunu ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra:
-Şimdi-dedi-gerisini Halil Ağa ile birlikte yanınızda tekrarlayacağız. Ben sorduklarımı baştan soracağım. Halil Ağa da orada bana söylediklerini olduğu gibi tekrarlayacak. –Halil Ağa’ya döndü- Bak beri Halil Ağa. Sen bu akşam benim başmisafirimsin!.. Senin açık sözlülüğünü de çok beğendiğimi bugün söyledim. Konuşmamızdan sana hiçbir zarar gelmeyecek!.. Öküzünü de alacağım!.. Ama şimdi ben tarlada sorduklarımı baştan soracağım, sen de orada söylediklerini aynen tekrarlayacaksın. İşte soruyorum: “Bakıyorum, sapanın bir yanında öküz bir yanında merkep koşulu. Öküzün yok m u senin?..”
Halil Ağa dudakları titreyerek Atatürk’ün ayağına kapanacak oldu, Atatürk önledi:
-Yooo, bak böyle şey istemem. Soruyorum, cevap ver.
Halil Ağa konuşmaktan başka çare olmadığını anlamıştı. Sonra, kolaydı bu soruya cevap vermek:
-Var olmasına vardı ya, hıdrellezde vergi memurları sattılar!
Atatürk çok memnun olmuştu. Halil Ağa’nın omzunu okşayarak ona cesaret verdi:
-Tamam… Çok güzel… Tam bana gündüz söylediğin gibi eksiksiz söyledin… Şimdi yine soruyorum: “Hiç vergi memuru köylünün üretim aracını satar mı? Olmaz böyle şey! Muhtara şikayet etseydin.”
Bu soru da kolaydı. Nazlanmadı Halil Ağa… Çünkü gerisini düşünüyordu:
-Muhtar başındaydı beyim.
-Oldu, bu da tamam. Güzel gidiyor. Ben yine soruyorum: “Sen de kaymakama gitseydin!”
Bakındı, kaymakam yoktu oralarda.
-Kaymakamın haberi olmadan bizim buralarda kuş bilem uçamaz!
OLMADI HALİL AĞA BANA DOSDOĞRU SÖYLE
Sofradakiler, soluk almadan konuşmayı izliyorlardı. Ürkütücü sorulara gelmişti sıra. Atatürk sordu:
-Peki İstanbul şuracıkta, gideydin valiye, anlataydın derdini, onun işi bu değil mi?
Vali Muhittin Üstündağ, Halil Ağa’nın ancak iki metre ötesinden kendisine bakıyordu. Nasıl desin? Ter basmıştı iyice, işi savuşturmanın yoluna kaçtı:
-Vali Paşamızı bir görüp dururuz buralarda. Eteğine düşsek derdimizi duyurabilir miyiz k…
-Olmadı bu, Halil Ağa!.. Bana dediğin gibi, dosdoğru…
-Böyle demedik mi beyim?..
-Ya, ben mi yanlış anladım?.. Dur soralım bakalım Nuri’ye… Nuri, böyle mi dedi bize Halil Ağa?…
Nuri Conker karşılık verdi:
-Hayır Paşam!..
-Gördün mü?.. Demek aklımda yanlış kalmamış. Hani bir şey dediydin sen, vali neden duymazmış?..
-Acık hafifcene eşitir de…
-Hele, hele… Bana söylediğin gibi…
-Köylük yerinde bizim dilimiz sağa demeye dadanmıştır, kusura kalman gayri Paşam..
Atatürk gülmeye başladı:
-Diplomatsın ki yaman diplomatsın!.. Ama diplomatlık sırası değil, doğruyu konuşacağız!.. Söyle şimdi bana orada dediğin gibi…
Halil Ağa gözünü yumup başını öne eğdi:
-Şaşırıp, “Bırak şu sağarı “dedikti ya…
Sofrada mırıltılar, gülüşmeler başlamıştı. Hele İsmet Paşa, Atatürk’ün destekleyip tuttuğu Vali Üstündağ’ı pek sevmediğinden, duyulacak bir sesle güldü. Atatürk, İsmet Paşaya, “Dur şimdi sıra sana geliyor” der gibi bakmaktaydı.
-Hadi, buna da oldu diyelim. Geçelim gerisine:
-E, peki, bir Başvekil İsmet Paşa var bilir misin?
AĞZIMA ATAŞ DOLDUR BUNU DEMEM
Halil Ağa, İsmet Paşanın yüzünden gözlerini geçirerek:
-Şanlı İsmet Paşamız bilinmez olunur mu hiç!.. Bugüne bugün…
Atatürk Halil Ağa’yı durdurdu:
-Bırak şimdi övgüleri… Ben lafın gerisini getireyim: “Tamam öyleyse, hemen her hafta İstanbul’a geliyor, Florya köşküne iniyor, köşk de şuracıkta. Bir gün kapıda bekleseydin de derdini dökseydin ona. Her halde çaresini bulurdu!”
Halil Ağa söylediklerini hatırladıkça, canı tükeniyordu… Yine kaytarmayı denedi:
-Kapıya komazlar ya bizi, kosalar da şanlı paşamıza öküzümüzü mi yanacağız!
Atatürk’ün sesi iyice sertleşti:
-Beni uğraştırma Halil Ağa. Erkek adam sözünü yalamaz. Ne dediysen, tıpkısını tekrarlayacaksın!..
Halil Ağa ürktü, toparlandı. Başını yine yere gömüp konuştu:
-Şanlı paşamıza da sağar dedikti ya…
-Yalnız sağar değil, “Sağarın sağarı…” değil mi?..
Halil Ağa yere bakan başını acıyla salladı:
-Öyle dedikti paşam, doğrusun!..
-Son soruyu soruyorum şimdi, bunun da karşılığını ver, öküzü al git! “Koca yaz şuracıkta Atatürk oturmuyor mu? Gitseydin, çıksaydın önüne, anlatsaydın halini. O da seni yüzüstü bırakacak değildi ya?”
-Hiç bırakır mı, hiç bırakır mı aslan paşam benim!.. Erip erişir de tarlama dek gelir, halimi dinler!..
-Bırak bunları Halil Ağa, dediğini tekrarla.
Halil Ağa birden diklendi. Her şeyi göze almış insanların yiğitliği içinde doğruldu. Atatürk’ün gözlerinin içine bakarak konuştu:
-İşte bunu demem paşam!.. Ağzıma ataş doldur, işte bunu demem!..
Atatürk gülmeye başladı.
-Zorlatacak bizi bu Halil Ağa, laf anlamıyor Nuri, senin aklındadır, sen söyle de Halil Ağa söyleyip söylemediğini açıklasın…
Nuri Conker ayağa kalktı. Gülümsüyordu.
-Siz de zor işlere hep beni koşarsınız paşam.”Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün yüzünü görmek için Peygamber gücü gerek-demişti yanılmıyorsam. Görsem de, işinden gücünden, yiyip içmekten başını kaldıracak da bizim öküzün arkasından mı seğirtecek” demişti.
HALİL AĞA’NIN GÖZLERİ YAŞARDI
Halil Ağa’nın gözlerinde yaşlar, başını salladı. Öylece duruyordu. Atatürk konuştu:
-Atatürk de işi içkiye vurmuş, sarhoşun biri demesine getirdin ya, fazla üstelemeyeyim. Şimdi bak beni dinle Halil Ağa! Seni bu kadar üzüşümün sebebi, şunu anlatmak içindi. Şu gördüğün altı bay, hükümet… Yani, biri başbakan, ötekileri de bakan!.. Memlekete göz kulak olacak, işleri evirip çevirecekler diye bu makama getirilmişler. Bir kanun gerekti mi, bu baylar, hemen sıvanırlar, İsviçre’den mi olur, İtalya’dan mı olur, Fransa’dan mı, velhasıl neredense, bir kanun buluştururlar. Türkçe’ye çevirtirler, sonra basıp imzayı, gönderirler Büyük Millet Meclisi’ne… Büyük Millet Meclisi dediğim de, şu alt baştan senin yanına kadar olan beyler. Kanun gelir bunlara, bunlar da “Hükümet elbette incelemiş, gerekeni düşünmüştür, benim ayrıca zorlanmama gerek yok” diye, kaldırırlar parmaklarlını, olur sana bir kanun!.. Ama sonra bir vergi memuru gelir, Halil Ağa’nın öküzünü çeker satar vergi borcundan, Halil Ağa da tarlasını bir yanda merkep, bir yanda öküz, ırgalana ırgalana sürmeye çalışır. Ama üretim düşermiş, ekim zorlaşırmış kimin umurunda! Sonra ben bunları görürüm, içim kan ağlar, işitirim, tasalanırım!.. E hakça söyle bakalım şimdi Halil Ağa, sen benim yerimde olsan, efkâr dağıtmak için, bunları bu beylerle oturup konuşmak için içmez misin? Ama sonra da Halil Ağa tutar sarhoş der!..
Halil Ağa’nın dili çözülmüştü:
-Diyen yok haşa!.. Dinden çıkmak gibidir… Buldu mu bunu, hacısı da içer, hocası da içer…
Atatürk sordu:
-Sen de içer misin?
-Heç bulunur da içilmez mi olunur mu paşam!.. İçeriz ki şerbet gibi!..
Atatürk, hizmet edenlere işaret etti, kadehler doldu. Uzattı kadehini Halil Ağa’ya:
-Hadi bakalım Halil Ağa, sağlığına içelim.
-Koca Allah, benim ömrümden de sana pay düşürsün paşam, sağlık düşürsün!..
Sonra Halil Ağa, edeple başını kenara çevirip kadehi bir yudumda boşaltıverdi. Yüzü kızarmış, gözleri parlıyordu. Ellerini dizlerinin üzerine koyarak Atatürk’e döndü:
YONAN’I DENİZE DÖKTÜN
Yonan’ı denize döktün paşam, bayrağımızı başucumuza diktin! Benim gibi bir köylü parçasını sofrana alp içirdin, sana duaya bilem dilim dönmez ki… Nideyim ben? Bırak ki oh paşam, ayağını öpem!..
Ayağını öpmek için davrandı. Atatürk hemen tuttu, tutunca eline sarılıp öptü ve başına koydu:
-Bayrağımız gibi başımızdan eksik olma inşallah! Düşmanın ayağının altında olsun! Gayri bana izin koca paşam!
-Yemek yemedin!
-Yemek kolay… Meraklanır çocuklar, ben köye düzüleyim.
Atatürk, Nuri Conker’e işaret etti. Conker kalkıp Halil Ağa’nın yanına geldi, kalktı Halil Ağa, önce Atatürk’ü, sonra sofradakileri selamlayıp kapıya doğru edeple geri geri çekildi.
Kapı kapandığı zaman, Atatürk sofraya döndü:
-“Efendimiz”in halini gördünüz mü beyler! Devlet, size böyle davransa, ne yaparsınız? Mübarek millet bu, adam millet! Şimdi onun karşısında “Adam olmak” bize düşüyor!
Sofrada kesin bir sessizlik vardı. Gözler, Atatürk’e dönmüştü:
-Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun, yanlış yorumlanarak Halil Ağa’nın öküzünü satıyor. İkisi de bence bir.. Böyle bir kanun yaptıksa, memleket çıkarlarına aykırıdır nasıl yaparız? Eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa, hükümet nasıl bir yönetim içindedir? Sonra unutmayın ki, olay İstanbul’da geçiyor. Bunun Van’ı var, kıyı bucak ilçesi var; acaba oralarda neler oluyor? Bu çark iyi dönmüyor beyefendiler!
Susmuştu Atatürk. Kimse konuşmuyordu. İsmet İnönü, gözü ile arkadaşlarını dolaştı, sonra hafifçe öksürerek konuşmaya başladı:
-Haklısınız paşam! Bunun, yanlış bir uygulama sonucu olduğunu sanıyorum. Önemle araştıracağım! Hükümet olarak elimizde insan kapasitesi yeterli değil, bunu biliyoruz. Ama görevimiz, buyurduğunuz gibi çarkı iyi döndürmektir, döndüreceğiz!
Ne Atatürk, ne sofradakiler içkiye dudak değdirmiyorlardı. Geniş tutulmuş bir Bakanlar Kurulu gibiydi masa… Başvekil, Cumhurbaşkanını tatmin etmek için konuşmuştu. Fakat, Atatürk yine de sinirli idi. Soruyu İsmet Paşaya doğrulttu:
-Bugüne kadar böyle bir olay size intikal etti mi?
-Hayır paşam, etseydi elbette ilgilenirdim!..
-Ben de parmağımı buraya basıyorum. Biz, Cumhuriyeti süs olsun diye yapmadık; halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetim müfettişleri var, valileri var, kaymakamları var, bunlar, Halil Ağa’nın öküzünü vergi borcundan satıyorlar. Yaptıklarının ne demek olduğunu elbette bilmeleri gerekli… Bunlar, size hiçbir şey söylemiyor, Halil Ağa’nın öküzünü satıp vergi gelirini şişkin göstermeye çalışıyorlar! Hadi bunları bırakalım, milletvekili arkadaşlarımız var. Yolluk alıyorlar, halkla konuşuyorlar, bunlar da size bir şey söylemiyor. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlar da memleketin zararına olan böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar… Ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuzu sanmaktır. Asıl üzüldüğüm, parmak bastığım yer burası!.. Biz Cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor!..
“MAZERETİ KESİNLİKLE KABUL ETMİYORUM”
Cumhuriyetin ne olduğunu anlamak zorundayız, hükümetin ve partinin görevi budur!.. Siz ikisinin de başındasınız Başvekil paşa! İnsan kapasitesi mazeretini de kesinlikle kabul etmiyorum. Cumhuriyetten bu yana 13 yıl geçti. O gün okula başlayanlar, bugün üniversitelerde okuyor. Ortaokullarda olanlar, bugün ya devlet kadrosundadır ya da parti teşkilatımızın bünyesi içinde… Bunlar, Cumhuriyetin her tehlikeye karşı savunucusu değil mi? Peki neredeler? Ya bunlara Cumhuriyeti anlatamadık ya da daha kötüsü bunlar da eyyamcı oldular! Yaptığımız devrimlerin yaşaması, bilinçli bir Cumhuriyet ve Devrim kuşağının yetiştirilmesine bağlıdır. Halil Ağa’ların başına gelenler, hükümete ve Büyük Meclise ulaşmıyorsa, tehlike var demektir!
Atatürk, İsmet İnönü’nün yüzüne baktı. İnönü konuşmaya davranıyordu ki Atatürk onu eliyle susturdu:
-Ne söyleyeceğinizi biliyorum. Sofradaki arkadaşlarımızı da bir hayli yorduk ve yemekten alıkoyduk. Hadi beyler-kadehini sofradakilere uzattı-görevimizi daha sıkı kavramamız ve başarmak için daha çok çalışmamızın onuruna!..
Ama sofradaki ağır hava hala sürüyordu. İyi bir ev sahibi olan Atatürk, havayı düzeltmek için Salih Bozok’a takıldı:
-Salih, Kılıç’la (Kılıç Ali) ortaklaşa aldığınız piyango biletine on bin lira çıkmış, sana koklatmamış, doğru mu?
-Doğru olmaz mı paşam, bari benden aldığın şu liracığımı ver diyorum, ona da yanaşmıyor!..
Kılıç Ali, çaresiz kalmış gibi ellerini iki yana açıyor, konuşuyordu:
-Doğru değil paşam, amorti bile çıkmadı, inandıramıyorum bir türlü…
Sofra gülüşmelerle doluyor, düzeliyordu.
NOT: (Bu olay, Nuri Conker tarafından anlatılmış, İsmet Bozdağ’a Behçet Kemal tarafından nakledilmiştir. İsmet Bozdağ, Kılıç Ali Beyden sıhhatini kontrol etmiştir.)
KAYNAK
İsmet BOZDAĞ, Atatürk’ün Sofrası, Kervan Yayınları, (tarihsiz), s.9-36’dan iktibas edilerek düzenlenmiştir.