Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

Published

on

(20 Mart 1923)

GİRİŞ

Türk Ocakları, Osmanlı Devleti’nin çok milletli sosyal yapısında Türklük bilincinin artması sonucunda bir kültür derneği olarak İkinci Meşrutiyet döneminde 25 Mart 1912’de İstanbul’da kurulmuştur.

Türk Ocakları; Türk tarihi, dili ve sanatının bilimsel yöntemlerle incelenmesi, gelişmesi ve yaygınlaşması için faaliyetlerde bulunmuş; millî kültür unsurlarının genç kuşaklara aktarılmasına öncülük etmiştir.

İmparatorluktan millî devlete geçiş döneminde Türk Ocakları, Türk halkının birlik ve beraberlik duygularını ortaya çıkaran çalışmalarda bulunmuş, Millî Mücadele sırasında bütün üyeleriyle birlikte Gazi Mustafa Kemal’in yanında yer almıştır. Cumhuriyet döneminde millî devletin kuruluşuna katkıda bulunan Türk Ocaklarının Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın da yardımlarıyla şube ve üye sayısı hızla artmıştır. Türk Ocakları, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın ziyaretlerine, konuşmalarına ev sahipliği yapmış ve Türk İnkılabının en büyük destekçisi olmuştur.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, Türk Ocakları şubelerine yaptığı ziyaretlerde millî birlik, kültür, dil, din, tarih, ekonomi, eğitim, inkılaplar ve sağlık gibi konularda konuşmalar yapmıştır.

Mersin’deki ziyaretlerini bitiren Gazi Mustafa Kemal, eşi ve beraberindeki heyetle birlikte Konya’ya hareket etmiş, 20 Mart 1923’te Konya’ya gelmiştir. Üç gün Konya’da kalan Gazi Mustafa Kemal, bu sürede birincisi Hükumet Konağı’nda, ikincisi Türk Ocağı’nda, üçüncüsü Hilal-i Ahmer Hanımlar Şubesinin çay ziyafetinde ve dördüncüsü Sultani Mektebi’nde olmak üzere dört önemli konuşma yapmıştır.

Konyalı gençler, 20 Mart 1923 gecesi Türk Ocağı’nda çay ziyafeti düzenleyerek Gazi’yi davet etmişlerdir. Bu daveti memnunlukla kabul eden Gazi Mustafa Kemal, beraberinde eşi Latife Hanım, Kılıç Ali, Salih Bozok, İsmail Habib Sevük, Recep Zühtü ve yaveri olduğu hâlde alkışlar arasında Türk Ocağı Salonu’na gelmiştir.

Konya Türk Ocağı Reisi Süreyya Bey tarafından yapılan kısa fakat azimli bir “Hoş Geldiniz!” konuşmasında, Gazi Paşa’nın inkılaptaki ulvi himmeti üzerinde ısrar edilerek bu milletin asırlardan beri taçlı ve taçsız birtakım şahsın esir ve eciri olarak yaşadığı, bundan kurtulmak için kendisine yol gösteren olmadığı, nihayet bu çıkmaz yola Millet Meclisi’nin başında bulunan Gazi Paşa’nın bir nihayet verdiği, yapılan mesut inkılabın neticesine kadar icap ederse gençliğin canını vermekte Paşa’nın küçücük bir işaretiyle tereddüt etmeyeceği, harpte olduğu gibi bu sahada da kanını akıtmaktan çekinmeyeceği bildirilmiştir. Bu konuşmaya Gazi Paşa Hazretleri aşağıdaki heyecanlı ve kudretli hitabe ile mukabelede bulunmuşlardır.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, 20 Mart 1923’te Konya Türk Ocağı’nda yaptığı konuşma Osmanlı Türkçesi ile Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinin, 26 Mart 1923 tarih ve 773 numaralı nüshasında, s. 1, sütun: 5-6 ve s. 2, sütun: 1-6’da yayımlanmıştır.  Gazi Paşa’nın yaptığı konuşma çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

—***—

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA

“Muhterem gençler,

Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden ve izhar olunan muhabbet ve emniyetten dolayı ocak azay-ı kiramına [değerli üyelerine]  suret-i mahsusada [özel olarak]  teşekkür ederim.

Arkadaşlar,

Hakikaten bu millet asırlarca kendi arzusu hilâfında, milletin amal ve menafi hilâfında olarak sevk ve idare edilmiş, millet hiçbir devre-i tarihiyede meftur [yaratılmış] olduğu kabiliyeti inkişaf ettirecek saha-i mesaiye malik olamamıştır. Ve bu adem-i mazhariyet [mazhar olamamak] yüzünden birçok felâketlerin zebunu [zayıfı, güçsüzü, acizi]  kalmıştır. O acı felâketler, milleti mevte kadar isal edebilecek mahiyeti haizdi. Şayan-ı teşekkürdür ki en son ölüm darbeleri millette en hayati intibahları tevlide medar oldu. Ancak o sayededir ki, üç buçuk dört senedir milletin hemahenk [uygun, ahenkli] mesaisi neticesindedir ki millet cümlemizi memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan muzafferiyata, muvaffakiyata ve tevfikiyata mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu intibaha [uyanışa], bize kendimizi bulduran bu hakiki teyakkuza [uyanıklığa] daha evvel malik bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selâmetimiz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son badirelere düşmeyerek dünyanın en bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek derece-i temeddünde [medenileşmede], en parlak mertebe-i kemalde, en şanlı izzet-i ikbalde iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darebatı [darbeleri] karşısında kendi benliklerini bularak o darebatı geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki intibaha bedel, çok derin gafletler içinde puyan [koşan] olup gelmişizdir.

Arkadaşlar,

Her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin bugünkü muzafferiyatı pek parlak olmakla beraber henüz milletimizi hakiki hâlasa mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz, zafer-i istihsalde olduğu gibi aynı himmetle, aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki asıl gayeye vasıl olacağız. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan esbap ve avamili tahlil etmek, meydana çıkarmak, vird-i zeban [diline dolama, unutmama] etmek lâzımdır. Bu hakayiki, vicdan-ı milletin kulağına isal etmek, bu hakayiki milletin vicdanına iyice hakketmek [kazımak] için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lâzımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan esbab-ı mütenevvia [çeşitli sebepler] arasında hakiki noktayı, bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki bütün sefaletlerimizin sebeb-i kat’isi zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan mürekkep olan cemiyetler her şeyden evvel bütün fertleriyle sâlim bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, sakim [hasta], sehif [bozuk]  olan bir heyet-i içtimaiyenin bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki bütün İslâm Âlemi’nin cemiyat-i içtimaiyesinde hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki şarktan garba kadar İslâm memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zincir-i esaretine geçmiştir.

Bu fikrimi izah etmek arzusuyla biraz daha tafsilat vermek isterim. Hepinizce malumdur ki, Cenab-ı Peygamber ahkâm-ı hususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif akvam [kavimler] vardı. Din-i İslâm’ı bütün beşeriyete kabul ettirmek için, fisebilillah sell-i seyfeden [kılıç çeken]  mücahidin-i Arap, asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli mazilerine ve örf ve ananelerine sahip birçok akvamı, Türkler, İraniler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi akvamı az zamanda daire-i İslâmiyet’e aldılar. Yine fennen, ilmen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şey alınca, devleti bütün esasatiyle tekabbül [kabul]  etmekte, hazmetmekte, duçar-ı müşkülat oluyor. Daima uzun bir mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor, daima asırlık medeniyetinin kendi bünye-i içtimaiyesinde takarrür [karar kılma, yerleşme] ettirdiği itiyadata [alışkanlıklara], itikadata [inançlara] merbut [bağlı] kalıyor ve böyle her yeni bir şey alan kavimlerde yeniyle eskisinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esasatiyle kendinde mevcut eski esasatın mezcedildiğini [karıştırıldığını] görüyoruz. Bu kaide-i tabiiye, kabul-i İslâm eden milletlerde de aynen tecelli eyledi. Din-i mübin-i İslâm’ın çok ulvi, çok kıymetli, esasat ve hakayikini bu milletler olduğu gibi almamakta muannit [inatçı] bulundular. İslâmiyet’in ilk parlak devirlerinde mahsul-i mazi [geçmişin ürünü] olan adat-ı sakime [hastalıklı adetler] bir zaman için kendini göstermeye ve ika-ı nüfuza [nüfuz etmeye] muktedir olamamışsa da biraz sonra hakayik-i İslâmiye’ye temessük [tutunma, sarılma], esasat-ı İslâmiye’ye tevfik-i harekât etmekten ziyade mazinin mevrusatından [geçmişin miraslarından] olan adat [1] ve itikadatı dine karıştırmaya başlamışlardır.

Bu yüzden cemiyet-i İslâmiye’ye dâhil birtakım kavimler İslâm oldukları halde sükûta, sefalete, inhitata maruz kaldılar, mazilerinin sakim ve batıl itiyadat ve itikadatiyle İslamiyet’i teşviş [karıştırma, karmakarışık etme] ettikleri ve bu suretle hakikat-i İslâmiye’den uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.

Bu akvam-ı İslâmiye’nin içinde bizim milletimiz olan Türkler ananat ve teamül-i milli itibariyle sakim şeylere malik değillerdi. Türk ananat-ı içtimaiyesinin pek çoğu hakikat-i İslâmiye’ye mutabık veya yakındı. Lakin Türkler bulundukları saha, yaşadıkları menatık [bölgeler] itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle hâl-i temasta idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletler o zamanki medeniyetleri ise tefessühe [çürümeye, bozulmaya] başlamıştı. Türkler bu milletlerin sakim adatından [hastalıklı âdetlerinden], fena cihetlerinden müteessir olmaktan men-i nefs [kendini koruma] edememişlerdir. Bu hâl kendilerinden müşevveş [karışık, düzensiz, karmakarışık], gayr-i ilmî, gayr-i insanî zihniyetler tevlidinden hâli kalmamıştır. İşte sükûtumuzun belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.

Yine biliyorsunuz ki İslam Âlemi’ne dâhil cemiyat ile Âlem-i Hristiyaniyet kitleleri arasında birbirini kâfir gören bir husumet mevcuttur. İslamlar, Hristiyanların, Hristiyanlar İslamların ebedî düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp nazarıyla baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve husumetle yaşadı. Bu husumetin neticesidir ki İslam Âlemi garbın her asır bir şekil ve reng-i nevin [yepyeni renk] alan terakkiyatından uzak kalmıştı. Çünkü ehl-i İslam o terakkiyata adem-i tenezzülle [tenezzül etmeksizin], nefretle bakıyordu, aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden husumet ilcasiyle [mecbur etmesiyle, zorlamasıyla] İslam Alemi silahını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahla bu iştigal [meşguliyet]     daimî, hissî husumetle garbın teceddütatına [yenilenmelerine, yeniliklerine] adem-i iltifat [iltifat etmemek], inhitatımızın [düşüşümüzün, çöküşümüzün] esbap ve avamilinden diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa münevveranımızın çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazar-ı itibara alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar terakki edemeyişimizin, en son kademede kalışımızın, unutmayalım, memleketimizin baştanbaşa bir harabe oluşunun sebeb-i aslisidir. İnhitatımızın bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam Âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden mürekkeptir. Biri ekseriyeti teşkil eden avam, diğeri ekalliyeti teşkil eden münevveran. Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyet-i azime başka hedefe, münevver denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında zıddiyet-i tamme [tam zıtlık], muhalefet-i tamme [tam muhalefet] vardır. Münevveran kitle-i asliyeyi kendi hedefine sevk etmek ister,  kitle-i halk ve avam ise bu sınıf-ı münevvere tâbi olmak istemez, o da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıf-ı münevver telkinle, irşatla kitle-i ekseriyeti kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül eder, halka tahakküm ve tecerrübe [zor kullanma] başlar, halkı istibdatta bulundurmaya kalkar.  Artık burada asıl tahlil-i noktaya geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz, neden?

Arkadaşlar,

Bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir intibak olmak lazımdır. Yani sınıf-ı münevverin halka telkin edeceği mefkûreler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur. O münevverlerin telkinleri milletimizin amik-i ruhundan [ruhunun derinliğinden] alınmış mefkûreler midir?

Şüphesiz hayır, münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibariyle şu hatamız da vardır ki tetkikat [incelemelerimize] ve tetebbuatımıza [araşrtırmalarımıza] zemin olarak alelekser [çoğunlukla] kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz.

Münevverlerimiz milletimi en mesut millet yapayım der, başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı esbap ve şerait birini mesut ettiği hâlde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından, terakkiyatından istifade edelim, lakin unutmayalım ki asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.

Milletimizin tarihini, ruhunu, ananatını sahih, sâlim, dürüst bir nazarla görmeliyiz. İtiraf edelim ki hâlâ ve hâlâ münevveranımızın gençleri arasında halk ve avama tetabuk [uygunluk] muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki tetabuku [uygunluğu]  tevlit etmek lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil [hızlandırma, çabuklaştırma] etmesi, biraz da münevverlerin çok hızlı gitmemesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade münevverlere teveccüh [düşen] eden bir vazifedir.

Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında iyice takarrür [kararlaştırma] ettirmeli, onları halk tarafından iyice kabil-i hazım [hazmedilebilir]  ve kabil-i kabul [kabul edilebilir] bir hâle getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitvarım ki gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü elim dersler, yakın senelerin en kesif vakayi ile meşbu [dolu]  oluşu, devrimizin gençlerini eski devrin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla vakayiin şahidi, binaenaleyh gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç misli nispetinde vakaya şahit olduğu için, her gencimizi üç misli yaş sahibi addedebilir [sayabilir], onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli telakki [kabul]  edebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek faal, memlekete hadim ve azim ve imanla mücehhez [donanmış]   olarak vazifelerini bihakkın [hakkıyla, tamamıyla] ifa edeceklerine eminim.

Arkadaşlar,

Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, terakkiye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hadim olduklarına kani olursa her türlü hareketi derhal kabule amadedir. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete emniyet [güven] bahşetmesi [vermesi] lazımdır.

Bunun için de mefkûremizi vuzuhla [açıklıkla]  ifade etmeliyiz, onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz. Şahsi menafimizden, hasis emellerimizden tecerrüde [vazgeçmeye, sıyrılmaya, uzaklaşmaya] ancak böyle canlı ve alevli mefkûre sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübedide [tecrübe sahibi] ihtiyarları, ruh-ı İslamiyet’e vakıf hakiki ulemay-ı kiramla beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır.

Fakat bütün hüsn-i niyetlere, gösterilen bütün sebata, azim ve metanete, ibraz edilen bütün vahdet [birlik] ve tesanüte [dayanışmaya] rağmen yine en güzel, en musip [isabetli], en doğru zihniyetleri ve mefkûreleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün efrad-ı millet [millet fertleri]  çok şedit mukabelede bulunmalıdır. Hepimiz için öylelerine karşı kahir bir kitle-i vahdet şeklinde tecelli etmekliğimiz en zaruri bir lazıme-i vicdaniyedir.

Zira bu hususta müfsitlik yapacak insanlara müsamaha göstermek, alicenap ibraz etmek [alicenaplık göstermek] eser-i terbiye değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik değildir ve siz de olmamalısınız (Alkışlar).

Arkadaşlar,

Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayan-ı hürmet bir mevki sahibi olması için o milletin yalnız âlim ve mütefennin [teknik bilgi sahibi, fen âlimi]  bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde bir hassaya sahip olması lazımdır ki, o da o milletin muayyen [belirli] ve müspet [olumlu]  bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan fertler ve böyle fertlerden mürekkep milletler hiçbir dakika hakiki bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler fesat ocağı olurlar. Şunun, bunun oyuncağı ve şunun bunun esiri olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış olan ve elan mukaddes ateşlerle yanan ve alevi her mensup olanın kalp ve vicdanını münevver kılan Türk Ocaklarının esas gayesi, millete böyle müspet bir seciye [karakter]  vermektir. Türk Ocakları, milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül [üşenme, tembellik, ilgisizlik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki bir milliyet prensibi vardır, bir de bunu inhilale [dağılmaya] sevk eden nazariyat vardır. Lakin yine bilirsiniz ki milliyet nazariyesini, milliyet fikrini, milletlerdeki milliyet mefkûresini inhilale [çözülmeye, dağılmaya, erimeye] sai [çalışma, faaliyet] olan nazariyatın dünya üzerinde kabiliyet-i tatbikiyesi bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat, hadisat ve müşahedat [gözlemler] hep insanlar ve milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.

Bahusus bizim milletimiz, milliyetinden tegafül [bilmezden gelme]  edişinin çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki akvam-ı muhtelife hep millî akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir [hakaret etme], tezlil [hor görme] ettiler. Anladık ki kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela biz kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve hareketimizle gösterelim, bilelim ki millî benliğini bilmeyen bu milletler başka milletlerin şikârıdır.

Mevcudiyet-i milliyemize düşman olanlarla dost olmayalım, böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi [karşı duvardaki levhayı işaret ederek] Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, ikbâlimize yan bakan her ferdi düşman telakki ettiğimiz gün, millî benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili [engeli] derhal devirdiğimiz gün, hâlas-ı hakikiye [gerçek kurtuluşa] vasıl olacağız ve sizler gibi münevver, azimli, imanlı gençler sayesinde bu hâlasa vasıl olacağımıza emin olabiliriz.” (Şiddetli alkışlar)

Paşa Hazretlerinin sürekli alkış tutanları içinde hitam bulan bu nutkunu müteakip Türk Ocağı azasından Operatör Eyüp Sabri Bey Paşa Hazretlerine tahriren okuduğu bir sual sordu.

Milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din irşadiyle mükellef telakki eyleyen bir sınıf var, bu sınıfa karşı ne gibi tedabir alınmıştır?

Mealinde olan bu suale Paşa Hazretleri yeniden ayağa kalkarak atideki cevabı verdiler:

“Bu suali soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada tenkit edeceğim, sualleri mühimdir. Vuzuha [açıklığa] malik değildir. Evvela soruyorum. Bu suali sorarken bu ibham [belirsizlik, kapalılık] bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden bahsederken adem-i vuzuha [muğlaklığa] sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve ibhamdan [kapalılıktan] ari [uzak]  olarak bahsetmeliyiz. Ben kendilerinin sualini izah edeyim: Buyurdular ki bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir, fakat bazı insanlar vardır ki hakikati idrak edecek kadar mütekâmil [olgun] değildir. Bu sebeple halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka muzır [zararlı, zarar veren] fikirler vererek, halk için müfsit [ifsat eden, bozan] mevkiinde kalabilirler, bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer sual böyle irat edilseydi, işte burada hazırun [hazır bulunanlar] içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, vesair mesleklerden ve sınıflardan zevat var, şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik.

Her şeyden evvel şunu en iptidai [temel] bir hakikat-i diniye olarak bilelim ki bizim dinimizde bir sınıf-ı mahsus [özel sınıf]  yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bir din inhisarı [tekelciliği] kabul etmez. Mesela ulema, behemehâl [mutlaka]  tenvir [aydınlatma] vazifesi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz bunu katiyetle men eder. O hâlde biz diyemeyiz ki bizde bir sınıf-ı mahsus vardır. Diğerleri dinen tenvir hakkından mahrumdur, böyle telakki edersek kabahat bizde, bizim cehlimizdedir. Hoca olmak için, yani hakayik-i diniyeyi [dini hakikatleri] halka telkin etmek için, mutlaka kisve-i ilmiye [ilmi kisve]  şart değildir. Bizim ulvi dinimiz her Müslim ve Müslimiyeye amme taharrisini [ilmin araştırılmasını] farz kılıyor ve Müslim ve Müslime ümmeti tenvir [aydınlatmak] ile mükelleftir.

Efendiler,

Bir fikri daha tashih [düzeltmek]  etmek isterim, milletimiz içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin bihakkın iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil kisve-i ilmiye altında hakikat-i ilimden uzak, lüzumu kadar taallüm [öğrenme, öğrenilme] edememiş, tarik-i ilimde [ilim yolunda]  layıkı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.

Seyahatlerimde birçok hakiki, münevver ulemamızla temas ettim. Onları en yeni terbiye-i ilmiye almış, sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. Ruh ve hakikat-i İslamiye’ye [İslam’ın ruh ve hakikatlerine] vakıf olan ulemamızın hepsi bu mertebe-i kemaldedir [olgun mertebededir]. Şüphesiz ki bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlara karıştırmak musip [isabetli] olmaz.

Efendiler,

Hakiki ulema ile dine muzır [zararlı] ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Hazreti Peygamberin zaman-ı saadetlerinde, Peygamberimizin irtihalinden sonra Hulefay-ı Raşidin hazeratının zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazret-i Peygamberin irşadiyle [yol göstermesiyle] İslam olan Hulefay-ı Raşidinin tenviriyle [aydınlatmasıyla] selamette bulunan kitle-i ümmet arasında hakiki nezahet [temizlik], kalb-i hürmet, ulvi bir irtibat vardı. Vakta ki Muaviye ile Hazret-i Ali karşı karşıya geldiler, ne vakit ki Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazret-i Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine mefsedet [fesatlık, münafıklık, bozgunculuk], İslamlar arasına münaferet [nefret etme] girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En mütehakkim [zorba] hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde sıfat-ı hilafeti de takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet ettiler, ihtiras ve istibdatlarını terviç [destekleme] için hep sınıf-ı ulemaya müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün âlimler hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara inkıyat [boyun eğme, kendini teslim etme] etmediler, onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat hakikat-i hâlde âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün, haris [hırslı] ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafık-ı dindir [dine uygundur] diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara [dilencilere, arkasından sürükleyenlere] iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların mebguzu [nefret edilmişi, sevilmemişi, düşmanı] oldu.

Üç buçuk dört sene evveline kadar berhayat [sağ, diri] olan Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hud’alardan [aldatmalardan, oyunlardan, hilelerden, dalaverelerden] istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller ibrazına [göstermeye] lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun bağiler [serseriler] sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada suali soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Ulema içine böyle hainleri himaye, şeni [aşağılık, fena, kötü] hareketlerini şer’a tatbik, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti izlal [küçük düşürme] ve iğfal [aldatma] eden âlimlerin-onlar için bu tabiri kullanmak istemem-böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki dört halifeden sonra din daima vasıta-i siyaset, vasıta-i menfaat, vasıta-i istibdat yapıldı. Bu hâl Osmanlı tarihinde böyle idi. Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şuray-ı enzar-ı tefekkürünüze [görüşlerinize] arz ederim ki böyle adi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, terzil [rezil] edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Devlet-i Abbasiye’nin sonuncusu biliyorsunuz ki bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara delalet [yol gösteren] eden hoca namlı hainler hep bu akıbete duçar olmuşlardır. Böyle yapan hulefa ve ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize layetenahi [sonsuz] misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin tezvirine ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pekâlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız için bu intibahı [uyanışı], bu teyakkuzu [uyanıklığı], onlara karşı bu nefreti, halası hakiki anına kadar bütün kuvvetiyle hatta mütezayit [çoğalan, artan] bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi [olumsuz] istikamette atacakları bir hatve [adım], yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. (Alkışlar)

Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan bahasına, en nihayet elde ettiği umde-i hayatiyesine kimseyi tecavüz ettirmiyecektir. Bugünkü hükümetin, meclisin, kanunların, Teşkilat-ı Esasiyenin mahiyet ve hikmeti hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da fevkinde [üzerinde, üstünde] bir söz söyleyeyim. Farz-ı mahal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler ve yine öldürürüm.” (Şiddetli alkışlar) [2]

—***—

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 1, sütun: 5-6

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 2, sütun: 1-6

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlıla’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.”^3 Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk Adlı Eserini Okuması (15-20 Ekim 1927)

Published

on

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’u Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat 10.00’da okumaya başladı. 2 Eylül l927’de seçimler yapılmıştı. Yeni Meclis 1 Kasım’da açılacaktı. Gazi, kürsüye Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi Umumisi, bugünkü ifadeyle CHP Genel Başkanı olarak çıktı. Konuşması, altı gün sürdü. Günde altışar saatten 36 saat 31 dakika konuştu. Son gün, 20 Ekim l 927’de altı oturum yapıldı. Gençliğe Hitabe‘yi söyleyip kürsüden indiğinde saat 20.25’ti.

Nutuk metnini bizzat Gazi Mustafa Kemal okumuştur. Vesika sunuşlarına sıra geldiğinde Gazi her vesikayı kürsüden, Kongre’de kâtiplik yapan Ruşen Eşref [Ünaydın] Bey’e uzatmış, vesikalar onun tarafından okunmuştur.

Mebusların ve vilayet delegelerinin oluşturduğu Kongre, 15-23 Ekim 1927 tarihleri arasında dokuz gün sürmüştür. Dinleyici olarak askeri erkândan başka yabancı devlet temsilcileri de Kongre’yi takip etmiştir. Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan sonra, Erzurum Mebusu Necip Asım [Yazıksız] Bey şu önergeyi sunmuştur: “Fırkamızın Umumi Reisi, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin Milli Mücadele ve İnkılap Tarihimiz hakkındaki beyanat ve izahatını büyük bir hürmet ve takdir ile dinledik. Bütün vatanperverane icraat ve hizmetleri, vatan ve milletin kurtuluş ve yükselişini temin eden Gazi Hazretleri’nin Nutuk1arının tamamen ve harfiyen tasvip edilmesini ve millet namına Kongre Genel Kurulu’nun imzalarıyla yazılı olarak teşekkür ve takdirler sunulmasını Büyük Kongre’ye arz ve teklif ederim, efendim.” Önerge oybirliği ile kabul edilmiş ve bütün Kongre üyeleri tarafından tek tek imzalanmıştır.

Nutuk’un müsveddesi T. C. Genelkurmay-Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) Arşivi’nde bulunmaktadır. Gazi, bazı bölümlerini kendisi yazmış, bazı bölümlerini yazdırmıştır. Müsveddeler üzerinde düzeltmeler, çıkarmalar ve eklemeler vardır. Gazi Mustafa Kemal, hazırlık aşamasında, toplanan yüzlerce vesikayı tek tek elden geçirmiş ve düzenlemiştir. Ayrıca kişilerin bilgisine başvurulmuştur. Gazi, yazdıklarını ilgili kişilere okuyup saatlerce tartışmış ve son şekli vermiştir. Önemli bir bölümü Ankara’da Çankaya’daki çalışma odasında kaleme alınmış. Son bölümleri de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda yazılmıştır.

En son şeklin verildiği ve baskıya giden metin, Türk Hava Kurumu Müzesi’nde bulunmaktadır.

Nutuk’un 1927 tarihli ilk basımı “Nutuk/ Mustafa Kemal Tarafından” (543 +[2] sayfa) ve “Nutuk/ Muhteviyata Ait Vesaik” (303 +[2] sayfa) başlığıyla iki cilt halinde, büyük boy yayımlanmıştır. Üzerinde “Türkiye’de tab ve neşir hakkı Türk Tayyare Cemiyeti’ne tevdi buyurulmuştur” kaydı bulunmaktadır. Basım yeri Ankara, Türk Ocakları Heyeti Merkeziye Matbaası’dır. Cildin başında Gazi’nin “Gazi M. Kemal” imzalı fotoğrafı yer almaktadır. Arka kapakta bir cep içinde üç harita ve yedi kroki vardır. Hepsi numaralı olarak ilk 100 bin adet basılmıştır. Metinde başlıklandırma yapılmamıştır. Sadece bazı satırbaşlarında paragraf işareti, bölüm sonlarında üç yıldız bulunmaktadır. Vesikaların sıra numarası vardır. “Trakya Teşkilatına Ait Vesaik” numarasız ol arak “Vesikalar“ın sonuna eklenmiştir.

Nutuk’un 1927 Türk Tayyare Cemiyeti basımı dışında ayrıca 2000 adet lüks basımı yapılmıştır. Bu basım da iki cilttir. Bazı paragrafların baş harfleri süslü ve büyük yazılmıştır. Sayfa zeminleri renkli, çevresi de süslüdür. Türk Tayyare Cemiyeti, Nutuk’un bu basımını İstanbul’da Ebüzziya Matbaası’na yaptırmıştır.

Gazi Mustafa Kemal’in fotoğrafı ve haritalar Ahmet İhsan (Tokgöz) Matbaası aracılığıyla Viyana’da Elbemühl Matbaası’nda basılmıştır.

Nutuk, kâğıt ve ciltlerinin kalitesi ve süslemelerine göre 5, 10, 25, 45, 50 ve 500 lira fiyattan satılmıştır. 10 adet özel basılan ve ciltlenen Nutuk, Gazi Mustafa Kemal’e, TBMM Reisi’ne, Başvekil’e ve Erkanıharbiyei Umumiye Reisi’ne ve İnkılap Müzesi’ne armağan edilmiştir. Dört adedi de beş yüz lira karşılığında koleksiyonculara satışa sunulmuştur. Ciltleme, İstanbul’da Zelliç Matbaası’nın mücellithanesinde yapılmıştır. 10 adet özel ciltlenen Nutuk’un süslemeleri İstanbul’da Medreset-ül-hattatin adıyla anılan okulun sanatçıları tarafından düzenlenmiş, kuyumculuk işlerini İstanbullu kuyumcular yapmıştır.

Nutuk’un yeni harflerle ilk basımı 1934’te İstanbul, Devlet Matbaası’nda yapılmış­ tır. Üç cilt halinde yayımlanan Nutuk’un birinci cildi BMM’nin açılacağını bildiren genelge ile bitiyor. İkinci cilt BMM’nin açılışıyla başlıyor. Üçüncü cilt vesikalara ayrılmış. Birinci cildin başında A. Kampfın çizdiği Atatürk portresi yer alıyor. Metin içine fotoğraflar konulmuştur. Metnin yan tarafına eklenen konu başlıkları Faik Reşit Unat tarafından hazırlanmıştır. Harita ve krokiler ciltle birliktedir. İlk iki ciltte dizin bulunmaktadır. 1934 baskısının saklanan kalıpları aynen kullanılarak, l938’de, sadece metin bölümü tek cilt olarak Kültür Bakanlığı’nca yayımlandı.

Nutuk, bütün dünyada ilgi gördü ve yabancı dillere çevrildi. Aralık l927’de Oriente Moderno dergisinde yayımlanan 30 sayfalık İtalyanca özetinden sonra, l928’de Almanca çevirisi iki cilt olarak “Gasi Mustafa Kemal Pascha, Der Weg zur Freiheit 1919-1920 Die neue Türkei 1919-1927, Rede, gehalten von Gasi Mustafa Kemal Pascha in Angora vom 15. bis 20 Oktober 1927 vor den Abgeordneten und Delegierten der Republikanischen Volkspartei” ve “Gasi Mustafa Kemal Pascha, Die Dokumente, zur Rede” başlıklarıyla Leipzig’de K.F. Köhler Yayınevi tarafından basıldı. Yine aynı yayınevi tarafından 1929’da “Discours dıı Ghazi Moııstapha Kemal, President de la Republique Turque, Octobre 1927” başlığıyla Fransızcası; “A Speech delivered by Ghazi Mustapha Kemal, President of the Tıırkish Repııblic, October 1927” başlığıyla İngilizcesi yayımlanmıştır. Fransızca ve İngilizce basımlarda çeviren adı yoktur. Almanca baskısında Nutuk’un “yazarının gözetimi altında hazırlanan Fransızcasından” Dr. Paul Roth tarafından çevrildiği belirtilmektedir.

Rusça basımı en kapsamlı olanıdır. 1929-1934 yılları arasında “Put Norny Turtsii 1919-1927” başlığıyla dört cilt basılmıştır. Esere ayrıca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamöyküsü, Türk İnkılabı‘nı anlatan 45 sayfalık bir giriş bölümü, açıklayıcı notlar, geniş bir ad ve kavram dizini, dizinli sözlük, zaman dizimi çizelgesi, fotoğraflar, görsel belgeler eklenmiştir.

KAYNAKÇA

Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: I, 1919-1920, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970

Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II, 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969

Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: III, Vesikalar, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 19, Nutuk I (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 20, Nutuk II (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 21, Nutuk III Vesikalar (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/878/Atat%C3%BCrk%E2%80%99%C3%BCn_Nutuk_Adl%C4%B1_Eseri

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/499/Nutuk%E2%80%99un-Dil-ve-%C3%9Cslup-%C3%96zellikleri

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Amasya Genelgesi’nin İçerik Analizi: Kavramların Anlam ve Tarihî Değeri

Published

on

Giriş

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlerin, Karadeniz Bölgesinde asayişi sağlayamaması halinde bölgeyi işgal edecekleri tehdidi üzerine Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye göndermeye karar vermiştir. 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 18 Mayıs 1919 günü Sinop’a gelmiştir. Sinop’ta şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede, istiklal mücadelesi için hazırlıklı olmaları konusunda uyarmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türk İstiklal Mücadelesinin ilk adımını Sinop’ta atmış, aynı gün akşamüzeri Sinop’tan ayrılmış ve 19 Mayıs’ta Samsun’a ulaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’daki icraatlarından rahatsız olan İngilizler, onun İstanbul’a geri çağırılması için hükümet üzerinde baskı kurmuştur. Samsun’da güvenliği tehlikede gören Mustafa Kemal Paşa, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçmiş ve çalışmalarına orada devam etmiştir. 28 Mayıs’ta İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgali haberini alan Mustafa Kemal Paşa, Havza Genelgesini yayınlamıştır. İstanbul’a dönmesi yönünde baskıların artması üzerine, 12 Haziran 1919’da, uzun zamandır tasarladıklarını uygulayabileceği bir yer olarak gördüğü Amasya’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Amasyalılar tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda 14 Haziran’da Amasya Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kurulmuştur. 20 Haziran’da büyük bir katılımla İzmir’in işgalini telin mitingi düzenlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın davetine icabet eden Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey 19 Haziran’da Amasya’ya gelmişlerdir. Ali Fuat, Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa ve telgrafla olumlu görüş bildiren komutanların da onayları ile 21/22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Tamimi/Genelgesi ilan edilmiştir. Böylece Türk İstiklal Mücadelesi fiilen başlamıştır.

Amasya Genelgesi, Türk İstiklâl Harbi’nin siyasi ve ideolojik manifestosu niteliğini taşıyan ilk yazılı belgedir. Bu metin, sınırları şekillenmemiş bir milletin varlığını ilan ettiği, geleceğin millet iradesine dayanan bir yapıyla inşaa edileceğini duyurduğu ve merkezi otoriteye karşı bağımsız bir meşruluk alanı oluşturduğu için yalnızca bir metin değil; bir kopuşun ve doğumun sembolü olmuştur.

Bu makale, Amasya Genelgesi’nin satır aralarında yer alan kavramların tarihi, siyasi ve sembolik anlamlarını inceleyerek bu belgenin niçin bir “Kurucu Metin” olarak değer taşıdığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

1. “Vatanın tamamiyeti, milletin istikbali tehlikededir.”

Bu ifade, genelgenin alarm niteliğini taşıyan çıkış noktalarından biridir. “Vatan” kavramı burada yalnız coğrafi bir sınırın ötesine geçerek, tarihi-manevi bütünlüğü ve toplum aidiyetini de kapsayan bir ümmetten millete geçiş ifadesi olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde “milletin istikbali”, bireylerin değil ortak kimliğin geleceği anlamında kullanılmıştır. Bu, yeni bir siyasi yapının doğmakta olduğunun habercisidir.

2. “Hükûmeti merkeziye, deruhte ettiği mesuliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madun tanıtıyor.”

Burada İstanbul Hükümeti’nin yetersizliği, ilk kez bu kadar açık ve meşruluk sorgulayan bir dille ifade edilmektedir. “Madun” sözcüğü, milletin aşağılanan, edilgen konumuna dikkat çekerken; bağımsızlık taleplerinin ahlaki zeminini oluşturur. Bu ifade, yeni bir merkez kurma niyetinin dolaylı bir ilamıdır.

3. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve karan kurtaracaktır.”

Amasya Genelgesi’nin belki de en çok alıntılanan satırı olan bu ifade, egemenliğin kaynağını saltanattan millete kaydıran dönüşümü ilan eder. “Azim ve karar” ifadesi, milletin edilgen değil aktif bir özne olduğuna işaret eder. Bu satır, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.

4. “Milletin bu hal ve vaziyetini derpiş etmek [öne sürmek] ve sadayı hukukunu cihana işittirmek için her turlu tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudu elzemdir.

Bu satır, merkeziyetten çıkmış, sivil niteliği olan ve milleti temsil eden yeni bir meşruluk zemininin doğacağını duyurur. “Tesir ve murakabe” kavramlarıyla sarayın denetim ve vesayetine karşı bağımsız bir siyasi akıl öngörülürken; “heyet-i milliye” ifadesiyle bu yapının ortak, temsili ve yerel güven temelli olacağı ima edilir.

5. “Anadolu’nun en emin mahalli olan Sivas’ta milli bir kongrenin serian akdi tekerrür etmiştir [kararlaştırılmıştır].

Bu satır, kararın uygulanmasının merkezinin Sivas olacağını belirler. Sivas‛ın seçimi, hem işgalden uzak olması hem de Anadolu için sembolik bir merkez konumunda bulunması ile ilgilidir. “Millî kongre” ifadesi ise bu yapının millet temsiline dayalı ve ortak akıl üzerine kurulacağını ilan eder.

6. “Bunun için tekmil vilayetlerin her livasından milletin itimadına mahzar olmuş üç murahhasın sür’ati mümküne ile yetişmek üzere hemen yola çıkılması icap etmektedir.

Burada “murahhas” yani temsilci kavramı, milletin bölgeler ölçeğinde temsil edileceğini gösterir. Bu, merkezi kararların milletten kopuk değil, yerel tabana dayalı olarak biçimleneceğini ifade eder. Aynı zamanda gelecekteki TBMM yapısının öncülü olarak değerlendirilmelidir.

7. “Her ihtimale karşı bu keyfiyetin milli sır halinde tutulması ve murahhasların lüzum görülen mahallere seyahatlerinin mütenekkiren [kıyafet değiştirerek] icrası lazımdır.

Bu satır, hareketin henüz meşru kabul edilmediği bir ortamda gizlilik ve tedbir mecburiyetini ortaya koyar. “Mütenekkiren” yani kıyafet değiştirerek gizli seyahat, işgal güçlerine karşı taktik bir direnme aracıdır. Bu, Milli Mücadele’nin başlangıçta ahlaki meşruluğa dayandığını gösterir.

8. “Vilayeti Şarkiye namına 13 Temmuz [1]335’te [1919] Erzurum’da bir kongre inikat edecektir [toplanacaktır]. Mezkûr tarihe kadar vilayatı saire murahhasları [temsilcileri, delegeleri] da Sivas’a varid [gelmiş, erişmiş] olabilirlerse Erzurum Kongresi’nin azası da Sivas içtimaı umumisine dâhil olmak üzere hareket edecektir.

Bu satır, yerel direniş hareketlerinin milli direnişle bütünleşmesinin hedeflendiğini gösterir. Erzurum Kongresi’nin bağımsız ama Sivas ile koordine olacak şekilde planlanması, yerel hareketlerin milli yapıya evrilme sürecini temsil eder. Aynı zamanda Doğu Anadolu’nun savunmasına da öncelik tanındığını gösterir.

Sonuç

Amasya Genelgesi, yalnız bir metin değil; bir devrimin eğitim notudur. Kavramların seçimi, dilin dozu ve sıralama mantığı ile yeni bir siyasi yapının, millet iradesine dayanan yeni bir rejimin ilk tohumları atılmıştır. Bu metinle birlikte Osmanlı’nın merkeziyetçi, padişah iradesine dayalı yapısından; milli, temsili ve meşru millet iradesine dayanan modern devlet yapısına geçiş başlatılmıştır. Amasya’da yazılan bu metin, Ankara’da kurulacak bir Cumhuriyet’in ruhi ve siyasi habercisi olmuştur.

Continue Reading

En Çok Okunanlar