Türk Tarihi
Sultan Abdülaziz’in Avrupa Seyahati (21 Haziran-7 Ağustos 1867) -1

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
GİRİŞ
Sanayi devrimi, 18. yüzyılın ortalarında İngiltere’de başlamıştır. İlk milletlerarası sanayi fuarı, 1851 yılında Londra’da (Christal Palace) düzenlenmiştir. İkincisi 1853 yılında ABD’nin New York şehrinde açılmıştır. Bu durum 1855 Paris (Champs Elysees) ve 1862 Londra (Kensington-Garden) milletlerarası sergileriyle devam etmiştir.
Osmanlı Devleti, 1851’den başlayarak 1855 ve 1862 milletlerarası sergilerine katılmış, sadece ulaşımın güç olduğu New York’a ürünlerini gönderememiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk sergi denemesi, 1863 yılında İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda açılan Sergi-i Umumi-i Osmani ile gerçekleşmiştir. Batıda düzenlenen sergilerin yanında mütevazı sayılabilecek bu sergi, dönemin padişahı Sultan Abdülaziz (1861-1876) tarafından açılmıştır. Sergide; tarım ürünleri, maden örnekleri, dokumalar ve el sanatlarına yer verilmiştir.
Sultan Abdülaziz’in, Osmanlı sanayisini geliştirme yönündeki çabalarından biri de, o yıllarda kurulan Islah-ı Sanayi Komisyonu‘dur. Komisyonun amacı, loncaların kaldırılmasından sonra teşkilatsız kalan esnafı, şirket çatısı altında toplamaktır. Bu komisyon, sanayi mektepleri açarak ve sergiler düzenleyerek Osmanlı sanayisini destekleme çalışmaları yapmasına rağmen, 1873’te çeşitli gerekçeler ileri sürülerek kaldırılmıştır.
Fransa’da ilk milletlerarası tarım, sanayi ve güzel sanatlar sergisi, İmparator Louis Napoléon (1852-1870) döneminde 1855’te açılmıştır. Bu sergide yaklaşık 21.064 kişi ve kuruluş yer almıştır. Bu dönemde yaşanan Kırım Savaşı (1853-56) ve ardından imzalanan Paris Antlaşması, imparatora Avrupa siyasetinde üstünlük sağlamıştır.
1862’de Londra’da başarılı olan Fransız üreticileri, Paris’te ikinci bir fuarın düzenlenmesini istediler. Bu istek, Seine valisi Baron Haussmann’ın çalışmalarıyla değişen başkent Paris’in ve Fransa’nın tanıtımı için fırsatlar kapısını aralamıştır. 1867’de açılacak Paris milletlerarası sergisi için, hiçbir maddi harcamadan kaçınılmamıştır.
Fransa İmparatoru III. Napolyon, İstanbul’daki sefiri M. Bourree aracılığıyla, Osmanlı Sultanı Abdülaziz’i sergiye “onur konuğu” olarak davet etmiştir. Bu arada, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın davetini de kabul eden Sultan Abdülaziz, 21 Haziran 1867’de 47 gün sürecek bir Avrupa seyahatine çıkmıştır. Böylece harp dışında bir sebeple, Osmanlı Devleti sınırlarının dışına çıkan yegâne Osmanlı padişahı olarak tarihe geçmiştir. Avrupa seyahatinde; Fransa, İngiltere, Belçika, Prusya, Avusturya ve Macaristan’ı gören Sultan Abdülaziz, Tuna nehri üzerinden İstanbul’a dönmüştür. Bu seyahatin gerçekleşmesinde, dönemin Sadrazamı Ali Paşa ve Hariciye Nazırı Fuat Paşa’nın gayretleri etkili olmuştur.
***
SULTAN ABDÜLAZİZ’İN AVRUPA SEYAHATİ
(21 Haziran-7 Ağustos 1867)
Eski Londra büyükelçilerimizden değerli edibimiz merhum Ruşen Eşref ÜNAYDIN ile seneler önce yaptığım bir-sohbette sefaret arşivlerinin kendi zamanında tasnif edildiğini öğrenmiştim. Bu sebeple 1964 yılında İngiltere’ye giderken çalışma programım arasında bu arşivleri de görmek vardı.
Eski Mısır büyükelçimiz merhum Dr. Hulusi Fuat TUGAY Beyefendi’nin bir tavsiye mektubu ve o zamanki Londra büyükelçimiz Sayın Zeki KUNERALP’in şahsi lütuf ve alakaları bu imkânı sağladı. Bu vesile ile ·kendilerine teşekkür etmek bana büyük bir zevk veriyor.
İşte bu incelemeler esnasındadır ki elime Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatine ait koca bir dosya geçti ve o zaman aldığım notları ilgili yayınlarla karşılaştırınca da bu yazı meydana çıktı.
***
Kırım Harbi (1853 – 1856) ve bunu lehimize sonuçlandıran ·Paris adlaşmasının (1856) üzerinden henüz on sene geçmiş olmasına rağmen Rumeli’de yeniden karışıklıklar başlamıştı. Eflak, Buğdan, Sırbistan ve Karadağ istiklal sevdasına düşmüşlerdi. Buna bir de Yunanlıların doymaz ihtiraslarının bir eseri olan Girit meselesi eklenmişti.
Bütün bu meselelerde Rusya kadar eski müttefikimiz Fransa’nın da parmağı olduğu muhakkaktır.
İşte bu sıralardadır ki İmparator III. Napolyon milletlerarası I. Paris sergisi dolayısıyla birçok Avrupa hükümdarları arasında Sultan Aziz‘i de Fransa’ya davet etmişti.
Hükûmet ve bilhassa Sadrazam Ali Paşa ile Hariciye Nazırı Fuat Paşa, hem bu alandaki görüşlerimizin en yetkili ağızdan Fransızlara ulaştırılması, hem de genç padişahın Avrupa’daki yenilikleri görüp tatbikine çalışması bakımından bu geziyi faydalı bularak hükümdarı bu teklifin kabulü için teşvik ettiler. Hele bu ilk daveti takip eden İngiliz Kraliçesi Victoria‘nın da daveti gelince, her iki teklif de birbiri ardınca kabul edildi.
Londra sefareti arşivinde bu hususla ilgili çeşitli vesikalar vardır. Evvela Paris sefiri Cemil Paşa‘nın 20.5.1867 de Londra sefaretine gönderdiği ve 524 sayı ile kayda alınan şifresi:
“Özel olarak öğrendiğime göre Padişah Avrupa’ya bir gezi yapmak kararındadır. Babıali henüz resmen bildirmemişse de size gizli olarak yazıyorum.”
Ve ertesi günü Hariciye Nezaretinden Londra büyükelçimiz Muzurus Paşa‘ya çekilen ve sefaretçe 537 sayı ile kayda alınan şifre:
“Fransa sefiri bugün imparatoru adına Sultanı Paris’e davet etti. Hükümdar bu daveti kabul etti.”
Birkaç gün sonra gene Hariciye Nezaretinden Muzurus Paşa’ya gönderilen 29.5.
1867 günlü ve 577 sayı ile- kayda alınan şifre:
“Padişah, kraliçenin davetini de memnunlukla aldı. Sizin bizzat, kraliçeye ve hükûmetine tefekkürlerini bildirmenizi arzu ediyor.”
Gene sefaretin 746 sayılı yazısından öğreniyoruz ki bu gezi dünya basını gibi İngiliz basınında da ilgi uyandırmış ve Daily Telegraph gazetesi muhabirlerinden George Augustus Sala töreni izlemek üzere Fransa’ya hareket etmeden önce Muzurus Paşa’dan Cemil Paşa’ya hitaben bir tavsiye mektubu almıştır.
***
Bu gezi bir halifenin, bir Osmanlı padişahının Hristiyan ülkelerine yaptığı ilk ve son dostluk seyahatidir. O bakımdan tarihimizde de ayrı bir önemi vardır.
Sultan Abdülaziz bu geziye 18 Safer 1284–21 Haziran 1867’de çıkmıştır. O gün
Cuma namazını Ortaköy Camii’nde kılan padişah öğleden sonra Dolmabahçe Sarayı‘nda, İstanbul’da bulunan Rus Çarı’nın oğlu, Aleksi Aleksandriyeviç ile maiyetini kabul etti.
Saat 16:00 da atılan bir top, hareketi müjdeliyordu. İki sahili dolduran binlerce insanın velvelesi ve gemilerin top sesleri arasında Sultan Abdülaziz yedi çifte saltanat kayığına binerek Sultaniye Yatı‘na geçti. Hareket anında konvoy şöylece sıralanmıştı:
Sultaniye yatı – Hünkâr ve maiyeti erkânı için,
Pertevniyale yatı – Hademeler ve seyahat malzemesi için,
2 Osmanlı harp gemisi – (Aziziye uskurlu firkateyni ile Orhaniye zırhlı firkateyni),
1 Fransız harp gemisi – (Forbin stasiyonneri).
Hey’ete hükûmetleri adına davetçi olarak katılan Fransa büyükelçisi M. Bourrée ile İngiltere elçiliği baş sır kâtibi bu gemiye binmişlerdi.
Londra sefareti arşivlerinden öğrendiğimize göre bu seyahatinde padişaha yol arkadaşlığı edenler şunlardı:
Büyük oğlu Şehzade Yusuf İzzettin Efendi (henüz 11 yaşlarında),
Yeğeni ve veliaht Murad Efendi,
Yeğeni Şehzade Abdülhamid Efendi.
Veliahdın yurt içinde fazla taraftarı olduğu için hükümdar onun da maiyetinde bulunmasını lüzumlu görmüştü. Ancak Sadrazam Ali Paşa da muhteris bulduğu genç şehzade Abdülhamid Efendi’nin padişahın yokluğunda payitahtta kalmasını doğru bulmamış ve Sultan Abdülaziz’i onu da götürmeğe ikna etmişti.
Bu sebeple yurt dışında bulunduğu sürece Padişah adına işlere bakmak üzere naibi saltanat – padişah vekili olarak Ali Paşa görevlendirilmişti.
Bu seyahate katılan Hariciye Nazırı Keçecizade Dr. Fuat Paşa‘dan başka hariciye teşrifatçısı (Protokol Umum Müdürü) Mehmet Kamil Bey, Divanı Hümayun baştercümanı Arifi Bey ve Özel Kalem Müdürü Ali Fuat Bey de vardı.
Padişahın maiyetinde görevlendirilen sivil memurlar:
Başmabeyinci Namık Paşazade Hüseyin Cemil Bey
Başkâtip Bursalı Mehmet Emin Bey
İkinci Mabeyinci Halit Bey
Baş İmam Hayrullah Efendi·
İkinci Kâtip Halimi Efendi
Üçüncü Mabeyinci Ziver Bey
Dördüncü Mabeyinci Hafız Mehmet Bey
Kâtip Fazlı Bey
Mabeyinci Fuat Bey
Askeri maiyet halkına gelince:
Amiral Rasim Paşa, Başhekim Marko Paşa, Başyaver Rauf Paşa, Es’ad Paşa, Yaver Albay Rıza Bey, Albay Hafız Bey, Yaver Yarbay Salih ve Fazlı Beyler, Emir Subayı Binbaşı Hakkı ve Muzaffer Beyler ile veliahd Murad Efendi’nin yaveri Albay Mehmed Bey ve Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’nin Yaveri Yarbay Ahmed Bey ile emir subayı olarak beş binbaşı ve bir teğmen ve ayrıca altı silahşör vardı.
Bunlardan gayri padişahın emrinde esvabcıbaşı Ahmed Bey ile 12 hademe, şehzadelerin emrinde de altışar hademe bulunuyordu.
Bu arada çok iyi Fransızca bilmesi hasebiyle Hariciye Nazırı Fuat Paşa’nın torunu ve henüz 14 yaşında bir çocuk olan İzzet Fuat Bey de Şehzade Yusuf İzzettin Efendi’ye yol arkadaşlığı ediyordu ki kendisi bilahare Ferik (Tümgeneral) rütbesiyle emekliye ayrılmış ve bu seyahat hatıralarını da bir kitap halinde yayınlamıştır.
İki sahili dolduran kalabalık bir halk kitlesinin alkış ve hayır duaları arasında yola çıkan padişahı devlet büyükleri ve elçiler özel ve resmi vapurlarla adalara kadar uğurladılar. Aşağıdaki satırlar o zamanki Umumi Efkârın en güzel ifadesidir:
Kande azmeyler isen feyz-i Hüda Yarin ola
Hazret-i Hızr-ı Nebi Kafilesarin ola…
Ertesi sabah Kale-i Sultaniye = Çanakkale’ye varan donanma sahillerden atılan toplar kadar, Çanakkale’ye karşıcı gelen, Fransız Akdeniz filosundan atılan toplarla da selamlanıyordu.
Böylece daha heybetli bir hal alan donanmalar bir müddet için hep beraber Adalar Denizi‘nde yol aldılar ve sonra ayrıldılar. Donanmamız zamanla Midilli, Sakız, Girit adalarıyla Yunan sularını geride bıraktıktan sonra İtalyan sularına girdi.
Sultan Abdülaziz denizden çok ürkerdi. Halimi Efendi’nin anlattığına göre deniz ilk olarak Adriyatik önlerinde İtalyan sularına girerken patlak vermişti. Lumbar deliklerinden giren serpintilerden ürken padişah Sultaniye süvarisi Amiral Rüstem Paşa’yı çağırarak derhal geri dönülmesini emretmişti. Çok müşkül durumda kalan süvarinin imdadına Fuat Paşa yetişmiş ve bütün mesuliyeti üstüne alarak yola devamı sağlamıştı. Çünkü söz konusu olan bir devletin, bir milletin haysiyeti idi.
O geceyi çok sıkıntılı geçiren hünkâr sabaha karşı İtalya kara sularında İtalyan donanmasının attığı “Hoş geldiniz!” topları ile uyandı. Uyku sersemi durumu Fuat Paşa’ya sorup:
– İtalyan donanması kara sularına ayak bastığımızı kutluyor, cevabını alınca öfkesini gizlemek zorunda kalmış ve:
– Ya! Öyle mi? memnun oldum, demekle yetinmişti.
Kömür almak üzere Mesina limanında durmak gerektiğinden Sicilya’yı ve Etna’nın dumanlı başını geride bırakan Osmanlı donanması 25 Haziran’da Mesina boğazına girdi ve kaleden atılan toplarla karşılandı.
O geceyi limanda geçiren Osmanlı donanması ikmal yaparken padişah da Pertevniyal yatına geçerek sabahı orada etti.
Ertesi sabah Tulon‘a doğru yola çıkan konvoy tekrar karşıcı çıkan İtalyan donanması ile buluşarak yol üzerindeki ikinci İtalyan limanına, Napoli‘ye uğradı, gene selam topları yeri göğü sarstı.
İtalya birliği o tarihlerde henüz tahakkuk etmemişti. Kral Victor Emmanuel Floransa’da oturuyordu ve Roma’yı muhasara etmişti. Bu sebeple Napoli’deki 2 saatlik duraktan bilistifade İtalya hükûmeti adına gelen bir karşıcı heyetle sefirimiz Rüstem Bey, hünkârı Sultaniye yatında ziyaret ettiler.
Artık hedef son uğrak olan Tulon idi. Fakat o gece deniz öylesine kabardı ki dalgalar lumbar deliklerinden kamaralara, salonlara giriyordu. Bu sebeple Sultan Abdülaziz bir kere daha geri dönülmesini emretti ise de Fuat Paşa gene el altından durumu idare etti. Lakin yolculuğun 9. günü Cumartesi sabahı 5.30 sularında, Tulon limanından ve karşıcı çıkan 100 kadar irili ufaklı Fransız gemisinden atılan toplarla Sultaniye Yatı limon kabuğu gibi sallanmağa başlayınca artık sabrı tükenen hükümdar süvariyi çağırtarak evvelki emrini bir kere daha ve kesin olarak tekrarladı. Fransız topraklarına ayak basılmadan geri dönülecekti. Fuat Paşa bu sefer şahsen ricalara başlamışsa da bir netice alamadı ve bunun üzerine:
– Efendimiz, ceddi izamınız bin bir meşakkat ve tehlike bahasına buralara gelmişlerdir. Zatı Şahaneniz hiçbir zahmet çekmeden bütün bir medeniyet âleminin tazimleriyle karşılanıyorsunuz. Beni seren direğine asın ve ondan sonra dönüş emri verin, demişti.
Hünkâr emrini çaresiz geri almış, fakat başmabeyinciye:
– İstanbul’da ben ona gösteririm! diyerek kızgınlığını belli etmişti.
Demir atıldıktan sonra padişahı Sultaniye‘de Tulon kumandanı, imparatorun mümessilleri, Fransa elçimiz Cemil Paşa, kendisinin ve veliahdın emrine verilen mihmandarlar, Fransa’daki Osmanlı tebaasının bir kısmı ziyaret ederek saygılarını sundular.
Tulon baştanbaşa donanmış, rıhtımlara kadar halı döşenmişti. Bandolar çalınıyor, nutuklar veriliyor ve Osmanlı memur, asker ve hatta hademelerinin muhteşem kılıkları Fransızların hayret ve takdirlerini topluyordu. O kadar ki padişahın hususi yemeklerini pişirmek üzere getirilen Bolulu ahçılar, mor çuha üzerine som altın ve klaptanla işlenmiş salta ve şalvarlarıyla, boyunlarına astıkları altın saat ve kordonlarıyla, ipek Trablus kuşaklarıyla her biri birer Türk şehzadesi zannedilerek şiddetle alkışlanmışlardı.
O sırada Paris’te ise Fransız hükûmeti ufak bir temizlik yapıyordu. Çünkü daha önce gelen Rus Çarı’na Bois de Boulogne’den dönerken genç bir Lehli tarafından ateş edilmesi dolayısıyla hünkârın hayatını da emniyete almak lazımdı. Bu sebeple Namık Kemal, Ziya Paşa, Agâh ve Suavi Efendiler ve diğer Jön Türklerden Fransa’yı terk etmeleri istendi.
Mamafih bu temizlikte Paris Büyükelçimiz Cemil Paşa’nın da dahli vardı.
Öğle yemeğini Tulon’da istirahatine tahsis edilen konakta yiyen hünkâr bilahare mahalli hükûmet erkânını kabul etmişti. 17.10’da trenle Paris’e doğru yola çıkan padişah ve maiyeti Marsilya‘da ufak bir mola vererek akşam yemeklerini yemişler ve 19.30’da yeniden yola çıkmışlardı. Liyon‘daki birkaç dakikalık duruştan faydalanan Mısır Hidivi İsmail Paşa ile kardeşi Mustafa Fazıl Paşa maiyeti şahaneye katıldılar. O sıralarda Hidiv unvanını yeni almış olan İsmail Paşa durumdan fevkalade memnun ve minnettardı.
30 Haziran Pazar günü öğleden sonra saat 16.30 da tren Paris’te Liyon garına girerken bizzat imparator III. Napolyon, maiyeti prensler, büyükelçiler ve generaller karşıcı gelmişlerdi. Bu arada Londra sefirimiz Muzurus Paşa da vardı. Filhakika Londra sefaretince 679 sayı ile kayda alınan Hariciye Vekâletinin 15.6.1867 günlü emrinde:
“Hükümdar 22 Haziran’da hareketle, İtalya yolu ile Toulon’a ve oradan da Paris’e gidecektir. Siz de Paris’te olacaksınız” denilmektedir.
Hiçbir hükümdarın gelişi Osmanlı Padişahınınki kadar Paris halkını heyecanlandırmamıştı. Merasim alayları, toplar, mızıkalar, bütün yol boyunu ve pencereleri dolduran halk adeta coşmuştu.
İlk arabada hünkâr, imparator ve karşılarında da Fuat Paşa vardı ve bittabi arkalarında da muhafızlar. İkinci arabada şehzadeler, üçüncüde sefirler ve sonra diğer maiyet erkânı geliyordu. Böylece evvela Tuillerie Sarayı‘na gidildi. Burada Kraliçe Eugenie ve maiyeti erkânı hünkârı karşıladı. Takdim merasiminden sonra gene aynı ihtişamla padişahın kalması için ayrılan Elysée Sarayı‘na gelindi. Orada imparator veda ederek ayrıldı ve sultanı istirahate terk etti.
1867 birinci Paris sergisi ve bu maksatla yapılan Sergi Sarayı-Palais de l’Industrie’deki merasim aslında imparator III. Napolyon’un siyaset alanındaki başarısızlıklarını örtmek için yapılan bir tertip olduğundan Champs Elysée’de 687.000 dönümlük bir arazi üzerinde milyonlar sarfı ile kurulan bu saray o gün ihtişam içinde yüzüyordu.
20.000 kişilik oturacak yer vardı. Ve salon anfiteatr şeklinde tanzim edildiğinden merasimi herkes rahatça seyredebilecekti.
You may like
Malazgi̇rt Meydan Muharebesi̇ (26 Ağustos 1071-26 Ağustos 2025) 954. Yıldönümü
Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)
Rei̇si̇cumhur Hazretleri̇ni̇n Amasya Ve Tokat’ta Fevkalade İsti̇kballeri̇ [karşilanmalari] (24-25 Eylül 1924)
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÇİFTLİKLERİNİ HAZİNEYE BAĞIŞLAMASI
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMASI (20 MART 1923)
İstanbul’un Fethinin Kutlanması
Özel Günler ve Anlamları
Enver Paşa’nın Şehadeti (4 Ağustos 1922)

Published
2 ay agoon
Ağustos 5, 2025By
drkemalkocak
Giriş
Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla Enver Paşa [1] önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istemiştir. Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919- Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkan Enver Paşa, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Enver Paşa, Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçmiş, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Bolşeviklerin yardımı ile Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarını kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğramış, Bolşeviklerden umduğunu bulamamıştır.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Meydan Muharebesi’ni [23 Ağustos-13 Eylül 1921] kazanan Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız duruma gelmiştir. Bu safhadan sonra Anadolu’da ikilik çıkarmak istemeyen ve kendisi için de bir başarı şansı görmeyen Enver Paşa, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla Bakü’den Buhara’ya geçmiştir. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermektir. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişmiştir. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada şehit olmuştur.
Enver Paşa’nın; İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918’den, Ruslar tarafından şehit edildiği 4 Ağustos 1922’e kadarki dönemde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu, gelişmeleri değerlendirerek Anadolu’da devam eden Türk İstiklal Mücadelesi’ne zarar vermek istemediği söylenebilir. Enver Paşa’nın bu amacı, hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından anlaşılabilir. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, Enver Paşa’yı ve yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıdır.
Enver Paşa’nın hayatı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki amacının olduğu görülmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Enver Paşa, bu iki amaca ulaşmak için Türkçü ve İslâmcı politikalar takip etmiştir.
Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadelesi sırasında Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922‘de şehadet şerbetini içen Enver Paşa’yı ve arkadaşlarını minnet ve rahmetle anarım.
Enver Paşa’nın şehadetinin 103. yıldönümü münasebetiyle “Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652” künyeli eserde yer alan “ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR” başlıklı metin, Türk devlet ve hükümdarlık anlayışı, devlet adamlarının nitelikleri, “devlet adamlığı kumaşı”ndan nasiplenme gibi kavramların anlaşılması, taşınması, uygulanması gibi konularda “millî bilinç” kazanmak; bunun için de öncelikle “tarih bilinci”ne sahip olmak gerekliliğine katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.
***
ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR
1922 Temmuzunun sonunda, Doğu Buhara hareketlerinin neticesi, artık belli olmuştu. Doğu Buhara, daha önce de kaydettiğimiz gibi, artık fiilen işgal edilmişti. Duşenbe ve Baysun üzerlerinden güneye ve yanında kalan son maiyetiyle çekilen Enver Paşanın, Buhara-Afgan sınırını teşkil eden Penç nehrini bir noktada aşarak Afganistan’a geçememesi, Külap, Balcevan istikametinde Pamir dağlarına doğru doğuya dalışı, onların kurtulma imkânlarını da karartıyordu. Zaten karşı kuvvetlerin, daha ilk günlerden aldıkları emir, Enver Paşanın, yabancı bir ülkeye kaçmasını önlemekti. Bu suretle karşı tarafın bu hedefini, Enver Paşa, kendi hareketiyle, bir nevi kolaylaş tırmış oluyordu.
Artık çarpışmalar da fiilen kesilmişti. Enver Paşa, Abıderya köyünde, son karargâhını kurmuştu. Temmuz ayı bu sırada sona erdi.
***
Şimdi, 4 ağustos 1922 tarihindeyiz. Kurban Bayramının birinci günüdür. Gerçi köyde bayram namazı, bir tarih yanlışlığı ile bir gün önce kılınmıştı. Ama Kurban Bayramının ikinci günü de, hazin, ümitsiz, fakat duygulu kutlamalara sahne olur. Enver Paşa, maiyetinde kalanların, evin önüne toplanmasını ve onların bayramını kutlayacağım söyler. Toplanılır. Kalan askerlerine dualarını, tebriklerini bildirecek ve kendilerine birer miktar para verecektir. Asker başlarına ise, kendilerinin de bildikleri gibi, onlara sunacak bir şeyi olmadığını söyleyecek ve bu müşterek mücadelelerin hatırası olarak kendilerine, kendi mühür ve imzasıyle birer belge, hatta rütbeler verecektir.

Balcevan Beyi Devletment Bey de Enver Paşaya, altın ve gümüş işlemeli bir çapan yahut ipekli cübbe ile bir sarık hediye etmiştir. Hülasa herkes bu hüzünlü Kurban I3ayramının havası içindedir. Çünkü bilinir ki bu günler, artık son beraberlik günleridir. Arkadan ve çevreden ise düşman ilerler. Doğudaki Pamirler yol vermez karlı dağlardır. Bir gün önce kesilen kurbanların toprağa akan kanları, hala tazedir.
İşte tam bu tören sırasındadır ki doğuda, vadinin Dere-i Hakiyan kısmı ile Çegan tepesi istikametinden silah sesleri gelir. Bu bir baskındır ve tören yerindeki kalabalık, baskıncıların makineli tüfek ateşleri altında eriyebilir.
İşte o anda Enver Paşa, hemen atına atlar. Dört beşi Osmanlı Türklerinden olmak üzere 25 kadar atlı, hemen onu takip ederler. Doğu ÇEgan tepesine yönelinir. Çegan, Abıderya Suyunun kuzey sırtlarına düşer. Altta, Dere-i Hakiyan vadisi uzanır. Çegan, Balcevan’a (yahut Belh-i Ccvan) 15 kilometre kadar doğudadır. Tepede mevzilenmiş ve makindi tüfekleri bulunan bir düşman müfrezesine karşı aşağıdan, vadiden ve ancak atlar üstündc çekilmiş kılıçlarla, azlık bir nevi fedai süvari grubunun saldırıya geçişinin sonu bellidir. Ama Enver Paşa en öndedir. Atını yıldırım gibi sürer. Kılıcıyle havayı yararak koşar. Yanındakiler de ondan geri kalmazlar.
Bir Kumandanın, bir Başkumandanın bir baskın müfrezesine karşı en önde ve atla, kılıçla karşı çıkışı askeri savaş usullerine sığmaz. Ama burada artık askerlik değil, yolun sonu, son hamle ve beklenen sonu arayış konuşacaktır. Bu son ise ölüm ve şehadettir. . .
Onun içindir ki bu saldırıda hesap, mantık ve nefsini koruma endişesi yoktur. Burada dile gelen. 1908 Haziranında Selaniğin Vardar kapısından tek başına Makedonya dağlarına çıkarken:
“Bir gün bana da bir kurşun isabet edecek ve cesedim, bir çukura atılacaktır.”
diyebilen adamın, kaderiyle son ve toptan hesaplaşmasıdır. 1908 Haziranında açılan defterin, artık dürülüşüdür…
Çünkü şimdi, bütün yollar kapalıdır ve 1908’dc Makedonya dağlarında başlayan serüven, artık Himalaya dağlarının kuzey silsilelerini teşkil eden Pamir eteklerinde, yiğitçe sona erecektir.
Öyle de olur. Çegan tepesinde ve Kulikov kumandasında ateş saçan mitralyözlerin üzerine, yalın kılıçlarla hücum eden bu 25 kadar süvarinin akıl almaz saldırısı, karşı tarafta, hatta şaşkınlık da yaratır. Bu kılıçların altında yaralananlar, teslim olanlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur bile. Ama ateş kesilmez ki. Daha arkadaki ikinci mitralyöz, ateşini, huzmesini en önde ilerleyenlerin üzerinde yoğunlaştırır. Bunların en önünde de, Enver Paşa vardır. Böylece, çağdaş Mitralyöz, Ortaçağın ünlü silahı olan Kılıcı yener. Enver Paşa vurulur. Atından düşer. Onunla beraber diğerleri de yerlere serilirler. Paşanın kır atı Derviş, bütün bu tür sahnelerde olduğu gibi, efendisinin başucundadır. Ama mitralyözün şeritleri ateşlerini kusmaya devam ederler. Derviş de önce ön iki ayağı üzerine çöker. Sonra yana devrilir. O da nefesini vermiştir.

Çegan tepesine arkadan kalabalık yardımcılar gelemez. Abıderya panik içindedir. Ama Doğu Buhara Beylerinin en vasıflısı, en sadık olanı ve en yiğidi olan Balcevan Beyi Devletment, köye biraz geç yetişmiştir. Paşasının Çegan’a saldırdığını öğrenince, hemen atına atlar. Son sahneye yetişir. Ve Devletment Beyin de cesedi, bu tepede, Paşasının biraz berisinde toprağa serilir.
Başlangıcını kim bilir hangi günlerden ve belki de ta Makedonya dağlarından aldığımız Enver Paşa Dramının son perdesi, işte böyle kapanır.
Çağı, çağın akımlarını, realiteler ve şartlarla imkânlar arasındaki bağıntıları, hiç şüphe yok ki, gereği gibi değerlendirememişti. Formasyonu, bu ölçülere göre değildi. Ders kitapları dışında kitaplar okumanın yasak olduğu, harp ve kurmay okullarından çıkmış, ayağını ordu saflarına atar atmaz da kendini, Makedonya’nın çete savaşları içinde bulmuştu. Ondan sonra okumaya, genel dünya görüşlerini tamamlamaya, elbette ki fırsat bulamadı.
1908 ihtilalinde yıldızlaşınca kendini, askerlikle beraber siyaset işlerine de verdi. Harpler, harpleri kovaladı. Daha 34 yaşındayken, bir Dünya Harbine karışan İmparatorluğun Tek Adam’ı, en ağır sorumlusu ve İmparatorluğun, kader tayin edici son mücadelesinin Başı ve İdarecisiydi.
Makedonya dağlarında serüveni, yiğitçe başlamıştı. Orta Asya’nın Pamir dağları eteklerinde de, yiğitçe bitti. Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanıydı. Talihine ve nefsine ölçüsüz inanışını, onun neslinin ve kendine benzer insanların, ruh vasıflarına vermelidir.
Enver Paşayı ve serüvenini, akıl ve mantık kriterleri ile değil, bu ruh vasıflarının ve kendilerini yetiştiren şartlarla, kendilerini verdikleri hayal ve ümitlerin ölçüleri ile muhakeme etmek, şüphe yok ki en doğrusudur.
***
Pamir Eteklerindeki Mezar
Çegan tepesindeki Kızılordu baskıncıları, geniş bir hareket için hazırlıklı değildiler. Atlarına atlayıp onlara kılıçları ile saldıran Enver Paşa ve 25 kadar süvarisi için de bu saldırı, bir zafer vaat edemezdi.
Nitekim karşı taraf mitralyözlerini işletince, mühacimler hızla eridi. Geriye dönebilen bir veya birkaç kişiden karargâha, ancak Paşanın ve arkadaşlarının şehadeti haberi geldi.
Ama Karargâh da panik içindeydi. Bayram töreni için gelenlerin her biri bir tarafa dağılmıştı. Bu sebeple, Çegan tepesine doğru takibe geçilemedi. İşin bir talihsizliği de, orada şehit olanların cesetlerinin, düşman elinde kalmasıydı. Bu büyük teessür yarattı. Ama ne Çegan altındaki Dere-i Hakiyan vadisine, ne de Çegan tepesine gidilemedi. Derin bir matem havası, Abıderya karargâhı ile çevreleri sardı.
Karşı tarafa gelince? Onlar, kendilerine kalan baskın sahasını dolaştılar. Ölüler yerlere serilmişlerdi. Ama bunların içinde biri, kıyafeti ile dikkati çekiyordu. Ayaklarında, bağlı Alman botları vardı. Külotu yerliler gibi değildi. Göğsünde dürbünü, başında yerlileri andırmayan kalpağı, Osmanlı Subaylarınınkini andıran göğüsten ilikli haki ceketi onları şüphelendirdi. Göğsünden bir Kur’an çıkmıştı. Kılıcı başka türlüydü ve cebinde, henüz tamamlanmamış bir mektupla, bazı evrak vardı.
O zaman müfreze Kumandanı Kulikof, bu eşyanın alınmasını emretti. Bunları muayene için Taşkent’e gönderecekti. Meçhul süvari, yedi yara almıştı. Atından düşünce, hafif sağa doğru yatmıştı. 40 yaşlarında kadardı ve yerlilere benzemiyordu.
Enver Paşanın cesedi soyuldu. Ama kanlı çamaşırları üstünde bırakıldı. Ve cesetlerle savaş alanı olduğu gibi terkedildi. Bolşevik müfrezesi çekildi. Böylece Enver Paşanın cesedi, iki gün, Dere-i Hakiyan üzerinde, Çegan topraklarında kaldı. Fakat iki gün sonra, dağlardan inen bir köy imamı, Enver Paşanın cesedini tanıdı. Koşarak Abıderya’dakilere haber verdi. Enver Paşanın cesedinin bulunuşu ve düşman elinde kalıp götürülmeyişi de, çevrede bir nevi teselli uyandırdı. Hemen bir süvari grubu, oralara koştular, Enver Paşanın, Devletment Beyin ve diğer şehitlerin naaşları Karargâha getirildi.
Paşanın naaşının bulunuşu etrafa yayılınca, Abıderya karargâhı ve köyü, binlerce insanın akınına uğradı. Kurban Bayramını oradaki yanlışlık dolayısıyle dördüncü ve gerçekte üçüncü günüydü.
Enver Paşayı ve şehitleri, Abıderya Suyu kenarında ve vadisindeki Abıderya köyünde, bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Enver Paşa artık toprağa verilmişti. Makedonya dağlarında Hürriyet Kahramanı Enver Beyle açılan perde, Orta Asya’nın, Pamir eteklerindeki Abıderya köyünde kapanmış ve dram bitmişti…
Taşkent’e gönderilen eşya incelenince, bunların Enver Paşaya ait olduğu, tabii kolaylıkla tespit edildi. Şimdi onun botları, elbisesi, kılıcı, Kur’an’ı ve dürbünü ile diğer parçalar, Moskova’da, Askeri Müze’de, bir vitrin işgal ederler. . .
Paşanın arkadaşlarından Miralay (Albay) Ali Rıza Bey, Enver Paşanın Naibi (Vekili) olarak son vazifeleri tamamladı. Bu arada ilk ve en önemli vazife, tabii, bir Ölüm veya Şehadet Protokolü ile olayı tespit etmek, tarihe mal etmekti. Burada biz, bu Şehadet Protokolü nün fotokopisini de veriyoruz. [2]

***

Enver Paşa’nın Naaşı Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilerek 4 Ağustos 1996’da İstanbul Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Defnedilmiştir
“Enver Paşa’nın naaşı 3 Ağustos 1996 tarihinde Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek bir gün sonra Türkiye’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in katıldığı birinci sınıf askeri törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Mahmut Şevket Paşa, Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi eski mücadele arkadaşlarının yanında toprağa verilmiştir. Bu törene birçok üst düzey devlet görevlisi ve Enver Paşa’nın yakınları (torunları Arzu Enver Sadıkoğlu, Neşe Mayatepek ve Nilüfer Ünlü gibi) katılmıştır.

Süleyman Demirel törende yaptığı konuşmada Enver Paşa hakkında şunları dile getirmiştir: “Enver Paşa hatasıyla sevabıyla yakın tarihimizin önemli bir simasıdır. Tarihin geçmişte kalan olayları yargılayıp doğru kararlara varacağından şüphemiz yoktur. Enver Paşa gerçek bir vatansever, milliyetçi idealist çok dürüst bir askerdir. Enver Paşa Türk halkının gözünde bir kahramandır. Milletimizin bu duygusuna gösterdiğimiz saygının bir nişanesi olarak Tacikistan’daki kardeşlerimiz tarafından mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen Enver Paşa’yı oradan alıp bu tarihi mekâna, Hürriyet-i Ebediye Tepesine kendi arkadaşlarının yanına getirmiş bulunuyoruz. Böylece Enver Paşa’nın vatan hasreti ve sürgün süresi son bulmaktadır.” Törene Devlet Bakanı sıfatıyla katılan Abdullah Gül ise Enver Paşa’nın yakın tarihimizde önemli rol oynamış bir Türk askeri olduğunu belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ömrü boyunca çok önemli olaylara ve kararlara şahit olmuş Enver Paşa’nın naaşını Tacikistan’dan İstanbul’a nakletmiş bulunuyoruz. 74’üncü ölüm yıl dönümüne yetişmesi için bütün kurumlarımız gayret göstermiştir. Asya’da bütün Müslüman ve Türk yurtlarını birleştirip, bu ülkü uğruna savaşırken binlerce kardeşimizle şehit olmuş bir komutanımızdır.” [3]
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/666/Enver-Pa%C5%9Fa-(1882-1922)
[2] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652
[3] Fahri Türk, “Enver Paşa’nın Naaşının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilişinin Türk Basınında Yansımaları”, Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17 Kış 2015, s. 74-75

(20 Temmuz 1974 1. Harekât-14-16 Ağustos 1974 2. Harekât)
[Kıbrıs Barış Harekâtına karar veren Başbakan Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı, harekâtı gerçekleştiren asker ve mücahit şehitlerimizi, Kıbrıs Türk Mücadelesinin lideri Dr. Fazıl Küçük ve Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı da minnet ve rahmetle anarım.
Gazilerimizin sağlık, mutluluk ve huzurlarının daim olmasını dilerim.
51. Yılında Barış Harekâtı ve Kıbrıs Türklerinin Barış ve Özgürlük Bayramı kutlu olsun! ]


1. Tarihsel Arka Plan
Kıbrıs Adası’nın Konumu ve Önemi:
Doğu Akdeniz’de, Anadolu’nun güneyinde stratejik bir adadır. Osmanlı İmparatorluğu tarafından Venedik’ten Limasol (2 Temmuz 1570), Tuzla (3 Temmuz 1570), Girne 9 Temmuz 1570), Lefkoşe (9 Eylül1570) ve nihayet Magosa (6 Ağustos 1571) birbiri arkasından fethedildi. Kıbrıs adası, 1571’den 1878’e kadar Osmanlı hâkimiyetindeydi. 1878’de İngiltere’ye devredildi, 1914’te İngiltere tarafından ilhak edildi.
Adanın nüfusu büyük çoğunlukla Rum Ortodoks ve azınlık olarak Türk Müslüman topluluklarından meydana geliyordu.
Tarihsel coğrafya açısından Kıbrıs, Anadolu, Suriye ve Mısır’a hâkimiyet sağlayan deniz yollarının merkezindedir. Bu jeopolitik konum, ileride yaşanacak çatışmanın temel sebeplerinden biridir.

Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:
Ada halkı Osmanlı döneminde “millet sistemi” kapsamında barış içinde yaşamıştır. İngiliz sömürge döneminde milliyetçilik fikirleri yayılmıştır. Rum toplumunda Enosis (Yunanistan’a bağlanma) ideali yükselmiştir. Türk toplumu ise buna karşı Taksim (adanın ikiye bölünmesi) fikrini savunmaya başlamıştır.
Bu süreç, toplumsal kimliklerin keskinleşmesine ve iki toplum arasında güvensizlik ve şiddet sarmalının gelişmesine zemin hazırlamıştır.
2. Harekât Öncesi Gelişmeler
1950’ler ve 1960’lar:
1950’li yılların ortalarından itibaren Kıbrıs’ta Rum milliyetçiliği ve Enosis fikrini, silahlı bir örgüt olan EOKA tarafından şiddet yoluyla gerçekleştirme çabaları başladı. EOKA Rum örgütü (lideri Georgios Grivas) İngilizlere karşı silahlı mücadeleye girişti.
Bu süreçte Türk toplumu, can güvenliği ve siyasal hakları için örgütlenme ihtiyacı hissetti. 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adlı savunma örgütünü kurdu.
11 Şubat 1959 Zürih ve 19 Şubat 1959 Londra antlaşmaları neticesinde 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Garantör ülkeler: Türkiye, Yunanistan, İngiltere. Cumhurbaşkanı Makarios, yardımcısı Türk lider Fazıl Küçük oldu.

Anayasal düzen, 1963’ten itibaren Rumlar tarafından zorlanmaya başlandı. Türklere yönelik saldırılar başladı (Kanlı Noel). 21-26 Aralık 1963’te Lefkoşa’da başlayan ve Kıbrıs’ın birçok yerine yayılan saldırılar, Kıbrıs Türk halkına karşı gerçekleştirilen organize şiddet dalgalarının en dramatik örneğidir. Bu olaylar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu yapısının fiilen çökmesine ve adanın ilerleyen yıllardaki bölünmesine zemin hazırlamıştır.
1974’e Giden Yol:
Yunanistan’daki cunta yönetimi (Cunta lideri Dimitrios Ioannidis) Enosis’i gerçekleştirmek için Makarios’a karşı darbe düzenledi (15 Temmuz 1974).
Darbe sonrası, Makarios yerine Nikos Sampson getirildi. Bu durum, Kıbrıs’taki Türk toplumunu tamamen yok olma tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

3. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Seyri (Anı)
20 Temmuz 1974 – 1. Harekât:
Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak askeri müdahaleye başladı. Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan idi.
Askerî harekâtın temel amacı:
Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak,
Ada’daki anayasal düzeni yeniden tesis etmek.
Ateşkes ve Görüşmeler:
22 Temmuz’da ateşkes ilan edildi. Cenevre görüşmeleri başladı ancak Yunan cuntasının ve Kıbrıslı Rumların taviz vermemesi sebebiyle ikinci harekât gündeme geldi.
14–16 Ağustos 1974 – 2. Harekât:
Türk ordusu adanın yaklaşık %37’sini kontrol altına aldı. Girne – Lefkoşa hattı kuzeyde Türklerin kontrolüne geçti.

4. Harekât Sonrası ve Sonuçlar
Kıbrıs Türk Federe Devleti (1975):
13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi.
Uluslararası Tepkiler:
BM, Türkiye’yi işgalci olarak nitelendiren kararlar aldı. Ancak Türkiye, garantörlük hakkına ve Kıbrıs Türk halkının meşru savunmasına atıf yaptı.
ABD, İngiltere ve Avrupa ülkeleri Türkiye’ye karşı ambargo ve yaptırımlar uyguladı (özellikle ABD silah ambargosu).
Sosyal ve Kültürel Sonuçlar:
Ada iki toplumlu olarak kesin biçimde ayrıştı.
Güney’de Rumlar, kuzeyde Türkler kaldı; nüfus mübadelesi yapıldı.
Kıbrıs Türkleri, Türkiye ile daha yoğun kültürel ve ekonomik bağ kurdu.
Ekonomik Sonuçlar:
Kıbrıs Türk ekonomisi başlangıçta zorlandı ancak Türkiye’nin yardımlarıyla yeniden inşa edildi.
Güney’de turizm ve ticaret devam ederken, kuzeyde yeni ekonomik modeller geliştirildi.
Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:
Kimlik temelli ayrışma kalıcı hale geldi.
İki toplumun sosyolojik yapısı da değişti; kuzeyde Anadolu’dan göçler, güneyde AB uyum/bütünleşme süreçleri başladı.
5. Taraflar ve Kilit Kişiler
Taraf | Liderler | Rolü |
Türkiye | Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan | Garantör ülke, askeri harekâtı yönetti |
Kıbrıs Türkleri | Rauf Denktaş, Fazıl Küçük | Toplum liderleri, direnişi örgütledi |
Yunanistan Cuntası | Dimitrios Ioannidis | Darbeyi yönetti, Enosis’i destekledi |
Kıbrıs Rumları | Makarios (devrildi), Nikos Sampson | Rum toplumunun liderleri |
İngiltere | Garantör ülke, tarafsız kaldı | Üslerini korudu, doğrudan müdahale etmedi |
6. Sebep ve Sonuçlar Tablosu
Sebepler | Sonuçlar |
Enosis ideali, Rum milliyetçiliği | Kıbrıs Cumhuriyeti’nin fiilen bölünmesi |
Yunan cuntasının darbesi | Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanması |
Türk toplumuna yönelik saldırılar | Kuzey’de Türk varlığının güvence altına alınması |
Uluslararası güçlerin pasifliği | BM’de çözümsüz süreçlerin başlaması |
7. Siyasi, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Boyutlar
Siyasi:
Harekât, Türkiye’nin dış politikasında önemli bir dönüm noktasıdır. Kıbrıs’ta iki kesimli fiili durum yaratılmış, federal çözüm müzakereleri 50 yıldır sürmektedir.

Sosyal:
Kıbrıs Türk toplumu kendi yönetim yapısını oluşturmuş, Rumlarla sosyal temas azalmış, iki toplum birbirinden izole yaşamaya başlamıştır.
Kültürel:
Kuzey’de Türkiye kültürü baskın hale gelirken, Rum tarafı Avrupa kültürüyle bütünleşmiştir. Ortak Kıbrıs kültürü parçalanmıştır.
Ekonomik:
Ambargolar sebebiyle kuzeyde ekonomik sıkıntılar yaşanmış ancak Türkiye’nin desteğiyle tarım, eğitim ve hizmet sektörlerinde gelişmeler olmuştur.
8. Tarihsel Coğrafya Açısından
Kıbrıs’ın kuzeyi (Lefkoşa-Girne-Mağusa hattı) Türkiye’ye yakın, askeri açıdan stratejik ve deniz yollarını kontrol eden bir bölgedir. Güneyi (Limasol-Larnaka) daha çok turizm ve ticaret merkezidir. Bu coğrafi yapı, bölünmenin kalıcılığını etkilemiştir.
9. Tarihsel Sosyoloji Açısından
Kıbrıs meselesine, etnik kimliklerin çatışması, sömürge sonrası devletlerin kırılganlığı ve garantörlük sisteminin zayıflığı üzerinden bakılabilir.
Adada iki toplumun bir arada yaşamasının önündeki engeller:
Ortak tarih bilincinin olmaması,
Siyasal liderlerin milliyetçi söylemleri,
Uluslararası aktörlerin çıkar çatışmalarıdır.
Sonuç:
Kıbrıs Barış Harekâtı sadece askeri bir operasyon değil, aynı zamanda bir toplumun varlığını koruma mücadelesi, bir uluslararası hukuk meselesi ve bir jeopolitik kırılma noktasıdır.


29 Mayıs 2025, bugün İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te fethinin 572. yıldönümüdür. Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğuna son verip yeni bir çağ açan bir ecdada sahip olmak ayrı bir mutluluk kaynağıdır.
Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devletine hizmet etmiş devlet adamlarımızı, ilgili kurum ve kuruluş mensuplarını rahmet ve minnetle anarım.

Osmanlı’da İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenleri, 1910 yılından itibaren yapılmıştır. 1914 yılında çok muhteşem bir kutlama töreni gerçekleştirilmiştir. Ancak İstanbul’un Fethi, günümüzde olduğu gibi Miladi 29 Mayıs’ta değil, Rumi 29 Mayıs’ta kutlanmıştır. Bu durumda törenlerin gerçekleştirildiği tarih Rumi 29 Mayıs günü, Miladi olarak 11 Haziran’a denk gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İstanbul’un fethi kutlama törenleri, 11 Haziran’da yapılmıştır. [1]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde fethin yıldönümü kutlama törenlerine, 29 Mayıs 1953 günü İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümünde, Topkapı surları dışında, Ulubatlı Hasan’ın şehit düştüğü burcun karşısında, Fatih’in otağını kurduğu yerde, Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın konuşmasıyla başlanmıştır.
Törenlerde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar yoktur. Bayar, tam da o gün, İzmir’e NATO Karargâhını ziyarete gitmiş ve orada bulunan Türk Birliği’ni denetlemiştir. İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenine kısa bir mesaj göndermekle yetinmiştir.
Başbakan Adnan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme törenlerine gitme hazırlığı içinde olduğundan kutlama törenine gelmemiştir. Menderes, törenler bittikten sonra İstanbul’a gelmiş ve buradan Londra’ya hareket etmiştir. [2]
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakan seviyesinde, böylesine önemli bir kutlama törenine katılmayışının altında ise Türk-Yunan dostluğunun zedelenmemesi görüşünün yattığı ileri sürülebilir/düşünülebilir…
Türk tarihi bir bütündür. Bu bütünlük; “Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla bağlılık” ilkeleri ve anlayışı çerçevesinde yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu anlayışla İstanbul’un Fethi kutlanırken İstanbul’un nasıl fethedildiği, İtilaf devletlerince İstanbul’un 13 Kasım 1918’de fiilen ve 16 Mart 1920’de resmen niçin ve nasıl işgal edildiği [3], İstanbul’un 6 Ekim 1923’de İtilaf devletlerinin işgalinden nasıl kurtulduğu/ikinci defa fethedildiği [4] birlikte/tarihi bütünlük anlayışı ile incelenmeli ve değerlendirilmelidir.
DİPNOTLAR
[1] Tanin gazetesi, 12 Haziran 1914, No: 1995, “Büyük Bir Devr-i Senevi: İstanbul’un Zaptı“, s.1, sütun: 3-5; 13 Haziran 1914, No: 1996, “Büyük Fatih’in Türbesi Huzurunda”, s.1, sütun: 4-6, s. 2, sütun: 1-3; Vahdettin ENGİN, “İstanbul’da Müstesna Bir Gün”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 65-67
[2] Ertan ÜNAL, “1953’te Neler Yaşandı?”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 68-73
[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-isgali/
[4] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-kurtulusu/
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]