Connect with us

Özel Günler ve Anlamları

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMASI (20 MART 1923)

Published

on

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde; uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplar hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce  [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE],  Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Konya’yı beşi cumhuriyetin ilanından önce, yedisi ilan edildikten sonra olmak üzere on iki defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Konya’ya ilk defa 3 Ağustos 1920’de, Konya ve çevresinde Kuvay-ı Milliye’ye karşı bazı olumsuz hareketlerin meydana geldiğini öğrenmiş ve Konyalılarla görüşmek ve halkı aydınlatmak için trenle Afyon üzerinden gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda Konya ziyareti 20-23 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 3-13 Ocak 1925’te olmuştur. Bunu, 17 Ekim 1925, 18 Mayıs 1926, 18 Şubat 1931, 25 Ocak 1933, 6 Şubat 1934 ve 7 Ocak 1937’deki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 20-23 Mart 1923’teki Konya seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMASI”nın, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 26 Mart 1923 tarihli ve 773 sayılı nüshasında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevrilerek sunulmuştur.

***

Eskişehir: 24 – Gazi Paşa Hazretleri Konya’daki ikinci nutuklarını Türk Ocağı’nın çay ziyafetinde irat buyurdular. Konya Türk Ocağı Reisi Süreyya Bey tarafından kısa fakat azametli bir nutuk irat edilmiş ve Gazi Paşa’nın inkılabındaki ulvi himmeti üzerinde ısrar edilerek hu milletin asırlardan beri taçlı ve taçsız birtakım eşhasın  [şahısların] esir ve eciri  [hizmetçisi] olarak yaşadığı, bundan kurtulmak için kendisine yol gösteren olmadığı, nihayet bu çıkmaz yola Millet Meclisi’nin başında bulunan Gazi Paşa’nın bir nihayet verdiği, yapılan mesut inkılabın neticesine kadar icap ederse gençliğin canını vermekte Paşa’nın küçücük bir işaretiyle tereddüt etmeyeceği, harpte olduğu gibi bu sahada da kanını akıtmaktan çekinmeyeceği bildirilmekte idi. Bu nutka Gazi Paşa Hazretleri aşağıdaki heyecanlı ve kudretli hitabe ile mukabelede bulundular  [karşılık verdiler]:

Muhterem gençler,

Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden ve izhar olunan  [gösterilen] muhabbet ve emniyetten dolayı Ocak azası kiramına  [değerli Ocak üyelerine] sureti mahsusada  [özel olarak] teşekkür ederim.

Arkadaşlar, hakikaten bu millet asırlarca kendi arzusu hilafında, milletin amal [emelleri] ve menafi [menfaatları] hilafında olarak sevk ve idare edilmiş, millet hiçbir devrei tarihiyede [tarihi devrede] meftur olduğu [yaratılışındaki] kabiliyeti inkişaf ettirecek [geliştirecek] sahai mesaiye [mesai sahasına] malik [sahip] olamamıştır. Ve bu ademi mazhariyet [mazhar olamamak] yüzünden birçok felaketlerin zebunu kalmıştır [altında ezilmiştir]. O acı felaketler, milleti mevte [ölüme] kadar isal edebilecek [götürebilecek] mahiyeti haizdi [mahiyetteydi]. Şayanı teşekkür [teşekküre değerdir] ki, en son ölüm darbeleri millette en hayati intibahları [uyanışları] tevlide medar [doğurmaya vesile] oldu. Ancak o sayededir ki, üç buçuk dört senedir milletin hemahenk [ahenkli] mesaisi neticesindedir ki, millet cümlemizi [hepimizi] memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan muzafferiyete [zaferlere], muvaffakiyete [muvaffakiyetlere] ve tevfikiyete [Allah’ın yardımlarına] mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu intibaha [uyanışa], bize kendimizi bulduran bu hakiki teyakkuza [uyanıklığa] daha evvel sahip bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selametimiz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son badirelere düşmeyerek dünyanın en bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek derecei medeniyette [medeniyet derecesinde], en parlak mertebei kemalde [olgunluk mertebesinde], en şanlı şeref ve ikbalde [talihte] iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darabatı [darbeleri] karşısında kendi benliklerini bularak o darabatı [darbeleri] geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki intibaha [uyanışa] bedel, çok derin gafletler içinde dalıp gelmişizdir.

Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin

bugünkü muzafferiyatı [zaferleri] pek parlak olmakla beraber, henüz milletimizi hakiki halasa [kurtuluşa] mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz, zaferi istihsalde [kazanmakta] olduğu gibi aynı himmetle [gayretle], aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki asıl gayeye vasıl olacağız [ulaşacağız]. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan esbap ve gavamili [sebepleri ve etkenleri] tahlil etmek, meydana çıkarmak, unutmamak lazımdır. Bu hakayıkı [hakikatleri], vicdanı milletin [millet vicdanının] kulağına isal etmek [ulaştırmak], bu hakayıkı milletin vicdanına iyice hak etmek [kazımak] için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lazımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan esbabı mütenevvia [türlü sebepler] arasında hakiki noktayı bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletlerimizin sebebi katiyesi [kati sebebi] zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan mürekkep [meydana gelen] cemiyetler her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, sakim [hasta], sahif [bozuk] olan bir heyeti içtimaiyenin [toplumun] bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslâm âleminin cemiyeti içtimaiyesinde [toplumlarında] hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, şarktan garba [doğudan batıya] kadar İslam memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zinciri esaretine [esaret zincirine] geçmiştir.

Bu fikrimi izah etmek arzusuyla biraz daha tafsilat vermek isterim. Cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Cenabı Peygamber ahkâmı nususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif akvam [kavimler] vardı. Dini İslam’ı [İslam dinini] bütün beşeriyete [insanlığa] kabul ettirmek için fisebilillah seyf eden [kılıç çeken] mücahidini Arap [Arap mücahitleri], asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli mazilerine ve ırkı ananelerine sahip birçok akvamı [kavimleri], Türkler, İraniler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi akvamı az zamanda dairei İslamiyet’e [İslamiyet dairesine] aldılar. Yine fennen, ilmen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca, devleti bütün esasatıyla [esaslarıyla] takbil [kabul] etmekte, hazmetmekte, duçarı müşkülat oluyor [müşkülata uğruyor]. Daima uzun bir mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor, daima asırlık medeniyetinin kendi bünyei içtimaiyesinde [toplumsal bünyesinde] takarrür ettirdiği itiyadane [yaşattığı alışkanlıklara], itikadata merbut [inançlara bağlı] kalıyor ve böyle her yeni bir şeyi alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esasatıyla [esaslarıyla] kendinde mevcut eski esasatın mezcedildiğini [karıştırıldığını] görüyoruz. Bu kaidei tabiiye [tabii kaide] kabulü İslam eden [İslam’ı kabul eden] milletlerde de aynen tecelli eyledi. Dini mübini İslam’ın çok ulvi, çok kıymetli esasat ve hakayıkını [esaslarını ve hakikatlerini] bu milletler olduğu gibi almamakta muannit bulundular [inat ettiler]. İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde mahsulü mazi [mazinin mahsulü] olan adatı sakime [hastalıklı adetler] bir zaman için kendini göstermeye ve ikaı nüfuzda [nüfuz etmede] muktedir olamamışsa da, biraz sonra hakayıkı İslamiyeye [İslam’ın hakikatlerine] temessük [sarılmaktan], esasatı İslamiyeye tevfiki harekât etmekten [İslam’ın esaslarına hareketlerini uydurmaktan] ziyade mazinin murusanından [miraslarından] olan adat [adetleri] [1] ve itikadatı [inançları] dine karıştırmaya başlamışlardır.

Bu yüzden cemiyeti İslamiyeye [İslam cemiyetine] dâhil birtakım kavimler İslam oldukları halde sükûta [düşüşe], sefalete, inhitata [çöküşe] maruz kaldılar. Mazilerinin sakim [hastalıklı] ve batıl itiyadat [alışkanlıkları] ve itikadatıyla [inançlarıyla] İslamiyet’i teşevvüş [karıştırdıkları] ettikleri ve bu suretle hakikati İslamiyeden [İslamın hakikatlerinden] uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.

Bu akvamı İslamiyetin [İslam kavimlerinin] içinde bizim milletimiz olan Türkler ananat ve teamülü milli [milli ananeler ve teamül] itibariyle sakim [hastalıklı] şeylere malik [sahip] değillerdi. Türk ananatı içtimaiyesinin [toplumsal ananelerinin] pek çoğu hakikati İslamiyeye [İslamın hakikatine] mutabık [uygun] ve yakındı. Lakin Türkler bulundukları saha, yaşadıkları menatık [bölgeler] itibariyle bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle hali temasta [temas halinde] idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise tefessühe [çürümeye] başlamıştı. Türkler bu milletlerin sakim adatından [hastalıklı adetlerinden], fena cihetlerinden [yönlerinden] müteessir olmaktan [etkilenmekten] meni nefis edememişlerdir [kendilerini koruyamamışlardır]. Bu hal kendilerinde müşevveş [karışık], gayri ilmi [ilmi olmayan], gayri insani [insani olmayan]  zihniyetler tevlidinden [doğurmaktan] hali [geri] kalmamıştır. İşte sükûtumuzun [düşüşümüzün] belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.

Yine biliyorsunuz ki, İslam âlemine dâhil cemiyat [cemiyetler] ve âlemi Hristiyaniyet [Hristiyan âlemi] kitleleri arasında birbirini gayri kabil afv [affedilemez] gören bir husumet [düşmanlık] mevcuttur. İslamlar Hristiyanların, Hristiyanlar İslamların ebedi düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp nazarıyla [gözüyle] baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve husumetle yaşadı. Bu husumetin [düşmanlığın] neticesidir ki, İslam âlemi Garb’ın her asır bir şekil ve renk nevin [yepyeni bir şekil ve renk] alan terakkiyatından [ilerlemelerinden] uzak kalmıştı. Çünkü ehli İslam [İslam ehli] o terakkiyata [ilerlemelere] ademi tenezzüllah [tenezzül etmeksizin], nefretle bakıyordu. Aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlığın ilcasıyla [zorlamasıyla] İslam âlemi silahını bir an elinden bırakmak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahlı bu işgali daimi [daimi meşguliyet], hissi husumetle [düşmanlık hissiyle] Garb’ın müceddatına [yeniliklerine] ademi iltifat [iltifat etmemek], inhitatımızın [düşüşümüzün] esbap ve avamilinden [sebeplerinden ve etkenlerinden] diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa münevveranımızın [aydınlarımızın] çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazarı itibare alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar terakki edemeyişimizin [ilerleyemeyişimizin], en son kademede kalışımızın, unutmayalım, memleketimizin baştanbaşa bir harabe oluşunun sebebi aslisidir [asli sebebidir]. İnhitatımızın [düşüşümüzün] bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden mürekkeptir [meydana gelmektedir]. Biri ekseriyeti [çoğunluğu] teşkil eden avam, diğeri ekalliyeti [azınlığı] teşkil eden münevveran [aydınlar]. Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyeti azime [büyük çoğunluk] başka hedefe, münevver [aydın] denen sınıf başka zihniyete maliktir [sahiptir]. Bu iki sınıf arasında zıddıyeti tamme [tam zıtlık], muhalefeti tamme [tam muhalefet]vardır. Münevveran kitlei asliyeyi [asli kitleyi]  kendi hedefine sevk etmek ister, kitlei halk ve avam [halk ve avam kitlesi] ise bu sınıfı münevvere [aydın sınıfa] tabi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıfı münevver [aydın sınıf] telkinle, irşatla kitlei ekseriyeti [çoğunluk kitlesini] kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül eder [başvurur]. Halka tahakküme ve tecebbüre [zor kullanmaya] başlar; halkı istibdatta bulundurmaya kalkar. Artık burada asıl tahlili noktaya geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden?

Arkadaşlar,

Bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir intibak [uygunluk] olmak lazımdır. Yani sınıfı münevverin halka telkin edeceği mefkûreler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur. O münevverlerin telkinleri, milletimizin amiki ruhundan [ruhunun derinliğinden] alınmış mefkûreler midir?

Şüphesiz hayır, münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibariyle şu hatamız da vardır ki, tedkikat ve tetebbuatımıza [incelemelerimize ve araştırmalarımıza] zemin olarak alelekser [çoğunlukla sahip] kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz. Münevverlerimiz, milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye [teori] hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı esbap ve şerait [sebepler ve şartlar] birini mesut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından [keşiflerinden], terakkiyatından [ilerlemelerinden] istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.

Milletimizin tarihini, ruhunu, ananatını [ananelerini] sahih [doğru], salim, dürüst bir nazarla [gözle] görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hala ve hala münevveranımızın [aydınlarımızın] gençleri arasında halk ve avama tetabuk [uygunluk] muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki tetabuku [uygunluğu] tevlit etmek [gerçekleştirmek] lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil etmesi [çabuklaştırması], biraz da münevverlerin çok hızlı gitmemesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade münevverlere aydınlara teveccüh eden [düşen] bir vazifedir.

Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında [beyinlerinde] iyice takarrür ettirmeli [kararlaştırmalı], onları halk tarafından iyice kabili hazm [hazmedilebilir] ve kabili kabul [kabul edilebilir]  bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümit varım ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü elim [acı] dersler, yakın senelerin en kesif [yoğun] vakayi [vakalar] ile meşbu [dolu] oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla vakayin şahidi, binaenaleyh [dolayışıyla] gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç misli nispetinde vakaya şahit olduğu için, her gencimizi üç misli yaş sahibi addedebilir [sayabilir], onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli telakki [kabul] eyleyebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek faal, memlekete hadim [memleketin hizmetinde], azim ve imanla mücehhez [donanmış] olarak vazifelerini hakkıyla ifa edeceklerine [yapacaklarına] eminim.

Arkadaşlar,

Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, terakkiye [ilerlemeye] çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hadim olduklarına [hizmet ettiklerine] kani olursa her türlü hareketi derhal kabule amadedir [hazırdır]. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete emniyet bahşetmesi [güven vermesi] lazımdır.

Bunun için de mefkûremizi vuzuhla [açıklıkla] ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz. Şahsi menafimizden [menfaatlarımızdan], hasis emellerimizden tecride [uzaklaşmaya] ancak böyle canlı ve alevli mefkûre sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübedide [tecrübe sahibi] ihtiyarlarıyla, ruhu İslamiyet’e [İslam’ın ruhuna] vakıf hakiki ulemayı kiramıyla [değerli ulemasıyla] beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır.

Fakat bütün hissi niyetle [iyi niyetle], gösterilen bütün sebata, azim ve metanete, ibraz edilen [ortaya koyulan] bütün vahdet [birlik] ve tesanüde [dayanışmaya] rağmen yine en güzel, en musip [isabetli], en doğru zihniyetleri ve mefkûreleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün efradı millet [millet fertleri] çok şedit [şiddetli] mukabelede bulunmalıdır [karşılık vermelidir]. Hepimiz için öylelerine karşı kahir [kahredici] bir kitlei vahdet [birlik kitlesi] şeklinde tecelli etmekliğimiz en zaruri bir lazımeyi vicdaniyedir [vicdani gerekliliktir].

Zira bu hususta müfsitlik [fesatlık] yapacak insanlara müsamaha göstermek, alicenap ibraz etmek [alicenaplık göstermek] eseri terbiye [terbiye eseri] değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik [sahip] değildir ve siz de olmamalısınız. (Alkışlar)

Arkadaşlar,

Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayanı hürmet [hürmete değer] bir mevki sahibi olması için o milletin yalnız ilim ve mütefennin [fen sahibi] bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde [üzerinde] bir hassaya sahip olması lazımdır ki, o da o milletin muayyen [belirli] ve müspet [olumlu] bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan fertler ve böyle fertlerden mürekkep [meydana gelen] milletler hiçbir dakika hakiki bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat ocağı olurlar. Şunun bunun oyuncağı ve şunun bunun esiri olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış ve elan [halen] mukaddes ateşlerle yanan ve alevi her mensup olanın kalp ve vicdanını münevver kılan Türk Ocakları’nın esas gayesi, millete böyle müspet bir seciye [karakter] vermektir. Türk Ocakları, milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül [tembellik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, bir milliyet prensibi vardır, bir de bunu inhilale [dağılmaya] sevk eden nazariyat [teoriler] vardır. Lakin yine bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, milliyet fikrini, milletlerdeki milliyet mefkûresini inhilale [dağılmaya] say olan nazariyatın [çalışan teorilerin] dünya üzerinde tatbikiyesi [tatbik kabiliyeti] bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat [vakalar], hadisat [hadiseler] ve müşahedat [gözlemler] hep insanlar ve milletler arasında hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta [ölçekte] fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.

Bahusus [bilhassa] bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin [bilmezden gelişinin] çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki akvamı muhtelife [muhtelif kavimler] hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir [hakaret], tezlil ettiler [hor gördüler]. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve harekâtımızla [fiillerimizle ve hareketlerimizle] gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bilmeyen bu milletler başka milletlerin şikârıdır [avıdır].

Mevcudiyeti milliyemize [milli mevcudiyetimize] düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi [karşı duvardaki levhayı işaret ederek] “Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişidiyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, ikbalimize yan bakan her ferdi düşman telakki [kabul] ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili [engeli] derhal devirdiğimiz gün, halası hakikiye [hakiki kurtuluşa] vasıl olacağız [ulaşacağız]. Ve sizler gibi münevver aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu halasa vasıl olacağımıza [kurtuluşa ulaşacağımıza] emin olabiliriz. (Şiddetli alkışlar)

Paşa Hazretlerinin sürekli alkış tufanları içinde hitam [son] bulan bu nutkunu müteakip Türk Ocağı azasından [üyelerinden] Operatör Eyüb Sabri Bey, Paşa Hazretlerine tahriren okuduğu bir sual [soru] sordu. “Milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din irşadıyla mükellef telakki eyleyen [gören] bir sınıf var; bu sınıfa karşı ne gibi tedbirler alınmıştır?” mealinde olan bu suale Paşa Hazretleri yeniden ayağa kalkarak atideki cevabı verdiler.

Bu suali [soruyu] soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada tenkit edeceğim [eleştireceğim]. Sualleri mühimdir, vuzuha [açıklığa] malik [sahip] değildir. Evvela soruyorum. Bu suali sorarken bu ebham [belirsizlik] bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden bahsederken ademi vuzuha [muğlaklığa] sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve ehamedden [kapalılıktan] ari [uzak] olarak basit etmeliyiz. Ben kendilerinin sualini izah edeyim: Buyurdular ki, bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir; fakat bazı insanlar vardır ki, hakikati idrak edecek kadar mütekâmil değildir [olgun değildir]. Bu sebeple, halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka muzır [zararlı] fikirler vererek, halk için müfsit [fesatçı] mevkiinde kalabilirler. Bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer soru böyle irat edilse idi, işte burada hazırun [hazır bulunanlar] içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, vesair mesleklerden ve sınıflardan zevat var. Şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik.

Her şeyden evvel şunu en ibtidai [temel] bir hakikati diniye [dini hakikat] olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir sınıfı mahsus [özel sınıf] yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, inhisarı [tekelciliği] kabul etmez. Mesela ulema; behemehâl [mutlaka] tenvir [aydınlatma] vazifesi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu katiyetle men eder. O halde biz diyemeyiz ki, bizde özel sınıfı mahsus vardır, diğerleri dinen tenvir hakkından mahrumdur. Böyle telakki [kabul] edersek kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir. Hoca olmak için, yani hakayıkı diniyeyi [dini hakikatleri] halka telkin etmek için, mutlaka kisvei ilmiye [ilmi kisve] şart değildir. Bizim ulvi dinimiz her Müslim ve Müslimeye ilmi taharrisini [ilmin araştırılmasını] farz kılıyor ve her Müslim ve Müslime ümmeti tenvir [aydınlatmak] ile mükelleftir.

Efendiler; bir fikri daha tashih etmek [düzeltmek] isterim. Milletimiz içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin bihakkın [hakkıyla] iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil [karşılık] kisvei ilmiye [ilmi kisve] altında hakikati ilimden [ilmin hakikatinden] uzak, lüzumu kadar talim edememiş [öğrenememiş], tariki ilimde [ilim yolunda] layıkı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.

Seyahatlerimde birçok hakiki münevver [aydın] ulemamızla temas ettim. Onları en yeni terbiyeyi ilmiye [ilmi terbiye] almış, sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. Ruh ve hakikati İslamiyeye [İslam’ın ruhuna ve hakikatine] vakıf olan ulemamızın hepsi bu mertebeyi kâmildedir [olgun mertebededir]. Şüphesiz ki, bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlara karıştırmak musip [isabetli] olmaz.

Efendiler, hakiki ulema ile dine muzır [zararlı] ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Hazreti Peygamber’in zamanı saadetlerinde [saadet zamanlarında], Peygamberimizin irtihalinden sonra hulefayı raşidin hazeratının [dört halife hazretlerinin] zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti Peygamber’in irşadıyla [yol göstermesiyle] İslam olan hulefayı raşidinin [dört halifenin] tenviriyle [aydınlatmasıyla] selamette bulunan kitlei ümmet [ümmet kitlesi] arasında hakiki nezahet [temizlik], kalbi hürmet, ulvi bir irtibat vardı. Vakta ki [ne vakit ki] Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, ne vakit ki Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazreti Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine müfsedet [fesatlık], İslamlar arasına münaferet [nefret] girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En mütehakkim [zorba] hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde sıfatı hilafeti [hilafet sıfatını] de takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını tervih [desteklemek] için hep sınıfı ulemaya [ulema sınıfına] müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün âlimler, hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara inkıyat etmediler [boyun eğmediler], onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat hakikati halde [gerçekte] âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün, haris [hırslı] ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafıkı dindir [dine uygundur] diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara [dilencilere] iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların mebguzu [düşmanı] oldu.

Üç buçuk dört sene evveline kadar berhayat [sağ olan] Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hadialardan [hilelerden] istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller iradına lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun bağiler [serseriler] sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Ulema içinde böyle hainleri himaye, şeni [aşağılık] hareketlerini şeriata tatbik eden, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti izlal [küçük düşüren] ve iğfal eden [aldatan] âlimlerin -onlar için bu tabiri kullanmak istemem- böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima vasıtayı siyaset [siyaset vasıtası], vasıtayı menfaat [menfaat vasıtası], vasıtayı istibdat [istibdat vasıtası] yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi; Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şurayı inzarı tefekkürünüze [görüşlerinize] arz ederim ki, böyle adi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, terzil [rezil] edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Devleti Abbasiye’nin [Abbasi devletinin] sonuncusu, biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara delalet eden [yol gösteren] hoca namlı hainler hep bu akıbete duçar olmuştur [uğramıştır]. Böyle yapan halife ve ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize layetenahi [sonsuz] misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin tezvirine [yalan dolanına] ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pekâlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız için bu intibahı [uyanışı], bu uyanıklığı, onlara karşı, bu nefreti, halası hakiki [hakiki kurtuluş] anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz istikamette atacağı bir hatve [adım], yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. (Alkışlar)

Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği umdei hayatiyesine [hayati umdesine] kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, Meclis’in, kanunların, Teşkilatı Esasiye’nin mahiyeti hikmeti hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da üzerinde bir söz söyleyeyim. Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi [olumsuz] adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, onları yine tepeler ve yine öldürürüm. (Şiddetli alkışlar) [2]

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 1, sütun: 5-6

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0274.pdf?sequence=274&isAllowed=y

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 2, sütun: 1-6

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0275.pdf?sequence=275&isAllowed=y

[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005,  s. 236-242

Türk İstiklâl Mücadelesi

Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı

Published

on

[25 Ekim 1924]

Giriş

Türk sosyolojisinin kurucusu ve Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürlerinden biri olan Ziya GÖKALP [1], “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözünü sarf eden Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en fazla etkilendiği kişiler arasında yer alır.

Vefatının 100. yıldönümünde Ziya Gökalp’i minnet ve rahmetle anarım. Bu münasebetle başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devleti uğrunda hizmet eden bilim, kültür, sanat, devlet, asker ve siyaset adamları ile Türk Mehmetçiklerinden bu dünyadan göç edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

Hafızalarımızı tazeleyip zihin jimnastiği yapmak amacıyla GÖKALP’in vefatının ertesi günü [Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3]’te yayımlanan “Hamdullah Suphi [TANRIÖVER],” ve “Ziya Gökalp Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Ziyaı” başlıklı haber metinleri Osmanlı Türkçesi’nden çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

ZİYA GÖKALP

“Ne elim bir haberle dilhunuz [içimiz kan ağlıyor]. Türk milliyetperverleri bir baş, hakiki bir mürşit kaybettiler. Türkçülük mefkûresinin bir meşalesi olan bu asil zekâ, kendi izinde yürüyecek binlerce muakkip [takipçi] bıraktı. Onun Türk tarihini, Türk içtimaiyatını, Türk harsını aydınlatan tahlil ve tasnif kuvveti, asırlardır ruhumuzda biriken karanlıkları derece derece eritmişti. Geçtiği yol evvelce bir izdi, şimdi bir şehrahtır [ana yoldur]. Türk vatanı en aziz evladından birini kaybetmekle taziye edilmek lazım gelen bir felakete uğradı. Ziya Gökalp’in hatırası önünde başlarımızı eğdiğimiz bu acı dakikalarda, tesellimiz odur ki, onun ufkumuzda dalgalandırdığı manevi bayrağı yere düşürmeyecek bir gençlik; memleketin her köşesinde bu imanın mahfuziyeti [korunması] için ayakta silahlanmış duruyor.” [2]

Hamdullah Suphi [TANRIÖVER]

***

BÜYÜK ÂLİM ZİYA GÖKALP’İN ZİYAI

Diyarbakır Mebus-ı Muhteremi; çok kıymetli eserlerini Türklüğe ve gençliğe hatıra bırakarak aramızdan ebediyen ayrılmıştır

Reisicumhurumuz ve İsmet Paşa hazeratı birer telgrafla merhum müşarünileyhin [adı geçenin] ailesine teessürlerini [üzüntülerini] iblağ buyurmuşlardır [bildirmişlerdir]. Bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşkil edilmiştir.

***

Bir müddetten beri rahatsız bulunan ve son günlerde hastalığının şiddetlenmesi dolayısıyla hastahaneye nakledilen Diyarbakır Mebusu Ziya Gökalp Bey üstadımız dün [25 Ekim 1924] sabaha karşı irtihal-i dar-ı beka [ahirete göç] eylemiş ve bu müellim [elem veren] haber şehrimizde birden bire şayi olarak [duyularak] umumi ve derin bir teessürle [keder ve üzüntüyle] karşılanmıştır.

Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleriyle Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri merhum müşarünileyhin ailesine birer taziye telgrafı çekmek suretiyle teessürlerini iblağ buyurdukları gibi hükumet tarafından lazım gelenlere cenaze merasiminin pek mutantan bir surette icrası için de emirler verilmiştir.

İstanbul’da icra edilecek olan cenaze merasiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi namına orada bulunan İkinci Reis Vekili Şarkikarahisar Mebusu Ali Sururi Bey hazır bulunacaktır. Merhum müşarünileyhin ailesine bu devreye ait olan tahsisatın kâmilen verilmesi ve ayrıca hidmet-i vataniye [vatana hizmet] tertibinden maaş tahsisi takarrür etmiştir [kararlaştırılmıştır]. Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa Hazretleri ordu namına, beyan-ı taziyet edilmesini Üçüncü Kolordu Kumandanlığına ve Maarif Vekili Vasıf Bey Efendi de cenaze merasiminin icra edildiği gün bütün mekteplerin kapatılmasını ve bilumum muallimlerle talebelerin merasime iştirak etmelerini İstanbul’daki memurin-i aidesine emreylemişlerdir.

Vasıf Bey Efendi merhumun ailesine çektikleri telgrafta; kendisiyle beraber bilumum muallimlerin muhtaç-ı taziye ve teselliye bir halde olduklarını ve merhumun hatırasının gençlik için kuvvetli bir menba-ı ilham [ilham kaynağı]  olacağını ve bir arzuları varsa muhatap olmak istediğini bildirmiş ve ayrıca Muallimler Birliği, Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyelerince telgrafla beyan-ı tessesür ve arz-ı taziyet olunmuştur.

Dün gece Ankara’da Türkçülük Cereyanının maruf simaları, mebuslar ve Türkçü gençler bir içtima akdederek [toplantı yaparak] bir “Ziya Gökalp Cemiyeti” tesis etmişlerdir. Cemiyetin Birinci Reisliğine Sinop Mebusu sabık Sıhhiye Vekili Doktor Ziya Nur Bey, İkinci Reisliğine Zonguldak Mebusu Ragıp beyler bil ittifak intihap edilmişlerdir [seçilmişlerdir]. Cemiyet Ziya Gökalp Beyin bütün Türk şehirlerindeki muhiplerinden ve talebesinden taazzuv edecektir [meydana gelecektir]. Cemiyetin programı ve gayesi; Ziya Gökalp Beyin kitaplarının tabı [basımı], yazılarının ve hatıralarının cemi [toplanması] ve ihtifallerinin [törenlerinin] tertibi olacaktır.

Diğer taraftan “Türk Ocakları Merkez Heyeti ve Hars Heyeti” ve “Ziya Gökalp Cemiyeti” şu suretle derin teessürlerini ve hissiyat-ı taziyetkaranelerini ifade etmektedirler:

Türklüğe ve Türk Ocaklarına ifa ettiği layemut [ölmez] hidmetler ile kalbimizde ebediyen yaşayacak bir minnet ve şükran hatırası bırakmış olan büyük âlim ve rehber Ziya Gökalp’in vefatı dolayısıyla Türk milletine en samimi taziyetlerimizi ve memleketin umumi kederine bütün mevcudiyetimizle iştirak ettiğimizi beyan ederiz.

Anadolu Ajansı da şu satırlarla teessürlerini bildirmektedir:

Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadelenin ruhu ve istinatgâhı olan milliyet fikirlerini neşretmek hususunda Ziya Gökalp Beyin ifa ettiği hidmetler Türk milletinin kalbinde ebedi bir minnet bırakmıştır. Anadolu Ajansı bu büyük ziya [kayıp] karşısında duyduğu derin teessürleri beyan ve Türk milletini bütün ruhuyla taziye eder [başsağlığı diler].”

Üstadın son hayatına ait ajans tarafından verilen malumat ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Ajans ve matbuat mensubini [mensupları] namına üstat Ziya Gökalp Beyi 23 Teşirinievvel’de [23 Ekim 1924] ziyaret eden Anadolu Ajansının İstanbul mümessili [temsilcisi] Edhem Hidayet Bey o günkü tarihle şu telgrafı ajansa göndermiştir:

İstanbul: 23 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beye gittim. Çok dalgın, etrafındakileri tanıyamaz bir halde idi. Hiçbir şey söyleyemiyor ve ızdırap alameti gösteriyordu. Dünkü konsültasyon neticesinde kati olmamak üzere dimağında iltihap olduğu teşhis edildiğini ve doktorların ümitvar bulunmadığını biraderi Nihad Bey ifade etti. Kemal-i teessürle arz ederim.”

Anadolu Ajansının üstadın hastalığına ve irtihaline dair müteakip telgrafları da ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

İstanbul: 24 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beyin vaziyet-i sıhhiyesine [sağlık durumuna] dair bu akşamki tabip raporu ber-vech-i atidir:

Hastanın ahval-i umumiyesi git gide kesb-i vahamet ediyor. Hastalık süratle seyrini takip ediyor. Ziya Bey artık etrafındakileri tanımıyor. Kalp mukavemet ediyor. Hastalığın vahameti bütün kuvvetiyle bakidir.” [2]

DİP NOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ziya-gokalp-1876-1924/

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Başkent Ankara’nın Her Köşesinde Keser Sesleri

Published

on

Giriş

Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmet, 23 Nisan 1920’den beri Ankara’da bulunmaktadır. Bu sebeple Ankara, Türkiye’nin fiilen merkezidir. Hukuken Ankara’nın başkent yapılması için, işgal askerlerinin Türkiye’den çekip gitmeleri beklenmektedir.

9 Eylül 1922 Büyük Zafer’den sonra, Yunan askerleri Türkiye’den atılmış, İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin bir kısmı Türkiye’de kalmıştı. Bunların da ülkelerine gitmeleri için Türkiye ile İtilaf Devletleri arasında Londra’da bir protokol imzalanmıştı. Bu protokol, Lozan Antlaşması’nın XIV. ekini teşkil etmekte ve “Britanya, Fransa ve İtalya Birliklerince İşgal Edilen Türkiye Topraklarının Boşaltılmasına İlişkin Protokol” adını taşımaktaydı. Kısaca “Boşaltma Protokolü” (Tahliye Protokolü) olarak bilinmekteydi. Protokol ile yabancı askerlerin Türk topraklarını boşaltmaları şu şarta bağlanmıştır: Önce Türkiye Büyük Millet Meclisi Lozan Antlaşması’nı onaylayacak, antlaşmanın onaylandığı İtilaf Devletlerinin İstanbul’daki yüksek komiserlerine resmen duyurulacak, sonraki altı hafta içinde yabancı askerlerin Türkiye topraklarını boşaltmaları tamamlanmış olacaktır.

Lozan Antlaşması, 24 Temmuz 1923’te imzalandı. Bir ay sonra 23 Ağustos 1923’te Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandı. Meclisin onay kararı aynı gün saat 22.30’da İstanbul’daki İtilaf Devletleri yüksek komiserlerine resmen duyuruldu. O anda, altı haftalık süre için geriye sayma işlemi başladı. 2 Ekim 1923’te yabancı askerlerin son kalıntıları, İstanbul’da Dolmabahçe önünde Türk bayrağını ve Türk askerini selamladıktan sonra çekilip gittiler. Böylece Türk toprakları düşmandan temizlendi. İşte o zaman Türkiye Devleti’nin başkent işi gündeme geldi.

Bütün düşünceler, yeni Türkiye Devleti’nin başkentinin Anadolu’da ve Ankara şehri olması gerektiğinde toplanmaktaydı… Devletin başkentini bir an önce tespit ederek iç ve dış kararsızlıklara son vermek çok gerekmekteydi. 9 Ekim 1923’te Malatya Mebusu İsmet Paşa ve rüfekası [arkadaşları] tarafından Meclis Riyasetine [Başkanlığına]  verilmiş olan teklif-i kanuni [kanun teklifi] şudur: [1]

Lozan Muahedenamesinin mütemmimlerinden [tamamlayanlarından] olan tahliye protokolünün tatbikatı hitam [son] bulmuş ve baştanbaşa ecnebi işgalinden kurtulan Türkiye’nin fiilen tamamiyeti tahakkuk eylemiştir [gerçekleşmiştir]. Milletimizin en kıymettar mallarından İstanbul’umuz Hilâfet-i İslâmiye’nin makarrı [İslam Hilafetinin merkezi] olan vaziyetini, Âlem-i İslâm içinde tahsisen [en çok] ve hasren [özellikle] Türk Milleti’nin vesait-i müdafaasına mevdu [emanet edilmiş] olarak ilelebet muhafaza edecektir. Diğer taraftan Türkiye Devleti’nin makarrı idaresi [idare merkezi] için Büyük Millet Meclisi’nde karar vermek zamanı gelmiştir.

Bir devletin merkezini tayin için esas olacak mülâhazat [düşünceler], yeni Türkiye’nin makarr-ı idaresi Anadolu’da ve Ankara şehrinde intihap edilmek [seçilmek] lüzumunu emreder. Mülâhazat-ı mezkûre [anılan düşünceler] muahedename [andlaşma] ile Boğazlar için kabul edilen ahkâm [hükümler],  yeni Türkiye’nin esas-ı mevcudiyeti [varlık esasları], memleketin menabi-i kuvvet [kuvvet kaynakları] ve inkişafını [gelişmesini], Anadolu’nun merkezinde tesis etmek lüzumunu, vaziyet-i coğrafiye [coğrafi durum] ve sevk-ül-ceyşiyenin [stratejinin] müsaadesi, dâhili [iç] ve harici [dış] emniyet ve istidadı [kabiliyeti] hususunda mesbuk [arkada bırakılmış]olan tecârüb [denemeler, deneyişler] ile hulâsa olunabilir [özetlenebilir]. Bu mülâhazatın [düşüncelerin]  her biri başlı başına bir ehemmiyet-i katiyeyi haizdir [kati öneme sahiptir].

Devletin makarr-ı idaresinin yeni bir şekilde tesis [kurma] ve inkişafına [gelişmesine] bir an evvel başlamak ve dâhili ve harici tereddütlere nihayet vermek için atideki [aşağıdaki] madde-i kanuniyenin [kanun maddesinin] kabulünü arz ve teklif ederiz.

9 Teşrinievvel [Ekim] 1339[1923]

Madde-i Kanuniye: Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi Ankara şehridir.

İsmet (Malatya), Ferid Recai (Çorum), Zülfü (Diyarbekir), Dr. Fikret (Ertuğrul), Seyfi (Kütahya), Hilmi (Malatya), Mahir (Kastamonu), Rüşdü (Erzurum), Sabit (Erzincan), Rasim (Sivas), Necati (Bursa), Mehmed Kâmil (Karahisarı Sahib), Ali Rıza (İstanbul), Kazım Hüsnü (Konya), Refet (Bursa).

Kanun teklifi 10 Ekim 1923’’te Layiha Komisyonundan ve aynı gün Anayasa Komisyonundan geçti ve 13 Ekim 1923’te Meclis genel kuruluna geldi.

Riyaset-i Celileye [2]

Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin makarr-ı idaresi olduğuna dair Malatya Mebusu İsmet Paşa Hazretleriyle rüfekası [arkadaşları] tarafından mu’ta [verilmiş] 9 Teşrinievvel 339 tarihli muhavvel [havale edilen, gönderilen] teklif-i kanuni Encümenimizce mütalaa ve tetkik olundu. İstihdaf ettiği [hedeflediği] gaye-i askeriye ve siyasiyeye [askeri ve siyasi amaçlara] nazaran [göre] şayan-ı müzakere [müzakereye uygun] görülmekle Heyet-i Umumiyeye [Genel Kurula] takdimine karar verildi.

10 Teşrinievvel[Ekim]1339[1923]

Layiha Encümeni Reisi Emin (Tokat), Mazbata Muharriri Ahmet Saki (Antalya), Kâtip Necip Ali

Kanun-ı Esasi Encümeni’nin tertip eylediği esbab-ı mucibe [gerekçe] layihası da ber-vech-i-atidir [aşağıdaki gibidir].

Riyaset-i Celileye [3]

Esbab-ı Mucibe Mazbatası

“Encümenimize 10-10-[13]39 [1923] tarihiyle havale buyurulan Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin makarr-ı olmasına dair Malatya Mebusu İsmet Paşa Hazretleriyle rüfekası tarafından muta [verilmiş] Layiha Encümeni’nce şayan-ı müzakere görülen teklif-i kanuni Encümenimizce de bilmüzakere musib [isabetli]  ve muvafık görüldü. Hadisat-ı ahire, Anadolu’nun hemen vasatında kâin bulunan Ankara’yı zaten makarr-ı tabii olarak irae [tayin etme] ve idad ettiğinden [hazırladığından]  bu teklif-i kanuni bir şe’niyetin tesbitinden ibarettir.

Mezkûr teklif-i kanunide münderiç madde-i kanuniyenin bilahare tanzim ve kabul kılınacak mufassal Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muzun silsile-i mevaddı meyanına idhali temenniyatının Heyet-i Umumiye’ye arzına müttefikan karar verilmiştir.”

Kanun-ı Esasi Encümeni Reisi Yunus Nadi (Menteşe), Mazbata Muharriri Celal Nuri (Gelibolu), Kâtip Feridun Fikri (Dersim), Aza Necati (İzmir), Aza İbrahim Süreyya (İzmit), Aza Ebubekir Hazım (Niğde), Aza Ahmet (Kars) (bulunamadı), Aza Ahmed Süreyya (Karesi), Aza Refet (Bursa), Aza Münir Hüsrev (Erzurum)

Yapılan tartışmalardan sonra [4], kanun teklifi oy çokluğuyla kabul edildi. Oturum başkanı Ali Fuat Paşa’nın oy çokluğuyla [ekseriyet-i azimeyle kabul edilmiştir] sözüne bazı milletvekilleri “oy birliğiyle” [ittifakla] sesleriyle itiraz etmesi üzerine, Ali Fuat Paşa [Efendim kalkmayan el vardır. Müttefikan diyemem, gördüm, ekseriyet-i azimeyle kabul edilmiştir.] diyerek oturumu sonlandırdı. Kanun teklifi biçiminde gündeme gelen bu konu karar biçimine dönüştürüldü: 

Karar 27: Ankara şehrinin Türkiye devletinin başkenti olmasına ilişkin Malatya Milletvekili İsmet Paşa’nın 2/188 sayılı kanun teklifi üzerine Anayasa Komisyonunca düzenlenen 10.10.1923 tarihli mazbata TBMM’nin 13.10.1923 tarihli otuz beşinci birleşiminin ikinci oturumunda okunarak olduğu gibi kabul edilmiş ve Ankara şehrinin Türkiye Devleti’nin başkenti olması büyük çoğunlukla kararlaştırılmıştır. Kabul edilen karar Ankara’nın, Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye’nin şehre gelişinden itibaren fiilî olarak sürdürdüğü merkez olma özelliğini, başkent sıfatıyla taçlandırmıştır. Bu metin bir kanun değil TBMM kararı olduğundan, daha sonra Anayasamızda yer almıştır.

Nitekim 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından ve Halifeliğin kaldırılmasından (3 Mart 1924) sonra 20 Nisan 1924’te Türkiye Büyük Millet Meclisince benimsenen Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Devleti’nin başkentinin Ankara olduğu belirtilmiştir. [5]

Böylece Ankara, Türkiye’nin resmen başkenti oldu.

Meclis kararı, yeni başkentte büyük sevinç gösterileriyle kutlanmıştır. Şehir bayraklarla donatılmış ve gece fener alayları düzenlenmiştir. [6]

Eğitim-öğretimi etkileyen ve eğitim-öğretimden etkilenen kişi, kurum ve kuruluş temsilcilerinin-özellikle öğrencilerimizin-tarihsel duyarlılık, tarihsel duyarlılık ile Türk milleti, Türk devleti, Türk vatanı ve Türk bayrağına sevgi, saygı ve takdir duygularını, yerel tarihi ve yakın geçmişi millî tarih ile ilişkilendirerek millî bilinç ve tarih duyarlılığını geliştirmelerine katkıda bulunmak amacıyla Ankara’nın, Milli Mücadele dönemindeki durumunu Türkiye Devleti’nin başkenti olmasının gerekçelerini açıklayan Ankara Belediye Başkanı Kütükçü Ali Bey’in anlatımını içeren  [Hâkimiyet-i Milliye, 14 Teşrinievvel [Ekim] 1923, No: 940, s: 3, sütun: 3-4]te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan metin, araştırmacı tarafından çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur:

ANKARA’NIN HER KÖŞESİNDE KESER SESLERİ

****************************************************************

         Halk Fırkası, devletin merkezini Ankara olarak tespit ettiği gün on binlerce liralık arsa alım satımı başlamıştır.

         Ankaralılar ihmalkâr vatandaşlar değil, hesaplı insanlardır.

****************************************************************

İstanbul gazetelerinde, Cemiyet-i Umumiye-i Belediyenin [Genel Belediye Derneğinin] hükûmet merkezinin İstanbul’a naklini temin maksadıyla teşebbüsatta [teşebbüslerde, girişimlerde] bulunacağını, azadan [üyeden] bir zatın cemiyete bu babda bir takrir [önerge] vereceğini okuduktu. Ancak bu havadisi okuduğumuz günlerde, Halk Fırkası, hükûmet merkezinin Ankara’da kalmasını kabul etmiş bulunuyordu. Mesele böylece en mantıki ve tabii şekliyle bitmiş addolunabileceği sırada, Cemiyet-i Umumiye-i Belediye azasından Ziya Molla Bey, (Vakit) refikimize beyanatında, bir İstanbullu sıfatı ile merkez meselesini İstanbul lehine muhakeme ederken, Ankaralılar hakkında da artık biraz da modası çoktan geçmiş bazı beyanatta bulunmuştur. Bu beyanatta, Ankaralıların, Ankara’yı merkez-i hükûmet görmek iste[me]dikleri zikrolunuyor ve buna misal olarak Ankara Belediye Reisine atf ve isnat olunan bazı beyanat, hakikaten artık lüzumsuz ve bayat bir delil olarak öne sürülüyor.

Dün bir muharririmiz [yazarımız] Ali Bey’i ziyaret etti. (Vakit) refikimizdeki beyanat dolayısıyla fikrini almak istedi. Muharririmiz anlatıyor: [Kütükçü] Ali Bey zaten müteessir olmuş [üzülmüş ], bahis [konu] açılır açılmaz dedi ki:

  • “Bu nasıl sözdür? Her şeyden sarf-ı nazar [vazgeçmek], bir kimse tasavvur eder [göz önüne getirir] misiniz ki, maddi menfaatine yüz çevirsin. Mesela ben kendi hesabıma, Ankara’nın hükûmet merkezi olarak kalmasını bir nimet-i azime [büyük nimet] telakki [kabul] ederim. Bütün Ankaralıların böyle telakki ettiğine hiç şüphe etmeyiniz. Çünkü merkez kalacak Ankara, imar olunacak ve imar edilmiş bir Ankara’da ise emlak sahibi olanlar bittabi azami bir menfaat elde etmiş olacaklardır. İstanbullu, İzmirli, Sivaslı herhangi bir zat, memleketin merkez olmasını şiddetle arzu eder de Ankaralı neden bu arzuyu duymaz? Böyle bir iddianın mantıkla alakası yoktur. İşitiyorum, diyorlar ki, “Biz Ankara’nın merkez kalması hususunda hiçbir teşebbüste bulunmamışız”, filhakika [hakikaten] bir gürültülü bir surette hiçbir talepte bulunmadık. Lakin bu arzumuzun olmadığına hamledilebilir [dayanak olabilir]  mi? Ankara,  bundan üç sene evvel, bağrına bastığı ve daima varını yoğunu emri yoluna döktüğü milli hükûmetin merkezi olarak kalacağına kani idi. Mamafih [bununla beraber] eğer memleketin ali menfaati [yüksek yararı], siyasi bir nokta-i nazardan [görüşten] merkezin Ankara’dan naklini icap ederse Ankaralılar buna karşı ne diyebilirler? Biz şahsi menfaatimizi, ammenin [kamunun] menfaati mevzu-i bahs [söz konusu] olan yerde hiç kaale almadık.

Şimdi uzak bir tarih gibi kalan günlerde, üç sene evvel Sivas’ta başlayan milli harekete Ankara, bütün mevcudiyetiyle iltihak ettiği ve o zaman nasıl yüksek ve necip bir alaka ve fedakârlık yaptığı unutulmamıştır. Gazi Paşamız Ankara’ya gelirken, bütün Ankara, kırlara, Gazi’nin yoluna dökülmüştü. O münciyi [kurtarıcıyı], daha henüz milli hareket bir nüve iken düşman henüz bütün kuvvetiyle yanı başımızda iken bağrına basmış, onun arkasına düşmüştü. O gün uman Ankara, bugün umduğunu bulmuş olmakla bahtiyardır.”

[Kütükçü] Ali Bey, bu sözleri heyecanlı bir ifade ile anlatıyordu. Belli idi ki, ikide birde Ankara ve Ankaralılar hakkında söylenen sözlerden çok müteessirdi. Ali Bey bahsi Ankara’nın imarına intikal ettirdi; dedi ki:

-“Bizim için şehirlerini imar edememişler, edemiyorlar diyenler var. Bu zevata hatırlatmak isterim ki, Ankaralılar düşman denize döküldüğü ve vatan tam bir istiklal ve serbesti ile bize kaldığı günden itibaren her tarafta inşaat ve tamirata başlamış bulunuyor. Vaktiyle, Abdülhamit devrinde saraydan defterdarlığa sık sık şu emir gelirdi: “Şu kadar gün zarfında merkeze on bin lira göndermezseniz azliniz mukarrerdir.” Defterdar, koltuğundan ayrılmamak için bu parayı kırbaçlı tahsildarları ve jandarmaları vasıtasıyla halktan toplar, gönderirdi. Bu bir düzeye böyle devam ederdi. Hâlbuki o zamanlar refah içinde yaşayan her Hristiyan evinin kapısını birkaç erkek açardı. Bir Türk için 18 yaşına gelmiş bir delikanlı serhatlerde fenayab [mahv] olmaya mahkûmdu. Emniyetsiz, atisiz [geleceksiz] bir hayat… Böyle bir devirde Anadolu yapılamıyordu çünkü yıkılıyordu. Sonra meşrutiyet ilan edildi. Milli hâkimiyetin bahşayişinden [nimetlerinden] istifade edeceğimizi umduğumuz o günler de bitmez tükenmez harplerle geçti.

Sonra, “Ankara üç senedir merkez olduğu halde ne yapıldı?” diyorlar. Lakin düşünmüyorlar ki, düşman Sakarya boyundan çekileli henüz iki sene ve vatan harp ihtimalini bertaraf edeli henüz iki buçuk ay oldu. Ankara, Milli Mücadele günlerinde bizzaruri ve bittabi kaldırımını, evini düşünmemiş düşünememiştir. Çünkü her şeyden evvel vatanın kurtarılması için, bütün diğer ihtiyaçlara sarf edilecek zaman bırakmayan bir cidal ile meşguldü. Ankara, Sakarya Meydan Harbi devam ettiği günlerde, kendi yiyeceğini unutarak, bütün fırınlarını askere tahsis etmiş, yevmiye 80 bin çift ekmek yetiştiriyordu. Yine o günlerde yaralı gaziler için (5000) kat yatak takımı tedarik etmişti. Demircileri askere süngü ve kasatura yapıyor, en fakir evler, mermiler için bakırlarını, susuz Haymana Ovası’ndaki mücahitlere su taşımak için tenekelerini, hülasa nesi var ise her şeyini feda ediyordu. Şimendiferleri o dar zamanda işletecek odun bulunamaması ihtimaline karşı Ankaralılar müttefikan, evlerimizi söker, kerestesiyle treni işletiriz, diye ahdetmişlerdi.

Bugün hamdolsun o tehlikeli günler geçti. Millet mukadderatını bizzat eline alarak dâhili umran [bayındırlık, medeniyet] ve inkişaf [gelişme] mücadelesine koyulacak günlere erişti. Şimdi artık, ne milletin parasını kırbaçla toplayıp saraya gönderecek defterdarların hüküm sürdüğü, ne de milli varlığı esaret ile heba edecek, çökertecek ve yaşamak imkânından mahrum bırakacak bir devirde değiliz. Onun içindir ki, millet kendini kendi yurdunda hür ve müstakil bulduğu, atisinden ümitvar olabildiği içindir ki, bugün Ankara’nın her sokağında dülgerlerin (keser) sesleri işitiliyor. Belediye Dairesi, geçen sene yalnız (20) adet inşaat tezkeresi [izini] vermişti. Zaferden sonra bu sene zarfında (500) tezkere verdi. Merkezin Ankara’da kalacağı Halk Fırkasınca takarrür etmesi [karalaştırılması] üzerine bu tehalük [can atma, koşuşma, istekle atılma] derhal artmıştır. Evvelki gün Yeğen Bey Caddesi başında bir arsa Attarbaşı Hacı Kerim Efendi tarafından 10 bin liraya satın alındı; işittiğime göre burada 20-30 bin lira sarf ederek büyük bir otel yaptıracaktır. Yine dün bu civarda bir arsa 3000 liraya alındı. Bu faaliyet tabii günden güne artacaktır. Hülasa, Ankara, Türk milletinin varlığını kurtarmak ve korumak için yaptığı harikaengiz [harika yaratan] mücadele ve mücahedenin merkezi olmuşsa, hür ve müstakil Türkiye Devleti’nin de asri ve mükemmel bir merkezi olacaktır. Ankaralılar, bu büyük nimetin manevi ve maddi menafiini [yararlarını, çıkarlarını] idrak etmekle bahtiyar ve mesuttur. Bu tabii keyfiyeti ilama bilmem ki hacet var mıdır? [7]

DİP NOTLAR

[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: II, Cilt: 2, İçtima Senesi: 1, 13 Teşrinievvel 1339, s. 665

https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d02/c002/tbmm02002035.pdf

[2, 3] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: II, Cilt: 2, İçtima Senesi: 1, 13 Teşrinievvel 1339, s. 666

[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, Devre: II, Cilt: 2, İçtima Senesi: 1, 13 Teşrinievvel 1339, s. 666-670

[5] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ankaranin-baskent-olusu/

[6] Hâkimiyet-i Milliye, 16 Teşrinievvel 1923, No: 942, “Ankara’da Üç Gün Üç Gece Şenlik”, s. 3, sütun: 5-6

[7] Hâkimiyet-i Milliye, 14 Teşrinievvel [Ekim] 1923, No: 940, s: 3, sütun: 3-4

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

6 Ekim, İstanbul’un Düşman İşgalinden Kurtuluş Günü

Published

on

Giriş

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilâf Devletleri donanması 13 Kasım 1918’de İstanbul’a gelmiştir. Böylece fiilî işgal dönemi başlamış ve bu durum 16 Mart 1920’de resmî bir nitelik kazanmıştır. İstanbul’un resmen işgali sonucunda 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM açılmıştır. Mustafa Kemal Paşa yönetimindeki Milli Mücadele’nin başarıyla sonuçlanmasından TBMM Hükümeti ile İtilâf Devletleri arasında Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır (11 Ekim 1922). Mudanya Mütarekesi hükümleri, İtilâf Devletleri’ne barış antlaşması imzalanıncaya kadar İstanbul ve Boğazlar bölgesinde kalma hakkı tanımıştı. 20 Kasım 1922’de başlayan Lozan barış görüşmelerinde İstanbul’un tahliyesi meselesi, İtilâf Devletleri heyetleriyle Türk heyeti arasındaki müzakerelerde önemli yer tutmuş ve en son halledilen meselelerden biri olmuştu. Neticede, 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalanmış ve 23 Ağustos 1923’te TBMM’nin antlaşmayı tasdik etmesinden [1] sonra İstanbul’daki işgal kuvvetleri, protokol gereği 6 hafta içinde tahliyeyi tamamlayarak 2 Ekim 1923’te şehirden ayrılmışlardır. Böylece, 5 yıl süren esaret sona ererken 6 Ekim 1923’te Türk ordusu İstanbul’a girmiştir.

İstanbul’un işgal günleri “Halide Edip Adıvar, Ateşten Gömlek; Selâhaddin Enis Atabeyoğlu, Cehennem Yolcuları; Münevver Ayaşlı, Pertev Bey’in Üç Kızı; Şükûfe Nihal Başar, Yalnız Dönüyorum; Haydar Berköz, İkinci Ergenekon; Kemal Bilbaşar, Bedoş; Tarık Buğra, Firavun İmamı; Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları, Esir Şehrin Mahpusu, Yorgun Savaşçı; Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Türk Kelebeği; Emine Işınsu, Cumhuriyet Türküsü; Attila İlhan, Dersaadet’te Sabah Ezanları, Sırtlan Payı; Esat Mahmut Karakurt,  Allahaısmarladık;  Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Sodom ve Gomore; Samim Kocagöz, Kalpaklılar, Doludizgin; Mithat Cemal Kuntay, Üç İstanbul; Ayla Kutlu, Bir Göçmen Kuştu O; Agâh Sırrı Levend, Acılar; Mehmet Rauf, Halas;  Burhan Cahit Morkaya, Nişanlılar;  Peyami Safa, Biz İnsanlar, Sözde Kızlar; Cevdet Kudret Solok, Sınıf Arkadaşları; Mükerrem Kâmil Su; Dinmez Ağrı; Ercüment Ekrem Talu, Kan ve İman; Ahmet Hamdi Tanpınar, Sahnenin Dışındakiler; Hilmi Ziya Ülken, Posta Yolu” [2] Türk romanlarında işlenmiştir.

ÖĞRETİM PROGRAMLARINDA KURTULUŞ GÜNLERİ

2017 Sosyal Bilgiler, Türkiye Cumhuriyeti İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük dersleri öğretim programlarında; “6. Millî ve dinî bayramlar, mahallî kurtuluş ve kutlama günleri, önemli olaylar, belirli gün ve haftalardan yararlanılarak öğrencilerin tarihsel duyarlılığı geliştirilmelidir.” [3] “4. Millî ve dinî bayramlar, mahallî kurtuluş ve kutlama günleri, önemli olaylar, belirli gün ve haftalardan yararlanılarak öğrencilerin tarihsel duyarlılıkları ile Türk milletine, Türk devletine, Türk vatanına ve Türk bayrağına sevgi, saygı ve takdir duyguları geliştirilmelidir.” [4] “12) Ders içeriğine uygun olacak şekilde yerel tarih ile ilgili araştırma görevleri vererek öğrencilerin yerel tarihi ve yakın geçmişi millî tarih ile ilişkilendirmeleri sağlanmalı, bu yolla öğrencilerde millî bilinç ve tarih duyarlılığı oluşturmaya çalışılmalıdır.” [5] yönergelerine yer verilmiştir.

Eğitim-öğretimi etkileyen ve eğitim-öğretimden etkilenen kişi, kurum ve kuruluş temsilcilerinin-özellikle öğrencilerimizin-tarihsel duyarlılık, tarihsel duyarlılık ile Türk milleti, Türk devleti, Türk vatanı ve Türk bayrağına sevgi, saygı ve takdir duygularını, yerel tarihi ve yakın geçmişi millî tarih ile ilişkilendirerek millî bilinç ve tarih duyarlılığını geliştirmelerine katkıda bulunmak amacıyla Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 07 Ekim 1923 tarih ve 934 sayılı nüshasında 2. Sayfa, 4-6. sütunlarda yayımlanan “Muzaffer ve Kahraman Kıtaatımız Dün Sevgili İstanbul’a Girmiştir” başlıklı haberin çevrim yazısını sunuyoruz:

MUZAFFER VE KAHRAMAN KITAATIMIZ [BİRLİKLERİMİZ] DÜN SEVGİLİ İSTANBUL’A GİRMİŞTİR

* * *

Muzaffer Türk orduları yarın sabah hürriyetine kavuşan İstanbul’a giriyor.

Türk askerinin (Hicri 857) de ilk defa fethettiği İstanbul, genç Türkiye’nin muzaffer orduları (Hicri 1342) de ikinci ve son defa yarın fethediyorlar. Cihan ve tarih için büyük bir ehemmiyeti haiz olan bu hadisede acaba yeni bir kurunun [çağın]  başlangıcı mıdır?

İlk fetih:857 [1453] –Son fetih:1342 [1923] [6]

* * *

İstanbul’un yaptığı tezahürat emsalsizdir. Alkışlar fasılasız saatlerce devam etmiştir.

Sabah saat onda kumandan Şükrü Naili Paşa, öğleden sonra ikide de kahraman kıtaatımız İstanbul’a girmişlerdir.

* * *

Şükrü Naili Paşa İstanbul’da

Ankara: 6 [Ekim 1923] (A. A.)-İstanbul’dan yazılıyor: Şükrü Naili Paşa ile karargâhı (Pendik) vapuru ile şafakla beraber halkın alkışları ve payansız [sonsuz] tezahüratı [gösterileri] arasında (Hereke)’den hareket etmiştir. Anadolu sahilleri ve adalarda vapuru selamlamak için binlerce halk toplanmıştı. Vapur yolda Yavuz zırhlısı tarafından selamlanmış ve limanda kâmilen [tamamen] bayraklarla donanan bütün vapurların mütemadi [aralıksız] düdük sesleriyle istikbal edilmiştir [karşılanmıştır]. Onda Sirkeci’ye muvasalat etmiştir [varmıştır]. İskele civarında caddelere halılar serilmiş ve güzergâhın [geçilen yerin]  her tarafında tak-ı zaferler [zafer kemerleri]  rekz olunmuştur [kurulmuştur]  .

Mektep talebesi, muhtelif cemiyetler, İstanbul’daki kıtaat-ı askeriye [askeri birlikler] güzergâhta durmuşlar ve yüz binlerce halk İstanbul’un şimdiye kadar görmediği tezahürat ile paşayı istikbal etmişlerdir [karşılamışlardır]. Ankara’dan gelen mebuslar heyeti, İstanbul murahhası [delege] Adnan ve vali Haydar beylerle Selahaddin Paşa, müessesat-ı ecnebiye [yabancı ülkeler kurumları] direktörleri, Rum ve Ermeni patrik vekilleri, haham başı, Katolik ve Keldani patrikleri iskelede hazır idiler.

Heyecan Verici Bir Zafer Alayı

Şükrü Naili Paşa, Selahaddin Adil Paşa ile bir otomobile rakib olmuş [binmiş]  ve karargâh heyeti ile müstakbilini [karşılıyanını] hamil [taşıyan] kırk otomobil tarafından takip edildiği halde kumandanlığa azimet eylemiştir [gitmiştir]. Caddelerden geçerken müteaddit [birçok] noktalarda kurbanlar kesilmiş ve tezahürat yapılmıştır.

Ordunun Duyduğu Sevinç

Şükrü Naili Paşa makamında, şehir namına şehremini [belediye reisi/başkanı] vekili Haydar Bey’in ve rüseay-ı ruhaniye [papaslar, piskoposlar] ile diğer zevatın [kişilerin] tebrikatını [tebriklerini] kabul etmiş ve gazetecilere beyanatta bulunarak “ordunun ahz-ı [alma] emeli olan İstanbul’a kavuşmasından mütehassıl [meydana gelen] meserretini [sevincini]” izhar eylemiştir [göstermiştir]. Karargâhta, İstanbul kumandanlığı karargâhı tarafından Şükrü Naili Paşa ve karargâhı şerefine bir öğle ziyafeti keşide edilmiştir [düzenlenmiştir]. Şehremaneti   [belediye] tarafından bu akşam Fatih daire-i belediyesinde [belediyesinde] bir ziyafet verilecek ve gece fener alayı yapılacaktır. İstanbul ve Beyoğlu’nun her tarafı baştanbaşa donatılmış, bütün İstanbul halkı caddeleri ve sokakları doldurmuştur.

* *

Ankara: 6 (A. A.)-İstanbul’dan yazılıyor: Şükrü Naili Paşa ve karargâhı bugün onda Sirkeci’ye muvasalat etti [vardı, ulaştı]. Hakkında fevkalade [olağanüstü] tezahürat yapılmıştır. Alkışlar içinde kumandanlığa azimet etti.

Saat ikide İstanbul’a geçecek kıtaatımızı [birliklerimizi] karşılamak için şimdiden bütün İstanbul halkı güzergâha dökülmüştür. Mektepler, ahali ve esnaf cemiyetleri, kıtaat-ı askeriye [askeri birlikler] caddelerdeki muayyen [kararlaştırılan] mevkilerini aldılar. İstanbul emsali görülmemiş bir bayram günü yaşıyor.

* *

Muzaffer Kıtaatımızın İstikbali

Ankara: 6 (A. A.)-İstanbul’dan bildiriliyor: Sabahtan beri Gülhane Parkı’nda tecemmu eden [toplanan] kıtaatımız saat ikide refakatinde Selahaddin Adil Paşa olduğu halde otomobille gelen Şükrü Naili Paşa tarafından teftiş edilmiştir.

Halkın Verdiği Şükran Çiçekleri

Badehu [ondan sonra] önde kumandan paşanın otomobili olduğu halde birçok otomobillerde erkân-ı harbiye heyetleri müteakiben [arka arkaya] kıtaatımız göğüsleri ve otomobilleri halk tarafından verilen çiçek demetleriyle süslenmiş olduğu halde şiddetli alkışlar ve “Yaşa!” sesleri arasında ve tezahürat-ı fevkalade [olağanüstü gösteri] ile parktan çıkarak Sirkeci, Köprü, Karaköy, Tepebaşı, Galatasaray tarikleriyle [yoluyla] Taksim Kışlası’na gitmişlerdir. Bahriye Mızıkası ile Ertuğrul Mızıkası kıtaatımıza refakat [eşlik] ediyordu.

Minarelerde Tekbirler

Yollarda tak-ı zaferler altında kurbanlar kesilmiş ve alkışlar merasimin sonuna kadar hiç fasılaya uğramamıştır. Kıtaat geçerken bütün minarelerden tekbirler alınmakta idi. Bu gece minarelerde mahyalar kurulacak, sabaha kadar şenlikler yapılacaktır. [7]

DİPNOTLAR

[1] https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc002/kanuntbmmc002/kanuntbmmc00200343.pdf

[2] https://www.hurriyet.com.tr/5-yillik-isgale-28-roman-sigdi-54715

[3] 2017 SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI (İlkokul ve Ortaokul 4, 5, 6 ve 7. Sınıflar), s. 12

[4] 2017 T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI (Ortaokul 8. Sınıf), s. 10

[5] 2017 ORTAÖĞRETİM T.C. İNKILAP TARİHİ VE ATATÜRKÇÜLÜK DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI, s. 24

[6] Hâkimiyet-i Milliye, 5 Ekim 1923, No: 933, s. 1, sütun: 1-3

[7] http://gazeteler.ankara.edu.tr/dergiler/milli_kutup/1541/1541_9/0284.pdf

Continue Reading

En Çok Okunanlar