Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

SEVRES (SEVR) ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)

Published

on

Sevr Antlaşması 433 maddelik ve 150 büyük sayfalık bir vesikadır. Ekler, haritalar ve diğer belgeler bunun dışındadır.

Bu antlaşma ile Orta Doğu haritası adeta yeniden çizilerek paylaşılmaktaydı. Antlaşmanın maddeleri oldukça ağırdır ve Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak için hazırlanmıştır.

İstanbul ve civarından oluşan küçük bir bölge ile Orta Anadolu’nun küçük bir kısmı Kastamonu kıyılarına kadar Türklere bırakılıyordu. Rumeli ve Boğazlar İtilâf Devletleri’nin işgaline bırakılmakla birlikte Boğazların trafiğe açık olması ve karma bir komisyon tarafından yöneltilmesi kararlaştırılmıştır. Doğu Anadolu’da ise Kürdistan ve Ermenistan devleti kuruluyordu. Bu devletlerin sınırlarını ABD çizecek ve Ermenistan 20 yıl ABD mandası altında bulunacaktı. Arabistan Osmanlı Devleti’nden ayrılacak ve müttefiklerin isteklerine terk edilecekti. Müttefikler tarafından daha önce işgal edilen yerler, Fransa, İtalya ve İngiltere’de kalıyordu. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde eşit haklara sahip olacak ve Meclis’te temsil edileceklerdi. Kapitülasyonlar yürürlükte kalıyordu. Devletin askerî ve maddî işleri kontrol altına alınıyordu. Sadece iç güvenliği sağlamak üzere 50.000 kişilik askeri güç dışında silahlı kuvveti olmayacaktı. Liman ve demir yolları uluslararası bir komisyona bırakılıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecekti. Kendi aralarında paylaşamadıklarından İstanbul Osmanlı Devleti’nde kalacaktı. İzmir’in yönetimi Yunanlılara bırakılmıştır. Bunlara ek olarak da savaşa girmiş ve idarî kademelerde bulunmuş Türk vatandaşları savaş suçlusu olarak yargılanacaktı.

Sultan Vahideddin’in başkanlığında 22 Temmuz 1920’de toplanan Şûra-yı Saltanat “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek Sevr Antlaşması’nın onaylanmasına karar vermiştir.

Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından imzalanması üzerine, Kazım Karabekir Paşa, Meclis Başkanlığı’na 16 Ağustos 1920 tarihli gönderdiği bir telgrafta Sevr’i imzalayanların “vatan haini” ilan edilmesini teklif etmiştir. Bu öneri mecliste görüşülerek 19 Ağustos 1920 tarihinde kabul edilmiş ve anlaşmaya imza atan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey, Reşat Halis ve kırk iki kişinin daha vatan haini olduğu ilan edilmiştir. [1]

***

Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.

REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;

Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine

Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yâd edilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

 17 Ağustos 1336 [1920]

Şark Cephesi Kumandanı

Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim. [2]

***

30.10.1338 [1922] Pazartesi günkü Meclis toplantısında Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar okunmuştur. Bu bölümde öncelikle Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar üzerine Osmanlı Devleti’nin mukadderatı ve hilafet meselesi hakkında açılan müzakerede Sadrazam Tevfik Beyin telgrafı okunmuştu. Telgrafta Tevfik Paşa, Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında bir ikiliğin olmadığını ve Sevr Muahedesi konusunda Büyük Millet Meclisi ile müzakereye hazır olduklarını ifade etmiştir. Müzakerede söz alan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Sevr Muahedesini imzalayanların Bab-ı Âli olduğunu Millet Meclisinin ise bu belgeyi kabul etmediğini söyleyerek Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında ikilik olduğunu dile getirmiştir. [3]

Müfit Efendi (Kırşehir), Sevr Muahedesi ile milletin hâkimiyetinin ve istiklâlinin mahvedildiğini belirtmekte, ardından konuşan Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey, Bab-ı Âlinin Türk milletini ebediyen esarete mahkûm eden Sevr Ahitnamesini kabul ettiği üzerinde durmakta, Tunalı Hilmi Bey (Bolu), Padişahı, Sevr Antlaşmasına boyun eğdiği için “taçlı hain” olarak nitelemektedir.[4]

***

Sevr Antlaşmasının birinci yıldönümü münasebetiyle dönemi yaşamış bir kişinin, kişinin yaşadığı topluluk ve toplumun bakış açısını yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-2] künyesinde Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan “BİR SENE-İ DEVRİYE” başlıklı çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

BİR SENE-İ DEVRİYE [YILDÖNÜMÜ]

Kablettarihin [tarih öncesinin] vahşi adamları birbirini parçalamak istedikleri zaman, kastlarını doğrudan doğruya ve dürüst bir hareketle icra ederler, zulme hak süsü vermek riyakârlığına tenezzül etmezlerdi. Hâlbuki dün sene-i devriyesini geçirdiğimiz “Sevr” muahedesini hazırlayanlar, dört harp senesinde hak ve adalet münadiliğiyle cihanın başını ağrıttılar. Nihayet hak ve adaletin Anadolu’ya taalluk edenini gördüler: Sevr muahedesi milyonca Türk’e karşı düşünülmüş bir suikast programından başka nedir?

Cinayet açık bir iştir: Mutemet [güvenilir kimse] kastını hazırlar. Sonra hücum eder, öldürür.  Loyd Corc ve refikası yirmi milyon masumun katl ve imhasını açıkça söyleselerdi belki daha dürüst olurdu. Hâlbuki hem kastettiler hem de kastlarını cihan sulhu, medeniyet, adalet vesaire gibi kelimelerle süslemek istediler. Fakat cinayet, fena olmak için mutlaka bir anda ve bir silahla olmak lazım gelir. Bir milleti “Sevr” denilen hükm-i idam ile ortadan kaldırmak da bir cinayettir. Sonu ölüme kendinden sonra katl ve idamın çelik bir hançer veya altun bir kalem ile irtikâbı birbirinden çok faklı şeyler değildir. Hele bunu bu memleketi temsil etmeyen ve damarlarını harisane bir surette emmek iştihasından başka bir his beslemeyen birkaç hain ele imzalattırmak bundan daha az bir cinayet olamaz.

Bir sene evvel İstanbul’dan gönderilen ve milletle alakası olmayan birkaç kişinin imzaladığı bu ölüm senedine Anadolu’nun on milyon Türkü belki imanına güvenerek elinin tersini urdu. Türk milletini yeşil masa başında ve cigara dumanları arasında boğmağa karar veren efendileri kastlarını yürütemediler: Loyd Corc ve arkadaşlarının ve Avrupa sermayedarlarının keyfi, arzusu ve menfaati için milyonlarca insana ölüm kabul ettirmenin imkânı yoktu.

Medeniyetin sahte hâkimleri, niyetlerini başaracak fedakârlığı göstermeğe de kadir değildiler; İstanbul’dan gönderilen birkaç vatansızın imzası meseleyi hal edemezdi, bu idamı bilfiil infaz edemezlerdi. Anadolu Türkünü öldürecek ücretli bir cellat lazımdı. Anadolu hesabına ücret vaat etmek suretiyle bu celladı buldular: Yunanistan bir senedir bu hizmeti görüyor.

Fakat Avrupa’nın Anadolu’ya memur ettiği vahşi cellat, maksadına eremedi. Türk milletinin iki senedir gösterdiği harikulade mukavemet,  şarka gelen bu deni celladın satırını inşallah kendi kafasında paralayacaktır.

Sevr muahedesini kabul etmek, dörtler meclisinin kurduğu zulüm sehpasına kendi kendimizi asmak, idam ipini boynumuza kendi elimizle geçirmek ve çekmek demekti. “Sevr” muahedesini kabul etseydik bugün Anadolu’da meşgul olmadık toprak, esir olmadık millet kalmayacaktı; Avrupa medenileri bir sülük gibi sırtımıza yapışarak, köylümüzün alın teriyle kazandığı emekleri, Londra, Paris, Roma ve Atina daha zengin ve daha müreffeh olacak, servetini kollarıyla kazanan bu halk, açlıktan, uşaklıktan benzi sola sola ve ram [sürü] olup çökecekti.

Fakat bu milletin ne Avrupalılara uşak olmağa, ne de Avrupa ihtirası için ölmeğe niyeti yoktu. Sevr teklifi, tarihi ve yüksek izzet-i nefse pek giran oldu [dokundu, ağır geldi]. Yorgun ve mecruh olmağla [yaralı olmakla] berber vakurane doğruldu ve kendisine sulh muahedesi diye uzatılan hakaretnameyi okumaya bile tenezzül etmeden, tarihini, şeref ve istiklalini müdafaaya koyuldu.

Bu müdafaa sayesindedir ki Türk milleti iki senedir ölüm savletini [hücumunu] tevkif ediyor [durduruyor]. Hiç şüphe yok ki bu savleti bir gün kıracak, perişan edecek ve beşeriyet tarihinden hiçbir zaman silinemeyen büyük ve mukaddes istiklalini ebediyetle devam edecektir.

Allah ve hak bizimledir.

DİPNOTLAR

 [1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/

[2] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 19.8.1336 (1920), Devre: I, Cilt: 3, İçtima Senesi: I, s. 333

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf

[3] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270-276

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf

[4] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 283-288

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf

[5] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-3

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk İstiklâl Mücadelesi

Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published

on

Özet

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş

Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]

I. Dil ve Gençliğe Hitabe

1.1. Dilin Sadeleşmesi

Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]

1.2. Retorik ve Söylem

Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]

1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi

Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]

II. Tarih ve Gençliğe Hitabe

2.1. Tarihi Arka Plan

Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.

2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler

  • İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
  • Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
  • Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]

2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması

Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]

III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe

3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu

Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]

3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık

İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]

3.3. İç ve Dış Tehlikeler

Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]

IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi

4.1. Unsurların Birleşimi

  • Dil: Birleştirici unsur.
  • Tarih: Uyarıcı hafıza.
  • Coğrafya: Aidiyetin mekânı.

4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik

Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.

Sonuç

Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.

Dipnotlar

[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898

[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.

[3]   Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[4]  Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.

[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.

[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.

[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.

[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.

[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.

[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.

[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.

Continue Reading

Özel Günler ve Anlamları

26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları

Published

on

Giriş

26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak Türkiye’de her yıl kutlanan önemli bir kültürel tarihtir. Kökenini 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’ndan alan bu gün, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna işaret etmekte ve Cumhuriyet’in kültür politikaları arasında dil inkılabının oynadığı merkezi rolü simgelemektedir.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dil, modernleşme ve millet-devlet inşasının merkezî unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil inkılabı, yalnızca alfabe değişikliğiyle sınırlı kalmamış, Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılması ve halkın konuştuğu dil ile yazı dili arasındaki mesafenin kapatılması hedeflenmiştir. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, bu dönemin başlangıç noktası olmuş ve 26 Eylül tarihinin Türk Dil Bayramı olarak kutlanmasına zemin hazırlamıştır.

1. Birinci Türk Dil Kurultayı ve TDK’nın Kuruluşu

26 Eylül 1932’de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, Cumhuriyet’in dil politikalarında kurumsallaşmanın ilk adımıdır. Kurultayın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü TDK) kurulmuş ve Türkçenin söz varlığının zenginleştirilmesi, bilim dili hâline getirilmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

2. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Dil Anlayışı

Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığını korumasında olduğu gibi kültürel varlığını sürdürmesinde de dilin belirleyici bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Onun Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” (Ankara 1930, s. 3) adlı eserinin başına 2 Eylül 1930 tarihinde el yazısıyla kaleme aldığı şu satırlar, bu anlayışı en özlü şekilde yansıtmaktadır:

Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Bu ifadeler, Atatürk’ün Türkçeyi sadece bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda millî bilincin ve milli bağımsızlığın en temel dayanağı olarak gördüğünü göstermektedir.

3. Günümüzde Türk Dil Bayramı’nın Yansımaları

Günümüzde 26 Eylül, üniversitelerde, okullarda ve kültürel kurumlarda çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. TDK her yıl bildiriler yayımlamakta, gençler arasında Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımını teşvik eden projeler yürütmektedir. Ancak yabancı dillerin artan etkisi ve dijital kültürün getirdiği yozlaşma, Türk Dil Bayramı’nın amaçlarını ve beklentilerini daha da anlamlı kılmaktadır.

Sonuç

26 Eylül Türk Dil Bayramı, Cumhuriyet’in dil inkılabı mirasını simgeleyen ve Türkçenin gelişimi için toplum farkındalığı oluşturan önemli bir tarihtir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dil anlayışı, modern millet-devlet inşasının temel taşlarından biri olarak bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde yapılması gereken, bu mirası yalnızca anmak değil; Türkçeyi bilim, sanat, kültür ve teknoloji dili olarak daha da güçlendirmektir.

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

TÜRK İSTİKLAL MÜCADELESİNDE KAĞNI KOLLARI (İnebolu-Kastamonu Hattı)

Published

on

Giriş

Millî Mücadele, Türk’ün fert ve millet olarak gösterdiği büyük fedakârlıklarıyla tarihe mal olmuş bir dönemin adıdır. Bu dönem, birçok tarihi vaka, tartışma ve konuyu içermektedir. Bu dönem, ferdi bulunduğu ortam içinde bir seçim yapmaya/taraf belirlemeye mecbur kılmıştır. Birinci tercih, Emperyalizmin temsilcileri işgalci İtilaf Devletleri ve işbirlikçi İstanbul Hükumeti emrinde/tarafında (sözde) hâkimiyetini ve istiklâlini devam ettirecek bir konum belirlemekti. İkinci tercih ise Mustafa Kemal önderliğinde çoban ateşi yakılan Türk İstiklal Mücadelesi uğrunda Kuvay-ı Millîye yanında ve bünyesinde Türk Milliyetçileri [1] ile birlikte “Ya İstiklâl Ya Ölüm” diyerek asi olmak veya ölmeyi göze almaktı.

Enver Behnan ŞAPOLYO [2], genç yaşında bu iki seçenek arasında tercihini Kuvay-ı Millîye’den yana kullanmıştır. Kuvay-ı Millîyecilere katılarak Istıranca bölgesinde Yunan kuvvetlerine karşı askeri vazife üstlenmiştir. Bir müddet sonra İstanbul’dan Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katılmak ister. Mim Mim (Millî Mücadele) Grubu’nun yardımıyla İnebolu’ya geçer. İnebolu-Kastamonu hattında, cepheye cephane ve erzak taşıyan Kağnı Kolları’nda komutanlık vazifesiyle “Türk İstiklâl Mücadelesi”nde hizmet eder. Bu zaman aralığında yaşadıklarını eserlerinde işleyerek bir dönemin siyasî ve askerî yapılarının durumunu, bir fert olarak kendi düşünce ve ruh halini, Anadolu’daki fertlerin düşünce ve ruh hallerini örneklerle açıklar. Tanık olduğu olaylar, yerler ve kişiler hakkında verdiği (sosyo-ekonomik, kültürel) bilgiler, bizlere ve araştırmacılara Millî Mücadele’nin ferdi ve sosyal yönlerini farklı bir bakış açısıyla inceleme-değerlendirme imkânı vermektedir.

Aşağıda, “Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967” künyeli eserin 31-45’inci sayfaları arasında, İnebolu-Kastamonu hattındaki Kağnı Kolları Komutanı Enver Behnan ŞAPOLYO’nun hizmetlerinden bir bölüm; kendi dilinden hizmetlerini okumak, anlamak, incelemek ve değerlendirmek zevkini tatmanıza katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur. Görseller, anlatımı açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından eklenmiştir.

***

[İnebolu’da] Otelde yatağıma uzanmış yatıyordum. Odamın kapısı vuruldu. Seslendim, içeri bir asker girdi.

–        Sizi Kumandan istiyor! Dedi. Doğruca Kumandana gittim. Bana:

–        Yavrum, sana bir vazife veriyorum. Bu mukaddesi vazifeyi hakkıyla göreceğine inanıyorum.

–        Ne gibi bir vazife.

–        Cepheye cephane taşıyan kağnı kollarının kumandanı yaptım.

–        Emredersiniz!

Diyerek bu mukaddes vazifeyi kabul ettim. Hayatımda duyduğum en büyük zevk bu olmuştu. Milletim bana bu vazifeyi lâyık görmüştü.

KAĞNI KOLLARI

Güneş Karadeniz’in mor sularını kızıl bir renge bürüyerek ağır ağır Dünya’nın öbür yüzünü aydınlatmak üzere batmıştı. Yalnız camilerde kandiller yanıyor. Bu gece bir kandil günü idi. Bir meydana kırk kağnı sıralanmıştı. Bir subay:

–        İşte kağnılar, yanına da müzaheret bölüğünden bir nefer veriyorum… Dedi. Bu zabit bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı. Nefere adını sordum:

–        Mustafa…

Dedi. Bu nefer çete kıyafetinde bir asker idi. Başında bir Laz başlığı, omuzunda bir Rus mavzeri ve göğsünde iki kolon fişek takılı idi. Müzaheret Bölükleri Kuvayı Milliye’nin geri hizmetlerini görmekte idi. Bunlar hapishanelerdeki mahkûmlardan köy ve kazalardaki kabadayılardan gönüllü olarak toplanmış milis jandarma bölükleri idi. Hepsi belalı, gözü pek adamlardı. Benim Mustafa da Kastamonu hapishanesinden çıkarılmış bir mahkûmdu. Eskiden İnebolu’da fırıncılık edermiş. Mustafa’ya:

–        Haydi, kağnıcılara söyle, hareket edelim.

Dedim. Mustafa öne koşarak kağnıları harekete geçirdi. Ben yanıma ekmek almayı unutmuşum. Yanımda bulunan Muallim Hasan Bey bana bir okka ekmek ile biraz beyaz peynir alarak getirdi. Yollarda belki ekmek bulamazsın dedi. Bu temiz insanın vefakârlığına hayran kaldım. Ekmekçi Cemil adlı bir köylünün kağnısına koydum. İnebolu’da herkes birbirine yardıma koşuyordu. Kağnılar ilerlemeye başladı. Karanlığı yararak ilerliyorduk. Bastığım yeri göremiyordum. Her taraf zifiri bir karanlığa bürünmüştü. İkiçay denilen vadiye daldık. Bir saat sonra ufak bir karakolun önünde bizi jandarmalar durdurdu. Burası İnebolu’dan çıkanların vesikalarını kontrol eden bir karakol noktası idi. İç Anadolu’ya öyle kolay kolay girilemiyordu. Jandarma bana:

–        Tamam mısınız?

Dedi. Ben de:

–        Evet!

Deyince:

–        Yolunuz açık olsun. Kastamonu’ya altı günde varmaya gayret et, geç kalırsan İstiklal Mahkemesine verirler. Cephede askerler cephane bekliyorlar, dedi. Ben de:

–        Mümkün olduğu kadar erken varmaya çalışacağım ve süratle gideceğiz.

Dedim. Kağnılar cevap veriyor:

–        Gıy gıy…

Yolumuza ağır ağır devam ediyorduk. Fakat her süratli vasıta yorulur ve bozulabilir. Bizde ne yorulmak ne dinlenmek ve ne de bozulup yolda kalmak vardı. Otomobiller, kamyonlar belki her yeri aşamazlardı. Fakat bizim için aşılamayacak yol yoktu. Biz ağır, fakat hep hareketteyiz. Daima hedefe doğru ilerliyorduk. Kağnılarımızın tahta tekerleklerinden çıkan müşterek ses duyulmamış bir ahenk meydana getiriyordu. Bu sesi ne musiki aleti ve ne de canlı bir mahlûk çıkarabilirdi. Kağnı sesleri bir inilti halinde inlemekte, çok kere de bir gayda sesini andırmakta idi. Sanki Türkler Orta Asya’dan dünyanın dört bucağına göç ediyorlarmış gibi dağları inletiyorlardı.

[Bahaeddin ÖGEL, Türk Kültür Tarihine Giriş I, Kültür Bakanlığı Yayınları/638, Kültür Eserleri Dizisi/46, Ankara 1991, s. 374]

Türk Milleti’nin bu günlerde çekmekte olduğu acıları sanki bu kağnı sesleri ifade ediyordu. Bu kağnıları ilk defa Türkler icat ederek insanlığa tekerlekli ilk nakil vasıtasını armağan etmişlerdi. Türkler, bu kağnılar vasıtasıyla dünyanın her yerine kolaylıkla göç edebilmişlerdi. Kağnıları köylüler yapıyor ve kendilerine gayet ucuza mal ediyorlardı. Kağnı tekerleklerini meşe veya gürgen ağacından üç parça olarak yapmakta idiler. Bu üç parça birbirine geçmekte olup bu iki tekerleği birbirine bağlamakta olan dingile ezgen diyorlardı. Ezgen, tekerleklere sabit olarak geçirilmekte idi. Tekerlekle dingilin birbirinden ayrılmaması için, dış tarafa da sert ağaçtan yapılmış büylü denilen bir çivi takılmakta idi. Asıl kağnının gövdesi, iki tahtadan teşekkül etmekte idi. Gövdeye üçgen şeklinde üç parça daha ilâve edilmiş olup en önündekine ön yastık, diğer ikisine de köp diyorlardı. Bazan iki köp arasına tahtadan kara çav çekilmektedir. Kağnılara öküz veya manda koşulmaktadır. Mandalara kömüş diyorlardı. Kağnıların hareketi gayet ağırdı. Üzerleri yüklü kağnılara, köylüler binmezler ve ellerinde nodul denilen ucunda bir çivi çakılı övendire tutarak, mandaların yanında yaya olarak ağır ağır gitmektedirler. Şayet bu kağnılara fazla yük konursa:

–        Aman efendim kömüşüm durur… Yani çatlar diye yalvarmaktadırlar. Kağnıların ses çıkarmayanları makbul olmayıp onu uğursuz saymaktadırlar. Kağnı gıcırdasın diye ceviz içi veya kömür tozu dökmektedirler. Ezgen yanmasın diye de üzerine yoğurt çalarlardı. Kağnıların böyle türlü türlü marifetleri vardı. Tank gibi çukurları atlar, en bozuk yolları aşar ve en dik sırtlara çıkar, inilmesi gayet müşkül inişlerden de iner. Hiçbir millette olmayan en ucuz ve en sağlam ve dağlık araziye uygun bir köylü nakil vasıtasıdır. Kağnının önüne dik bir iniş gelirse bunu şu şekilde iniyorlardı. Derhal ormandan büyük bir çam ağacı keserek bu ağacı dalları ile kağnıya bağlayıp köylüler bu dalların üzerine oturuyorlardı. Bu suretle en dik inişlerden aşağı inmek mümkün oluyordu. Çünkü bu ağırlık, kağnıyı aşağı yuvarlamıyor adeta bir fren vazifesini görüyordu. Bizim bu marifetlerimizi gören yolcular hayretler içinde kalıyorlardı. İstiklâl mücadelesinin yegâne köy hizmetini gören menzil teşkilâtında mühim rol oynayan Türk kağnıları idi. Kağnı, Kuvayı Milliye’nin bir sembolü olmuştu. Cepheye cephane ve erzak, geriye yaralı taşıyan en mühim nakil vasıtamız köylülerin kağnıları idi.

Durmadan yürüyoruz. Ağır ağır. Durmadan daima ileri gidiyorduk. Kağnı seslerine o kadar alışmıştım ki kağnıların esrarengiz iniltilerini duymak benim en büyük zevkim, ruhumun yegâne tesellisi olmuştu.

Bu kağnıları süren ayakları çarıklı, sarı mintanlı, mor şalvarlı, kırmızı kuşaklı köy delikanlıları ile üç etekli, dallı şalvarlı, başları örtülü kadınlar ne temiz bir ruha malikti. Ancak bunlarla beraber yaşayanlar bilirler. Bu temiz ruhlu insanların arasına katıldığımdan çok memnun idim. Kağnılar menzillerinden cepheye iki sıra teşkil etmekte idi. Bunlar bir bostan dolabının kovaları gibi mütemadiyen harekette idi. Kağnıların bir kolu İnebolu’da, bir kolu ise İnönü cephesinde bulunuyordu. Bunların bir kolu dolu gidiyor, diğer kol ise dolmak üzere boş dönüyordu. Fakat bunların hepsi durmadan harekette idi. Ağır gidiyoruz. Fakat mütemadiyen cepheye doğru akıyorduk. Bu kağnılar tıpkı karıncaların yuvalarına yem taşımasına benzemekte idi. Biz anlaşılması müşkül bir âlemin gizli sırlarını taşıyorduk. Kim ne derse desin hep harekette idik ve zafere doğru koşuyorduk.

Hiçbir ferdin şikâyeti olmayıp herkes seve seve gönüllü olarak hizmetini yapıyordu. Bu sıra memleketin iktisadi vaziyeti de ihmal edilmiyordu. Her köy eskisi gibi ekiliyor, hiçbir şey pahalı değil, hayat tabii idi. Kimse de ihtikâr yaparak para kazanmak hırsı doğmamıştı. Köylüler cepheye cephaneleri pazara mal götürür gibi sakin ve neşeli götürüyorlardı.

Kuvayı Milliye devrinin nakil vasıtalarından biri de deve ve katır kolları idi. Bunlar da orduya hizmet etmekte idi. Cepheye doğru ağır ağır ilerleyen deve kollarını görmek, insana ayrı bir heyecan vermekte idi. Deve kollarına yol gösterici bir eşekti. Bu eşeğin üzerinde çok kere devecilerin yorganları ve yiyecekleri yüklü idi. Her deve ancak iki cephane sandığı taşımakta olup birinci devenin hörgücünde bir Türk bayrağı dalgalanıyordu. Bu develerin boyunlarından hörgüçlerine kadar bir ipe dizilmiş aynalar ve renk renk püsküller sarkıyordu. Bu aynalara güneş vurduğu zaman hepsi birer avize gibi parlıyordu. Develerin boyunlarına büyük çanlar takılı olup kalın kalın çıkardıkları sesleri dinlemek de ayrı bir zevkti. Develerin boyunlarını yukarı kaldırarak, sürmeli gözlerini bir noktaya dikerek cepheye gidişleri de görülmeye değer bir manzara teşkil etmekte idi. Bu sahneler ressamlarımız, ediplerimiz ve müzisyenlerimiz için ne canlı konulardı.

Deve kollarından sonra, katır kollarının da manzarası ayrıca bir âlemdi. Katırların boyunlarındaki çanlar çok iri olup gürültüsü saatlerce uzak mesafelerden işitilmekteydi. En öndeki katırın eyerine bir bayrak takılı idi. Bu katır kollarının gürültüsü dünyayı tutmakta idi.

Nakliye kolları içinde en ağır giden kağnı kolları idi. Yaşadığımız şu günleri, motorlu nakliye vasıtalarını bir düşünün bir de kağnıyı… O, kağnı ki Türkler Orta Asya’dan göç ederlerken, ağırlıklarını bu iki tahta tekerlekle taşımışlardı. Şu hal, bunu ispat ediyor ki bir milletin azim ve imanı, en yüksek tekniği de yeniyor. Türk İstiklâl Harbi buna bir misaldir. Mazlum milletler, hiçbir medeni vasıtamız yok ki Millî Mücadeleye girişelim demesinler. Anadolu ihtilâli, mazlum milletlere bir örnek olmuştur. Dünyada emperyalizm prangasını ilk kıran Türk Milleti olmuştur. Emperyalistlere ölüm, hür yaşamak isteyenlere istiklâl diyen Türk mücahitleri olmuştur.

Kumandasını aldığım kağnılar, bir yanardağın lavı gibi ağır ağır cepheye akıyordu. Ben de bunların yanında yaya olarak gidiyordum. Bazan bir pınar veya çeşme başında duruyorduk. Kağnılarım kırk tane idi.

Kırk kağnıcı, bir de müzaheret bölüğünden Mustafa bir de ben, kırk iki kişiyiz. Bunlardan ikisi altmışar yaşlarında erkek, sekizi on beşer yaşlarında veya daha yukarı çocuklardı. Otuzu ise genç kadındı. Bazı kadınların kucaklarında bebekleri de vardı.

Gece, yıldızsız karanlık gece… Bu zifiri karanlığı yarıyoruz, bana inanın ne yolu ne uçurumları ne dağları ne kağnıları ne de birbirimizi görüyoruz! Yalnız ve yalnız kağnının çıkardığı ruhları tırmalayan sesini duyuyoruz. Tanrı huzurunda ibadet eden müminler gibi hiç konuşmadan gidiyoruz. Durmadan daima ileri gidiyoruz. Bu anda bir dağa tırmanıyoruz.

Gece saat on… Ay çıktı. Herhalde bize yol göstermek için. Solgun ışığı ancak dağların tepelerini aydınlatıyordu. Fakat bir daha göremeyeceğim bir tablo karşısındayım. Önümüzdeki dağlar birer şeker külâhına benziyor. Vadiler ise karanlık. Bu dağları döne döne yükseklere çıkıyoruz. Çok geçmeden ay kayboldu. Bir müddet sonra Digüz köyüne geldik. Köy çoktan uykuya dalmıştı. Bu köyü aşıp yine karanlığa daldık. Bu ızdıraplı yolculuktan kimsenin şikâyeti yoktu.

Bir saat daha yol aldıktan sonra Soğuksu Hanı’nın önünde durduk. Hanın kapısı önünde bir fener yanıyordu. Ne mutlu bize ki ışık gördük. Bir jandarma gelerek beni hanın odasına götürdü. Hayatımda ilk defa bir handa yatacaktım. Hem yorulmuş hem de acıkmıştım. Bu odada ekmek ile peynir yedim. Üzerine de bir çay içtim. Şimdi ne kadar mesuttum. İnsanlar için saadet o kadar nispi ki. Ancak bulunduğu şartları sevebilmek şartıyla… Biraz sonra hancı gelerek beni yatacağım yere götürdü. Fakat biz, karyolalı veya yatak serili bir odaya girmedik. Bir ahırın kapısında durduk. Uzakta bir sönük yağ kandili yanıyor… Üç tane de at, kuyruklarını sallıyordu. Köşede ise bir gübre yığını vardı. Hancı gayet tabii bir sesle:

–        Şu kepeneği al, gübrenin içi sıcak olur, orada yat! Deyip gitti. Kepenek elimde, gübre yığınına doğru ilerledim. Burnuma fena hâlde gübre kokusu geliyordu. Hayvanlar kuyruklarını sallıyorlardı. Ses yok. Ara sıra kişneme… Donuk ve titrek yağ kandilinin ışığı. Üç hayvan bir de ben. Yatak komşularım bunlardı. Ben bu gece bir ahırda gübre yığınının içinde yatacaktım. Ben bir İstanbul çocuğuyum. Hem de kökten bir İstanbulluyum. Her türlü istirahati temin edilen bir şehir çocuğu… Beyaz patiska örtülü yatak, yorgan. Battaniye… Şimdi ise bir gübre yığını, yatak olacak bana… Hiç sarsılmadan bu gübrenin kırk yıllık müşterisi gibi içine yatıverdim. Gözlerimi kapadım, burası bana kuştüyünden yumuşak geldi. Uyuya kalmışım. Sabahleyin erkenden hancı benin uyandırmasa, daha uyuyacaktım. Bu hanın adını (Gübre Palas) koydum. Ne zaman rahat bir uyku uyusam bu hanı düşünürüm.

Hancı bana bir bazlama ile bir çay getirdi, keyfim yerine iyice geldi. Kağnılar hazırdı. Yine yola düzüldük. Hafif bir yağmur yağmış. Her taraf çamlıktı. Toprak kırmızı. Mustafa’ya sordum:

–        Buradan nereye varacağız?

–        Tanrı cennetine!

–        Bu cennet neresi imiş?

–        Ecevit…

Dedi. İstanbul’un adası ne ise Ecevit de bu diyarın incisi imiş, yine durmadan gidiyoruz.

Kağnılar sıra, sıra hedefe doğru akıyordu. Sabahın serinliğinde yola çıkmak, bu ne tatlı bir hayattı. Sağım orman, solum orman… Çam kokuları içinde ilerliyorduk. Ciğerlerim çam kokulu bir hava ile doluyor, boşalıyordu. Yaya gidiyoruz. Demek insan takati on iki saat yürümeye mütehammilmiş… Neden şehirliler, on dakikalık yola bile vasıta ile giderler. Herhalde kalpleri yağ bağlayıp çabuk ölmek için olacak!.. Güneşle uyanan bütün mahlûklar, hiç dinlenmeden uçuşuyorlar, koşuşuyorlar, bizim kömüşler gibi… Bizim bu zahmetli ve yoksulluk içinde çalışmamızın müddeti belli değil. Ta ki düşmanın sırtı yere gele!.. Bizim nesil ölecek, çok cefa çekecek. Fakat arkasından gelen nesillere iyi bir Türkiye, mesut ve ışıklı günler bırakacağız… İşte bu iman, bizi hiç yormuyor. Şikâyetimiz de yok, ne bir mükâfat ve ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz bu vazifeyi, yüklendiğimiz tarihi mesuliyetten alıyoruz. Millî mücadele bizde şuurlu bir mefkûre olmuştur.

Başımda sivri siyah bir kalpak, ayaklarımda getirler, üstümde bir avcı ceketi, kilot pantolon, boynumda tiftik bir atkı sarılı idi. Tam bir Kuvayı Milliyeci tipi idim. Dağlardan iniyor, çıkıyorduk… Şimdi iniyoruz. Bir dere şelâleler yaparak köpüre köpüre akıyor, dökülen suların coşkun şırıltıları, kağnıların seslerine karışıyordu. Bu dağlara Özünoz adı verilmişti. Bulutlar bu dağların arkasında sakin bir sis hâlinde duruyor. Bu güzel vatan toprakları kime verilirdi. Yağma yok!.. Bu toprakların hakiki sahibi biziz…

İlk uğrağımız Kürei Nühas nahiyesi olacaktı. Yağmur çiselemeye başladı. Yağmur değil, gökten baranı bela yağsa da biz bu cephaneleri aslan Mehmetçiklere ulaştıracaktık. Çamlar burcu burcu kokmaya başladı. Ara sıra Abdullah adlı bir kağnıcının kağnısına oturuyordum. Fazla oturursan, kağnıcılar:

–        Kömüşüm durur.

Diyorlar. Yani manda çatlar, ölür demek istiyorlardı.

Bir dağın yamacından gidiyoruz. Fakat bu dağ baştanbaşa madenlerle dolu. Madenler açıkta görünüyordu. Bunlar bakır madenleri idi. Bu sebeple (Küre’ye), Kürei Nühas, bakır küresi deniliyordu. Bu madenler sanayileşen işçileri bekliyordu. Her taraf yerüstü ve yeraltı servetleriyle dolup taşmıştı. Bunları işleyecek, planlı ve rasyonel çalışacak bir iktisadi program yapacak memleket çocuklarını bekliyordu.

Akşam olmuştu. Küre nahiyesi göründü. Nahiyeye girerken sıra sıra demirci dükkânları gördük, hep çalışıyorlardı. Fabrika yerine, kol çalışıyordu. Birkaç kasap dükkânından sonra nahiyeye girdik. Nahiye müdürü hepimize yemek ikram etti, güzelce karnımızı doyurduk. Gece bir kahveye gittim. Onlardan havadis sordum:

–        Enver Paşa, şarkta bir yeşil ordu hazırlamış. Mustafa Kemal’e gönderiyormuş!

Dediler. Yunan kuvvetlerinin Bursa’ya girdiklerini de konuşuyorlardı. Biri:

–        Yunan kralının oğlu Osman Gazi’nin mübarek sandukasının üstüne oturup resim çıkarmış.

Dediği zaman köylüler:

–        Ülen bu Yunan da adam mı be! Neyine güvenir de bu haltları işler.

–        Arkasındakilere!

–        Ele güvenen, yarı yolda kalır.

Dedikleri zaman ben lafa karıştım.

–        Her millet kendi gücüne güvenmeli.

–        Pek doğru diyen efendi!

Dediler. Birisi de:

–        Beş yüz yıllık köleliğin acısını çıkarıyorlar.

Dedi. Benim ne iş yaptığımı sordular. Cephane taşıdığımı söyledim.

–        Aşk olsun! Delikanlı.

Dediler. Biraz sonra bu kahvehanenin üzerindeki bir odada yattım.

Tekrar yola düzüldük. Yine bir ormanlık bölgeden ilerliyorduk. Çok kere yan yana gittiğim kağnıcı Cemil adında birisi idi. Bu civar köylerden imiş. Dünyanın en güzel manzaraları içinde yaşıyorduk. Bu manzaraların otomobil ve tren penceresinden değil, yürük Türkmenler gibi yaya gidildiği zaman ne olduğu anlaşılıyor. Tevekkeli değil. Büyük Türk filozofu Farabi’yi Suriye hükümdarı Seyfüddevle sarayında alıkoymak istediği zaman Farabi:

–        Ben tabiatın çocuğuyum, avucumla pınarlardan su içemeden, ağaç gölgesinden göğü seyredemeden, yeşil çayırları, ormanları görmeden yaşayamam. Dört duvar arası benim yurdum olamaz.

Demişti. Şimdi anlıyorum ki ne kadar haklı imiş o koca filozof. Yolumuza yine devam ediyorduk. Yanıma Mustafa Çavuş geldi.

–        İşte Ecevit!

Dedi. Dağdan aşağı baktım. Aman yarabbi! Ne güzellikti o. Her taraf bodur çamlarla yeşil bir Isparta halısı gibi idi. Çamlık bir tepenin eteğinde bir hanın önünde durduk… Burası meşhur İsmail Ağa’nın hanı imiş. İsmail Ağa, yolculara yoğurtlu çorba yaparmış. Bu nefis çorbadan biz de içtik.

Bu han, araba yolcularının birinci konağı imiş, bizim ise üçüncüsü idi. İsmail Ağa insancıl bir adamdı. Herkesin hatırını sorar. En büyük meziyeti de kendine mahsus dünya görüşü vardı. Bana selâm verdi, aldım:

–        Oğlum nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun? Dedi, ben de:

–        İnebolu’dan geliyorum. İnönü cephesine cephane taşıyorum, dedim.

–        Gazan mübarek olsun. Barutsuz tüfek, bir demir çubuktur. Askere silâhla beraber cephane de lâzım.

İsmail Ağa bana, Yunanlıların yaptıklarından bahsetti, sonra dünya siyasetine döndü.

–        Oğlum, biz neden böyle zayıf düştük biliyor musun?

–        Neden?

–        Süveyş Kanalı açıldı. O zaman ticaret yolları buradan geçti. Biz de bütün Müslüman âlemi de fakir düştü.

–        E, şimdi ne yapmak lazım?

–        Bu yolları elinde tutan milletlerle dost olmaya bakalım.

–        Onlar bizim vatanımızı paylaştılar. Anadolu’yu kana boyadılar.

–        Bunların hepsine sebep padişahtır. Artık böyle büyük işleri başaramıyorlar. Nerde o Fatihler, Yavuzlar… Sanki şimdikiler, onların torunları değil.

–        Biz şimdi, Rus’la dost olduk.

–        Rus’a kulak asma, o ne olsa moskoftur. Şimdilik dostuz. Amma sonunu düşünmek lazım. Mustafa Kemal akıllı bir adama benziyor. O, işini bilir.

Dedi. Ben bu ihtiyarın görüşlerine hayran kaldım. Bu adam bir halk filozofu idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun inhitatına sebep olarak, Akdeniz ticaret yollarının batılı devletlere geçmesi ile izah ediyordu. Doğrusu, o ana kadar, benim böyle geniş düşüncem yoktu. Bana:

–        Oğul, beni gönülden çıkarma! Yolun açık olsun, dedi. Geceyi de bu handa geçirdik. Sabah çok erkenden yine yola düzüldük. Ecevit, bir tanrı cenneti idi. Buraya doyamadan, yolumuza devam ettik. Sıra ile üç köyün önünden geçiyorduk. Bu köylerin adlarına Burlen, Karadere, Çataldoruk diyorlardı. Yolların kenarları muşmula ağaçları ile dolu idi. Bundan sonra çamsız yollardan gidiyoruz. Her taraf çıplak. Yollar tozlu. Biz yine gidiyoruz.

CEPHEYE ASKER GİDİYOR

Biz yine dağlar, tepeler aşıyoruz. Bir köylüye rast geldik, bize yolların tehlikeli olduğunu söyledi. Sordum:

–        Ne var?

–        Pontuscu Rumlar dağlarda dolaşıyorlar.

–        Çoklar mı?

–        Bilemiyoruz amma kalabalıklarmış.

–        Bunların peşine asker düştü mü?

–        Giresunlu Topal Osman Ağa müfrezeleri takip ediyormuş.

–        Bunlar hangi dağlarda.

–        Küre dağlarında görünmüşler.

–        Gelecekleri varsa, görecekleri de vardır.

Diyerek yolumuza devam ettik. Fakat gözlerimi dağlardan ayırmadım. Bir saat sonra cepheye giden bir askeri kafile yanımızdan geçti. En önde davul çalıyor. Askerlerin arkalarında beyaz torbaları yaya gidiyorlardı. Hep bir ağızdan şu türküyü tutturmuşlardı.

Ankara’nın taşına bak!

Gözlerimin yaşına bak

Yunan bizi esir almış

Şu feleğin işine bak, pek şanlıyız!

*

Ankara’da Sincan yolu

Yunan tuttu sağı, solu

Biz Yunan’a esir olmayız

Yetişiyor keşif kolu

*

Ankara’da harp olacak

Tarihlere şan olacak

Biz Yunan’a esir olursak

Yüzümüze ar olacak!

Askerler bu türküyü öyle hazin, hazin söylüyorlardı ki insanın içi burkuluyordu. Hele (Yunan bizi esir almış, şu feleğin işine bak) sözü, o kadar mânalı idi ki!.. Tarih boyunca en büyük devletlerle harp etmiş zaferler kazanmış bir millet, şimdi Yunan gibi küçük bir millete esir düşüyor, bu hâle şaşan halk (Şu feleğin işine bak!..) diyerek hayretini izhar etmekte idi. Askerler ilerleyip kayboldular. Cepheden gelenlere sordum:

–        Ne var?..

–        Kuvayı Seyyare Kumandanı Çerkes Ethem kuvvetleri Kütahya’da Yunanlıları yendi. O taraf Yunan cesetleriyle dolu…

–        Ya Menderes cephesinde ne var?

–        Yörük Ali baskınlarına devam ediyor.

Dedi. Her zaman yanımda giden Cemil şu türküyü tutturdu.

Şu dağları oydular

İçine çete koydular

Yörük Ali’nin adını

Hazreti Ali koydular.

*

Vay gidinin efesi.

Efelerin efesi.

*

Mintanımın kolları

Pırıldıyor pulları

Yörük Ali geliyor

Açıl Aydın dağları.

*

Vay gidinin efesi.

Efelerin efesi.

Bu efe türküsünü dinleye dinleye gidiyorduk. Yanımızdan iki atlı süratle geçti. Fakat bir kağnının yanında durdular. Ben hemen oraya koştum. Bunlardan ikisi de milletvekili idi. Şu sahne doğdu. Kezban adında bir kağnıcı kadın vardı. Bu kadının kucağında altı aylık bir de yavrusu vardı. Kadın ve çocuk üşümüşler. Mosmor olmuşlardı. Buna mukabil kağnının üzerinde bir yorgan serili duruyordu. Sonradan Tarım Bakanı olan Sabri Bey, Kezban kadına:

–        İkiniz de pek üşümüşsünüz, bu yorganı al da hem kendini hem de çocuğunu muhafaza et. Yoksa yavrun donar! Dediği zaman, bu kahraman ana, bu milletvekilinin yüzüne bakarak, kağnının üstündeki yorganı kaldırdı, içinden üç sandık cephane çıktı. Sonra:

–        Bu cephanelerin üstüne yağmur yağar, su alırsa bozulur, fakat çocuğum soğuktan ölürse ben bir tane daha doğururum!

Diye bir kahramanlık menkıbesi yarattı. Adamlar bir şey söyleyemediler. Atları sürdüler. Zannedersem ikinci atlı ağlıyordu. Benim kağnıcı kadınlarımdan bir tanesinin adı Ayşe hala idi, bu kadın Keskinli idi. Oğlu cepheye gidince, Ayşe hala da kağnısıyla gönüllü olarak cephane taşımaya gelmiş bir kahramandı. Yolda bir sahneye daha şahit oldum. Seydiler köyüne gelmeden önce karşımıza omuzunda bir mermi taşıyan bir kadın çıktı. Bu kadına sordum:

–        Bu mermiyi nerede buldun?

–        Bir askeri depoda.

–        Bunu nereye götürüyorsun?

–        Cepheye götüreceğim. Askerlerimiz düşmanın bağrına atsın…

Dedi. Omuzunda mermi, bizim kafileye katıldı. Fakat sonradan bu merminin bozuk olduğu anlaşıldı. Yolda ben kimlerle dost olmadım. Konuşmayı çok sevdiğimden, herkesle dost oluyordum. Yanımızdan ara sıra yaylı arabalar geçiyordu. Bunların içinde memur aileleri vardı.

Çataldoruk’un yolunu aşmıştık. Şimdi uzun bir vadiden ilerliyoruz. Dağ yamaçları tiftik keçileri ile dolu idi. Bir müddet sonra gayet şirin bir yere çıktık. Burası kağnıcılardan Cemil’in köyü imiş. Bu köyün adı Cislerik idi. Bir çeşme başında durduk. Cemil beni köyüne misafir etti. Bir ocak başına oturduk. Babasıyla tanıştım. İkram olmak üzere bana sahanda yumurta ile bir kâse yoğurt ve biraz da bal getirdiler. Karnımı güzelce doyurdum. Türk köyleri ne misafirsever insanlardı. İlk gördükleri yabancıyı bile bağırlarına basıyorlar, varlarını yoklarını vermek istiyorlardı.

Türkmen Anadolu, tertemiz insanlar, Oğuz Han’ın temiz soyu. İnsanlığa lâyık meziyetler bunlarda toplanmıştı. Birbirimizi böyle felaketli günlerde tanıyabildik. Türklüğün bütün manevi hazinesi köylerde yaşıyordu. Bir kere ilmin ışığı köye girerse, Anadolu’da parlak bir medeniyet doğacaktı. Bu beyaz tenli, sağlam vücutlu, yüksek karakterli bu insanlara el uzatmak lazımdı. Türklüğün dehası köylerde saklı idi. Zaferi bir kazansak, yeni bir Türkiye doğacaktı.

Bu köyü de arkada bırakarak yolumuza devam ettik. Ruhumda bir neşe, vücudumda bir çeviklik vardı. Akşama doğru Seydiler nahiyesine girdik… Nahiye müdürü bize yer gösterdi. Ben bir kahvenin peykesinde yatacaktım. Zorlukla ekmek bulabildik. Hayvanları da bir ahıra koyduk. Köylüler başıma toplandı. Epey laf ettik, yalnız bir ihtiyar bana, şu öğüdü verdi:

–        Yavrum! Eşini, işini, aşını bil!

Eşini, işini, aşını bilmezsen

Eşin, eşin eşinirsin!

Dedi. Bu ihtiyar pek dertli idi. Oğulları Yemen’de ölmüştü. Bize yanık yanık Yemen türküleri söyledi. Nihayet uykumuz geldi. Heybenin üstüne uzandım. Kuru tahta yatağım, paltom yorganım, fakat yastığım yoktu, kunduralarımı çıkarıp üzerine mendilimi serdim, başımı koyup uyudum. Kuru tahtada pek rahat edemedim. Bizim kağnıcılarla kahveci arasında kavga çıktı. Araya girip bu kavgaya mâni oldum. Yine yola çıktık, hava pek soğuktu. Yollar da çok bozuk olduğundan pek ağır gittik. Akşama doğru Sıra Söğütler denilen bir köye geldik. Ben, on kuruş mukabilinde bir handa yattım. Sabahleyin hava sisli idi. Bir müddet sonra Şeker Köprü’ye geldik. Bir dere boyunu takip ediyorduk. Sonra Cin Doruk denilen bir tepeye tırmandık. Buradan bütün heybetiyle Ilgaz Dağı görünüyordu. Tepesi karla örtülü bu heybetli dağa bayıldım. Artık Kastamonu’ya yaklaşıyorduk. Daday’a giden yolun kenarından ilerliyorduk. Hâlâ Kastamonu görünmüyordu. Büyük bir Anadolu şehri görmediğim için sabırsızlanıyordum. Yol muntazamdı, yoldan arabalar geçiyordu. Şehre yaklaştığımızı, kalabalığın artmasından anlıyordum. Herkes cephane yüklü kağnıları seyrediyordu. [3]

***

DİPNOTLAR

[1] Berthe Georges-Gaulis, Kurtuluş Savaşı Sırasında Türk Milliyetçiliği, Çeviren: Cenap Yazansoy, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A. Ş., İstanbul, 1999

[2] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/665/Enver-Behnan-%C5%9Eapolyo

[3] Enver Behnan ŞAPOLYO, Mustafa Kemal ve Millî Mücadelenin İç Âlemi, İnkılap ve Aka Kitabevleri, İstanbul 1967, s. 31-45

Continue Reading

En Çok Okunanlar