Türk İstiklâl Mücadelesi
SEVRES (SEVR) ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)

Published
3 dakika agoon
By
drkemalkocak
Sevr Antlaşması 433 maddelik ve 150 büyük sayfalık bir vesikadır. Ekler, haritalar ve diğer belgeler bunun dışındadır.
Bu antlaşma ile Orta Doğu haritası adeta yeniden çizilerek paylaşılmaktaydı. Antlaşmanın maddeleri oldukça ağırdır ve Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak için hazırlanmıştır.
İstanbul ve civarından oluşan küçük bir bölge ile Orta Anadolu’nun küçük bir kısmı Kastamonu kıyılarına kadar Türklere bırakılıyordu. Rumeli ve Boğazlar İtilâf Devletleri’nin işgaline bırakılmakla birlikte Boğazların trafiğe açık olması ve karma bir komisyon tarafından yöneltilmesi kararlaştırılmıştır. Doğu Anadolu’da ise Kürdistan ve Ermenistan devleti kuruluyordu. Bu devletlerin sınırlarını ABD çizecek ve Ermenistan 20 yıl ABD mandası altında bulunacaktı. Arabistan Osmanlı Devleti’nden ayrılacak ve müttefiklerin isteklerine terk edilecekti. Müttefikler tarafından daha önce işgal edilen yerler, Fransa, İtalya ve İngiltere’de kalıyordu. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde eşit haklara sahip olacak ve Meclis’te temsil edileceklerdi. Kapitülasyonlar yürürlükte kalıyordu. Devletin askerî ve maddî işleri kontrol altına alınıyordu. Sadece iç güvenliği sağlamak üzere 50.000 kişilik askeri güç dışında silahlı kuvveti olmayacaktı. Liman ve demir yolları uluslararası bir komisyona bırakılıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecekti. Kendi aralarında paylaşamadıklarından İstanbul Osmanlı Devleti’nde kalacaktı. İzmir’in yönetimi Yunanlılara bırakılmıştır. Bunlara ek olarak da savaşa girmiş ve idarî kademelerde bulunmuş Türk vatandaşları savaş suçlusu olarak yargılanacaktı.

Sultan Vahideddin’in başkanlığında 22 Temmuz 1920’de toplanan Şûra-yı Saltanat “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek Sevr Antlaşması’nın onaylanmasına karar vermiştir.
Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından imzalanması üzerine, Kazım Karabekir Paşa, Meclis Başkanlığı’na 16 Ağustos 1920 tarihli gönderdiği bir telgrafta Sevr’i imzalayanların “vatan haini” ilan edilmesini teklif etmiştir. Bu öneri mecliste görüşülerek 19 Ağustos 1920 tarihinde kabul edilmiş ve anlaşmaya imza atan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey, Reşat Halis ve kırk iki kişinin daha vatan haini olduğu ilan edilmiştir. [1]
***
Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.
REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;
Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine
Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yâd edilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.
17 Ağustos 1336 [1920]
Şark Cephesi Kumandanı
Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim. [2]
***

30.10.1338 [1922] Pazartesi günkü Meclis toplantısında Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar okunmuştur. Bu bölümde öncelikle Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar üzerine Osmanlı Devleti’nin mukadderatı ve hilafet meselesi hakkında açılan müzakerede Sadrazam Tevfik Beyin telgrafı okunmuştu. Telgrafta Tevfik Paşa, Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında bir ikiliğin olmadığını ve Sevr Muahedesi konusunda Büyük Millet Meclisi ile müzakereye hazır olduklarını ifade etmiştir. Müzakerede söz alan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Sevr Muahedesini imzalayanların Bab-ı Âli olduğunu Millet Meclisinin ise bu belgeyi kabul etmediğini söyleyerek Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında ikilik olduğunu dile getirmiştir. [3]

Müfit Efendi (Kırşehir), Sevr Muahedesi ile milletin hâkimiyetinin ve istiklâlinin mahvedildiğini belirtmekte, ardından konuşan Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey, Bab-ı Âlinin Türk milletini ebediyen esarete mahkûm eden Sevr Ahitnamesini kabul ettiği üzerinde durmakta, Tunalı Hilmi Bey (Bolu), Padişahı, Sevr Antlaşmasına boyun eğdiği için “taçlı hain” olarak nitelemektedir.[4]

***
Sevr Antlaşmasının birinci yıldönümü münasebetiyle dönemi yaşamış bir kişinin, kişinin yaşadığı topluluk ve toplumun bakış açısını yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-2] künyesinde Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan “BİR SENE-İ DEVRİYE” başlıklı çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
BİR SENE-İ DEVRİYE [YILDÖNÜMÜ]
Kablettarihin [tarih öncesinin] vahşi adamları birbirini parçalamak istedikleri zaman, kastlarını doğrudan doğruya ve dürüst bir hareketle icra ederler, zulme hak süsü vermek riyakârlığına tenezzül etmezlerdi. Hâlbuki dün sene-i devriyesini geçirdiğimiz “Sevr” muahedesini hazırlayanlar, dört harp senesinde hak ve adalet münadiliğiyle cihanın başını ağrıttılar. Nihayet hak ve adaletin Anadolu’ya taalluk edenini gördüler: Sevr muahedesi milyonca Türk’e karşı düşünülmüş bir suikast programından başka nedir?
Cinayet açık bir iştir: Mutemet [güvenilir kimse] kastını hazırlar. Sonra hücum eder, öldürür. Loyd Corc ve refikası yirmi milyon masumun katl ve imhasını açıkça söyleselerdi belki daha dürüst olurdu. Hâlbuki hem kastettiler hem de kastlarını cihan sulhu, medeniyet, adalet vesaire gibi kelimelerle süslemek istediler. Fakat cinayet, fena olmak için mutlaka bir anda ve bir silahla olmak lazım gelir. Bir milleti “Sevr” denilen hükm-i idam ile ortadan kaldırmak da bir cinayettir. Sonu ölüme kendinden sonra katl ve idamın çelik bir hançer veya altun bir kalem ile irtikâbı birbirinden çok faklı şeyler değildir. Hele bunu bu memleketi temsil etmeyen ve damarlarını harisane bir surette emmek iştihasından başka bir his beslemeyen birkaç hain ele imzalattırmak bundan daha az bir cinayet olamaz.
Bir sene evvel İstanbul’dan gönderilen ve milletle alakası olmayan birkaç kişinin imzaladığı bu ölüm senedine Anadolu’nun on milyon Türkü belki imanına güvenerek elinin tersini urdu. Türk milletini yeşil masa başında ve cigara dumanları arasında boğmağa karar veren efendileri kastlarını yürütemediler: Loyd Corc ve arkadaşlarının ve Avrupa sermayedarlarının keyfi, arzusu ve menfaati için milyonlarca insana ölüm kabul ettirmenin imkânı yoktu.
Medeniyetin sahte hâkimleri, niyetlerini başaracak fedakârlığı göstermeğe de kadir değildiler; İstanbul’dan gönderilen birkaç vatansızın imzası meseleyi hal edemezdi, bu idamı bilfiil infaz edemezlerdi. Anadolu Türkünü öldürecek ücretli bir cellat lazımdı. Anadolu hesabına ücret vaat etmek suretiyle bu celladı buldular: Yunanistan bir senedir bu hizmeti görüyor.
Fakat Avrupa’nın Anadolu’ya memur ettiği vahşi cellat, maksadına eremedi. Türk milletinin iki senedir gösterdiği harikulade mukavemet, şarka gelen bu deni celladın satırını inşallah kendi kafasında paralayacaktır.
Sevr muahedesini kabul etmek, dörtler meclisinin kurduğu zulüm sehpasına kendi kendimizi asmak, idam ipini boynumuza kendi elimizle geçirmek ve çekmek demekti. “Sevr” muahedesini kabul etseydik bugün Anadolu’da meşgul olmadık toprak, esir olmadık millet kalmayacaktı; Avrupa medenileri bir sülük gibi sırtımıza yapışarak, köylümüzün alın teriyle kazandığı emekleri, Londra, Paris, Roma ve Atina daha zengin ve daha müreffeh olacak, servetini kollarıyla kazanan bu halk, açlıktan, uşaklıktan benzi sola sola ve ram [sürü] olup çökecekti.
Fakat bu milletin ne Avrupalılara uşak olmağa, ne de Avrupa ihtirası için ölmeğe niyeti yoktu. Sevr teklifi, tarihi ve yüksek izzet-i nefse pek giran oldu [dokundu, ağır geldi]. Yorgun ve mecruh olmağla [yaralı olmakla] berber vakurane doğruldu ve kendisine sulh muahedesi diye uzatılan hakaretnameyi okumaya bile tenezzül etmeden, tarihini, şeref ve istiklalini müdafaaya koyuldu.

Bu müdafaa sayesindedir ki Türk milleti iki senedir ölüm savletini [hücumunu] tevkif ediyor [durduruyor]. Hiç şüphe yok ki bu savleti bir gün kıracak, perişan edecek ve beşeriyet tarihinden hiçbir zaman silinemeyen büyük ve mukaddes istiklalini ebediyetle devam edecektir.
Allah ve hak bizimledir.
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/
[2] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 19.8.1336 (1920), Devre: I, Cilt: 3, İçtima Senesi: I, s. 333
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf
[3] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270-276
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf
[4] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 283-288
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf
[5] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-3
Özel Günler ve Anlamları
Enver Paşa’nın Şehadeti (4 Ağustos 1922)

Published
4 gün agoon
Ağustos 5, 2025By
drkemalkocak
Giriş
Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla Enver Paşa [1] önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istemiştir. Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919- Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkan Enver Paşa, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Enver Paşa, Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçmiş, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Bolşeviklerin yardımı ile Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarını kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğramış, Bolşeviklerden umduğunu bulamamıştır.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Meydan Muharebesi’ni [23 Ağustos-13 Eylül 1921] kazanan Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız duruma gelmiştir. Bu safhadan sonra Anadolu’da ikilik çıkarmak istemeyen ve kendisi için de bir başarı şansı görmeyen Enver Paşa, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla Bakü’den Buhara’ya geçmiştir. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermektir. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişmiştir. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada şehit olmuştur.
Enver Paşa’nın; İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918’den, Ruslar tarafından şehit edildiği 4 Ağustos 1922’e kadarki dönemde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu, gelişmeleri değerlendirerek Anadolu’da devam eden Türk İstiklal Mücadelesi’ne zarar vermek istemediği söylenebilir. Enver Paşa’nın bu amacı, hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından anlaşılabilir. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, Enver Paşa’yı ve yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıdır.
Enver Paşa’nın hayatı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki amacının olduğu görülmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Enver Paşa, bu iki amaca ulaşmak için Türkçü ve İslâmcı politikalar takip etmiştir.
Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadelesi sırasında Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922‘de şehadet şerbetini içen Enver Paşa’yı ve arkadaşlarını minnet ve rahmetle anarım.
Enver Paşa’nın şehadetinin 103. yıldönümü münasebetiyle “Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652” künyeli eserde yer alan “ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR” başlıklı metin, Türk devlet ve hükümdarlık anlayışı, devlet adamlarının nitelikleri, “devlet adamlığı kumaşı”ndan nasiplenme gibi kavramların anlaşılması, taşınması, uygulanması gibi konularda “millî bilinç” kazanmak; bunun için de öncelikle “tarih bilinci”ne sahip olmak gerekliliğine katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.
***
ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR
1922 Temmuzunun sonunda, Doğu Buhara hareketlerinin neticesi, artık belli olmuştu. Doğu Buhara, daha önce de kaydettiğimiz gibi, artık fiilen işgal edilmişti. Duşenbe ve Baysun üzerlerinden güneye ve yanında kalan son maiyetiyle çekilen Enver Paşanın, Buhara-Afgan sınırını teşkil eden Penç nehrini bir noktada aşarak Afganistan’a geçememesi, Külap, Balcevan istikametinde Pamir dağlarına doğru doğuya dalışı, onların kurtulma imkânlarını da karartıyordu. Zaten karşı kuvvetlerin, daha ilk günlerden aldıkları emir, Enver Paşanın, yabancı bir ülkeye kaçmasını önlemekti. Bu suretle karşı tarafın bu hedefini, Enver Paşa, kendi hareketiyle, bir nevi kolaylaş tırmış oluyordu.
Artık çarpışmalar da fiilen kesilmişti. Enver Paşa, Abıderya köyünde, son karargâhını kurmuştu. Temmuz ayı bu sırada sona erdi.
***
Şimdi, 4 ağustos 1922 tarihindeyiz. Kurban Bayramının birinci günüdür. Gerçi köyde bayram namazı, bir tarih yanlışlığı ile bir gün önce kılınmıştı. Ama Kurban Bayramının ikinci günü de, hazin, ümitsiz, fakat duygulu kutlamalara sahne olur. Enver Paşa, maiyetinde kalanların, evin önüne toplanmasını ve onların bayramını kutlayacağım söyler. Toplanılır. Kalan askerlerine dualarını, tebriklerini bildirecek ve kendilerine birer miktar para verecektir. Asker başlarına ise, kendilerinin de bildikleri gibi, onlara sunacak bir şeyi olmadığını söyleyecek ve bu müşterek mücadelelerin hatırası olarak kendilerine, kendi mühür ve imzasıyle birer belge, hatta rütbeler verecektir.

Balcevan Beyi Devletment Bey de Enver Paşaya, altın ve gümüş işlemeli bir çapan yahut ipekli cübbe ile bir sarık hediye etmiştir. Hülasa herkes bu hüzünlü Kurban I3ayramının havası içindedir. Çünkü bilinir ki bu günler, artık son beraberlik günleridir. Arkadan ve çevreden ise düşman ilerler. Doğudaki Pamirler yol vermez karlı dağlardır. Bir gün önce kesilen kurbanların toprağa akan kanları, hala tazedir.
İşte tam bu tören sırasındadır ki doğuda, vadinin Dere-i Hakiyan kısmı ile Çegan tepesi istikametinden silah sesleri gelir. Bu bir baskındır ve tören yerindeki kalabalık, baskıncıların makineli tüfek ateşleri altında eriyebilir.
İşte o anda Enver Paşa, hemen atına atlar. Dört beşi Osmanlı Türklerinden olmak üzere 25 kadar atlı, hemen onu takip ederler. Doğu ÇEgan tepesine yönelinir. Çegan, Abıderya Suyunun kuzey sırtlarına düşer. Altta, Dere-i Hakiyan vadisi uzanır. Çegan, Balcevan’a (yahut Belh-i Ccvan) 15 kilometre kadar doğudadır. Tepede mevzilenmiş ve makindi tüfekleri bulunan bir düşman müfrezesine karşı aşağıdan, vadiden ve ancak atlar üstündc çekilmiş kılıçlarla, azlık bir nevi fedai süvari grubunun saldırıya geçişinin sonu bellidir. Ama Enver Paşa en öndedir. Atını yıldırım gibi sürer. Kılıcıyle havayı yararak koşar. Yanındakiler de ondan geri kalmazlar.
Bir Kumandanın, bir Başkumandanın bir baskın müfrezesine karşı en önde ve atla, kılıçla karşı çıkışı askeri savaş usullerine sığmaz. Ama burada artık askerlik değil, yolun sonu, son hamle ve beklenen sonu arayış konuşacaktır. Bu son ise ölüm ve şehadettir. . .
Onun içindir ki bu saldırıda hesap, mantık ve nefsini koruma endişesi yoktur. Burada dile gelen. 1908 Haziranında Selaniğin Vardar kapısından tek başına Makedonya dağlarına çıkarken:
“Bir gün bana da bir kurşun isabet edecek ve cesedim, bir çukura atılacaktır.”
diyebilen adamın, kaderiyle son ve toptan hesaplaşmasıdır. 1908 Haziranında açılan defterin, artık dürülüşüdür…
Çünkü şimdi, bütün yollar kapalıdır ve 1908’dc Makedonya dağlarında başlayan serüven, artık Himalaya dağlarının kuzey silsilelerini teşkil eden Pamir eteklerinde, yiğitçe sona erecektir.
Öyle de olur. Çegan tepesinde ve Kulikov kumandasında ateş saçan mitralyözlerin üzerine, yalın kılıçlarla hücum eden bu 25 kadar süvarinin akıl almaz saldırısı, karşı tarafta, hatta şaşkınlık da yaratır. Bu kılıçların altında yaralananlar, teslim olanlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur bile. Ama ateş kesilmez ki. Daha arkadaki ikinci mitralyöz, ateşini, huzmesini en önde ilerleyenlerin üzerinde yoğunlaştırır. Bunların en önünde de, Enver Paşa vardır. Böylece, çağdaş Mitralyöz, Ortaçağın ünlü silahı olan Kılıcı yener. Enver Paşa vurulur. Atından düşer. Onunla beraber diğerleri de yerlere serilirler. Paşanın kır atı Derviş, bütün bu tür sahnelerde olduğu gibi, efendisinin başucundadır. Ama mitralyözün şeritleri ateşlerini kusmaya devam ederler. Derviş de önce ön iki ayağı üzerine çöker. Sonra yana devrilir. O da nefesini vermiştir.

Çegan tepesine arkadan kalabalık yardımcılar gelemez. Abıderya panik içindedir. Ama Doğu Buhara Beylerinin en vasıflısı, en sadık olanı ve en yiğidi olan Balcevan Beyi Devletment, köye biraz geç yetişmiştir. Paşasının Çegan’a saldırdığını öğrenince, hemen atına atlar. Son sahneye yetişir. Ve Devletment Beyin de cesedi, bu tepede, Paşasının biraz berisinde toprağa serilir.
Başlangıcını kim bilir hangi günlerden ve belki de ta Makedonya dağlarından aldığımız Enver Paşa Dramının son perdesi, işte böyle kapanır.
Çağı, çağın akımlarını, realiteler ve şartlarla imkânlar arasındaki bağıntıları, hiç şüphe yok ki, gereği gibi değerlendirememişti. Formasyonu, bu ölçülere göre değildi. Ders kitapları dışında kitaplar okumanın yasak olduğu, harp ve kurmay okullarından çıkmış, ayağını ordu saflarına atar atmaz da kendini, Makedonya’nın çete savaşları içinde bulmuştu. Ondan sonra okumaya, genel dünya görüşlerini tamamlamaya, elbette ki fırsat bulamadı.
1908 ihtilalinde yıldızlaşınca kendini, askerlikle beraber siyaset işlerine de verdi. Harpler, harpleri kovaladı. Daha 34 yaşındayken, bir Dünya Harbine karışan İmparatorluğun Tek Adam’ı, en ağır sorumlusu ve İmparatorluğun, kader tayin edici son mücadelesinin Başı ve İdarecisiydi.
Makedonya dağlarında serüveni, yiğitçe başlamıştı. Orta Asya’nın Pamir dağları eteklerinde de, yiğitçe bitti. Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanıydı. Talihine ve nefsine ölçüsüz inanışını, onun neslinin ve kendine benzer insanların, ruh vasıflarına vermelidir.
Enver Paşayı ve serüvenini, akıl ve mantık kriterleri ile değil, bu ruh vasıflarının ve kendilerini yetiştiren şartlarla, kendilerini verdikleri hayal ve ümitlerin ölçüleri ile muhakeme etmek, şüphe yok ki en doğrusudur.
***
Pamir Eteklerindeki Mezar
Çegan tepesindeki Kızılordu baskıncıları, geniş bir hareket için hazırlıklı değildiler. Atlarına atlayıp onlara kılıçları ile saldıran Enver Paşa ve 25 kadar süvarisi için de bu saldırı, bir zafer vaat edemezdi.
Nitekim karşı taraf mitralyözlerini işletince, mühacimler hızla eridi. Geriye dönebilen bir veya birkaç kişiden karargâha, ancak Paşanın ve arkadaşlarının şehadeti haberi geldi.
Ama Karargâh da panik içindeydi. Bayram töreni için gelenlerin her biri bir tarafa dağılmıştı. Bu sebeple, Çegan tepesine doğru takibe geçilemedi. İşin bir talihsizliği de, orada şehit olanların cesetlerinin, düşman elinde kalmasıydı. Bu büyük teessür yarattı. Ama ne Çegan altındaki Dere-i Hakiyan vadisine, ne de Çegan tepesine gidilemedi. Derin bir matem havası, Abıderya karargâhı ile çevreleri sardı.
Karşı tarafa gelince? Onlar, kendilerine kalan baskın sahasını dolaştılar. Ölüler yerlere serilmişlerdi. Ama bunların içinde biri, kıyafeti ile dikkati çekiyordu. Ayaklarında, bağlı Alman botları vardı. Külotu yerliler gibi değildi. Göğsünde dürbünü, başında yerlileri andırmayan kalpağı, Osmanlı Subaylarınınkini andıran göğüsten ilikli haki ceketi onları şüphelendirdi. Göğsünden bir Kur’an çıkmıştı. Kılıcı başka türlüydü ve cebinde, henüz tamamlanmamış bir mektupla, bazı evrak vardı.
O zaman müfreze Kumandanı Kulikof, bu eşyanın alınmasını emretti. Bunları muayene için Taşkent’e gönderecekti. Meçhul süvari, yedi yara almıştı. Atından düşünce, hafif sağa doğru yatmıştı. 40 yaşlarında kadardı ve yerlilere benzemiyordu.
Enver Paşanın cesedi soyuldu. Ama kanlı çamaşırları üstünde bırakıldı. Ve cesetlerle savaş alanı olduğu gibi terkedildi. Bolşevik müfrezesi çekildi. Böylece Enver Paşanın cesedi, iki gün, Dere-i Hakiyan üzerinde, Çegan topraklarında kaldı. Fakat iki gün sonra, dağlardan inen bir köy imamı, Enver Paşanın cesedini tanıdı. Koşarak Abıderya’dakilere haber verdi. Enver Paşanın cesedinin bulunuşu ve düşman elinde kalıp götürülmeyişi de, çevrede bir nevi teselli uyandırdı. Hemen bir süvari grubu, oralara koştular, Enver Paşanın, Devletment Beyin ve diğer şehitlerin naaşları Karargâha getirildi.
Paşanın naaşının bulunuşu etrafa yayılınca, Abıderya karargâhı ve köyü, binlerce insanın akınına uğradı. Kurban Bayramını oradaki yanlışlık dolayısıyle dördüncü ve gerçekte üçüncü günüydü.
Enver Paşayı ve şehitleri, Abıderya Suyu kenarında ve vadisindeki Abıderya köyünde, bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Enver Paşa artık toprağa verilmişti. Makedonya dağlarında Hürriyet Kahramanı Enver Beyle açılan perde, Orta Asya’nın, Pamir eteklerindeki Abıderya köyünde kapanmış ve dram bitmişti…
Taşkent’e gönderilen eşya incelenince, bunların Enver Paşaya ait olduğu, tabii kolaylıkla tespit edildi. Şimdi onun botları, elbisesi, kılıcı, Kur’an’ı ve dürbünü ile diğer parçalar, Moskova’da, Askeri Müze’de, bir vitrin işgal ederler. . .
Paşanın arkadaşlarından Miralay (Albay) Ali Rıza Bey, Enver Paşanın Naibi (Vekili) olarak son vazifeleri tamamladı. Bu arada ilk ve en önemli vazife, tabii, bir Ölüm veya Şehadet Protokolü ile olayı tespit etmek, tarihe mal etmekti. Burada biz, bu Şehadet Protokolü nün fotokopisini de veriyoruz. [2]

***

Enver Paşa’nın Naaşı Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilerek 4 Ağustos 1996’da İstanbul Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Defnedilmiştir
“Enver Paşa’nın naaşı 3 Ağustos 1996 tarihinde Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek bir gün sonra Türkiye’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in katıldığı birinci sınıf askeri törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Mahmut Şevket Paşa, Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi eski mücadele arkadaşlarının yanında toprağa verilmiştir. Bu törene birçok üst düzey devlet görevlisi ve Enver Paşa’nın yakınları (torunları Arzu Enver Sadıkoğlu, Neşe Mayatepek ve Nilüfer Ünlü gibi) katılmıştır.

Süleyman Demirel törende yaptığı konuşmada Enver Paşa hakkında şunları dile getirmiştir: “Enver Paşa hatasıyla sevabıyla yakın tarihimizin önemli bir simasıdır. Tarihin geçmişte kalan olayları yargılayıp doğru kararlara varacağından şüphemiz yoktur. Enver Paşa gerçek bir vatansever, milliyetçi idealist çok dürüst bir askerdir. Enver Paşa Türk halkının gözünde bir kahramandır. Milletimizin bu duygusuna gösterdiğimiz saygının bir nişanesi olarak Tacikistan’daki kardeşlerimiz tarafından mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen Enver Paşa’yı oradan alıp bu tarihi mekâna, Hürriyet-i Ebediye Tepesine kendi arkadaşlarının yanına getirmiş bulunuyoruz. Böylece Enver Paşa’nın vatan hasreti ve sürgün süresi son bulmaktadır.” Törene Devlet Bakanı sıfatıyla katılan Abdullah Gül ise Enver Paşa’nın yakın tarihimizde önemli rol oynamış bir Türk askeri olduğunu belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ömrü boyunca çok önemli olaylara ve kararlara şahit olmuş Enver Paşa’nın naaşını Tacikistan’dan İstanbul’a nakletmiş bulunuyoruz. 74’üncü ölüm yıl dönümüne yetişmesi için bütün kurumlarımız gayret göstermiştir. Asya’da bütün Müslüman ve Türk yurtlarını birleştirip, bu ülkü uğruna savaşırken binlerce kardeşimizle şehit olmuş bir komutanımızdır.” [3]
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/666/Enver-Pa%C5%9Fa-(1882-1922)
[2] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652
[3] Fahri Türk, “Enver Paşa’nın Naaşının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilişinin Türk Basınında Yansımaları”, Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17 Kış 2015, s. 74-75

(8 Temmuz 1920)
Giriş
İtilaf Devletleri Sevr Antlaşmasını imzalattırmak ve Anadolu’da çığ gibi büyüyen Türk direnişine son vermek amacıyla Yunan birliklerinin Batı Anadolu’da harekete geçmelerini istediler. Venizelos’un Batı Anadolu ve bütün Balıkesir Livası ile Bursa’nın kendilerine ait olduğunu iddia ederek yapmış olduğu propagandalar böylelikle meyvesini verdi. Yunanlılar 22 Haziran 1920 tarihinden itibaren 6 tümenlik bir kuvvetle farklı güzergâhlardan Anadolu içlerine girmeye başladılar.
Birkaç koldan Anadolu’nun içlerine doğru ilerleyen Yunan kuvvetleri 30 Haziran 1920’de Balıkesir’i işgal etti. Ardından 2 Temmuz’da Bursa’ya bağlı Mustafa Kemal Paşa ve Karacabey işgal edildi. İlerleyen Yunan ordusu toplam 20.000 civarındaki kuvvetiyle Bursa üzerine saldırıya geçti. Yunan kuvvetlerine İngiliz birlikleri tarafından da destek verilmekteydi. 6 Temmuzda İngilizler tarafından Mudanya işgal edildi. Yunan ve İngiliz kuvvetlerinin ilerleyişi karşısında halk panikleyerek İnegöl yönünde göç etti. Mustafa Kemal, Vali Hacim Muhittin Bey’e gönderdiği 6 Temmuz 1920 tarihli telgrafta İngilizlerin ilerleyişi sürdürmesi durumunda şehrin boşaltılması ve birliklerin şehri terk etmesinin gerekebileceğinden hazırlıklı olmalarını istedi. Mustafa Kemal, sayı ve teçhizat açısından daha üstün olan Yunan kuvvetleri karşısında sonuç alınamayacağını öngördüğünden 56. Tümenin zarar görmesini istemeyerek 7 Temmuz çarşamba günü Bursa’dan birliklerin çekilmesini istedi. [1]
Bursa Vilayet-i Celilesine
Ankara, zata mahsustur.
Henüz mahiyeti malum olmayan Mudanya ve Gemlik ihraçları [çıkarmaları] Bursa’nın kıtaat-ı askerimiz [askeri kıtalarımız] tarafından tahliyesini icap ettirebilir. Asker tarafından badettahliye [tahliyeden sonra] düşmanın Bursa’yı işgal etmesi için de bir müddet geçmesi muhtemel olsa bile, her halde zat-ı devletlerinin kıtaat-ı askeriye [askeri kıtalar] ile Bursa’dan ifikakleri [ayrılmaları] zaruridir. Bu halde Bursa’da anarşi hâsıl olmaması için şimdiden bir idare-i mahalliyenin [mahalli idarenin] esasını sükûnetle tesis etmek ve emr-i idareyi sükûnetle devir [devretmek] ve tevdi eylemek [bırakmak] lazımdır. Ondan maada [başka] para vesaire gibi kıymettar vesaitin [kıymetli belgelerin] Bursa’da bırakılmaması hususunda nazar-ı dikkat-i alilerini celp ederim.
6 Temmuz 1336 [1920]
Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal
20. Kolordu Kumandanı Bekir Sami Beyefendi’ye
(7 Temmuz 1920)
Ankara
7.7.36 [1920]
20. Kolordu Kumandanı Bekir Sami Beyefendi’ye
1. Gerek Karacabey gerek Kirmastı istikametlerindeki düşmanla müdafaa ve Gemlik’e çıkarılan düşman kuvvetlerine karşı hareket suretiniz hakkındaki tasavvurlara ve kararlara vâkıfım. Bursa’nın düşman kuvvetlerine açık bırakılması zarureti anının pek büyük dikkat ve ehemmiyetle takdiri lüzumludur. Bursa şehri Kuvayi Milliye ve askeri kıtalar ve müesseseler vs. kâmilen mer şehriden tahliye olunmalıdır. Düşman karşısında bulunan küçük ve büyük kuvvetlerimizin çekilmesi, bir askeri lüzum ve harbi zaruret üzerine vuku bulmalıdır. Gemlik’ten ve Bursa üzerine gelen yollar pek büyük ehemmiyetle nazarı dikkatte tutulmalıdır. İnegöl-Yenişehir-İznik hattı ancak bir baskıdan sonra müsamaha edilebilir. İşbu görüşlerle Erkânıharbiyei Umumiye Riyaseti’ne, Bati Cephesi Kumandanlığı’na tebliğ ettim. Birkaç gün sonra bütün Edhem Bey kuvvetleri Eskişehir’e ulaşacaktır. Bu kuvvetlerin sizi takviye edebileceğini de hazire olarak sayarım.
2. 20. Kolordu Kumandanı Bekir Sami Beyefendi’ye yazılan işbu şifre sureti, malumat için Erkânıharbiyei Umumiye Riyaseti’ne yazılmıştır.
Büyük Millet Meclisi Reisi
Mustafa Kemal [2]
Bursa’nın İşgali ve Türkiye Büyük Millet Meclisi

İzmir’in işgalinden yaklaşık 14 ay sonra Bursa düştü. 20.000 mevcutlu Yunan kuvveti, 2.500 kişiyi bulmayan Türk kuvvetlerinin boşalttığı Bursa’ya girdi (8 Temmuz 1920).
8 Temmuz 1920’de Bursa’nın Yunanlılarca işgali haberi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bomba etkisi yaratmıştır. Meclisin 10 Temmuz 1920 tarihli toplantısının ilk birleşiminde Trabzon Mebusu Hamdi Bey [NEBİOĞLU] ve arkadaşları tarafından, Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali dolayısıyla oturumun yirmi dakika tatil edilmesine ve Başkanlık kürsüsünün bir siyah örtü ile örtülmesine dair önerge verilmiştir: [3]

Riyaset-i Celileye
Birinci makarrımız [başkentimiz] olan Bursa’nın sefil Yunanlılar tarafından işgali ve bu işgal neticesiyle orada din ve vatan kardeşlerimizin duçar olduğu [uğradıkları] mezalimin teessüratına [üzüntülerine] iştirak ettiğimizin [katıldığımızın] bir nişanesi [belirtisi] olmak üzere celsenin yirmi dakika tatiliyle Riyaset kürsüsünün puşidei siyah [siyah örtü] ile örtülmesini [kaplanmasını] teklif eyleriz.
10 Temmuz 1336 [1920]
Önergenin kabul edilmesiyle 10 Temmuz 1336 [1920] günü, Meclis Kürsüsü’ne siyah bir örtü serilmiş ve bu örtü İstanbul Mebusu Mazhar Bey’in 6 Eylül 1338 [1922] tarihli önergesinin kabulü ile kaldırılıncaya kadar orada kalmıştır. [4]

B. M. Meclisi Riyaseti Celilesine
Meşgul memleketlerimizin kalblerimize doldurduğu hüzün ve teessür ilcası ile bin üç yüz otuz altı senesinde Meclisi Alinin kararı üzerine Kürsüi Riyasetin üzeri siyah bir puşide ile setredilmişti. İhsanı Huda’ya hamdolsun ki, bugün bütün memleketlerimizin büyük bir kısmının reis ve fevkınde semapaye, al sancağımız mütemevviçtir. Ve mütebakilerin istirdadı bir gün ve zaman meselesi halindedir. Binaenaleyh hüzün ve teessür zamanının mahsulü olan bu matemi renk puşidenin ref’iyle yerine yeşil bir sütrenin vaz’ını arz ve teklif eylerim.
6 Eylül 1338
İstanbul
Ahmed Mazhar

10 Temmuz 1920 günü Burdur Mebusu İsmail Suphi Bey, Meclis Başkanlığına bir önerge vermiştir. Kabul edilen önergesinde “Bu kerre Bursa’ya duhul eden [giren] ve maalesef Osmanlı bayrağını hamil [taşıyan] halife ordusu ismindeki eş’irrâ [azılılar, edepsizler, haşarılar] güruhiyle [takımıyla] refik [arkadaş, yoldaş] bulunan Yunanlıların oradaki meabidi mukaddese [kutsal mabedleri] ve asarı nefisemizi [sanat eserlerimizi] tahrip ve tahkir ve Müslüman Türk kızlarının ırzlarını hetk [ırzlarına geçtikleri] ve telvis eyledikleri [kirlettikleri] işitilmiştir. Cihanda misli görülmemiş derecede ağır olan bu mezalim ve fecayiin [musibetlerin, belaların, öfkelerin] bugünkü ruznameye ithali ile memleketin her tarafında neşir ve tamim edilerek milli heyecan ve intikam hislerinin uyandırılması hususunun Heyeti İcraiyeye [Hükûmete] müstacelen [acele] tebliğini teklif” etmiştir. [5]
Yunanlıların Bursa’da yapmış oldukları mezalim hakkında yaptığı konuşmada: “…Yunanlılar Borsaya giriyorlar, eşrafı Ulucami Caddesine diziyorlar. Siz Bursa’yı bizden zaptettiğiniz zaman bizden şu kadar kız aldınızdı, onları bize vereceksiniz diyorlar. O kadar kız alıyorlar ve bunları palikaryaların kollarına vererek eşrafın önünden geçiriyorilar. Sonra efendim bizim en nefis, en mukaddes mabedimizi, bütün cihanın hayran olduğu ve bir hücresinin Ayasofya’yı yaptıracağını söyledikleri o mabedi nefisemizi telvis ediyorlar. Bombalarla tahrip ediyorlar. Hiçbir şeyi affetmiyorlar. Efendiler Nilüfer Sultan’ın kabrimi, vaktiyle sen bu Türk’e vardın diye yedi asır evvelki vakayı affetmiyerek bomba ile atıyorlar. Bu efendiler cephe gerisinde kalacaklar için ibret olmalıdır. Efendiler Bursa dört gün evvel uyanıklık göstermiş olsaydı dört tabur asker teçhiz edebilirdi. Bursa nasılsa gaflet gösterdi. Binaenaleyh her tarafa bağıralım: Sivaslılara, Kastamonululara, Ankaralılara, Konyalılara, işte diyelim efendiler, işte düşman budur. Düşman ne yapıyor, görünüz ve orta göre hazırlanınız.
Garbin cebini zalimi affetmedim seni,
Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi.
Bu bizim şiarımız olsun daima… “ diyerek bu hazin tablo karşısında üzüntülerini dile getirmiştir. [6]

Yunanlıların Bursa’yı işgal etmeleri üzerine, İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Âkif Ersoy Burdur milletvekili sıfatıyla bulunduğu Ankara’da sonradan İstiklal Marşı’nı kaleme alacağı Taceddin Dergâhı’nda “Bülbül” şiirini yazmıştır. Şiirde, ana düşünce itibariyle yurdun bir bölümünün işgal edilişi tasvir ve hikâye edilmekle birlikte, şairin bu felaket karşısında duymuş olduğu infial duyguları, isyan ve itirazları yansıtılmıştır. [7]
Bursa’nın işgali karşısında duyulan üzüntü ve gösterilen tepkileri yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 12 Temmuz 1920, No: 45, s. 1, sütun: 1-2]’de Osmanlı Türkçesi’nde yayımlanan “Bir Hamle, Bir Kıyam” başlıklı makale tarafımızdan çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
BİR HAMLE, BİR KIYAM
Bursa’yı da tahliyeye mecbur olduk. Bu öyle bir hadisedir ki bütün Türklerin başlarının üstünde bir dünya parçalansa bu kadar müthiş olamazdı! Sultan Osman’ın türbesi Yunan atlarının kişnemesini duysun! Bu, hiçbir zaman hatırımızdan geçmezdi. Fakat bu bir hakikattir, acı, elim, yakıcı, yırtıcı, vahşi bir hakikat! Türk safvet [saflık, halislik, temizlik, paklık] ve necabetinin [soyluluğunun] bütün iyi tahammüllerini asil ruhunda toplamış olan Sultan Osman Türk kahramanlığının, Türk fedakârlığının, Türk asalet ve necabetinin timsali idi. Türkler her günahı işleyebilirler. Türkler her hayata düşebilirler fakat bu şeni [fena, kötü, ayıp, utanılacak] günahı irtikâp edemezlerdi [işleyemezlerdi]; nihayet onu da yaptık, dün peygamberimizin merkadini [mezarını], bugün de birinci Türk sultanının türbesini bıraktık; birine İngiliz girmişti, buna da Yunan girdi!

Ne olduk? Dün hilafet kapılarını dünyaların gözlerini kamaştırarak müdafaa eden Türklere bugün ne oldu? Evet, bize ne oldu ki Bursa’yı olsun müdafaa edemedik? Bu her kelimesi başka bir erk [uykusuzluk hastalığı] taşıyan sualler karşısında nasıl bir cevap verebileceğimizi bilmiyoruz. Yalnız görüyoruz ki aramıza fitne girdi, fesat ve münafıklık sokuldu; bir an için olsun hakikati görmekte tereddüte düştük. Düşmanlar da bu tereddütten istifade ettiler. Küçük bir baş dönüşü, küçük bir galat-ı rüyet [görme bozukluğu, göz yanıltısı], fakat düşmanlara verdiği fırsatın netayici [neticeleri] itibariyle, Ya Rabbi, nedir büyük bir hata, hata değil, bir cinayet ve cinayetlerin en şeni! Yalnız içimizde bir teselli var: Hata anlaşılıyor, Türkler malları ve mülkleriyle fedakârlığa karar veriyorlar! Bizi mahvetmek isteyen düşmanların içimize soktukları fitne ve fesat bu suretle akamete mahkûm [sonuçsuz] kalınca ne büyük bir saadet olacak, çünkü her şey hazır, her şey var, bir hareket bütün cehennemleri cennet yapacak!
Bir lahza [an] düşünelim: Bütün dünya yüzünde her şey bizim lehimizdedir. Vesait-i maddiye [maddi araçlar] itibariyle pek kuvvetli olan düşmanlarımız hal-i hazırda [şimdiki durumda] manen o kadar acz içindeler ki bu davayı pek az, pek kısa bir zamanda tamamen kazanmamız için hiçbir şey lâzım değil, yalnız kazanmaya karar vermek kâfidir. Manen ve siyaseten o kadar müsait bir mevkideyiz ki eğer İstanbul’un hıyaneti olmasaydı bugün memleket rahat içinde bulunacaktı; eğer İstanbul’un o şeni hıyaneti olmasaydı bugün eski yaralarımızı sarmakla meşgul olacaktık ve düşmanlar bize hiçbir şey yapamayacaklardı. Bizi mahvetmek isteyen düşmanlar aramıza fitne ve fesat sokmak için İstanbul’daki hainlerin ittifakını temin edince her şey alt üst oldu ve bu suretle Anadolu eski ve köhne İstanbul’un yeni ve müthiş bir hıyanetine daha uğradı.
Bugün İstanbul Anzavur çeteleriyle Yunanla beraber, omuz omuza tüfek atarak karşımıza çıkıyor. Cami yıkan, ırz-ı hetk eden [ırza saldıran] düşmana manen ve maddeten pişdarlık [öncülük] ediyor. İşte bu düşmanların son silahları, son kurşunlarıdır. İşte onu da kullanıyorlar: Türkü öldürmek için dün yalnız İstanbul’un hainlerini göndermişlerdi, bugün de hem İstanbul hainlerini hem de Yunanlıları gönderiyorlar!
Fakat Cenab-ı Hakk’a çok şükürler olsun ki düşmanın bu son kurşunu da Türkü öldüremeyecek! Son gelen haberlerden anlıyoruz ki Türkler hakikati anlamaya ve düşmana karşı yürümeye başlamışlardır. Karşımızdaki düşman pek fena şerait [şartlar] içinde bulunuyor. Bir hamle, bir gayret, bir canlanış, bir kıyam, tabii ki bir şimşek süratiyle bütün davayı kazanacak, Maraşlara, Ayıntaplara, Bursa ve İzmirleri ilave edebilecektir.
Evet, bir hamle, bir kıyam! Dünya bizim lehimize dönüyor, Şark ve Garp mazlumlar için çalışıyor, tali [talih, kısmet, baht] ve Cenab-ı Hak istiyor ki Türk artık kurtulsun ve ebedi bir kurtuluşla kurtulsun! Şarktan dostlar, kardeşler göğüslerini yeni yeni imanlarla şişirerek imdadımıza koşuyorlar, Garpta emperyalizm kalesi her gün yeni bir siper daha terk ediyor. İstanbul’da hainler tiril tiril titreşiyorlar, Cenupta din kardeşlerimiz bizimle beraber silaha sarılmış bulunuyor. Bütün bu iyi ve fevkalâde [olağanüstü] müsait şerait [uygun şartlar] içinde murdar [kirli, pis] bir Yunan ordusuna karşı mı istikbâli kaybedeceğiz? Hayır, imkânı yok, fakat bir hamle, bir kıyam, bir an için bize bu lâzım! [8]
DİPNOTLAR
[1] Sadi BORAK, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, Kırmızı Beyaz, 2004, Ankara, s. 461; Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 8 (1920), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s. 403
[2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 8 (1920), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s. 406
[3] Zeki SARIHAN, Kurtuluş Savaşı Günlüğü III (Açıklamalı Kronoloji) TBMM’den Sakarya Savaşı’na (23 Nisan 1920-22 Ağustos 1921), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1995s. 115-116
TBMM ZABIT CERİDESİ, 10.7.1336, Devre: I, Cilt:2, İçtima Senesi: 1, s. 236
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c022/tbmm01022097.pdf
[4] TBMM ZABIT CERİDESİ, 6.9.1338, Devre: I, Cilt:22, İçtima Senesi: 3, s. 513
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c002/tbmm01002031.pdf
[5] TBMM ZABIT CERİDESİ, 10.7.1336, Devre: I, Cilt:2, İçtima Senesi: 1, s. 241
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c022/tbmm01022097.pdf
[6] TBMM ZABIT CERİDESİ, 10.7.1336, Devre: I, Cilt:2, İçtima Senesi: 1, s. 241-249
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c022/tbmm01022097.pdf
[7] Nesrin Karaca, “Bülbül Şiirinin İzinde Bursa’nın işgali ve Mehmet Akif”, Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Güz (35/Özel Sayı), 2021, s. 89-102
[8] Hâkimiyet-i Milliye, 12 Temmuz 1920, No: 45, s. 1, sütun: 1-2
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mustafa Kemal’in Amasya Günleri ve Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin Liderliğindeki Yerel Destek

Published
2 ay agoon
Haziran 22, 2025By
drkemalkocak
Giriş
Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mayıs 1919”a Samsun’a çıkışıyla başlayan Milli Mücadele süreci, hem coğrafi hem de toplumsal olarak dikkatle planlanmış bir seyrin izlerini taşımaktadır. Bu süreçte Amasya, yalnızca bir ara durak değil siyaseten ve ahlaken direnişin ilk merkezlerinden biri olmuştur. Bu makale, Mustafa Kemal’in Amasya günlerini ve bu süreçte Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin öncülüğündeki yerel desteği analiz etmektedir.
1. Tarihi Arka Plan: Samsun’dan Amasya’ya Giden Strateji
Mustafa Kemal, Samsun’da işgal ve İngiliz kontrolü ile karşılaşmasının ardından Anadolu içlerine doğru ilerlemeye karar vermiştir. Bu ilerleyişin ilk stratejik durağı Amasya’dır. Hem Selçuklu hem Osmanlı tarihinde valilik ve şehzade eğitimi merkezi olmuş bu şehir, sembolik olarak yeni bir başlangıcı temsil etmektedir.
2. Amasya’nın Seçilmesinin Sembolik ve Stratejik Değeri
Amasya, hem Anadolu içlerinde yer alarak işgal kuvvetlerinden uzaktadır hem de halkın bilinçli ve tarihi olarak siyasete yatkın olduğu bir şehirdir. Aynı zamanda Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek üzere Ali Fuat Paşa, Rauf Orbay ve Refet Paşa gibi isimlerin bir araya geldiği bir merkez haline gelir.
3. Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin Rolü: Dinî Meşruiyetin Kurucu Aktörü
Hacı Tevfik Efendi, Amasya halkının güven duyduğu bir din adamıdır. Mustafa Kemal, Havza’dan Amasya’ya yönelmeden önce kendisine telgraf göndererek halkın desteğini istemiştir. Gelen cevap: “Amasya halkı mücahede edenleri bağrına basmakla müftehirdir.” Bu ifade, bir fetva niteliğindedir ve Paşa için Amasya’ya geçiş öncesi ahlaki ve toplum meşruiyetinin kazanıldığının simgesidir.
4. Amasya Heyeti: Halkın Temsilî ve Toplum Tabakaları
Mustafa Kemal’i karşılayan heyette müderrisler, imamlar, belediye reisleri, fabrikatörler, çiftçiler ve eşraftan insanlar yer almıştır. Bu durum, Millî Mücadele’nin sadece bir elit hareketi olmadığını, halk tabanlı bir direniş olarak şekillendiğini gösterir. Toplumun bir sınıfından değil, her kesiminden destek alan bir milli cephe kurulmuştur.
5. Metnin Sembolik Yapısı: Kurtarıcı Lider ve Rehber Din Adamı
Mustafa Kemal, burada sadece bir asker olarak değil, Anadolu halkının umudu, geleceği ve lideri olarak kurgulanmıştır. Onu karşılayan Hacı Tevfik Efendi ise hem uhrevî hem de siyasî bir rehberdir. “Bütün Amasya emrinizdedir, gazanız mübarek olsun” sözü, Amasya’nın ruhsatını ve Mustafa Kemal’in liderliğinin kabulünü temsil etmektedir.
6. Güveç Hadisesi: Toprak, Yemek ve Sembolik Bağlılık
Refet Paşa ile Müftü arasındaki güveç diyaloğu, Amasya’da yetişen her şeyin bu şehri sevene zarar vermeyeceği mecazına dayanmaktadır. Üç ayrı etle yapılan güveçler, Müftünün nezaketi, zarafeti ve halkla devlet adamları arasındaki sıcak ilişkiyi göstermektedir. Anadolu misafirperverliği ile siyasi ev sahipliğinin iç içe geçtiği bir sahnedir.
7. Amasya Protokolü ve Dinî Onay
Amasya’da kaleme alınan protokol, Milli Mücadele’nin temel metinlerinden biridir. Rauf Orbay tarafından Müftü Efendi’ye okunması istenir. Onun cevabı tarihidir: “Memleketin içinde bulunduğu şartları görmeyecek kadar kör olanı kabil-i hitap saymamak eslem yoldur.” Bu cevap, sadece destek bildirimi değil, aynı zamanda Anadolu direnişine âlimler katılmaz diyenlere verilmiş bir cevaptır.
Sonuç
Mustafa Kemal Paşa’nın Amasya’ya gelişi, bir şehirden öte bir halkın tarih sahnesine yeniden çıkışıdır. Bu sürecin en etkili figürlerinden biri olan Müftü Hacı Tevfik Efendi, Milli Mücadele’nin din adamları tarafından da sahiplenildiğini göstererek toplum meşruiyetinin inşasında hayati rol oynamıştır. Amasya, yeni bir rejimin manevi ve siyasi temelinin atıldığı yerdir. Bu yüzden Mustafa Kemal, Sadrazamdan gelen çağrıya verdiği cevabın Müftü Efendi tarafından zaten verildiğini söylemiştir. Bu, yeni bir merkezî otoritenin sessiz ama derin yapılanması demektir.
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]