Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

MUSTAFA KEMAL PAŞA VE TEMSİL HEYETİNİN ANKARA’YA GELİŞİ (27 Aralık 1919)

Published

on

GİRİŞ

Bugün, 27 Aralık 2019. Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti üyelerinin Sivas’tan Ankara’ya gelişinin 100. yıl dönümüdür. Mustafa Kemal ve Temsil Heyeti üyelerinin gelişi ile Ankara, “Milli Mücadele”nin ve “Türk. İnkılabı”nın merkezi olmuştur.

“Türk İstiklal Harbi ve Türk İnkılabı”nı gerçekleştiren başta merhum Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere silah arkadaşlarını, şehitlerimizi rahmetle anar, gazilerimize sağlık ve mutluluklar dilerim.

Aşağıda, Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyeti üyelerinin; Sivas-Kayseri-Hacıbektaş-Mucur-Kırşehir-Kaman-Beynam güzergahından Ankara’ya gelişleri hakkında yapılan alıntıdan bir bölüm okumak-incelemek-anlamak ve değerlendirmek amacıyla sunulmuştur.

Sivas’tan Ankara’ya

1919 yılı Aralık ayının on sekizinci Perşembe günü sabahı… Hava çok soğuk, her yer karla örtülü ve kar yağışı sürüp gitmekte. Buna rağmen, bütün Sivaslılar, coşkun sevgi gösterileri içinde, sokaklara dökülmüş, yolları doldurmuş, lisenin önünde toplanmışlardı. Mustafa Kemal Paşa, bu göz yaşartıcı eşsiz sevgi taşkınlığı içinde Sivas’tan ayrılıyor, Köprübaşı’nda yurtsever Sivaslılarla son ayrılık görüşmesini yaparak, beraberinde birkaç yakın arkadaşı, üç Heyet-i Temsiliye üyesi ve maiyeti olduğu halde, ikisi dolma tekerlekli üç açık otomobil ile ve kar yağışı altında Ankara’ya doğru yola çıkıyor (V. C. Aşkun, Sivas Kongresi: 197-201).

Sivas Valisi Reşit Paşa, usul gereğince, olayı bir telgrafla Dâhiliye Nezâreti’ne haber veriyor. Dâhiliye Nâzırı da, Sivas Valiliği’nden aldığı bilgiye dayanarak, Anadolu ve Rumeli Müdafaa- Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi’nin 18 Aralık 1919’da Sivas’tan Ankara’ya hareket etmiş olduğunu, bir yazıyla sadrazama bildiriyor (Belgelerle Türk Tarihi: 2/17).

Mustafa Kemal Paşa, Şarkışla’ya (Şehirkışla) gelince, buradan Anadolu ve Rumeli Müdafaa- Hukuk Cemiyeti Sivas Heyet-i Merkeziyesi’ne bir telgraf çekerek “Sivas bölgesinden ayrılırken sayın kurulunuza selam ve saygılarımızı sunar, vatanın iyiliği ve milletin kurtuluşu uğrundaki kutsal savaşınızda başarılar dileriz” diyor. (Mf.v., Tarih Vesikaları: 10)

1919 Aralık ayının on dokuzuncu Cuma günü akşamüzeri, geç vakit Kayseri’ye varan Mustafa Kemal Paşa, bir haftadır yolunu gözleyen yurtsever Kayserililer tarafından şehre bir buçuk saatlik mesafede karşılanıyor. Şehre kadar bütün yolu doldurmuş olan halk ve öğrenciler Mustafa Kemal Paşa’ya büyük sevgi gösterilerinde bulunuyor. Bu ulusal coşkunluk karşısında, şehre varmadan otomobilinden inen Mustafa Kemal Paşa halkı selamlıyor ve eşsiz sevgi gösterileri arasında şehre giriyor. Sivas kapısındaki İmam zade Reşit Ağa’nın konağına gidiyor. Halk sokaklarda fener alayı yaparken Mustafa Kemal Paşa, akşam yemeğini burada yiyor ve geceyi bu konakta geçiriyor.

Ertesi gün, 20 Aralık 1919’da, başlarında Kızıklı Hacı Kasım Efendi olduğu halde Kayseri’nin din bilginleriyle görüşen Mustafa Kemal Paşa, yurtsever Kayserililerden gördüğü gönül doyurucu karşılamaya cevap olarak duygularını dile getiren bir bildiri yayınlıyor.

Aynı gün, Burdur Askerlik Şubesi Başkanı, milli mücadeleci İsmail Bey’den bir telgraf alıyor. Bu telgrafta; İsparta, Burdur, Antalya halkının yorgun ve güçsüz görünmekle beraber, ulusal bağımsızlığın korunması uğrunda her fedakârlığa hazır bulunduğu, fakat halkın henüz gereği gibi teşkilatlanmadığı, işgal kuvvetlerinin (İtalyanların) halka bazı kolaylıklar göstermesinin Antalya ve Burdur bölgelerinde sosyal ve düşünsel bunalımlara sebep olduğu, milli mücadele çabalarının sadece Aydın Cephesi’ne para ve gönüllü göndermekten ibaret kaldığı, il ve ilçelerdeki milli kuruluşlara, doğru yolu gösterici ve bunu uygulayıcı çalışma kolları ekleyerek ve bildiriler yayınlayarak özellikle köylüleri aydınlatmak ve milli birliğe yöneltmek gerektiği anlatılmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa bu konu üzerinde önemle durmuş ve Ankara’ya varınca yayınladığı bir bildiriyle bu noktaya dikkati çekmiştir (Tarih Vesikaları: 15).

Kayseri’de bir gece daha kalan Mustafa Kemal Paşa, aynı coşkun sevgi gösterileriyle uğurlanıyor (Tarih Vesikaları: 10, 15; M. M. Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le: 90, 492; Ziya Oranlı, Atatürk’ün Yayınlanmamış Anıları: 4; M. T. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken: 2/293; E. B. Şapolyo: Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi; A. H. Kalaç; Kendi Kitabım).

1919 yılı Aralık ayının yirmi birinci günü akşamı Mustafa Kemal Paşa Mucur’dadır. Apansız geldiği Mucur’da hükümet konağının önünde karşılanır ve hükümet konağının emrine tahsis edilmiş olduğu kendisine bildirilir. Mustafa Kemal Paşa hemen kasaba ileri gelenlerini toplatır, gece onlarla yurt sorunlarını görüşür ve geceyi Mucur’da geçirerek ertesi gün Hacıbektaş’a doğru yola çıkar (M. M. Kansu, Ölümüne Kadar Atatürk’le: 492; E. B.Şapolyo, Kemal Atatürk: 355).

1919 yılı Aralık ayının yirmi ikinci Pazartesi günü Hacıbektaş kasabası yakınındaki bir çiftlikte öğle yemeğini yiyen Mustafa Kemal Paşa, bir arabayla buraya kadar gelen Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi’nin Şeyhi Salih Niyazi Baba tarafından karşılanıyor, onun arabasına binerek kasabaya geliyor ve Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesi Çelebisi Cemaleddin Efendi’nin “saray” denen konağına gidiyor. Derhal misafir odasına alınıyor. Birkaç dakika sonra da Çelebi Cemaleddin Efendi odaya gelip Mustafa Kemal Paşa’ya “Hoş geldiniz” diyor.

Mustafa Kemal Paşa, Çelebi Cemaleddin Efendi’nin evine misafir oluyor. Beraber yemek yiyor, birlikte rakı içiyor ve bu arada yurt sorunlarını görüşüyorlar. Sonunda, düşünce birliğine varılıyor ve Çelebi Cemaleddin Efendi milli harekete katıldığını, Kuva-yı Milliyeciliği kabullendiğini, hemen kendi adamlarına gerekli emri vereceğini bildiriyor.

Geceyi Çelebi Cemaleddin Efendi’nin konağında geçiren Mustafa Kemal Paşa, ertesi günün öğle yemeğinde Şeyh Salih Niyazi Baba’nın misafiri oluyor ve yemekten sonra Hacı Bektaş-ı Veli’nin türbesi ziyaret ediliyor, Mustafa Kemal Paşa dua ederek Hacı Bektaş-ı Veli’nin manevi gücünden yardım istiyor. Akşam üzeri Hacıbektaş’tan ayrılıyor, yine Mucur’a geliyor, 23-24 Aralık 1919 gecesini de Mucur’da geçiriyor (M. M. Kansu, Ölümüne Kadar Atatürk’le: 493-495; Z. Oranlı, Atatürk’ün Yayınlanmamış Anıları: 45-49; E. B. Şapolyo, Ke mal Atatürk: 355-356).

1919 yılı Aralık ayının yirmi dördüncü Çarşamba günü öğle vakti Mustafa Kemal Paşa Kırşehir’dedir. Kurbanlar kesip büyük sevgi gösterilerinde bulunan yurtsever Kırşehirliler, Mustafa Kemal Paşa’yı doğruca Kırşehir Gençlik Derneği’ne götürdüler. Kırşehir gençliğinin kendi kendine teşkilatlanmış olmasından memnunluk duyan ve duygulanan Mustafa Kemal Paşa burada bir konuşma yapıyor ve bu konuşmasında her şeyi ve özellikle teşkilatlanmayı yukarıdan, hükümetten beklemenin doğru olmadığını, nitekim musibetlerle uyanan milletin de kendi kendine teşkilatlanma yoluna girdiğini, milli kuruluşların hareket noktalarının “milli kuvvetleri yapıcı, milli iradeyi egemen kılmak” olduğunu, bağımsız yaşayabilmek için çizilen sınırlar içinde yabancı bırakmamak gerektiğini, milli kuruluşlara ruh kazandırabilmek için milletin her bireyinin düşünce hayatını geliştirmek zorunluluğunda bulunduğunu, böylece milletin tek bir varlık haline getirilebileceğini, bu konuda aydınlara çok iş düştüğünü, ancak aydınların sadece halka milli birlik düşüncesini aşılamakla görevlerinin bitmediğini, başka milletlere karşı varlığımızı koruyabilme tedbirlerinin de alınması gerektiğini anlatıyor. Sonra derneğin hatıra defterine Kırşehir gençliğini öven birkaç satır yazıp, Rauf
(Orbay), Mazhar Müfit (Kansu), Hakkı Behiç (Bayiç), Ahmed Rüstem (Alfred Rüstem) Beylerle birlikte imzalıyor.

Akşam yemeğini Kırşehir ileri gelenleri özenerek hazırlamışlardı. Ziyafete Mutasarrıf Ekrem Bey (Ankara Müdafaai Hukuk Cemiyeti kurucularından olup, sonra birçok yerde valilik yapacak olan Ankaralı Ekrem Engür) ile birlikte gidiyor. O sırada yurtsever Kırşehirliler, Mustafa Kemal Paşa şerefine, şehirde fener alayı gösterileri yapmaktadır. Bir ara, havanın çok soğuk olmasına rağmen, ziyafet verilen evin önünde toplanıp Mustafa Kemal Paşa’ya coşkun ve taşkın sevgi gösterilerinde bulunuyorlar. Bundan son derece duygulanan Mustafa Kemal Paşa, bir konuşma yapıyor ve bu konuşması sırasında şunları söylüyor:

“Bu milletin içinden çıkan bir Kemal: Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini/Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini demiş. Yine bu milletin bağrından çıkan bir Kemal de: Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini/Bulunur kurtaracak bahtı kara mâderini diyor.”

(Bu sözleri Büyük Millet Meclisi kürsüsünde de tekrarlanacaktır.) Mustafa Kemal Paşa geceyi Kırşehir’de geçiriyor (Tarih Vesikaları: 10; M. M. Kansu, Ölümüne Kadar Atatürk’le: 495-496).

1919 yılı Aralık ayının yirmi beşinci Perşembe günü, Kırşehir’den ayrılan Mustafa Kemal Paşa, Kaman bucağına geliyor ve bir gece de burada kalıyor (M. M. Kansu, Ölümüne Kadar Atatürk’le: 496).

1919 yılı Aralık ayının yirmi altıncı Cuma günü, Kaman’dan yola çıkan Mustafa Kemal Paşa, akşam geç vakit, Beynam köyüne varıyor ve geceyi Muhtar Hasan Çavuş’un evinde geçiriyor (Z. Oranlı, Atatürk’ün Yayınlanmamış Anıları: 44-49; E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk: 356-357; M. M. Kansu, Ölümüne Kadar Atatürk’le: 497).

Nihayet 1919 yılı Aralık ayının yirmi yedinci Cumartesi günü öğleden sonra Mustafa Kemal Paşa, Ankara’ya ulaşıyor. Kendisini karşılamak için günlerdir heyecanla bekleyen Ankara’ya…

Mondros Mütarekesi’nden kısa bir süre sonra, 1919 yılı başlarında trenle gelen iki bölük kadar İngiliz askeri tren garında karargâh kurarak, istasyonu ve şehri işgale başlamıştı. Sonra bir Fransız askeri birliği de gelmiş ve yapımı henüz bitmemiş olan Ulus’taki İttihat ve Terakki Kulübü binasında (sonradan İnkılap Müzesi olan ilk Büyük Millet Meclisi binası) karargâh kurmuştu. Şehrin içinde yabancı devlet askerleri dolaşıyor, Türk ve Müslüman halka sarkıntılık ve saldırı olayları gün geçtikçe artıyordu. Sadrazam Ferit Paşa’nın yakın adamı olan Ankara Valisi Muhittin Paşa (Ulunay) da, körü körüne İstanbul Hükümeti’ne bağlanmış olduğundan işgal kuvvetleriyle işbirliği yapmış, adeta onların buyruğu altına girmişti.

Bu durum karşısında, kendilerini korumak zorunda kalmış olan Ankaralılar gizli bir kuruluşla yabancıların ve azınlıkların kötülüklerine engel olmaya çalışıyorlardı. Fakat Vali Muhittin Paşa, İngilizlerin baskısı ile aralarında Kınacızade Şakir, Aktarbaşı Sadullah, Bulgurluzade Mehmet, Hanifzade Mehmet, Haymana Eski Kaymakamı Rıfat Beylerle Karabiberin Hasan ve Hacı Bayram Türbesi Şeyhi Şemseddin Efendilerin de aralarında bulunduğu doksan üç kişiyi tutuklamıştı. Bir yandan da İngiliz Muhipler Cemiyeti’nin gelişmesine çalışıyordu.

Fakat yurtsever Ankaralılar, bütün bu baskılara rağmen yılmamışlar, İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne karşı “Azmi Milli Cemiyeti”ni kurmuşlardı. 24. Tümen Komutanı Yarbay Mahmut, Kimyager Avni Refik (Berkman), Öğretmen Ayaşlı Ali Rıza, Öğretmen Mahir (İz), Yakup, Ekrem ve Fevzi Beylerin kurduğu bu dernek, müsamereler vererek halkın moralini yükseltmeye çalışmış, Avukat Mustafa Kemal Bey Selâmet ve Operatör Vasfi (Öz) Bey Mefkûre adlı gazeteleriyle bu çabalara yardımcı olmuşlardı. Ve bütün milli mücadele çabalarının başında, Ankaralıların sevgi, saygı ve güvenle bağlandıkları 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Paşa vardı.

İstanbul’daki valiler toplantısından dönen Vali Muhittin Paşa, aldığı yeni direktiflerle, daha da sertleşip baskıyı arttırınca Ankara ileri gelenleri, milli mücadeleci Defterdar Yahya Galip Bey’in evinde toplanmışlar ve Vali Muhittin Paşa’yı bertaraf etmeye karar vermişlerdi. Karar, Sivas’ta bulunan Mustafa Kemal Paşa’ya bildirilmiş, Muhittin Paşa’nın yakalanıp Sivas’a gönderilmesi emri gelmiş, yakalama görevi Keskin’den Hamitli Rıza (Kırşehir Mebusu) ve Polatlı’dan Kara Sait Milli Müfrezeleri’ne verilmişti. 24. Tümen Komutanı Mahmut ve Kurmay Başkanı Ömer Halis Beylerle görüşerek gerekli direktifleri alan müfrezeler derhal yola çıkarak Çorum’dan Ankara’ya gelmekte olan Vali Muhittin Paşa’ya ulaşmış ve koruma görevlileri gibi yolculuğuna katılmış, Elmadağı ile Yahşihan arasındaki Kılıçlıbel’e geldikleri zaman da Vali Muhittin Paşa’yı tutuklayıp Sivas’a götürmüşlerdi. Muhittin Paşa’dan kurtulan Ankaralılar da hemen “Hakan” dedikleri Defterdar Yahya Galip (Kargı) Bey’i vali vekilliğine getirmişlerdi. İstanbul Hükümeti ise, Ankara Valiliği’ne Ziya Paşa’yı tayin etmiş ve yola çıkarmıştı. Bunun üzerine, derhal Ziya Paşa’ya haber gönderilerek Ankara’ya gelmemesi, gelirse onun da tutuklanacağı bildirilmiş ve türlü baskı ve ricalara rağmen İstanbul yanlısı vali, Ankara’ya sokulmamıştı.

Ankara bu iç mücadelenin içinde iken Sivas Kongresi toplanmış ve Ankaralılar bu kongreye katılamamışlardı. Fakat Mustafa Kemal Paşa, Ankara Eski Mebusu Ömer Mümtaz Bey’i Sivas’a gelememiş olmasına rağmen, Heyet-i Temsiliye üyesi yaptırmıştı. Üzerlerindeki ağır baskı kalkınca, Ankaralılar Ömer Mümtaz Bey’i Sivas’a göndermişler ve Sivas’tan dönen Ömer Mümtaz Bey’in getirdiği direktifler üzerine de Müftü Rıfat Efendi’nin (Börekçi) başkanlığında Kütükçüzade Ali (belediye başkanı), Ömer Mümtaz (eski mebus), Çayırlıoğlu Hilmi (eski mebus), Ekrem (Engür), Beynamlı Hacı MustafaÇakallı Hacı Süleyman Beylerle Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin, Ankara Heyet-i Merkeziyesi’ni kurmuşlardı. Sonra Kuva-yı Milliye müfrezeleri kurma kararına varılmış, bu çabaların başına da yine Müftü Rıfat Efendi getirilmişti (Şeref Erdoğdu, Ankaram: 37-52).

Bu sırada, Mustafa Kemal Paşa’nın Ankara’ya geleceği duyulmuş ve yola çıktığı haber alınmıştı. Vali Vekili Yahya Galip Bey ile Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Rıfat Efendi, Mustafa Kemal Paşa’yı olağanüstü bir şekilde karşılamak ve bu arada Ankara’daki İngiliz ve Fransızlara da Kuva-yı Milliye’nin gücünü göstermek için geceli gündüzlü çalışmışlar, bölgedeki bütün seymenlerin karşılama törenine katılmalarını sağlamaya uğraşmışlardı. İstanbul Hükümeti’nden yana olanlar ise karşılama töreninin sönük geçmesi için, törene gelecek seymenlerin cepheye gönderilecekleri söylentisini çıkarmışlardı. Fakat Haymana Kaymakamı Cemal Bey’in (Bardakçı), kendi bölgesinden topladığı iki yüz kadar atlı ile Ankara’ya gelip birkaç gün şehirde gösteriler yapması, karşı propagandaları çürütmüş,
törene katılacakların sayısı her gün biraz daha artmış ve sonunda sanki bütün Ankara ayaklanmıştı (C. Bardakçı, Atatürk’ün Ankara’ya İlk Gelişi, Yakın Tarihimiz: 4).

Ve 1919 yılı Aralık ayının yirmi yedinci günü Mustafa Kemal Paşa, milli mücadele heyecanıyla coşan Ankara şehrinin sınırlarından içeri giriyordu. Çevredeki tepelerin karlarla örtülüp ak pak olduğu, Dikmen ve Çankaya sırtlarında sert ve soğuk yellerin estiği, pırıl pırıl güneşli bir gün ortasında…

Vali Vekili Yahya Galip (Kargı) Bey ile 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Kırşehir-Ankara yolunun, Gölbaşı ile şehir merkezi arasındaki en yüksek yerinde Mustafa Kemal Paşa’yı karşılıyorlar.

Birinci otomobilde Mustafa Kemal Paşa ile Heyet-i Temsiliye Üyesi Rauf Bey (Orbay), Heyet-i Temsiliye İstişarî Üyesi Ahmet Rüstem (Alfred Rüstem), Yaver Yüzbaşı Cevad Abbas (Gürer); ikinci otomobilde Heyet-i Temsiliye Üyesi Mazhar Müfit (Kansu) ve Hakkı Behiç Beylerle Batı Anadolu’nun Sivas Kongresi’ndeki delegesi İbrahim Süreyya Bey (Yiğit) ve sekreterler; üçüncüde de Dr. Binbaşı Refik Bey (Saydam), Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey (Gerede) ile hizmetlilerden oluşan kafile ilk olarak bu tepede durdu. Mustafa Kemal Paşa otomobilinden inerek karşılayıcılarla görüştü ve Ali Fuat Paşa ile Yahya Galip Bey’i kendi otomobiline alarak yoluna devam etti. Otomobiller bugünkü Dikmen şosesinin yönünü izleyen yolda, karla örtülü beyaz tepeler arasından kıvrıla kıvrıla şehre doğru ilerledi.

Bir süvari birliğinin önünde 24. Tümen Komutanı Yarbay Mahmut Bey ile Kurmay Başkanı Binbaşı Ömer Halis Bey (Bıyıktay) ve Ankara Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Müftü Hoca Rıfat Efendi (Börekçi) ile Ankara ileri gelenleri Kınacızade Şakir, Aktarbaşızade Rasim, Toygarzade Ahmet, Âdemzade Ahmet, Hatip Ahmet, Kütükçüzade Ali, Hanifzade Mehmet, Bulgurzade Mehmet Beylerle Naşit Efendi ve Eskişehir Mebusu Emin Bey (Sazak) vardı. Mustafa Kemal Paşa burada da otomobilinden inip sevgi gösterilerinde bulunan Ankaralılarla görüştü ve yine yoluna devam etti.

Şimdiki Milli Savunma Bakanlığı’nın bulunduğu yerdeki Kızılyokuş’ta karşılayıcılar tarafından ilk kurbanlar kesildi. Sonra, içinde tek bir evin bulunduğu Harmanyeri’ne gelindi. Seymenler otomobilleri durdurup kurban kestiler. Hükümet ileri gelenleri de Mustafa Kemal Paşa’yı burada karşıladılar.

Biraz daha ileride, şimdiki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Kız Sanat Enstitüsü ve Radyoevi’nin bulunduğu yerde Ankaralı bilginler, din ve tarikat adamları tertemiz özel kılıkları içinde toplanmışlardı. Şehir halkı bu yerin üst tarafındaki Namazgâh adlı tepede (sonradan bir dönem Türk Ocağı ve Halkevi binasının yer aldığı tepe) bekliyordu. Mustafa Kemal Paşa her rastladığı toplulukla görüşüp teşekkürlerini bildirerek yoluna devam ediyordu.

Nihayet kafile, o sırada İngilizlerin elinde bulunan demiryolu istasyonuna doğru dönüp ilerledi. İngiliz karargâhının önündeki istasyon meydanı hıncahınç dolmuştu. Karşılıklı dizilmiş seymenler Mustafa Kemal Paşa’yı havaya kaldırdıkları palaların altından geçirdiler, yiğitçe sevinç naraları attılar. Jandarma ve polis birlikleri saygı ile selama durdular. Halk, davul ve zurna sesleri içinde, coşkun sevgi gösterilerinde bulundu. Ulus’a doğru yol boyunca dizilmiş öğrenciler Mustafa Kemal Paşa’yı sevinçle alkışladılar.

Fransız Karakolu’nun (şimdi müze olan ilk meclis binasının) önünden geçildi. Hacı Bayram Camii’ne varıldı. Hacı Bayram Velî’nin türbesi ziyaret edildi, dualar edilip Tanrı’ya yalvarıldı. Dönülüp hükümet konağına (sonradan valilik binası olarak kullanılan) gelindi. Vali Vekili Yahya Galip Bey, kısa bir konuşma ile Mustafa Kemal Paşa’ya “Hoş geldiniz” dedi. Dışişleri Bakanlığı’nda görevli Fahrettin Bey, uzun bir konuşma yapmak istediyse de heyecandan tıkanıp kısa kesti. Mustafa Kemal Paşa valilik binasında, halk da hükümet konağı önündeki kahvehanelerde oturup dinlendi. Kahveler, çaylar içildi. Sonunda, hem Mustafa Kemal Paşa’nın, hem de Heyet-i Temsiliye’nin kalması ve çalışması için hazırlanmış olan Keçiören sırtlarındaki Ankara Tarım Ortaokulu’na (sonradan bir süre meteoroloji binası olarak kullanılmış olan eski Ziraat Mektebi binası) gidildi (A. F. Cebesoy, Milli Mücadele Hâtıraları: 265-267; Z. Oranlı, Atatürk’ün Yayınlanmamış Anıları: 49-54; İsmet Kür, Anılarıyla Atatürk: 34; E. B. Şapolyo, Kemal Atatürk: 357-376; M. M. Kansu, Ölümüne Kadar Atatürk’le: 497-499; Selâhaddin Tansel, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı: 48; Ş. Erdoğdu, Ankaram: 55-65).

Burada bir noktaya dikkati çekmekte fayda var: O sırada herkesin, Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Ankara’ya gelenleri Heyet-i Temsiliye üyesi sandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Ankara’daki hazırlıklar buna göre yapılmış, Sivas Valisi İçişleri Bakanı’na, İçişleri Bakanı da sadrazama bu yolda bilgi vermişti. Ankara’nın o günkü Ankara isimli haftalık resmi gazetesi, Mustafa Kemal Paşa’nın gelişini anlatırken, beraberindekileri “Heyet-i Temsiliye Üyeleri” diye takdim ediyordu. Ali Fuat Paşa bile, Mustafa Kemal Paşa’nın beraberindekilerden hep “Heyet-i Temsiliye Üyeleri” diye söz eder.

Oysa Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Ankara’ya gelenler arasında, Sivas’ta kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin on altı kişilik Heyet-i Temsiliye’sinden yalnız üç kişi vardı: Rauf Bey, Mazhar Müfit Bey, Hakkı Behiç Bey.

Ne var ki, Mustafa Kemal Paşa’nın tutum ve davranışları da bu anlayışı pekiştirmeye çalışan bir yönde idi. O da etrafındakilerin hepsini Heyet-i Temsiliye üyeleri gibi tanıtmaya yani Heyet-i Temsiliye’yi beraberindeymiş gibi göstermeye çalışıyor, bütün yazışma ve konuşmalarını Heyet-i Temsiliye’ye malediyor ve herkesin de durumu böyle bilmesine dikkat ediyordu. Nitekim, Mustafa Kemal Paşa bu çabasında başarıya ulaşmış ve o günden bu yana konu üzerine eğilenler genellikle Heyet-i Temsiliye üyelerinden hiç olmazsa çoğunluğunun Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Ankara’ya gelmiş olduğunu sanmıştır.

Bu anlayışta, kullanılagelmekte olan “Sivas Heyet-i Temsiliyesi” ifadesinin de büyük etkisi olduğu şüphesizdir. Çünkü “Sivas Heyet-i Temsiliyesi” olarak adlandırılan heyet, Sivas Kongresi sonunda ve onun kararı ile kurulmuş olan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin on altı kişilik Heyet-i Temsiliyesi’dir. Fakat bu on altı kişinin hepsi Sivas Kongresi’nde seçilmemiştir. Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin on kişilik Heyet-i
Temsiliyesi, Sivas Kongresi’nde altı üye daha eklenmek suretiyle on altı kişiye çıkarılmış ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ne mal edilmiştir. Yani Sivas Heyet-i Temsiliyesi denen “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi”, Erzurum Kongresi’nde seçilmiş olan ve sonra tüzüğün özel bir hükmünden yararlanılarak dokuzdan ona çıkarılan “Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi”nin yine tüzüğün verdiği imkânla üst sınır olan on altı kişiye çıkarılması ile meydana getirilmiştir (M. Goloğlu, Sivas Kongresi: 120).

Fakat konunun gerçeğindeki bu özellik bilinmediğinden, Sivas Heyet-i Temsiliyesi denen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi’nin Sivas Kongresi tarafından seçilmiş ayrı ve yeni bir Heyet-i Temsiliye olduğu kanısına varılmış, on altı üyeyi bulabilmek için de o sırada Mustafa Kemal Paşa’nın yanında olanların hepsi Heyet-i Temsiliye üyesi sanılmış ve bu yanlış anlama bugüne kadar devam edegelmiştir. Bu yüzden Sivas Heyet-i Temsiliyesi denen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi üyelerinin kimler olduğu kesinlikle bilinememiş, kongre temsilciliği yani delegeliği ile Heyet-i Temsiliye üyeliği birbirine karıştırılmış, hatta her fedakârlığı görülen kimsenin Heyet-i Temsiliye üyesi sanılması gibi yanlış düşüncelere de varılmış ve çok sonraları Heyet-i Temsiliye üyeleriyle ilgili kanunların hazırlanma ve uygulanmalarında da bu düşüncelerin etkisi altında kalınarak yanlışlıklar yapılmıştır (1948/5269 ve 1961/280 sayılı kanunlarda olduğu gibi).

Bununla beraber, Mustafa Kemal Paşa Ankara’ya geldiği zaman, yine Heyet-i Temsiliye’nin tamamı ya da çoğunluğu beraberindeymiş gibi davranıyor, böyle sanılmasını istiyor, imzasını “Heyet-i Temsiliye adına” atıyordu.

Nitekim Ankara’ya vardığı gün, kalması için hazırlanmış olan Tarım Okulu’na gelir gelmez “Heyet-i Temsiliye adına” bir bildiri yayınladı ve bu bildiride Heyet-i Temsiliye’nin gerek yol boyunca, gerekse Ankara’da çok sıcak ve içten gösterilerle karşılandığını, milletçe gösterilen bu birlik ve kararlılığın memleketin geleceğine olan güveni güçlendirip arttırdığını, “Heyet-i Temsiliye Merkezi”nin şimdilik Ankara olduğunu bildirdi (Nutuk: 332).

Fakat gerçek oydu ki, artık Heyet-i Temsiliye yoktu, sadece Mustafa Kemal Paşa vardı. “Heyet-i Temsiliye adına” imzalanan her yazı, sadece Mustafa Kemal Paşa’ya aitti. Nitekim kısa bir süre sonra, yanındaki üç Heyet-i Temsiliye üyesi de İstanbul’a gidecek, Mustafa Kemal Paşa, Ankara’daki tek Heyet-i Temsiliye üyesi olacak, tam anlamıyla tek başına çalışacak ve imzasını yine de “Heyet-i Temsiliye adına” atacaktır (L. Kinross, Atatürk: 04; Y. Nadi, Ankara’nın İlk Günleri: 88).

Mustafa Kemal Paşa, 29 Aralık 1919’da bir bildiri daha yayınlayarak, Eskişehir-Ankara demiryolunun işletmeye açılmış olması sebebiyle, Eskişehir yerine Ankara’da buluşup görüşmenin daha kolay olacağını, her livadan seçilip gönderilecek delege mebuslarla Ankara’da bir Danışma Kurulu halinde çalışılacağını, Heyet-i Temsiliye Danışma Üyeliği’ne seçilecek mebusların ocak ayı başından itibaren Ankara’ya gelmeleri gerektiğini bildirdi ve gönderilecek mebusların yola çıkışlarının Heyet-i Temsiliye’ye yani kendisine bildirilmesini istedi, seçilip gönderilecek mebuslarla yapılacak görüşmelere öteki mebuslardan da mümkün olduğu kadar çok katılımın arzulandığını anlattı (Nutuk, Vesika: 214).

Mustafa Kemal Paşa bunu yapmakla, Meclis-i Mebusan’a gidecek mebuslara önceden Anadolu’daki milli mücadele çabalarının tek amaç ve yolunu anlatacak, İstanbul’da da aynı amaçla ve aynı yolda çalışabilmeleri için Meclis-i Mebusan’da bir “Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu” kurmalarını öğütleyecek, böylece parlamento çalışmalarını da kendi çalışma düzenine göre yönetme imkânını sağlayacak, hatta bu yolla Meclis-i Mebusan’a başkan olacak, belki Heyet-i Temsiliye’nin “geçici” olarak Ankara’ya getirdiği merkezini de İstanbul’a aktaracaktı.

Fakat aynı günlerde, İstanbul Hükümeti adına Dâhiliye Nazırı ve İstanbul’daki mebuslar adına da Aydın Mebusu Hüseyin Kâzım Bey (Şeyh Muhsin-i Fânî takma adı ile çağının yazı hayatına girmiş olan, Trabzon’un eski ve ünlü valilerinden Kadir Bey’in oğlu), bütün illere çektikleri telgraflarla, seçilen mebusların hiçbir yere uğramadan hemen ve doğruca İstanbul’a gelmelerini bildirmişlerdi. Bu durum arşısında kesin bir davranış kararına varamamış olan bazı mebuslar ne yapmaları gerektiğini Mustafa Kemal Paşa’dan soruyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa, hemen soru sahiplerine cevap vererek, durumdan bilgisiz olan Hüseyin Kâzım Bey’in telgrafına önem verilmemesini bildirdi. İstanbul’da bulunan Çanakkale Mevkii Müstahkem Kumandanı ve İstanbul’daki milli mücadelecilerin aracısı Şevket Bey’e de başvurarak durumu anlattı ve Hüseyin Kâzım Bey’in herhalde yapılan tebliğlerden haberi olmadığını, Bekir Sami Bey’de bulunan tebligat örneğini okumasını ve dilerse onun da hemen Ankara’ya gelip toplantılara katılmasını istedi (Nutuk, 337; Vesika: 215).

Buna karşılık, Heyet-i Temsiliye’nin İstişarî Üyesi ve İstanbul Hükümeti’nin Harbiye Nâzırı Cemal Paşa’dan gelen bir telgrafta; Hüseyin Kâzım, Tahsin, Celâleddin Arif, Hamit Beylerin ve bazı mebusların aşağıdaki tekliflerde bulundukları belirtiliyordu:

  1. Meclisin tez elden açılması gerektiği bir sırada, mebusların Ankara’ya çağrılmaları gecikmeye sebep olacaktır.
  2. Bu çağrı, yasama gücünün başka kuvvetlerin etkisi altında bulunduğu gibi, yanlış anlamlarla dışta güvensizlik doğuracaktır.
  3. Bu durumda meclisin, kendisinden beklenen hizmeti yapması imkânsız olacaktır.
  4. Mebuslarla görüşülmek isteniyorsa, geniş yetkili biri İstanbul’a gelmelidir.
  5. Çağrıdan vazgeçilmesi ve Ankara’ya varmış olan mebusların da hemen İstanbul’a gönderilmesi için yeniden bir bildiri yayımlanması beklenmektedir.

Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa, adları bildirilen mebuslara da bir telgraf çekerek, bir iki gün için Ankara’ya gelip görüşmelere katılmalarının meclis toplantısını geciktirmeyeceğini, buna karşılık pek önemli konularda görüşme imkânı sağlanacağını bildirdi.

Cemal Paşa’ya verdiği cevapta da, mebusların Ankara’ya gelip görüşmelerinin, memleketin kurtuluşu yolundaki çalışmalarını birleştirmek için olduğunu, bunun genel bir toplantı niteliğinde olmadığını anlattı.

Gerçekten de Ankara’da bir mebuslar toplantısı yapılamadı. Bir kısım mebuslar Ankara’ya hiç gelmediler. Bazı mebuslar çağrıya uyarak Ankara’ya uğradıktan sonra İstanbul’a gittiler, bazıları da İstanbul’a giderken yol üzeri olduğu için uğrayıp görüştüler. Mustafa Kemal Paşa görüşebildiği mebuslara vatanı kurtarmak, bağımsızlığı sağlamak için iyi yönetilen bir kuruluşa sahip olmak gerektiğini, bunun için de İstanbul’da açılacak olan Meclis-i Mebusan’da üyeleri birbirlerine sımsıkı bağlı ve güçlü bir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Grubu kurmalarını öğütledi (Nutuk: 360-362; M. T. Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken: 300).

Bu sırada, Mustafa Kemal Paşa bir yandan da, milli mücadeleci Vali Vekili Yahya Galip Bey emrindeki il basımevinden yararlanarak bir gazetenin çıkarılabilmesi imkânlarını arıyordu. Sivas’taki İrade-i Milliye gazetesinin devamı gibi olan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi işte bu çabaların sonunda, Recep Zühtü Bey’in (Soyak) yönetiminde, ilk kez 10 Ocak 1920’de olmak üzere haftada birkaç defa yayınlanmaya başlamıştır.

(Mahmut GOLOĞLU, Milli Mücadele Tarihi III 1920 Üçüncü Meşrutiyet Birinci Büyük Millet Meclisi, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2006, s. 1-6)

Türk Tarihi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Anılar: İstiklal Savaşımızda Tarih Bilgisinin Rolü [*]

Published

on

Yaşamakta olduğumuz bugünü anlamak için en yakın tarihimizin türlü evrelerini incelemek ve öğrenmek zorundayız. Çünkü kırk yıl önceki, Türk yaşayışı ve düşünüş biçimi ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bugünün gençlerinin, yaşadıkları yıllarla ölçülen bu geçmişe, bir daha dönmemek için, ulusça çekilen ıstırapları en iyi bilmeleri gerekir.

Tarih, bugünkü kurumların aslını inceleyerek, onları iyice anlamak fırsatını verir. Bu inceleme, en yakın dünümüzden başlayarak, mümkün olduğu kadar gerilere doğru gidilerek yapılır. Çünkü asıl o zaman olayların derin sebepleri anlaşılabilir. Fakat şuna dikkat etmek yerinde olur ki, geçmişin bugünü anlatmasından ziyade, bugünkü durum geçmişi daha iyi açıklar. Bugün gördüğümüz olayların tarihteki ilk izlerini ve kuruluşunu bilmek ise, bugünü daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Onun için tarih okumak ve bilmek, hemen herkes için ve her meslek için, lazımdır.

Konu olarak, üzerinde durmak istediğim konu, İstiklal Savaşımızda tarih bilgisinin birçok sorunları halletmekte ve kamuoyunu hazırlamakta nasıl bir faydası olmuştur? Bunu belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağım.

Atatürk, İstiklal Savaşımızın Başkumandanı, Bü­yük Millet Meclisi’nin Başkanı sıfatıyla Cumhuriyetimizin kurucusudur. İstiklal Savaşımızda ulusal birlik O’nun etrafında toplandı. Orduyu askeri dehasıyla yöneterek zafere ulaştırdı. Bir taraftan da Büyük Millet Meclisi’nde bütün hukuki kuvvetleri topladı. Ulusa, ülkeye ait her sorunun hallini Büyük Millet Meclisi’nden çıkarttı. Ankara’da, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu Meclis tarihimizin en buhranlı sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada fikirler ve zihniyetler ekseriya çok farklı olmuştur.

İşte Atatürk’ün de Meclis’e, kâh başkanlık ederken gösterdiği otorite ile kâh kürsüde söz söylerken, hitabet, siyaset, ilim ve fen bakımlarından da, üstün kuvvetini sezmemek mümkün değildir.

İnönü, bir makalesinde bu mesele için şöyle der:

Atatürk’ün cemiyet [toplum] ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlak [çapraşık] davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani cemiyet yapmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır [özelliğidir] ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.

Atatürk İstiklal Savaşı esnasında beş büyük sorun ile uğraşmış ve mücadele etmiştir: 1.Askeri cephelerde, 2.Yabancı devletlere karşı güdülen siyasette, 3.0smanlı hükümetine karşı, 4.Büyük Millet Meclisi’nde, 5.Halkı, fikirleri ile hazırlamada.

Bütün bunlara etkisi olan bir konu üzerinde duracağım: Tarih bilgisi.

Atatürk, tarihi, kendi ifadesine göre okul sıralarındaki derslerinden itibaren, çok severdi. Bütün hayatının her devresinde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Benim de tanık olduğum, sırf tarih üzerindeki çalışmaları, bu bölüm konusunun dışında kalıyor. Çünkü bu yazılarımda bundan önceki devreyi ele alacağım.

Atatürk İstiklal Savaşımızın türlü safhalarının belgelerini Nutuk kitabında toplamış ve olaylar hakkındaki düşünceleri kendisi tarafından açıklanmış ve tespit edilmiştir. Nutuk örneğine az rastlanan bir tarih belgesidir.

Atatürk, askeri olaylar için harp tarihi bilgilerinden, bunlara kendi hayatındaki deneyimlerini de katarak yararlanmasını bilmiştir.

Şimdi yazılı belgeler üzerinde bir sıralama yapalım:

Atatürk Meclis’teki konuşmalarında tarihten örnekler verir. Ülkeyi dolaşırken, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular, en heyecanlı konuşmalarını oluşturur.

28 Eylül 1925’te Atatürk Samsun’dadır. İstiklal Ticaret Mektebi’nde bir toplantıda nutuklar veriliyor; Atatürk onlara cevabında tarihten söz ediyor ve diyor ki:

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir [geçmişe sahiptir]. Milletimizin hayat-ı asarını [yaşadığı yüzyılları] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan, Büyük Türk devrine kavuşturur.

Bu sözleriyle Atatürk, Anadolu tarihindeki Türk varlığını, bin yıllık bir geçmişe dayatıyor. Bu yurda sahip oluşu tarih bilgisiyle kuvvetlendiriyor ve derinleştiriyor. Ondan sonraki sözler daha geneldir. Büyük Türk devrine işaretle yetiniyor.

Yine aynı nutkun bir başka noktasında, o toplantı da bir öğretmenine tesadüf ettiği için, en yakın geçmişten söz ediyor:

Bilirim ki bugünkü intibahı [uyanışı] düne, maziye medyunuz [geçmişe borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımı­zın ve mürebbilerimizin [eğiticilerimizin], ruh ve dimağlarımı­zın [bilincimizin] inkişafında feyizli tesirleri [gelişmesinde verimli etkileri] vardır.

İzah etmek istiyorum ki ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın mahzar-ı inkişaf [esinlerin gelişmeye değer] olması millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla, her an takviye olunmak [sağlamlaştırmak] lazımdır. Bu fikir ve duyguların membaı [kaynağı], bizatihi [özünden] memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek, onun icabatına hasır-ı mevcudiyeti [gereklerine varlığını vakfetmeyi], hareket düsturu [ilkesi] bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır.

Atatürk 1927’de söylediği Büyük Nutuk‘ta, ise eski tarihten de örnekler almıştır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülme şeklini birçok yerlerden örnekler alarak, bir tarihi mantık zinciri dâhilinde yapıyor. Şu satırları Nutuk ‘tan alıyorum:

Hayat demek, mücadele, müsademe [uğraşma] demektir. Hayatta muvaffakiyet [başarı], mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder [dayanır] bir keyfiyettir [durumdur]. Bir de insanların meşgul olduğu bütün mesail [sorunlar], maruz kaldığı bilcümle mehalik [tehlikeli durumlar], istihsal ettiği muvaffakiyetler [elde ettiği başarılar], maşeri [ortaklaşa], umumi bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt ede gelmiştir [doğmuştur].

Bu hayat düsturundan sonra tarih konusuna geçiyor ve diyor ki:

Akvam-ı Şarkiyye’nin [Doğu ulusları], akvam-ı Garbiyye’ye [Batı ulusları] taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvam-ı Şarkiyye meyanında [arasında], Türk unsurunun başta ve en kavi [güçlü, zorlu] olduğu malumdur. Filhakika Türkler, kablelislam [İslam’dan önce] ve ba’delislam [İslam’dan sonra], Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlardır. Garb’a taarruz eden ve istilalarını, İspanya’ya, Fransa hudutlarına kadar temdit eden [uzatan] Araplar da vardır.

Fakat her taarruza karşı daima, mukabil [karşı] taarruz düşünmek lazımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şayan tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti [sonu) mağlup ve münhezim [bozguna uğramış] olmaktır, münkariz olmaktır [tükenmektir]. Garb’ın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret [ibret alınması gereken] bir felaket-i tarihiye [tarihi felaket]   ile başladı. Fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinden [kuzeyinden] de devam etti.

Mustafa Kemal burada Attila’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırlattıktan sonra şunları söylüyor:

Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarki [Doğu] Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim [bakışlarımızı çevirelim]: Osmanlı tacdarları [padişahlar] içinde, Almanya’yı, Garbi [Batı] Roma’yı zapt ve istila ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olanlar vardı.

Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslam âlemini bir noktaya raptederek [bağlayarak] sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin şevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslam’ı hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti.

Garb’ın mütemadi [sürekli] mukabil [karşı] taarruzu, İslam Âlemi’nin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böylece cihangirane tasavvurlar ve emellerin, aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları [uyumsuzlukları], binnetice [sonuçta] emsali [benzerleri] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.

diyerek tarihin bütün devirleri üzerinde açıklamalar yapıyor.

Atatürk, güttüğü siyaset için, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinden iki suretle faydalanmıştır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamakta olan bazı lüzumsuz ve zararlı teşkilatını yıkmak isterken, onların kuruluş tarihlerini anlatmak ve bu suretle ömürlerini bitirmiş olduklarını belirtmek. Aynı zamanda bu örneklere tarih boyunca bakarken, onlar gibisini kurmamak. Demek ki bu noktada iki esas vardır: Bugün, bir teşkilatı yıkıp yenisini kurarken, eskisinin kuruluş ve gelişimini bilmek. Gelecek için, yenisi kurulurken, onun kötü taraflarını almamak.

2. Manevi kuvveti tazelemek ve cesaret vermek için, ulusal benliğin üzerinde durarak tarihten yararlanmak. Ülkeyi kurtarmak girişiminde ilerlerken, ulusun yeteneklerini, tarihten örnekler getirerek kuvvetlendirmek, manevi kuvveti yükseltmek.

27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı konuşmadaki şu sözlerini okuyalım:

Cihanın malumudur ki Devlet-i Osmaniye pek vasi [geniş] olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürat-i fevkalade ile [fevkalade hızlı] ve tamamen mücehhez [donanımlı] olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce, hüsnü-i iaşe ve idare ederdi [iyi besler ve yönetirdi]. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil, bütün şuabat-ı idariyenin [yönetim kollarının] fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

İşte Mustafa Kemal’in bu sözleri, daha ilk mücadele yılında ulusun kuvvet ve kudretine işaret ederek ulusun yeteneklerini cesaretlendirmek içindi.

28 Ağustos 1925’te İnebolu’da halk ile konuşma yapıyor ve onlara şöyle hitap ediyor:

Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir… Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

diyor ve evvela bir tarihi gerçeği belirtiyor. Sonra da yeni devrimlerin benimsenmesi için telkinlerde bulunuyor.

Şimdi yukarıda birinci olarak ayırdığımız kısmın üzerinde bazı örnekler verelim… 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de [Türkiye] İktisat Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal orada şunları söyler: “Tarih, milletimizin itila [yükselme] ve inhitatı [çöküş] esbabını [sebeplerini] ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır.

Kapitülasyonların Lozan Antlaşması’nda ne kadar çetin münakaşalardan sonra kaldırıldığını biliyoruz… Ve O, kapitülasyonlar üzerinde konuşurken şu tarihi safhaları anlatır:

Fatih zamanında Cenovalılara verilen imtiyazlarla [ayrı­calıklarla] açılan yol, kendisinden sonra daima tevessü etmiştir [genişlemiştir]. Bu imtiyazat, bu istisnaiyet [ayrıcalıklar ve istisnalar], hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku buluyordu, mahza bir Müsaade-i Şahane [padişahın izni], bir İhsan-ı Şahane [padişahın lütfu] olmak üzere vuku buluyordu.

Cümleniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman, Venedikliler ile ticaret taahhüdüne girişmeyi, kendi şerefine ve izzet-i nefsine mugayir [aykırı] buldu. Zira onun zihniyetine göre muahede [antlaşma] yekdiğerine müsavi [eşit] milletler arasında yapılırdı. Venedik halkı, Osmanlı Devleti’ne müsavi [eşit] olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya esiri vaziyetinde idi. Binaenaleyh, Zat-ı Şahane [padişah] böyle bir muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadatta bulundu [izin verdi]. İşte bu “müsaade” kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Hâlbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi bir kale içinde muhasara olunan [kuşatılan], bütün esbap-ı vesait-i tedafüiyesini [savunma araçlarını] kullandıktan sonra arz-ı teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi padişahımızın müsaadesi diye tercüme ederek kullanmış bulunuyorlar.

Bir başka örnek: Başkumandan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki zamanda, İslam tarihi okumaktadır. Her vesile ile rastladığı kimselere bu tarihten sualler sormakta ve kamuoyunu hazırlamaktadır.

Büyük Taarruz neticesinde askeri zafer tamamlanmış ve ülke düşman kuşatmasından kurtarılmıştır. Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de çok önemli bir mesele üzerinde çetin müzakereler cereyan etmektedir. Çünkü zafer kazanan Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında, ihaneti sabit olan İstanbul Hükümeti de, Barış Konferansı’na çağrılıyor. Atatürk karar veriyor: “Saltanat hilafetten ayrılacak. Bu suretle, Osmanlı hanedanından devlet reisi olan zat, yalnız din reisi yani halife olarak kalacak.” Gazi Mustafa Kemal’in savaş esnasında okuduğu İslam tarihinin manası şimdi anlaşılacaktır.

Bu meselede Meclis’teki durum, çok karışıktır ve fikirler henüz istenildiği kadar olgun değildir. Heyecanlı ve tarihi bir oturum olan bu toplantıda, bilimsel kanıtlar istenmektedir. Atatürk bu vesile ile tarihten büyük ilham almıştır. Oradaki beyanatı, hilafetin tam tarihini anlatır. Halifeliğin kökenini, görevlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanlığı ile birleşmesini. . . Kısacası bu uzun açıklama bir tarih dersidir, fakat aynı zamanda Meclis’te bulunanların fikirlerinin kendi kararına uymasını sağlamıştır. O açıklamalarında, İslam tarihi içinde halifeliğin geçirdiği devirleri anlattıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na geçişini şu şekilde açıklar:

Selçuk Devleti’nin idaresinde teşeddüt [şiddet] hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicride Selçuk Devleti yerine, Osmanlı Devleti’ni ihyaen tesis eylediler [yeni bir güç olarak kurdular]. Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicride, Mısır’ı zapt eylediği zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahsı-ı aciz tarafından kullanılması, âlem-i İslam için şin olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Türkiye devletinin kuvvasına [kuvvetlerine] istinat ettirmek [dayandırmak], ihya ve i’la eylemek [canlandırmak ve yüceltmek] üzere aldı.

Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti [kurulmuştu], Hilafet’i aldığı tarihten ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda [dünya tarihinde] devr-i i’tila [yükselme devri] denilen ve muvaffakiyet-i mütevaliye [üst üste başarılar] ve azime ile mali olan, takriben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra inhilal [dağılma] başlıyor. Devri inhitatın [çöküş devrinin] her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırı­yor. Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz daha fazla taksim ediyor, devletin istiklalini [bağımsızlığını] darbeliyor, arazi, servet, nüfuz ve haysiyet-i millet azami bir süratle mahv ve heba oluyor. Nihayet Al-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdettin’in devri saltanatında Türk milleti, en derin hufre-i esaretin [esaret çukurunun] önüne getiriliyor.

Atatürk, Vahdettin’in hıyanetinden ve şahsi saltanatın zararlarından söz ettikten sonra, katiyetle şunları söylüyor:

Artık, milletin, en makul ve en meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek [kullanmak] zamanı geldiğine tereddüt kalmamıştır. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osmanlı devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat [olaylar] ile tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında, bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında memur olduğu, kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti [yer aldı]. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı [bireyleri] tarafından müntehip [seçilmiş] vekillerden terekküp eden [oluşan] bir Meclis-i Ali’de [Yüce Meclis’te] temsil etti. İşte o Meclis, “Meclis-i Aliniz”dir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.

Bu sözleri ile Mustafa Kemal, demokrasi esaslarına dayanan yeni Türk devletinin resmen temelini atmış bulunuyor. Bunun neticesinde ilk adım olarak, saltanat kaldırılmış ve hilafet ayrılmıştır. İkinci adım bildiğimiz gibi, 3 Mart 1924’te hilafetin de lağvedilmesidir. Atatürk hilafet meselesini Büyük Nutuk’unda açıklarken şöyle diyor:

Halka sordum, bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini [yetkisini] tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin istiklalini, milletinin hâkimiyetini muhildir [bozar]. Millete şunu da ihtar ettim ki, kendinizi cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillerce uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler artık yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

Bu suretle halifelik, ömrünü bitirmiş bir teşekkül olarak Büyük Miller Meclisi’nin kararı ile tamamen kaldırılmıştır. Meclis, tarihten aldığı derse göre, bunun · yerine bir yenisini de koymamıştır.

Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki Atatürk, tarih bilgisine çok kuvvetli olarak sahip bulunuyordu. Hayatının her devresinde tarih okumuştur. Tarihin yeni keşifleriyle de derinden ilgilenmiş ve Türk Tarihi bilimine yepyeni bir yol açmıştır. İstiklal Savaşımız sıralarında ise türlü fırsatlarda söylediği sözlerde tarih, bazen ulusal bir heyecan kaynağı oluyor, bazen de, tarihi bilimsel bir konu olarak eline aldığında, en büyük yetki ve açıklıkla konuşuyor. Tarih, yasalaştırmak istediği meseleler için dayanak noktası oluyor. Tarihten deliller getirerek, ikna edici örnekler veriyor, neticelerini gösteriyor. Bozulmuş kurumları yıkarken, onların tarihte geçirmiş oldukları evrelerin bilinmesiyle, ömürlerinin tamam olduğuna inanıyor. Onun için kendisi, bir devlet başkanı olmuştur, fakat asla bir ‘halife’ olmak istememiştir. Çünkü tarihte ve uygulamalarda, siyasi hayat için, halifeliğin büyük bir rolü olmadığını biliyordu. O, yalnız Türklüğün birliğini temin ederek bu devleti kurdu. Panislamcılığın, Pantürkçülüğün birer hayal olduğunu ve tarihte asla gerçekleşmemiş olduğunu anlamıştı. Hayaller ve imparatorluklar peşinde gitmeyi asla istememiştir ve böyle hayalleri milletine telkin etmemiştir. Atatürk, bütün devrimlerinde olduğu gibi, bunda da yapılabilecek işlerin sınırını aşmamıştır.

Bu örnekleri Atatürk’ten aldım, bütün nutuklarını taradım, tarihten bahsettiği kısımlardan bazılarını topladım ve göstermek istedim ki, bir devlet kurucusunun, bir büyük siyaset adamının kişiliğinde, kararlarında tarih bilgisi ne büyük rol oynar ve ulusun kaderini nasıl değiştirebilir?

Tarih bilmenin büyük faydaları her sahada tecrübe edilmiştir. Tarih, siyaset adamlarına lazımdır. Bir kumandanın en çok bileceği şeylerden biri “Harpler Tarihi”dir; her ilim adamı, uğraştığı sahanın tarihini iyi bilirse, yeni keşifler için kendisini o kadar hazır bulur; edebiyatçı tarihten konu ve örnekler alır, bir mimar eski tarihi anıtlardan ilham alırsa, kendisi de bunlar gibi büyük eserler yapabilir. Velhasıl tarihin girmediği saha ve lüzumlu olmayan meslek tasavvur edemiyorum. Ulusal yurt tarihi ise, her bilgimizin temelini oluşturmalıdır.

Yazımı Atatürk’ün, 28 Eylül 1925’te Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde, daima tazeliğini ve dinamizmini koruyan düşüncelerini anlatan şu sözleriyle bitirmek isterim:

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir [en gerçek yol gösterici bilimdir], fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilim ve fennin, yaşadığımız her dakikada safhalarının tekâmülünü idrak etmek [evrelerinin gelişimini anlamak] ve terakkiyatını zamanında takip eylemek [ilerlemesini zamanında izlemek] şarttır.

 [*] Bu konferans 1 Aralık 1944’te DTCF’de, 8 Ocak 1945’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 31 Mayıs 1966’da ise Kayseri Halkevi’nde verilmiştir.

[Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Yeni Baskıya Hazırlayan: Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.125-137]

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak

Published

on

Özet

Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.

Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.

1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.

Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.

Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.

2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]

Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.

Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.

3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil,  millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.

Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.

1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.

4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.

Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.

Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.

Sonuç

10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil,  millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.

Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.

DİPNOTLAR

  1. Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
  2. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
  3. Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlılar’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.” Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

En Çok Okunanlar