Özel Günler ve Anlamları
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMASI (20 MART 1923)
Published
2 yıl agoon
By
drkemalkocak
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde; uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplar hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.
Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.
Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE], Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.
Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Konya’yı beşi cumhuriyetin ilanından önce, yedisi ilan edildikten sonra olmak üzere on iki defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Konya’ya ilk defa 3 Ağustos 1920’de, Konya ve çevresinde Kuvay-ı Milliye’ye karşı bazı olumsuz hareketlerin meydana geldiğini öğrenmiş ve Konyalılarla görüşmek ve halkı aydınlatmak için trenle Afyon üzerinden gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda Konya ziyareti 20-23 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 3-13 Ocak 1925’te olmuştur. Bunu, 17 Ekim 1925, 18 Mayıs 1926, 18 Şubat 1931, 25 Ocak 1933, 6 Şubat 1934 ve 7 Ocak 1937’deki ziyaretleri takip etmiştir.
Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 20-23 Mart 1923’teki Konya seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDAKİ KONUŞMASI”nın, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 26 Mart 1923 tarihli ve 773 sayılı nüshasında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevrilerek sunulmuştur.
***
Eskişehir: 24 – Gazi Paşa Hazretleri Konya’daki ikinci nutuklarını Türk Ocağı’nın çay ziyafetinde irat buyurdular. Konya Türk Ocağı Reisi Süreyya Bey tarafından kısa fakat azametli bir nutuk irat edilmiş ve Gazi Paşa’nın inkılabındaki ulvi himmeti üzerinde ısrar edilerek hu milletin asırlardan beri taçlı ve taçsız birtakım eşhasın [şahısların] esir ve eciri [hizmetçisi] olarak yaşadığı, bundan kurtulmak için kendisine yol gösteren olmadığı, nihayet bu çıkmaz yola Millet Meclisi’nin başında bulunan Gazi Paşa’nın bir nihayet verdiği, yapılan mesut inkılabın neticesine kadar icap ederse gençliğin canını vermekte Paşa’nın küçücük bir işaretiyle tereddüt etmeyeceği, harpte olduğu gibi bu sahada da kanını akıtmaktan çekinmeyeceği bildirilmekte idi. Bu nutka Gazi Paşa Hazretleri aşağıdaki heyecanlı ve kudretli hitabe ile mukabelede bulundular [karşılık verdiler]:
Muhterem gençler,
Türk Ocağı namına hakkımda söylenen sözlerden ve izhar olunan [gösterilen] muhabbet ve emniyetten dolayı Ocak azası kiramına [değerli Ocak üyelerine] sureti mahsusada [özel olarak] teşekkür ederim.
Arkadaşlar, hakikaten bu millet asırlarca kendi arzusu hilafında, milletin amal [emelleri] ve menafi [menfaatları] hilafında olarak sevk ve idare edilmiş, millet hiçbir devrei tarihiyede [tarihi devrede] meftur olduğu [yaratılışındaki] kabiliyeti inkişaf ettirecek [geliştirecek] sahai mesaiye [mesai sahasına] malik [sahip] olamamıştır. Ve bu ademi mazhariyet [mazhar olamamak] yüzünden birçok felaketlerin zebunu kalmıştır [altında ezilmiştir]. O acı felaketler, milleti mevte [ölüme] kadar isal edebilecek [götürebilecek] mahiyeti haizdi [mahiyetteydi]. Şayanı teşekkür [teşekküre değerdir] ki, en son ölüm darbeleri millette en hayati intibahları [uyanışları] tevlide medar [doğurmaya vesile] oldu. Ancak o sayededir ki, üç buçuk dört senedir milletin hemahenk [ahenkli] mesaisi neticesindedir ki, millet cümlemizi [hepimizi] memnuniyette, dünyayı hayrette, düşmanları dehşette bırakan muzafferiyete [zaferlere], muvaffakiyete [muvaffakiyetlere] ve tevfikiyete [Allah’ın yardımlarına] mazhar oldu. Bizi kendi benliğimize sahip yapan bu intibaha [uyanışa], bize kendimizi bulduran bu hakiki teyakkuza [uyanıklığa] daha evvel sahip bulunsa idik, daha eskiden kendi mevcudiyetimiz, kendi selametimiz, kendi gayemiz için çalışmış olsaydık, bugünkü netice daha parlak olur ve biz son badirelere düşmeyerek dünyanın en bahtiyar milleti olurduk. Milletimiz en yüksek derecei medeniyette [medeniyet derecesinde], en parlak mertebei kemalde [olgunluk mertebesinde], en şanlı şeref ve ikbalde [talihte] iken, diğer birtakım milletler ancak milletimizin darabatı [darbeleri] karşısında kendi benliklerini bularak o darabatı [darbeleri] geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuşlar, biz ise onlardaki intibaha [uyanışa] bedel, çok derin gafletler içinde dalıp gelmişizdir.
Arkadaşlar, her yerde söylüyoruz, her yerde söylüyor ve tekrar ediyoruz, milletin
bugünkü muzafferiyatı [zaferleri] pek parlak olmakla beraber, henüz milletimizi hakiki halasa [kurtuluşa] mazhar kılmamıştır. Belki bundan sonraki mesaimiz, zaferi istihsalde [kazanmakta] olduğu gibi aynı himmetle [gayretle], aynı fedakârlıkla yapılacak mesai neticesindedir ki asıl gayeye vasıl olacağız [ulaşacağız]. O gayeye varmak için de her şeyden evvel bizi şimdiye kadar gaflet içinde bırakan esbap ve gavamili [sebepleri ve etkenleri] tahlil etmek, meydana çıkarmak, unutmamak lazımdır. Bu hakayıkı [hakikatleri], vicdanı milletin [millet vicdanının] kulağına isal etmek [ulaştırmak], bu hakayıkı milletin vicdanına iyice hak etmek [kazımak] için onları bir daha, beş daha söylemek, onları daima ve daima tekrar etmek lazımdır. Milleti uzun asırlar gaflette bırakan esbabı mütenevvia [türlü sebepler] arasında hakiki noktayı bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki, bütün sefaletlerimizin sebebi katiyesi [kati sebebi] zihniyet meselesidir. İnsanlar ve insanlardan mürekkep [meydana gelen] cemiyetler her şeyden evvel bütün fertleriyle salim bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, sakim [hasta], sahif [bozuk] olan bir heyeti içtimaiyenin [toplumun] bütün mesaisi hebadır. İtiraf mecburiyetindeyiz ki, bütün İslâm âleminin cemiyeti içtimaiyesinde [toplumlarında] hep yanlış zihniyetler hüküm sürdüğü içindir ki, şarktan garba [doğudan batıya] kadar İslam memleketleri düşmanların ayakları altında çiğnenmiş ve düşmanların zinciri esaretine [esaret zincirine] geçmiştir.
Bu fikrimi izah etmek arzusuyla biraz daha tafsilat vermek isterim. Cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Cenabı Peygamber ahkâmı nususu tebliğe memur olduğu tarihte, etraf ülkelerde muhtelif akvam [kavimler] vardı. Dini İslam’ı [İslam dinini] bütün beşeriyete [insanlığa] kabul ettirmek için fisebilillah seyf eden [kılıç çeken] mücahidini Arap [Arap mücahitleri], asırlarca yüksek medeniyetler yaşamış milli mazilerine ve ırkı ananelerine sahip birçok akvamı [kavimleri], Türkler, İraniler, Mısırlılar, Bizanslılar gibi akvamı az zamanda dairei İslamiyet’e [İslamiyet dairesine] aldılar. Yine fennen, ilmen, maddeten görüyorsunuz ki herhangi bir kavim yeni bir şekil alınca, devleti bütün esasatıyla [esaslarıyla] takbil [kabul] etmekte, hazmetmekte, duçarı müşkülat oluyor [müşkülata uğruyor]. Daima uzun bir mazinin kendi mevcudiyetinde yaşadığını görüyor, daima asırlık medeniyetinin kendi bünyei içtimaiyesinde [toplumsal bünyesinde] takarrür ettirdiği itiyadane [yaşattığı alışkanlıklara], itikadata merbut [inançlara bağlı] kalıyor ve böyle her yeni bir şeyi alan kavimlerde yeniyle eskinin birbirine karıştığını, yeni şeyin esasatıyla [esaslarıyla] kendinde mevcut eski esasatın mezcedildiğini [karıştırıldığını] görüyoruz. Bu kaidei tabiiye [tabii kaide] kabulü İslam eden [İslam’ı kabul eden] milletlerde de aynen tecelli eyledi. Dini mübini İslam’ın çok ulvi, çok kıymetli esasat ve hakayıkını [esaslarını ve hakikatlerini] bu milletler olduğu gibi almamakta muannit bulundular [inat ettiler]. İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde mahsulü mazi [mazinin mahsulü] olan adatı sakime [hastalıklı adetler] bir zaman için kendini göstermeye ve ikaı nüfuzda [nüfuz etmede] muktedir olamamışsa da, biraz sonra hakayıkı İslamiyeye [İslam’ın hakikatlerine] temessük [sarılmaktan], esasatı İslamiyeye tevfiki harekât etmekten [İslam’ın esaslarına hareketlerini uydurmaktan] ziyade mazinin murusanından [miraslarından] olan adat [adetleri] [1] ve itikadatı [inançları] dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden cemiyeti İslamiyeye [İslam cemiyetine] dâhil birtakım kavimler İslam oldukları halde sükûta [düşüşe], sefalete, inhitata [çöküşe] maruz kaldılar. Mazilerinin sakim [hastalıklı] ve batıl itiyadat [alışkanlıkları] ve itikadatıyla [inançlarıyla] İslamiyet’i teşevvüş [karıştırdıkları] ettikleri ve bu suretle hakikati İslamiyeden [İslamın hakikatlerinden] uzaklaştıkları için kendilerini düşmanların esiri yaptılar.
Bu akvamı İslamiyetin [İslam kavimlerinin] içinde bizim milletimiz olan Türkler ananat ve teamülü milli [milli ananeler ve teamül] itibariyle sakim [hastalıklı] şeylere malik [sahip] değillerdi. Türk ananatı içtimaiyesinin [toplumsal ananelerinin] pek çoğu hakikati İslamiyeye [İslamın hakikatine] mutabık [uygun] ve yakındı. Lakin Türkler bulundukları saha, yaşadıkları menatık [bölgeler] itibariyle bir taraftan İran ve diğer taraftan Arap ve Bizans milletleriyle hali temasta [temas halinde] idiler. Şüphe yok ki, temasların milletler üzerinde tesirleri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise tefessühe [çürümeye] başlamıştı. Türkler bu milletlerin sakim adatından [hastalıklı adetlerinden], fena cihetlerinden [yönlerinden] müteessir olmaktan [etkilenmekten] meni nefis edememişlerdir [kendilerini koruyamamışlardır]. Bu hal kendilerinde müşevveş [karışık], gayri ilmi [ilmi olmayan], gayri insani [insani olmayan] zihniyetler tevlidinden [doğurmaktan] hali [geri] kalmamıştır. İşte sükûtumuzun [düşüşümüzün] belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.
Yine biliyorsunuz ki, İslam âlemine dâhil cemiyat [cemiyetler] ve âlemi Hristiyaniyet [Hristiyan âlemi] kitleleri arasında birbirini gayri kabil afv [affedilemez] gören bir husumet [düşmanlık] mevcuttur. İslamlar Hristiyanların, Hristiyanlar İslamların ebedi düşmanları oldular. Birbirlerine kâfir, mutaassıp nazarıyla [gözüyle] baktılar. İki dünya yekdiğeriyle asırlardan beri bu taassup ve husumetle yaşadı. Bu husumetin [düşmanlığın] neticesidir ki, İslam âlemi Garb’ın her asır bir şekil ve renk nevin [yepyeni bir şekil ve renk] alan terakkiyatından [ilerlemelerinden] uzak kalmıştı. Çünkü ehli İslam [İslam ehli] o terakkiyata [ilerlemelere] ademi tenezzüllah [tenezzül etmeksizin], nefretle bakıyordu. Aynı zamanda, iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlığın ilcasıyla [zorlamasıyla] İslam âlemi silahını bir an elinden bırakmak mecburiyetinde bulunuyordu. İşte silahlı bu işgali daimi [daimi meşguliyet], hissi husumetle [düşmanlık hissiyle] Garb’ın müceddatına [yeniliklerine] ademi iltifat [iltifat etmemek], inhitatımızın [düşüşümüzün] esbap ve avamilinden [sebeplerinden ve etkenlerinden] diğer mühim bir sebebini teşkil eder. Bu saydığım sebeplerden başka asıl bizim milletin, bilhassa münevveranımızın [aydınlarımızın] çok dikkatle, çok ehemmiyetle nazarı itibare alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep şimdiye kadar terakki edemeyişimizin [ilerleyemeyişimizin], en son kademede kalışımızın, unutmayalım, memleketimizin baştanbaşa bir harabe oluşunun sebebi aslisidir [asli sebebidir]. İnhitatımızın [düşüşümüzün] bu ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslam âlemi iki sınıf ayrı heyetlerden mürekkeptir [meydana gelmektedir]. Biri ekseriyeti [çoğunluğu] teşkil eden avam, diğeri ekalliyeti [azınlığı] teşkil eden münevveran [aydınlar]. Bozuk zihniyetli milletlerde ekseriyeti azime [büyük çoğunluk] başka hedefe, münevver [aydın] denen sınıf başka zihniyete maliktir [sahiptir]. Bu iki sınıf arasında zıddıyeti tamme [tam zıtlık], muhalefeti tamme [tam muhalefet]vardır. Münevveran kitlei asliyeyi [asli kitleyi] kendi hedefine sevk etmek ister, kitlei halk ve avam [halk ve avam kitlesi] ise bu sınıfı münevvere [aydın sınıfa] tabi olmak istemez. O da başka bir istikamet tayinine çalışır. Sınıfı münevver [aydın sınıf] telkinle, irşatla kitlei ekseriyeti [çoğunluk kitlesini] kendi maksadına göre iknaya muvaffak olamayınca, başka vasıtalara tevessül eder [başvurur]. Halka tahakküme ve tecebbüre [zor kullanmaya] başlar; halkı istibdatta bulundurmaya kalkar. Artık burada asıl tahlili noktaya geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de tahakküm ve istibdat ile kendi hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden?
Arkadaşlar,
Bunda muvaffak olmak için münevver sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir intibak [uygunluk] olmak lazımdır. Yani sınıfı münevverin halka telkin edeceği mefkûreler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Hâlbuki bizde böyle mi olmuştur. O münevverlerin telkinleri, milletimizin amiki ruhundan [ruhunun derinliğinden] alınmış mefkûreler midir?
Şüphesiz hayır, münevverlerimiz içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat umumiyet itibariyle şu hatamız da vardır ki, tedkikat ve tetebbuatımıza [incelemelerimize ve araştırmalarımıza] zemin olarak alelekser [çoğunlukla sahip] kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi ananelerimizi, kendi hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Münevverlerimiz belki bütün cihanı, bütün diğer milletleri tanır, lakin kendimizi bilmeyiz. Münevverlerimiz, milletimi en mesut millet yapayım der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle yapalım der. Lakin düşünmeliyiz ki, böyle bir nazariye [teori] hiçbir devirde muvaffak olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felaket olabilir. Aynı esbap ve şerait [sebepler ve şartlar] birini mesut ettiği halde diğerini bedbaht edebilir. Onun için bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü ilminden, keşfiyatından [keşiflerinden], terakkiyatından [ilerlemelerinden] istifade edelim, lakin unutmayalım ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.
Milletimizin tarihini, ruhunu, ananatını [ananelerini] sahih [doğru], salim, dürüst bir nazarla [gözle] görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hala ve hala münevveranımızın [aydınlarımızın] gençleri arasında halk ve avama tetabuk [uygunluk] muhakkak değildir. Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak, yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki tetabuku [uygunluğu] tevlit etmek [gerçekleştirmek] lazımdır. Bunun için de biraz avam kitlesinin yürümesini tacil etmesi [çabuklaştırması], biraz da münevverlerin çok hızlı gitmemesi lazımdır. Lakin halka yaklaşmak ve halkla kaynaşmak daha çok ve daha ziyade münevverlere aydınlara teveccüh eden [düşen] bir vazifedir.
Gençlerimiz ve münevverlerimiz ne için yürüdüklerini ve ne yapacaklarını evvela kendi dimağlarında [beyinlerinde] iyice takarrür ettirmeli [kararlaştırmalı], onları halk tarafından iyice kabili hazm [hazmedilebilir] ve kabili kabul [kabul edilebilir] bir hale getirmeli, onları ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümit varım ki, gençlerimiz bunu yapacak derecede yetişkindir. Biliyorum ki ihtiyarlarımız gibi gençlerimizin de tecrübeleri vardır. Zira milletimizin yakın senelere ait gördüğü elim [acı] dersler, yakın senelerin en kesif [yoğun] vakayi [vakalar] ile meşbu [dolu] oluşu, devrimizin gençlerini eski devirlerin ihtiyarları kadar ve belki onlardan fazla vakayin şahidi, binaenaleyh [dolayışıyla] gençlerimizi ihtiyarlar kadar tecrübe sahibi yaptı. Herhangi gencimiz yaşadığı devrin belki üç misli nispetinde vakaya şahit olduğu için, her gencimizi üç misli yaş sahibi addedebilir [sayabilir], onları da ihtiyarlar gibi tecrübeli telakki [kabul] eyleyebiliriz. Gençlerimizin gördükleri bu tecrübelerden istifade ederek faal, memlekete hadim [memleketin hizmetinde], azim ve imanla mücehhez [donanmış] olarak vazifelerini hakkıyla ifa edeceklerine [yapacaklarına] eminim.
Arkadaşlar,
Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu, terakkiye [ilerlemeye] çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk eğer bir defa muhataplarının samimiyetle kendilerine hadim olduklarına [hizmet ettiklerine] kani olursa her türlü hareketi derhal kabule amadedir [hazırdır]. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete emniyet bahşetmesi [güven vermesi] lazımdır.
Bunun için de mefkûremizi vuzuhla [açıklıkla] ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı ve onu çok sebatkârane takip etmeliyiz. Şahsi menafimizden [menfaatlarımızdan], hasis emellerimizden tecride [uzaklaşmaya] ancak böyle canlı ve alevli mefkûre sayesinde muvaffak olacağız. Gençlerin kardeşleriyle, babalarıyla, tecrübedide [tecrübe sahibi] ihtiyarlarıyla, ruhu İslamiyet’e [İslam’ın ruhuna] vakıf hakiki ulemayı kiramıyla [değerli ulemasıyla] beraber mesaisinde muvaffakiyete mazhar olacağı muhakkaktır.
Fakat bütün hissi niyetle [iyi niyetle], gösterilen bütün sebata, azim ve metanete, ibraz edilen [ortaya koyulan] bütün vahdet [birlik] ve tesanüde [dayanışmaya] rağmen yine en güzel, en musip [isabetli], en doğru zihniyetleri ve mefkûreleri bozmaya çalışacak insanlara tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı bütün efradı millet [millet fertleri] çok şedit [şiddetli] mukabelede bulunmalıdır [karşılık vermelidir]. Hepimiz için öylelerine karşı kahir [kahredici] bir kitlei vahdet [birlik kitlesi] şeklinde tecelli etmekliğimiz en zaruri bir lazımeyi vicdaniyedir [vicdani gerekliliktir].
Zira bu hususta müfsitlik [fesatlık] yapacak insanlara müsamaha göstermek, alicenap ibraz etmek [alicenaplık göstermek] eseri terbiye [terbiye eseri] değil, belki bir milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki, hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek hakkına malik [sahip] değildir ve siz de olmamalısınız. (Alkışlar)
Arkadaşlar,
Bir milletin namuskâr bir mevcudiyet, şayanı hürmet [hürmete değer] bir mevki sahibi olması için o milletin yalnız ilim ve mütefennin [fen sahibi] bulunması kâfi değildir. Her ilmin, her şeyin fevkinde [üzerinde] bir hassaya sahip olması lazımdır ki, o da o milletin muayyen [belirli] ve müspet [olumlu] bir seciyeye malik bulunmasıdır. Böyle bir seciyeye malik olmayan fertler ve böyle fertlerden mürekkep [meydana gelen] milletler hiçbir dakika hakiki bir devlet teşkil edemezler. Böyle milletler birer fesat ocağı olurlar. Şunun bunun oyuncağı ve şunun bunun esiri olurlar. Benim bildiğime göre memleketimizde çok senelerden beri açılmış ve elan [halen] mukaddes ateşlerle yanan ve alevi her mensup olanın kalp ve vicdanını münevver kılan Türk Ocakları’nın esas gayesi, millete böyle müspet bir seciye [karakter] vermektir. Türk Ocakları, milletin harsı üzerinde mühim tesirler yapmalıdır. Zaten bunu yapıyorlar ve daha ziyade yapacaklardır. Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve çok tekâsül [tembellik] göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle telafiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, bir milliyet prensibi vardır, bir de bunu inhilale [dağılmaya] sevk eden nazariyat [teoriler] vardır. Lakin yine bilirsiniz ki, milliyet nazariyesini, milliyet fikrini, milletlerdeki milliyet mefkûresini inhilale [dağılmaya] say olan nazariyatın [çalışan teorilerin] dünya üzerinde tatbikiyesi [tatbik kabiliyeti] bulunamamıştır. Çünkü tarih, vukuat [vakalar], hadisat [hadiseler] ve müşahedat [gözlemler] hep insanlar ve milletler arasında hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet prensibi aleyhindeki büyük mikyasta [ölçekte] fiili tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
Bahusus [bilhassa] bizim milletimiz, milliyetinden tegafül edişinin [bilmezden gelişinin] çok acı cezalarını gördü. Osmanlı İmparatorluğu dâhilindeki akvamı muhtelife [muhtelif kavimler] hep milli akidelere sarılarak, milliyet mefkûresinin kuvvetiyle kendilerini kurtardılar. Biz ne olduğumuzu, onlardan ayrı ve onlara yabancı bir millet olduğumuzu sopa ile içlerinden kovulunca anladık. Kuvvetimizin zaafa uğradığı anda bizi tahkir [hakaret], tezlil ettiler [hor gördüler]. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmaklığımızmış. Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvela bizim kendi benliğimize hürmet edelim. Benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen bütün efal ve harekâtımızla [fiillerimizle ve hareketlerimizle] gösterelim. Bilelim ki milli benliğini bilmeyen bu milletler başka milletlerin şikârıdır [avıdır].
Mevcudiyeti milliyemize [milli mevcudiyetimize] düşman olanlarla dost olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi [karşı duvardaki levhayı işaret ederek] “Türküm ve düşmanım sana, kalsam da bir kişi” diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize, mefkûremize, ikbalimize yan bakan her ferdi düşman telakki [kabul] ettiğimiz gün, milli benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her haili [engeli] derhal devirdiğimiz gün, halası hakikiye [hakiki kurtuluşa] vasıl olacağız [ulaşacağız]. Ve sizler gibi münevver aydın, azimli, imanlı gençler sayesinde bu halasa vasıl olacağımıza [kurtuluşa ulaşacağımıza] emin olabiliriz. (Şiddetli alkışlar)
Paşa Hazretlerinin sürekli alkış tufanları içinde hitam [son] bulan bu nutkunu müteakip Türk Ocağı azasından [üyelerinden] Operatör Eyüb Sabri Bey, Paşa Hazretlerine tahriren okuduğu bir sual [soru] sordu. “Milletimizin inkılabına muhalefet eden ve kendini din irşadıyla mükellef telakki eyleyen [gören] bir sınıf var; bu sınıfa karşı ne gibi tedbirler alınmıştır?” mealinde olan bu suale Paşa Hazretleri yeniden ayağa kalkarak atideki cevabı verdiler.
Bu suali [soruyu] soran arkadaşımızı müsaadeleriyle bir noktada tenkit edeceğim [eleştireceğim]. Sualleri mühimdir, vuzuha [açıklığa] malik [sahip] değildir. Evvela soruyorum. Bu suali sorarken bu ebham [belirsizlik] bulutlarına ne ihtiyaç vardı. Bu meseleden bahsederken ademi vuzuha [muğlaklığa] sebep nedir? Biz bir şeyi vicdanen iyi yaptığımıza, sözlerimizin hakikat olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüt ve ehamedden [kapalılıktan] ari [uzak] olarak basit etmeliyiz. Ben kendilerinin sualini izah edeyim: Buyurdular ki, bu millet esasen her şeye kabiliyetlidir; fakat bazı insanlar vardır ki, hakikati idrak edecek kadar mütekâmil değildir [olgun değildir]. Bu sebeple, halkın saf vaziyetinden istifade ederek, halka muzır [zararlı] fikirler vererek, halk için müfsit [fesatçı] mevkiinde kalabilirler. Bunlara karşı tedbir var mıdır? Eğer soru böyle irat edilse idi, işte burada hazırun [hazır bulunanlar] içinde muhtelif mesleklerde bulunan arkadaşlar var, asker var, tüccar var, ulema var, vesair mesleklerden ve sınıflardan zevat var. Şüphesiz hepimiz aynı kanaatte olduğumuzu söylerdik.
Her şeyden evvel şunu en ibtidai [temel] bir hakikati diniye [dini hakikat] olarak bilelim ki, bizim dinimizde bir sınıfı mahsus [özel sınıf] yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din, inhisarı [tekelciliği] kabul etmez. Mesela ulema; behemehâl [mutlaka] tenvir [aydınlatma] vazifesi ulemaya ait olmadıktan başka, dinimiz de bunu katiyetle men eder. O halde biz diyemeyiz ki, bizde özel sınıfı mahsus vardır, diğerleri dinen tenvir hakkından mahrumdur. Böyle telakki [kabul] edersek kabahat bizde, bizim cahilliğimizdedir. Hoca olmak için, yani hakayıkı diniyeyi [dini hakikatleri] halka telkin etmek için, mutlaka kisvei ilmiye [ilmi kisve] şart değildir. Bizim ulvi dinimiz her Müslim ve Müslimeye ilmi taharrisini [ilmin araştırılmasını] farz kılıyor ve her Müslim ve Müslime ümmeti tenvir [aydınlatmak] ile mükelleftir.
Efendiler; bir fikri daha tashih etmek [düzeltmek] isterim. Milletimiz içinde hakiki ulema, ulemamız içinde milletimizin bihakkın [hakkıyla] iftihar edebileceği âlimlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil [karşılık] kisvei ilmiye [ilmi kisve] altında hakikati ilimden [ilmin hakikatinden] uzak, lüzumu kadar talim edememiş [öğrenememiş], tariki ilimde [ilim yolunda] layıkı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine karıştırmamalıyız.
Seyahatlerimde birçok hakiki münevver [aydın] ulemamızla temas ettim. Onları en yeni terbiyeyi ilmiye [ilmi terbiye] almış, sanki Avrupa’da tahsil etmiş bir seviyede gördüm. Ruh ve hakikati İslamiyeye [İslam’ın ruhuna ve hakikatine] vakıf olan ulemamızın hepsi bu mertebeyi kâmildedir [olgun mertebededir]. Şüphesiz ki, bu gibi ulemamızın karşısında imansız ve hain ulema da vardır, lakin bunları onlara karıştırmak musip [isabetli] olmaz.
Efendiler, hakiki ulema ile dine muzır [zararlı] ulemanın yekdiğerine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Hazreti Peygamber’in zamanı saadetlerinde [saadet zamanlarında], Peygamberimizin irtihalinden sonra hulefayı raşidin hazeratının [dört halife hazretlerinin] zamanlarında, hep doğrudan doğruya Hazreti Peygamber’in irşadıyla [yol göstermesiyle] İslam olan hulefayı raşidinin [dört halifenin] tenviriyle [aydınlatmasıyla] selamette bulunan kitlei ümmet [ümmet kitlesi] arasında hakiki nezahet [temizlik], kalbi hürmet, ulvi bir irtibat vardı. Vakta ki [ne vakit ki] Muaviye ile Hazreti Ali karşı karşıya geldiler, ne vakit ki Sıffin vakasında Muaviye’nin askerleri Kur’an-ı Kerim’i mızraklarına diktiler ve Hazreti Ali’nin ordusunda bu suretle tereddüt ve zaaf husule getirdiler. İşte o zaman dine müfsedet [fesatlık], İslamlar arasına münaferet [nefret] girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığı kabule vasıta yapıldı. En mütehakkim [zorba] hükümdarlardan olan Muaviye’nin nasıl bir hile neticesinde sıfatı hilafeti [hilafet sıfatını] de takındığını biliyorsunuz. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar hep dini alet edindiler; ihtiras ve istibdatlarını tervih [desteklemek] için hep sınıfı ulemaya [ulema sınıfına] müracaat eylediler. Hakiki ulema, dini bütün âlimler, hiçbir vakit bu müstebit tacidarlara inkıyat etmediler [boyun eğmediler], onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfine dini alet yapmadılar. Fakat hakikati halde [gerçekte] âlim olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için âlim sanılan, menfaatine düşkün, haris [hırslı] ve imansız birtakım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, muvafıkı dindir [dine uygundur] diye fetvalar verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, saraylarda yaşayan, kendilerine halife namı veren müstebit hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cerrarlara [dilencilere] iltifat ve onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların mebguzu [düşmanı] oldu.
Üç buçuk dört sene evveline kadar berhayat [sağ olan] Osmanlı hükümdarları da aynı şeyleri yapmışlar, aynı hadialardan [hilelerden] istifade etmişlerdi. Osmanlı tarihinden bu hususta uzun misaller iradına lüzum yok, son Osmanlı hükümdarı Vahdettin’in harekâtı gözünüzün önündedir. Onun emriyledir ki, bile bile ölüme götürülen milleti kurtarmak isteyenler asi ilan edildi. Onun emriyle millet ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun bağiler [serseriler] sürüsü olduğuna dair fetvalar veren ulema kıyafetli kimseler çıktı. Onlar bu fetvaları Yunan tayyareleriyle ordumuzun içine atıyorlardı. İşte bu noktada soruyu soran arkadaşımıza yerden göğe kadar hak veririm. Ulema içinde böyle hainleri himaye, şeni [aşağılık] hareketlerini şeriata tatbik eden, din kisvesi ve şeriat sözleriyle milleti izlal [küçük düşüren] ve iğfal eden [aldatan] âlimlerin -onlar için bu tabiri kullanmak istemem- böyle şerre alet olan insanların yüzündendir ki, dört halifeden sonra din daima vasıtayı siyaset [siyaset vasıtası], vasıtayı menfaat [menfaat vasıtası], vasıtayı istibdat [istibdat vasıtası] yapıldı. Bu hal Osmanlı tarihinde böyle idi; Abbasiler, Emeviler zamanında böyle idi. Fakat şurayı inzarı tefekkürünüze [görüşlerinize] arz ederim ki, böyle adi ve sefil hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini alet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler tarihte daima rezil olmuşlar, terzil [rezil] edilmişler ve daima cezalarını görmüşlerdir. Devleti Abbasiye’nin [Abbasi devletinin] sonuncusu, biliyorsunuz ki, bir Türk tarafından parçalanmıştı. Dini kendi ihtiraslarına alet yapan hükümdarlar ve onlara delalet eden [yol gösteren] hoca namlı hainler hep bu akıbete duçar olmuştur [uğramıştır]. Böyle yapan halife ve ulemanın arzularına muvaffak olamadıklarını tarih bize layetenahi [sonsuz] misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin tezvirine [yalan dolanına] ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların mahiyetini pekâlâ anlamaktadır. Fakat bu hususta tam bir emniyet sahibi olmaklığımız için bu intibahı [uyanışı], bu uyanıklığı, onlara karşı, bu nefreti, halası hakiki [hakiki kurtuluş] anına kadar bütün kuvvetiyle, hatta artan bir azimle muhafaza ve idame etmeliyiz. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların olumsuz istikamette atacağı bir hatve [adım], yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatıyla alakadar, o adım milletimin hayatına karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o adımı atanı tepelemektir. (Alkışlar)
Şüphe yok ki arkadaşlar, millet birçok fedakârlık birçok kan pahasına, en nihayet elde ettiği umdei hayatiyesine [hayati umdesine] kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü hükümetin, Meclis’in, kanunların, Teşkilatı Esasiye’nin mahiyeti hikmeti hep bundan ibarettir.
Sizlere bunun da üzerinde bir söz söyleyeyim. Farzımuhal eğer bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi [olumsuz] adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, onları yine tepeler ve yine öldürürüm. (Şiddetli alkışlar) [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 1, sütun: 5-6
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Mart 1923, No: 773, s. 2, sütun: 1-6
[1, 2] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 236-242

You may like

Kılıç Ali’nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı

Malazgi̇rt Meydan Muharebesi̇ (26 Ağustos 1071-26 Ağustos 2025) 954. Yıldönümü

Rei̇si̇cumhur Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Kastamonu Halk Firkasindaki̇ Konuşmasi (31 Ağustos 1925)

Rei̇si̇cumhur Hazretleri̇ni̇n Amasya Ve Tokat’ta Fevkalade İsti̇kballeri̇ [karşilanmalari] (24-25 Eylül 1924)

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÇİFTLİKLERİNİ HAZİNEYE BAĞIŞLAMASI

İstanbul’un Fethinin Kutlanması
Mustafa Kemal Atatürk
10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak
Published
2 gün agoon
Kasım 10, 2025By
drkemalkocak
Özet
Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.
Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.
Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.
1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.
Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.
Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.
2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]
Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.
Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.
3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil, millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.
Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.
1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.
4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.
Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.
Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.
Sonuç
10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil, millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.
Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.
DİPNOTLAR
- Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
- Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
- Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.
Özel Günler ve Anlamları
26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları
Published
2 ay agoon
Eylül 26, 2025By
drkemalkocak
Giriş
26 Eylül, Türk Dil Bayramı olarak Türkiye’de her yıl kutlanan önemli bir kültürel tarihtir. Kökenini 1932 yılında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı’ndan alan bu gün, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşuna işaret etmekte ve Cumhuriyet’in kültür politikaları arasında dil inkılabının oynadığı merkezi rolü simgelemektedir.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında dil, modernleşme ve millet-devlet inşasının merkezî unsurlarından biri olarak değerlendirilmiştir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen dil inkılabı, yalnızca alfabe değişikliğiyle sınırlı kalmamış, Türkçenin yabancı unsurlardan arındırılması ve halkın konuştuğu dil ile yazı dili arasındaki mesafenin kapatılması hedeflenmiştir. 26 Eylül 1932’de Dolmabahçe Sarayı’nda toplanan Birinci Türk Dil Kurultayı, bu dönemin başlangıç noktası olmuş ve 26 Eylül tarihinin Türk Dil Bayramı olarak kutlanmasına zemin hazırlamıştır.
1. Birinci Türk Dil Kurultayı ve TDK’nın Kuruluşu
26 Eylül 1932’de başlayan Birinci Türk Dil Kurultayı, Cumhuriyet’in dil politikalarında kurumsallaşmanın ilk adımıdır. Kurultayın ardından Türk Dili Tetkik Cemiyeti (bugünkü TDK) kurulmuş ve Türkçenin söz varlığının zenginleştirilmesi, bilim dili hâline getirilmesi yönünde çalışmalar başlamıştır.

2. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Dil Anlayışı
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Türk milletinin bağımsızlığını korumasında olduğu gibi kültürel varlığını sürdürmesinde de dilin belirleyici bir unsur olduğunu vurgulamıştır. Onun Sadri Maksudi Arsal’ın “Türk Dili İçin” (Ankara 1930, s. 3) adlı eserinin başına 2 Eylül 1930 tarihinde el yazısıyla kaleme aldığı şu satırlar, bu anlayışı en özlü şekilde yansıtmaktadır:
“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında başlıca müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin… Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
Bu ifadeler, Atatürk’ün Türkçeyi sadece bir iletişim aracı olarak değil, aynı zamanda millî bilincin ve milli bağımsızlığın en temel dayanağı olarak gördüğünü göstermektedir.
3. Günümüzde Türk Dil Bayramı’nın Yansımaları
Günümüzde 26 Eylül, üniversitelerde, okullarda ve kültürel kurumlarda çeşitli etkinliklerle kutlanmaktadır. TDK her yıl bildiriler yayımlamakta, gençler arasında Türkçe’nin doğru ve güzel kullanımını teşvik eden projeler yürütmektedir. Ancak yabancı dillerin artan etkisi ve dijital kültürün getirdiği yozlaşma, Türk Dil Bayramı’nın amaçlarını ve beklentilerini daha da anlamlı kılmaktadır.
Sonuç
26 Eylül Türk Dil Bayramı, Cumhuriyet’in dil inkılabı mirasını simgeleyen ve Türkçenin gelişimi için toplum farkındalığı oluşturan önemli bir tarihtir. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dil anlayışı, modern millet-devlet inşasının temel taşlarından biri olarak bugün de geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde yapılması gereken, bu mirası yalnızca anmak değil; Türkçeyi bilim, sanat, kültür ve teknoloji dili olarak daha da güçlendirmektir.
Türk İstiklâl Mücadelesi
SEVRES (SEVR) ANTLAŞMASI (10 AĞUSTOS 1920)
Published
3 ay agoon
Ağustos 9, 2025By
drkemalkocak
Sevr Antlaşması 433 maddelik ve 150 büyük sayfalık bir vesikadır. Ekler, haritalar ve diğer belgeler bunun dışındadır.
Bu antlaşma ile Orta Doğu haritası adeta yeniden çizilerek paylaşılmaktaydı. Antlaşmanın maddeleri oldukça ağırdır ve Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırmak için hazırlanmıştır.
İstanbul ve civarından oluşan küçük bir bölge ile Orta Anadolu’nun küçük bir kısmı Kastamonu kıyılarına kadar Türklere bırakılıyordu. Rumeli ve Boğazlar İtilâf Devletleri’nin işgaline bırakılmakla birlikte Boğazların trafiğe açık olması ve karma bir komisyon tarafından yöneltilmesi kararlaştırılmıştır. Doğu Anadolu’da ise Kürdistan ve Ermenistan devleti kuruluyordu. Bu devletlerin sınırlarını ABD çizecek ve Ermenistan 20 yıl ABD mandası altında bulunacaktı. Arabistan Osmanlı Devleti’nden ayrılacak ve müttefiklerin isteklerine terk edilecekti. Müttefikler tarafından daha önce işgal edilen yerler, Fransa, İtalya ve İngiltere’de kalıyordu. Azınlıklar, Osmanlı Devleti’nde eşit haklara sahip olacak ve Meclis’te temsil edileceklerdi. Kapitülasyonlar yürürlükte kalıyordu. Devletin askerî ve maddî işleri kontrol altına alınıyordu. Sadece iç güvenliği sağlamak üzere 50.000 kişilik askeri güç dışında silahlı kuvveti olmayacaktı. Liman ve demir yolları uluslararası bir komisyona bırakılıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti savaş tazminatı ödeyecekti. Kendi aralarında paylaşamadıklarından İstanbul Osmanlı Devleti’nde kalacaktı. İzmir’in yönetimi Yunanlılara bırakılmıştır. Bunlara ek olarak da savaşa girmiş ve idarî kademelerde bulunmuş Türk vatandaşları savaş suçlusu olarak yargılanacaktı.

Sultan Vahideddin’in başkanlığında 22 Temmuz 1920’de toplanan Şûra-yı Saltanat “zayıf bir mevcudiyeti, mahva tercih” ederek Sevr Antlaşması’nın onaylanmasına karar vermiştir.
Sevr’in Osmanlı Devleti tarafından imzalanması üzerine, Kazım Karabekir Paşa, Meclis Başkanlığı’na 16 Ağustos 1920 tarihli gönderdiği bir telgrafta Sevr’i imzalayanların “vatan haini” ilan edilmesini teklif etmiştir. Bu öneri mecliste görüşülerek 19 Ağustos 1920 tarihinde kabul edilmiş ve anlaşmaya imza atan Hadi Paşa, Rıza Tevfik Bey, Reşat Halis ve kırk iki kişinin daha vatan haini olduğu ilan edilmiştir. [1]
***
Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.
REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;
Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine
Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yâd edilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.
17 Ağustos 1336 [1920]
Şark Cephesi Kumandanı
Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim. [2]
***

30.10.1338 [1922] Pazartesi günkü Meclis toplantısında Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar okunmuştur. Bu bölümde öncelikle Sadrazam Tevfik imzasıyla gelen telgraflar üzerine Osmanlı Devleti’nin mukadderatı ve hilafet meselesi hakkında açılan müzakerede Sadrazam Tevfik Beyin telgrafı okunmuştu. Telgrafta Tevfik Paşa, Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında bir ikiliğin olmadığını ve Sevr Muahedesi konusunda Büyük Millet Meclisi ile müzakereye hazır olduklarını ifade etmiştir. Müzakerede söz alan Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey, Sevr Muahedesini imzalayanların Bab-ı Âli olduğunu Millet Meclisinin ise bu belgeyi kabul etmediğini söyleyerek Bab-ı Âli ile Büyük Millet Meclisi arasında ikilik olduğunu dile getirmiştir. [3]

Müfit Efendi (Kırşehir), Sevr Muahedesi ile milletin hâkimiyetinin ve istiklâlinin mahvedildiğini belirtmekte, ardından konuşan Dâhiliye Vekili Ali Fethi Bey, Bab-ı Âlinin Türk milletini ebediyen esarete mahkûm eden Sevr Ahitnamesini kabul ettiği üzerinde durmakta, Tunalı Hilmi Bey (Bolu), Padişahı, Sevr Antlaşmasına boyun eğdiği için “taçlı hain” olarak nitelemektedir.[4]

***
Sevr Antlaşmasının birinci yıldönümü münasebetiyle dönemi yaşamış bir kişinin, kişinin yaşadığı topluluk ve toplumun bakış açısını yansıtan [Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-2] künyesinde Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan “BİR SENE-İ DEVRİYE” başlıklı çeviri yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
BİR SENE-İ DEVRİYE [YILDÖNÜMÜ]
Kablettarihin [tarih öncesinin] vahşi adamları birbirini parçalamak istedikleri zaman, kastlarını doğrudan doğruya ve dürüst bir hareketle icra ederler, zulme hak süsü vermek riyakârlığına tenezzül etmezlerdi. Hâlbuki dün sene-i devriyesini geçirdiğimiz “Sevr” muahedesini hazırlayanlar, dört harp senesinde hak ve adalet münadiliğiyle cihanın başını ağrıttılar. Nihayet hak ve adaletin Anadolu’ya taalluk edenini gördüler: Sevr muahedesi milyonca Türk’e karşı düşünülmüş bir suikast programından başka nedir?
Cinayet açık bir iştir: Mutemet [güvenilir kimse] kastını hazırlar. Sonra hücum eder, öldürür. Loyd Corc ve refikası yirmi milyon masumun katl ve imhasını açıkça söyleselerdi belki daha dürüst olurdu. Hâlbuki hem kastettiler hem de kastlarını cihan sulhu, medeniyet, adalet vesaire gibi kelimelerle süslemek istediler. Fakat cinayet, fena olmak için mutlaka bir anda ve bir silahla olmak lazım gelir. Bir milleti “Sevr” denilen hükm-i idam ile ortadan kaldırmak da bir cinayettir. Sonu ölüme kendinden sonra katl ve idamın çelik bir hançer veya altun bir kalem ile irtikâbı birbirinden çok faklı şeyler değildir. Hele bunu bu memleketi temsil etmeyen ve damarlarını harisane bir surette emmek iştihasından başka bir his beslemeyen birkaç hain ele imzalattırmak bundan daha az bir cinayet olamaz.
Bir sene evvel İstanbul’dan gönderilen ve milletle alakası olmayan birkaç kişinin imzaladığı bu ölüm senedine Anadolu’nun on milyon Türkü belki imanına güvenerek elinin tersini urdu. Türk milletini yeşil masa başında ve cigara dumanları arasında boğmağa karar veren efendileri kastlarını yürütemediler: Loyd Corc ve arkadaşlarının ve Avrupa sermayedarlarının keyfi, arzusu ve menfaati için milyonlarca insana ölüm kabul ettirmenin imkânı yoktu.
Medeniyetin sahte hâkimleri, niyetlerini başaracak fedakârlığı göstermeğe de kadir değildiler; İstanbul’dan gönderilen birkaç vatansızın imzası meseleyi hal edemezdi, bu idamı bilfiil infaz edemezlerdi. Anadolu Türkünü öldürecek ücretli bir cellat lazımdı. Anadolu hesabına ücret vaat etmek suretiyle bu celladı buldular: Yunanistan bir senedir bu hizmeti görüyor.
Fakat Avrupa’nın Anadolu’ya memur ettiği vahşi cellat, maksadına eremedi. Türk milletinin iki senedir gösterdiği harikulade mukavemet, şarka gelen bu deni celladın satırını inşallah kendi kafasında paralayacaktır.
Sevr muahedesini kabul etmek, dörtler meclisinin kurduğu zulüm sehpasına kendi kendimizi asmak, idam ipini boynumuza kendi elimizle geçirmek ve çekmek demekti. “Sevr” muahedesini kabul etseydik bugün Anadolu’da meşgul olmadık toprak, esir olmadık millet kalmayacaktı; Avrupa medenileri bir sülük gibi sırtımıza yapışarak, köylümüzün alın teriyle kazandığı emekleri, Londra, Paris, Roma ve Atina daha zengin ve daha müreffeh olacak, servetini kollarıyla kazanan bu halk, açlıktan, uşaklıktan benzi sola sola ve ram [sürü] olup çökecekti.
Fakat bu milletin ne Avrupalılara uşak olmağa, ne de Avrupa ihtirası için ölmeğe niyeti yoktu. Sevr teklifi, tarihi ve yüksek izzet-i nefse pek giran oldu [dokundu, ağır geldi]. Yorgun ve mecruh olmağla [yaralı olmakla] berber vakurane doğruldu ve kendisine sulh muahedesi diye uzatılan hakaretnameyi okumaya bile tenezzül etmeden, tarihini, şeref ve istiklalini müdafaaya koyuldu.

Bu müdafaa sayesindedir ki Türk milleti iki senedir ölüm savletini [hücumunu] tevkif ediyor [durduruyor]. Hiç şüphe yok ki bu savleti bir gün kıracak, perişan edecek ve beşeriyet tarihinden hiçbir zaman silinemeyen büyük ve mukaddes istiklalini ebediyetle devam edecektir.
Allah ve hak bizimledir.
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/sevres-sevr-antlasmasi-10-agustos-1920/
[2] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 19.8.1336 (1920), Devre: I, Cilt: 3, İçtima Senesi: I, s. 333
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf
[3] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270-276
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf
[4] T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, 30.10.1338 (1922), Devre: I, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 283-288
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024129.pdf
[5] Hâkimiyet-i Milliye, 11 Ağustos 1921, No: 261, s.1,sütun: 1-3
En Çok Okunanlar
Türkler ve Zaferleri3 yıl agoAnafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
Maarifimizde İstikamet3 yıl agoAİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
Türk Tarihi3 yıl ago6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl agoLOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
Tarihi Toplantılar3 yıl agoİSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
Türk Tarihi3 yıl agoKIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…
Türk Tarihi3 yıl agoCABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]
Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl agoMustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)

















