Türk İstiklâl Mücadelesi
Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nın “Dumlupınar Meçhul Asker Anıtı”nin Temel Atma Töreni̇nde Yaptığı Konuşma
Published
1 yıl agoon
By
drkemalkocakGİRİŞ
Türk’ün Zaferler Ayı Ağustos
Türk; bu ayda zaferler kazanmış ve tarihe zaferler yazmıştır. Ağustos ayının her bir gününde zafer kazanmış ve tarihe zaferler yazmış bir milletin evladı olmakla iftihar etmek her Türk’ün hakkıdır. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, 23 Ağustos-13 Eylül 1921 Sakarya Meydan Muharebesi, 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi ve zaferleri kutlu olsun. Zaferleri kutlama zevk ve mutluluğunu yaşarken mağlubiyetlerimizden ders ve ibret almak unutulmamalıdır.
Türk milletinin dünü-bugünü ve yarınında tarihe imza atan başta Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk devlet ve siyasetine varlıklarıyla hizmet etmiş kişiler ile aziz şehitlerimizi rahmet ve minnetle anar; gazilerimize sağlık ve mutluluklar dilerim.
—***—
[Gazi Mustafa Kemal, Türk Milletinin ölüm kalım harbi Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni bizzat yönetmiştir. Başkomutanlık Zaferini kazandıran unsurların gelecek nesillere aktarılmasına çalışmış, bu konuda yetkililere gerekli talimatları vermiş ve takip etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin ardından 31 Ağustos 1922 günü yakından görmek ve incelemek amacıyla beraberindekilerle muharebe alanına gitmiştir. Mustafa Kemal, muharebe yerlerini incelerken Çal Köyü’nün Karakaya tepesinde Berberçamı mevkiinde top mermisinin açtığı çukur içinde üzeri yarı toprakla örtülü bir şehidin kolunun sancağı gökyüzüne doğru dik tutar bir şekilde kaskatı kaldığını görmüştür. Mustafa Kemal, büyük bir hayret ve şaşkınlıkla buradaki şehidin kim olduğunun araştırılmasını istemiş ancak yapılan tetkiklere rağmen künyesi tespit edilemeyen bu askere, “meçhul asker” denilmiştir. Mustafa Kemal Paşa, bu manzaradan son derece etkilenmiş muharebe alanında yaşananları en iyi anlatabilecek timsal olduğunu fark etmiştir. Bu sebeple Berberçamı’nda kimliği tespit edilemeyen şehidin sancağı tutar vaziyetteki halinin örnek alınmasını istemiştir. Mustafa Kemal’in talimatı üzerine hazırlıklara başlanmış 30 Ağustos 1924 günü Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nin 2. yıldönümü münasebetiyle Karatepe’de geniş katılımlı bir temel atma töreni tertip edilmesi kararlaştırılmıştır. 27 Ağustos’tan itibaren törenlerde hazır bulundurulmak amacıyla bazı askeri birlikler Ankara’dan Dumlupınar’a trenle sevk edilmiştir. [1]
30 Ağustos 1924’te, Dumlupınar’da [Berberçamı Tepesi/Karatepe] Meçhul Asker Abidesinin esas vazı [temel atma] merasimi Gazi Mustafa Kemal Paşanın huzurları ile yapılmış, merasimde hükumet ve ordu erkânı, askeri kıtalar ve on binlerce halk hazır bulunmuştur. Erkânı Harbiyei Umumiye Reisi Fevzi Paşanın Başkumandanlık Harbinin askeri safhalarını anlatan nutkundan sonra, Gazi Mustafa Kemal kürsüye geçmiştir. Zaferin kısa bir hikâyesini yaptıktan sonra onun siyasi ehemmiyeti ve neticesi üzerinde durmuştur. Bu zafer, ayaklanan bir milletin ilk hedefi idi. Bundan sonraki hedefler ne olacaktır? Gazi Mustafa Kemal onları anlatmış ve sözlerini Türk gençliğini muhatap yaparak bitirmiştir.]
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın konuşması, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Ziya Gevher [ETİLİ]’in kaleminden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesinin, 31 Ağustos 1924 tarih ve 1207 nolu nüshasında yayımlanmıştır.
Aşağıda, Dumlupınar‘a gidiş, Meçhul Asker anıtının temel atma töreninde yaşananlar ve Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ağustos Zaferi’nin hikâyesini anlattığı konuşma metni Osmanlı Türkçesinden çevrilerek sunulmuştur.
Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici birer unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.
***
Afyonkarahisar: 30 Ağustos [1922]-(Sabah 8.30, Hususi [özel]muhabirimizden)-Reisicumhur Hazretleriyle refikaları Hanımefendiyi; [Başvekil] İsmet, Fevzi, [Müdafaa-i Milliye vekili] Kazım paşalar hazeratı [hazretleri] ve maiyetleri, [Maarif vekili] Vasıf, [Nafia vekili] Süleyman Sırrı beyefendileri, mebusanı kiramı ve gazetecileri hamil olan [taşıyan] hususi tren; Eskişehir’e kadar bütün istasyonlarda halkın azim tezahüratıyla karşılanıyor, bilhassa Mallıköy ve Polatlı istasyonlarında köylüler, askerler, şehirlilerden mürekkep bir halde Gazi Paşa Hazretlerinin vagonu hizasında göğüslerindeki ellerini hep birden başlarına götürerek ihtiramlarını, tazimlerini arz ediyorlar.
“Karadağ” Sakarya kahramanını, eteklerinden geçerek büyük zafer mahalline isalden [ulaştırmadan] mağrur gibi azametle önümüzde yükseliyor. Daha aşağılarda alacakaranlıklar arasında hürmetkârane dizilen heyulalar seçiliyor. Reisicumhur Hazretleri vagonlarında istirahatteler… İsmet, Fevzi, Kazım Paşalar hazeratı, Vasıf ve Süleyman Sırrı Beyefendiler müctemian [toplu bir halde] bir vagonda bulunuyorlar. Süleyman Sırrı Bey; umumi esbab-ı istirahati bizzat murakabe ediyorlar. Bütün trende bulunanlar; Gazi Paşa Hazretlerinin misafiri olarak yemek vagonunu birkaç kere boşaltıp dolduruyorlar…
Gece saat bir buçukta tren; kadın, erkek, çocuk binlerce mesrur ve mütebessim başlar içinde Eskişehir istasyonuna giriyor. Her taraf elektrik nurları içinde… Bu baş kitleleri dakika geçtikçe sıkışıyor, kaynaşıyor ve vagonalar yaklaşıyor. Evvelce, Reisicumhur Hazretlerinin uykuda bulundukları telgrafla haber verilmesine rağmen kimse yerinden kımıldamıyor. Kırmızı, siyah, beyaz çizgili dokuma çarşaflı kadınlar arasında ipek çarlılar salınıyor ve birçoklarının kucaklarında yavruları çırpınıyor ve bazıları uyuyor…
Birçok masalar ve odun yığınları üzerinde insan salkımları asılı… Tren hareket edinceye kadar kimse kımıldamıyor; sanki Büyük Gazi’yi uyandırmaktan çekinen bir sükût var. Böyle çok tatlı ve kalbi hissiyat ve tezahürat arasında Eskişehir’den ayrılıyoruz.
Şimdi Afyonkarahisar yolunda koşuyoruz. Bizden evvel İstanbul’dan gelen talebe ve heyetleri hamil bir treni de Eskişehir halkı, mızıkalarla ve tezahüratı azime ile karşılamış ve selamlamışlar.
Bizden sonra gelen ikinci bir trende Büyük Millet Meclisi Reisi Ali Fethi Beyefendi ve İstanbul gazetecileri bulunuyorlardı.
Sabahleyin güneşin yaldızladığı Afyon ufuklarını seyrederken iki tayyaremiz trenin iki tarafında birden bire gözüktü. Sanki kanatlarını üzerimize germişler ve trenin pencerelerine kadar yaklaşıyorlar ve hepimiz candan selamlaşıyoruz. Herkes elindeki mendillerle bu hava kahramanlarını selamlayarak cevelanlarını [dönüp dolaştıklarını] nazarlarıyla takip ediyor. 484 numaralı tayyaremizin iki rakibiyle sanki elele veriyoruz.
Esmer renkli tayyaremizin rakibi, tayyaresiyle pencerelerden içeri girecek kadar yakın geçiyor… Hepimiz neşe ve şetaret [şenlik] içindeyiz. Biz Afyon’da dururken onlar şahikalar [dağların dorukları] üzerinde cevelanlarına devam ediyorlar.
Afyonkarahisar: 30 [Ağustos 1922]- Gece 4 (Hususi muhabirimizden)-Hepimizin dimağının [beyninin] zaptından aciz kaldığı bu azametli gün ve zengin levhayı telgrafa sığdırmak, gazetecilikte rastladığım en büyük müşküldür. Yedi saattir mütemadiyen [devamlı olarak] teheyyüç [heyecan] içindeyiz. Bütün hislerimiz, gayesine vasıl olmuş [ulaşmış] bir halde… Gördüklerimiz, duyduklarımız heyecan dalgaları arasında sallanıyor. Gönül isterdi ki, bütün memleket, Mehmetçiğin aşığı bütün Türklük, memleket ve millet istiklalinin [bağımsızlığının] doğduğu ve fışkırdığı bu tepede bulunsun. Eserini heyecanlarla tekrar ederken gözlerinden mezarına sıcak yaşlar akıtsın.
Bugün burada toplananlar Türklüğün kerametini sezmişlerdir: Dumlupınar’da yalnız bir kalp vardı. Büyük zaferin hatıraları Afyonkarahisar’dan itibaren canlandı ve Yıldırımkemal İstasyonu harbin kıymettar menkıbelerini yâda getirdi ve ilk türbe olarak buradan huşu ile geçiyoruz. Selkisaray’da İzmir’den gelen trenle Ali Fuat, İzzettin Fahri, Ali Hikmet, Şükrü Naili Paşalar ve Eskişehir’den gelen trenle Kemalettin Sami Paşa bize iltihak etti [katıldı]. Gazi Paşa Hazretleri burada vagonundan indi ve Fuat Paşa ile öpüştüler, diğer paşalarla selamlaştılar: Selki, Dumlupınar İstasyonu’na vasıl olmadan [varmadan] bir köyde durduk. Büyük bir kalabalık, köylü, şehirli İstanbul’dan gelen bütün heyetler burada bizi istikbal ettiler [karşıladılar]. Sinemalar, fotoğraflar çalışıyor. Öğleye doğru sırasıyla Konya, İstanbul, Ankara trenleri muvasalat etti [ulaştı]. Ve biraz sonra vasıl olan [ulaşan] İzmir treniyle Kazım Karabekir Paşa, Mebus Hamdullah Suphi, Haydar Rüştü, Yusuf Ziya ve daha birçok mebusanı kiram [değerli mebuslar] kafilemize karıştılar.
İzmirliler hakkında burada biraz tevakkuf edeceğim [duracağım]. Meçhul Asker’e karşı gösterilen kalbî merbutiyette [bağlılıkta] birinciliği İzmirliler almışlardır. İzmir’den her cemiyet ve her teşkilat Meçhul Asker’in mezarı için büyük büyük buketler getirdiler. Kadın erkek en kibarından köylü çocuklarına kadar beraber olmak üzere kağnılarda beraber oturarak tozları memnuniyetle karşılayarak geldiler. Denizli Mebusu Yusuf Bey’i de bu kafilenin içinde bir kağnıda gördüm. Bu mütevazı, sıcakkanlı, yüksek İzmirlilere gönül bağlamış bulunuyorum.
Gazi Paşa Hazretleri ile vekiller, otomobillerini bu tarihi merasime şitap edenlere [koşanlara] tahsis lütfunda bulundular. Ve müteaddit [birçok] seferler yaptırdılar. Nihayet Başkumandanlık sancağını hamil olan [taşıyan] açık otomobilleri ile Reisicumhur Hazretleri ve vekillerle sair bilumum [diğer bütün] zevat hareket buyurdular.
Keyiftepe’de kurulan bir takın altından geçtik. Önümüzde mavi dağlar arasında ormanlar, yeşil, sarı şirin renkleri ile harp ve zafer sahası gözüküyor. Buradaki bir sırta kurulan çadırlardan birine Gazi Paşa Hazretleri ile refikaları [eşleri] Hanımefendi girdiler. Vekiller, bilumum [bütün] hazır bulunan zevat ve halk derhal etrafını aldılar. Yaşlı babalar delikanlılara Büyük Gazi’yi gösteriyorlar, ondan bahsediyorlar. Kütahya’dan mebuslar, belediye heyet ve eşrafı iki nefis vazo getirdiler. Birini Gazi Paşa Hazretleri’ne ve diğerini Latife Hanımefendi’ye takdim eylediler. Biraz sonra Gazi Paşa Hazretleri ve arkasından büyük bir halk şehit asker için yapılacak abidenin bulunduğu mahalle çıktık. Burada sağ tarafta bir çukur açılmış, yanında taş, harç, iki yeni kürek, kazma, solda yanları taş örgülü müzeyyen [süslü] bir mezar gözüküyor. Mezarın üzerinde askerlerin elleriyle eledikleri ve incelttikleri bir toprak tabakası bulunuyor. Herkesin gönlünde yeşillikler, çiçekler içinde görmek istediği bu mezar şu haliyle hepimizin kalbini yaktı. Fakat İzmirliler on dakika sonra “Meçhul Asker’in” mezarını çelenklere boğdular ve birdenbire Mehmetçiğin âşıklarının muhabbeti belirdi. Bunların içerisinde Türk Ocağı’nın, ihtiyat zabitlerinin [subaylarının], Çiftçiler Derneği’nin, İzmir Belediyesi’nin ve Gültekin’in çelenkleri bulunuyordu. Mezar civarındaki sade söğüt dallarından yapılmış tak üzerinde büyük harflerle yazılan Meçhul Şehit lisanından Büyük Gazi unvanlı bir levha vardı. Bu levha şu cümleleri ihtiva ediyor: “İki sene evvel şuracıkta Sevr Antlaşması’nı yırtan kılıcınız, Türkün tarihi olan İnönüleri, Sakaryaları şan ve şerefi milliye [milli şan ve şerefe] ithaf eylemiş idi. Zaman geldi ki, şehameti siyasiyenizle [siyasi kahramanlığınızla] da eski ve yenidünyalar Türk’ün azimeti hakkını [hakkının büyüklüğünü] teslime başladılar. Dünya hep böyle matemi milliye [milli mateme] taptıkça müftehiri ervah olan [ruhların iftihar ettiği] şu gördüğünüz şehitlik ebediyen şad olacak, millet de sizi yalnız başının üstünde değil, kalbinin içinde taşıyacaktır.”
Gazi Paşa Hazretleri, refikaları [eşleri] Hanımefendi ile abidenin ilk taşını vaz ettikten [koyduktan] sonra [Afyonkarahisar mebusu İzzet Ulvi’nin çocuğu] küçük Gültekin, “Dumlupınar Seferi” unvanlı şiiri inşat etti [okudu]. Ve badehu [sonra] kürsüye gelindi. Herkes kayaların, toprakların üzerine ilişmişler. Gazi Paşa Hazretleri tahta kürsünün bir köşesine sığındılar. Yalnız birkaç iskemle hanımlara verildi. Herkes memnun. Sanki bu sıcakları ile maruf [bilinen] tepede harplerin bir mükâfatı gibi serin bir rüzgâr esiyor. Herkes yüzünü güneşin bütün şiddetine tevcih etmiş [çevirmiş], aldırmıyor. Ve sanki ölünüz dense bütün kalpler bu emre uyacak.
Fevzi Paşa Hazretleri alkışlar arasında kürsüye gelerek, nutkuna Sakarya’dan haşlayarak, bulunduğumuz tepeden kati neticesi alınan zaferin askeri tarihçesini yapıyor. Ve vaziyetimizi, düşmanın vaziyetini anlatıyor; 30 Ağustos Muharebesi’nin kati neticesini alkışlar, arkası kesilmeyen alkışlar arasında söylüyor.
Köylüler, evet, evvela köylüler “Paşa, Paşa” diye bağırdılar ve eminim ki, bu kalpten gelen feryat şehitlere kadar ulaştı. Bütün tepe inledi. Uğultular bu melanetin cezasını çekenlerin kulağına da gitti.
Fevzi Paşa Hazretleri, buradan kaçtılar deyip parmağıyla bir yeri gösterdikçe, köylülerin göğüsleri kalkıyor, sakalları titriyor, hepsi oraya dönüyorlar, kaçtılar, gittiler diye bağırıyorlar.
Fevzi Paşa Hazretleri’nin nutku; rüzgârlarını yanaklarında hissettiğimiz üç tayyaremizin uğultuları arasında kesiliyor. Bu aralık o biraz duruyor. Sonra yine söylüyordu. Bu muharebeye nasıl Başkumandanlık Muharebesi unvanının verildiğini anlatıyor ve İsmet Paşa Hazretleri’nin o büyük günü tesiden [kutlamak için] gönderdiği tamimi aynen okuyor. Ve bu sözleri şiddetli alkışlarla mukabele [karşılık] görüyordu. Fevzi Paşa Hazretleri, düşman sürü halinde kaçıyorlardı dedikçe, yine herkesten evvel köylü coşuyordu. Paşa, nutkunu şehitlere Fatihalar ithafıyla bitirdi.
Fevzi Paşa Hazretleri’nin nutuklarını Darülfünun namına emin İsmayıl Hakkı Bey’in nutku takip etti. Daha sonra matbuat namına Ağaoğlu Ahmet Bey bir nutuk irat eyledi ve müteakiben [Türk Ocakları adına] Hamdullah Suphi Bey en güzel nutuklardan birini söyledi ve İdman Cemiyetleri İttifakı namına [Ali] Sami, Baro namına Muhittin Baha, Muallimler Derneği namına Nüzhet Haşim ve Türkiye halkı namına Büyük Millet Meclisi Reisi Fethi Beyefendi nutuklarını irat eylediler.
En son olarak Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleri atide [aşağıda] aynen derç eylediğimiz [aldığımız] pek kıymettar ve tarihi olan nutuklarını çok beliğ [güzel] bir surette irat buyurdular. Büyük Gazi’nin sözleri; bütün kalpleri teheyyüce [heyecana] sevk ediyor, eserini ikmal ettiği [tamamladığı] tepe üzerinde nutuklarını irat buyururlarken sağa sola dönmek, elleriyle işaret vermek gibi hareketleri bu sahneyi bir kat daha canlandırıyordu. Bu esnada havada hiçbir ses yoktu. Ortalıkta yalnız kendilerinin sesleri hâkimdi. Rüzgâr bile bir an sustu gibi geldi. Ağladık, sevindik yeniden yeniye feyizli ümitler aldık. Bu büyük rehber bize orada yeni yollar gösterdi. Herkes bir daha büyük müncinin [kurtarıcının] önünde eğildi. Ve kendilerini ardı gelmeyen mükerrer alkış tufanları arasında çadırlarına kadar getirdi.
Merasimin nihayetinde toplar endaht edildi [atıldı]. Saat altı buçukta trenin bulunduğu mahalle geldik. Dokuz buçukta Afyon’dayız. Önümüzden Fethi Beyefendi’nin dâhil olduğu İstanbul treni gidiyor, diğerleri bizim treni mahsusu [özel treni] takip edecektir. Yarın akşam (bugün) Ankara’dayız.
Ziya Gevher [ETİLİ]
GAZİ PAŞA HAZRETLERİ’NİN NUTUKLARI
Efendiler, Erkanıharbiyei Umumiye Reisi [Genelkurmay Başkanı] Fevzi Paşa Hazretleri’nin verdiği kıymetli izahatla burada hazır olanlar “Afyonkarahisar-Dumlupınar” Meydan Muharebesi’nin ve neticei katiye [kati netice] veren 30 Ağustos Muharebesi‘nin cereyan şekli hakkında bir fikri icmali [genel bir fikir] edinmişlerdir. Beş gün bila fasıla [fasılasız], geceli gündüzlü devam eden bu büyük meydan muharebesinin mahiyeti hakikiyesi [hakiki mahiyeti] bugün verilen tafsilattan ziyade, yarın tarihin hükümleri, erbabı tetebbuun [araştırmacıların] tedkik [inceleme] ve muhakemeleri okunduğu zaman daha bariz, daha şümullü [kapsamlı] bir surette anlaşılacaktır.
Beni, milletim, Türk milleti, emniyet ve itimadına layık görerek bu harekâtın başında bulundurdu. Bu vazife ve memuriyetimin mesut hatırasını milletime karşı daima en derin minnettarlıklarla mütehassis olarak, haz ile, iftihar ile muhafaza ediyorum. Vazifelerini milletin arzuyu vicdaniyesine [vicdani arzusuna], ihtiyacı hakikiyesine [hakiki ihtiyacına], yalnız onun iradei aliyesine [yüksek iradesine] tevfikan [uyarak] yapmış olanlara mahsus bir istirahati vicdan [vicdan rahatlığı] ile bugün mevacehenizde [karşınızda] bulunurken hissettiğim bahtiyarlığı ifade edemem.
Efendiler, tıpkı bugün gibi [13]38 [1922] senesi Ağustos’unun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman 11. Fırkamız, şu karşıki tepelerde muharebeye mecbur edilen düşman kuvayı asliyesine [ana kuvvetlerine] taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren saikin [sebebin] ne olduğunu izah için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim:
29-30 Ağustos gecesi sabaha karşı Garp [Batı] Cephesi Harekât Şubesi Müdürü Tevfik Bey, bermutat [her zamanki gibi], o saate kadar muhtelif karargâhlardan ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinde tespit ve işaret ettiği vaziyeti umumiyeyi [genel vaziyeti] Cephe Kumandanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da derhal Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Karahisar’da belediye dairesinde bana tahsis olunan odada yatmakta idim. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım. Hemen yataktan fırladım.
Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şu idi ki, ordularımız düşmanın kuvayı mühimmiyesini [mühim kuvvetlerini] şimalden [kuzeyden], cenuptan [güneyden], garptan [batıdan] ihataya [kuşatmaya] müsait bir vaziyet almış bulunuyorlardı. Şu halde tasavvur ettiğimiz ve azami netayiç [neticeler] temin edeceğini ümit eylediğimiz vaziyetler tahakkuk ediyordu. Derhal Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız dedim. Üçümüz toplandık. Vaziyeti bir daha mütalaa ettik [değerlendirdik] ve katiyetle hükmettik ki Türk’ün hakiki halas [kurtuluş] güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün şaşaasıyla tulu edecektir [doğacaktır]. Bu karara göre ordulara yeni emir ve talimat yazıldı (6,30 evvelde). Fakat vaziyet o kadar mühim, o kadar sürat ve şiddet talep ediyordu ki, bu tahriri [yazılı] emirlerle iktifa etmek [yetinmek] muvafıkı ihtiyat [ihtiyata uygun] olamazdı. Onun için Fevzi Paşa Hazretleri’nden, bizzat Altıntaş ve cenubundan [güneyinden] hareket eden 2. Ordu’muzun ve bunun daha garbında [batısında] bulunan Süvari Kolordu’muzun nezdine giderek tasavvurumuza göre harekâtı tanzim buyurmasını kendilerinden rica ettim.
4. Kolordu’su ile istihdaf ettiğimiz [hedeflediğimiz] düşman kısmı küllisini [düşmanın ana kısmını] cenuptan takip eden 1. Ordu karargâhına da ben bizzat gidecektim. İsmet Paşa’nın karargâhta kalıp vaziyeti umumiyeyi [genel vaziyeti] idare etmesini münasip gördüm. Fevzi Paşa Hazretleri şimale hareket ederken, ben de otomobil ile şimendifer güzergâhını takiben garba hareket ettim. Akçaşehir’de 1. Ordu karargâhına saat dokuzdan evvel idi ki vasıl olmuştum [ulaşmıştım]. Ordu Kumandanı’na bir taraftan cephenin tahriri [yazılı] emri tevdi olunurken [verilirken], ben de kendisine şifahen [sözlü olarak] vaziyeti izah ettim ve 4. Kolordu’nun tekmil [bütün] fırkalarıyla ve sürat ve şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün garbındaki [batısındaki] düşman kısmı küllisini [düşmanın ana kısmını] ihata edecek [kuşatacak] surette muharebeye mecbur etmesini emrettim. Ve ilave ettim ki, düşman ordusu behemehâl [mutlaka] imha olunacaktır. Ordu Kumandanı benim yanımda telefonla Kolordu Kumandanı Kemalettin Paşa’yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu tebliğ [2] etti. Bir müddet bu karargâhta kaldım. Mütemadiyen [devamlı olarak] gelen muhtelif rütbedeki esir zabitanla [subaylarla] görüştüm. Bunlardan biri erkânıharp zabiti [subayı] idi. Zavallı, verdiği malumat meyanında [arasında], istemeyerek, başkumandan vazifesini alan General Trikopis’in ve 2. Kolordu Kumandanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu ifade etmiş oldu. Derhal yanımda bulunan Ordu Kumandanı’na, Kemalettin Paşa’yı bulunuz. Bizzat Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini behemehâl [mutlaka] esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir derakap [hemen] telefonla tebliğ olundu. Zavallı esir zabit benim bu emrimi işitir işitmez ikram ettiğim çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu karargâhında kalamazdım. Muharebe vaziyetini gözümle görmek benim için mukavemetsiz [dayanılmaz] bir ihtiyaç oldu. Ordu Kumandanı’nı da beraber alarak 4. Kolordu Kumandanı’nın tarassut [gözlem] için bulunduğu şu istikametteki bir tepeye geldik (Arpalık civarında).
Çal Köyü garbında [batısında] ve şimalinde [kuzeyinde] patlayan topların tarrakalarını [gümbürtülerini] işitiyordum. Oradan vaziyeti dürbün ile tetkike [incelemeye] uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kati bir lüzum ve ihtiyaç hissediyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek lazımdır ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık, bu tepeye gelen yola dâhil olduk. Ara sıra güzergâhımızın soluna düşman mermileri düşüyordu. 4. Kolordu’nun fırkaları şarktan garba [doğudan batıya] güzergâhımızı kat ederek seri hatvelerle [adımlarla] ilerliyorlardı. Biraz evvel dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen ihata etmek [kuşatmak] ve düşmanın muannidane [inatla] müdafaa ettiği muharebe mevzilerine süngü hücumlarıyla dâhil olarak neticei katiye [kati netice] almak elzemdi. Bunun için bütün kıtaatın [kıtaların] azami fedakârlıkla ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hattı mesturiyete [gizlenmeye] bakmaksızın, ateş mevzilerine girip düşman mevzilerini sarsmasını istiyordum. Yanımdaki kumandanlar bu noktaı nazarlarımı [görüşlerimi] anlar anlamaz derhal ve en asabi bir surette faaliyete geçtiler.
Maatteessüf [ne yazık ki], şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan kahraman bir süvari zabitine [subayına] birkaç kelime not ettirerek düşman mevzilerini şimalden [kuzeyden] saran 2. Ordu’ya gönderdim. Ve şifahen [sözlü olarak] burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu zabit, vazifesini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek malumat da vermişti. 11. Fırka’nın kahraman kumandanı Derviş Bey bizzat ileri atılarak bütün kuvvetiyle düşman mevaziine [mevzilerine] ilerliyordu. Kolordu Kumandanı Kemalettin Paşa cenuptan [güneyden] ve garptan [batıdan] düşmana saldırdığı diğer fırkalarına yeniden yeniye harekâtı teşdit [şiddetlendirmek] ve tesrii harekât [hızlandırmak] için emirlerini isal ediyordu [ulaştırıyordu]. 2. Ordu’nun 16’ncı ve 61’inci fırkaları düşmanla ciddi muharebeye girişiyorlar, diğer fırkaları da ihata dairesini [kuşatma dairesini] darlaştırıyordu. Bunları görüyordum. Süvari Kolordu’muzun daha garptan [batıdan] düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu, bana haber getiren süvari zabiti [subayı] söylemişti.
Arkadaşlar, saatler ilerledikçe gözlerimin önünde inkişaf eden [gelişen] manzara şu idi: Düşman Başkumandanının şu karşıki tepede son gayretiyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman mevzilerinde büyük bir heyecan ve helecan vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü hassa kalmamıştı. Bu ovadan, şimalden [kuzeyden] ve cenuptan [güneyden] birbirini veli eden [izleyen] avcı hatlarımızın guruba yaklaşan güneşin son şuaatıyla [ışınlarıyla] parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman mevaziini [mevzilerini] saran bir daire üzerinde mevzi almış olan bataryalarımızın fasılasız ve amansız ateşleri düşman mevaziini [mevzilerini] içinde barınılmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş mağribe yaklaştıkça, ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda hissolunuyordu. Bir an sonra cihanda büyük bir inhidam [yıkım] olacaktı. Ve beklediğimiz halas [kurtuluş] güneşinin tulu edebilmesi [doğabilmesi] için bu inhidam [yıkım] lazımdı. Zulmetler [karanlıklar] içinde bu inhidam [yıkım] vuku bulmalı idi. Hakikaten semanın karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara hücum ettiler. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Kâmilen [tamamen] mahvolmuş, perişan bir bakiyet-üs-süyuf [kılıç artığı] kitlesi bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi perhavf [çok korkan] ve lerzan [titreyen], bişekil [şekilsiz] bir kitle, acayip bir halita [alaşım] halinde firar için ferce [çıkış] arıyordu. Artık gecenin koyulaşan zulmeti [karanlığı] neticeyi gözle görmek için güneşin tekrar şarktan [doğudan] tuluuna intizarı [doğmasını beklemeyi] zaruri kılıyordu.
Efendiler, ertesi günü tekrar bu muharebe meydanını dolaştığım zaman, ordumuzun ihraz ettiği [kazandığı] zaferin azameti ve buna mukabil [karşılık] hasım ordusunun duçar edildiği [içine düşürüldüğü] felaketin dehşeti beni çok mütehassis etti. O karşıki sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün mahfuz [korunaklı] ve mestur [gizli] yerler, bırakılmış toplarla, otomobillerle ve namütenahi [sonsuz] teçhizat ve malzeme ile ve bütün bu metrukâtın aralarında yığınlar teşkil eden ölülerle, toplanıp karargâhlarımıza sevk olunmakta bulunan sürü sürü esir kafileleri ile hakikaten bir mahşeri andırıyordu. Bu dar ateş ve savlet [hücum] çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik bakiyet-üs-süyuftan [kılıç artığından] ibaret idi. Fakat onlar da daha büyük Türk çemberi içinden çıkmaya muvaffak olamayarak başlarında başkumandanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeye mecbur olmuşlardır.
Efendiler, Ağustos’un 31’inci günü takriben zevalde [öğlende] idi ki, yine bu Çal Köyü‘nde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki vaziyeti mütalaa ettik [değerlendirdik]. Kazandığımız meydan muharebesinin bütün seferi hitama [sona] erdirebilecek bir azamet ve ehemmiyette olduğunda ittifak ettik. Şimdi Bursa istikametinde çekilen düşman kuvvetlerini mahvetmekle beraber bütün orduyu asli [kuvvetler] ile bila aram [durmaksızın] İzmir’e yürüyecektik.
Efendiler, bugünden sonra İzmir’de “Akdeniz“i, Mudanya’da “Marmara“yı görmek için 8-9 günlük bir zaman kâfi gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki, bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal Köyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan itibaren sarf ettiğimiz zaman tam bir senedir. Fakat bu tesit ettiğimiz [kutladığımız] zaferi ihzar edebilmek [hazırlayabilmek] için bir seneyi çok bulmazsınız zannederim. Çünkü efendiler, harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır. Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetleri ile ilim ve fen sahasındaki seviyeleriyle, ahlaklarıyla, harslarıyla [kültürleriyle], hülasa [kısaca] bütün maddi ve manevi kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin hakiki kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Netice, yalnız kuvvei cismaniyenin [cismani kuvvetin] değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlaki ve harsi [kültürel] kuvvetin tevaffuku [üstünlüğü] mertebei subute [ispat derecesine] vardırır. Bu sebeple meydan muharebesinde yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün mevcudiyeti maddiye ve maneviyesiyle [maddi ve manevi mevcudiyetiyle] mağlup edilmiş sayılır. Böyle bir akıbetin ne kadar feci olabileceğini tahmin edersiniz. Mahv ve izmihlal [yok olmak], yalnız cidal [harp] sahasında bulunan orduyla münhasır [sınırlı] kalmaz. Asıl o ordunun mensup olduğu millet feci akıbetlere uğrar. Tarih, başlarındaki tacidarların [hükümdarların], haris [hırslı] politikacıların birtakım hayali emellerle vasıtası mevkiine düşen müstevli [istilacı] orduların, müstevli [istilacı] milletlerin uğradığı bu nevi feci akıbetlerle mamuldür [dopdoludur].
Efendiler, Türk vatanını fethetmek fikrini, Türk’ü esir etmek hayalini umumi [genel], müşterek [ortak] bir fikir haline koymaya çalışanların da layık oldukları akıbetten kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin talihi tevdi olunan [bırakılmış olan] adamlar, milletin kuvvet ve kudretini, yalnız ve ancak yine milletin hakiki ve kabili istihsal [elde edilebilir] menfaatleri yolunda kullanmakla mükellef olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zapt ve işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin ruhu zapt olunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete hâkim olmanın imkânı yoktur. Hâlbuki asırların mevlidi olan [doğurmuş olduğu] bir ruhu milliye [milli ruha], kavi ve daimi bir iradei milliyeye [kuvvetli ve daimi bir milli iradeye] hiçbir kuvvet mukavemet edemez.
Mahkûm olmak istemeyen bir milleti esarette tutmaya muktedir olacak kadar kuvvetli müstebitler artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son mücadelatıyla [mücadeleleriyle], bilhassa burada ihraz ettiği [kazandığı] zaferle, izhar ettiği [gösterdiği] azim ve irade ile malum olan bu hakayıkı [hakikatleri] bir defa daha sinei tarihe [tarihin sinesine] çelik kalemle hak etmiş [kazımış] bulunuyor.
Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm noktasını teşkil eder. Tarihi millimiz [milli tarihimiz] çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada ihraz ettiği [kazandığı] zafer kadar neticei katiyeli [kati neticeli] ve bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, cihan tarihine yeni cereyan vermekte kati tesirli bir meydan muharebesi hatırlamıyorum.
Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada tersin olundu [sağlamlaştırıldı]. Hayatı ebediyesi [ebedi hayatı] burada tetevvüc olundu [taçlandırıldı]. Bu sahada akan Türk kanları, bu semada pervaz eden [uçan] şehit ruhları devlet ve Cumhuriyet’imizin ebedi muhafızlarıdır. Burada esasını vaz ettiğimiz [temelini attığımız] “Şehit Asker” abidesi [Meçhul Asker Anıtı/ Zafertepeçalköy Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı], işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, savletini [hücumunu], kudret ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.
Efendiler, bu muazzam zaferin muhtelif amilleri [etkenleri] fevkinde [üzerinde] en mühimi ve en âlisi [yükseği], Türk milletinin bila kayıt ve şart [kayıtsız şartsız] hâkimiyetini eline almış olmasıdır. Bu hadisenin tarihimizde ve bütün cihanda ne büyük ve ne feyizli bir inkılap olduğunu izaha lüzum görmem. Milletimizin uzun asırlardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların tahakküm ve istibdadı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını temin yolunda ne kadar büyük felaketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin hâkimiyetini eline almış olması hadisesinin bütün azamet ve ehemmiyeti nazarlarımızda [gözlerimizde] tecelli eder. Gerçi bu büyük zaferin ferdasına [ertesine] kadar İstanbul’da halife ve sultan namı altında bir şahıs ve onun işgal ettiği hilafet ve saltanat unvanıyla bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini layık olduğu akıbete isal etti [ulaştırdı].
Efendiler, hâkimiyeti milliye [milli hâkimiyet] öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, mahvolur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş müesseseler her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa’nın ortasından ta doğunun öbür ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği talihi daha güzel anlayabiliriz.
Arkadaşlar, saraylarının içinde Türk’ten başka unsurlara istinat ederek [dayanarak], düşmanlarla ittifak ederek, Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından tardı [kovulması], düşmanların denizlere dökülmesinden daha rehakâr [kurtarıcı] bir harekettir. Türk milletinin mübarek ecdat emaneti olan bu topraklarda tam manasıyla efendi olarak yaşaması, ancak o fuzuli ve bi mana [manasız] olduktan başka, mevcudiyetleri mahzı zarar [tam zarar] ve felaket olan makamların bertaraf edilmesiyle mümkün olabilirdi.
Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği kederleri, elemleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar matemler ve felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için behemehâl [mutlaka] hâkimiyetine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlatlarını toplu ve dikkatli bulundurmak lâzımdır.
Efendiler, asırlardan beri inleyerek feryat eden, fakat müstebitlerin, muğfillerin [yalancıların], cahillerin vücuda getirdikleri mânialarla [engellerle] canhıraş sadasını milletin kulağına esma edemeyen [duyuramayan] zavallı vatan, bugün diyor ki, bütün can kulağınızı, harap olmuş, sinesinde en derin ıstıraplar duymuş validenizin samimi hitabına daima açık bulundurunuz! Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükümran olmak kudret ve kabiliyetini göstermiş olan ecdadımız vaktinde bu sadayı işitmekten men edilmemiş olsalardı, Türk camiasının, Türk mefkûresinin, Türk menafinin [menfaatlarının] mahfuz [korunmuş] ve feyizdar olacağı anavatanı bugünkü şekli harabiyesinde [harap olmuş şeklinde] mi tevarüs ederdik [miras alırdık]? Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor, ilim ve marifet, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, bağımsızlık, hakiki varlık; vatanın bu taleplerini tamamen ve serian yerine getirmek için esaslı ve ciddi bir surette çalışmayı emreder.
Efendiler, asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler düşünmüşlerdir. Fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi!.. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin duçar olduğu [uğradığı] zararları ancak bir tarzda telafi edebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şeyi düşünmemek. Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü selamet ve saadet hedeflerine vasıl olabiliriz [ulaşabiliriz].
Efendiler, bizim milletimiz vatanı için, hürriyeti ve hâkimiyeti için fedakâr bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz, yaptığı inkılabatın [inkılapların] kıskanç savunucusudur da… Benliğinde bu faziletler yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
Efendiler, milletimiz hâkimiyetini eline aldığı gün, -bilmeyen kalmamıştır- en karanlık felaketlerin en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Kuvvei maddiye [maddi kuvveti] yıprattırılmış, vesaiti müdafaası [müdafaa vasıtaları] gasp olunmuş, maneviyatı, mukaddesatı duçarı tecavüz olmuş [tecavüze uğramış] elim [acı] bir vaziyette bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen mevcudiyetini ve bağımsızlığını kurtarmaya karar verdi. Bu kararında muvaffak olabilmek için bütün milletin kendine bir hedefi hareket [hareket hedefi] tespit etmesi lazım geliyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde behemehâl [mutlaka] muvaffak olmayı gayei emel [nihai emel] telakki [kabul] etmesi icap ediyordu. Millet bütün mevcudiyetiyle, bütün fedakârlığıyla, bütün imanıyla o hedefe beraber yürüsün ve behemehâl [mutlaka] muvaffak olsun lazımdı. Efendiler, o hedef burası idi. Gayei emel [nihai emel] olan muvaffakiyet, burada ihraz olunan [kazanılan] zafer idi.
Efendiler, milletimiz bundan sonraki mesaisinde de muvaffak olabilmek için, milli hedefini bütün vuzuh [açıklık] ve katiyetle, tekmil vatandaşların nazarında [gözünde] ve vicdanında bütün parlaklığı ile tespit ve tayin etmiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz, milletin mefkûresi tesmiye ediniz [diye adlandırınız]. Fakat bu unvanı verirken dikkat ediniz ki, hayali bir manaya kendimizi kaptırmayalım.
Efendiler, milletimizin hedefi, milletimizin mefkûresi, bütün cihanda tam manasıyla medeni bir heyeti içtimaiye [toplum] olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her kavmin mevcudiyeti, kıymeti, hürriyet ve istiklali [bağımsızlık hakkı], malik [sahip] olduğu ve yapacağı medeni eserlerle mütenasiptir [orantılıdır]. Medeni eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan kavimler, hürriyet ve istiklallerinden [bağımsızlıklarından] tecrit olunmaya mahkûmdurlar. Tarihi beşeriyet [insanlık tarihi], baştanbaşa bu dediğimi teyit etmektedir. Medeniyet yolunda yürümek ve muvaffak olmak, şartı hayattır [hayat şartıdır]. Bu yol üzerinde tevakkuf edenler [duraklayanlar] veyahut bu yol üzerinde ileri değil, geriye bakmak cehil [cehalet] ve gafletinde bulunanlar, medeniyeti umumiyenin [medeniyetin] huruşan seyli [coşkun seli] altında boğulmaya mahkûmdurlar.
Efendiler, medeniyet yolunda muvaffakiyet teceddüde [yeniliğe] vabestedir [bağlıdır]. İçtimai hayatta [toplumsal hayatta], iktisadi hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak olmak için yegâne tekâmül [gelişme] ve terakki [ilerleme] yolu budur. Hayat ve maişete [günlük işlere] hâkim olan ahkâmın [hükümlerin] zamanla tağyir [değişme], tekâmül [gelişme] ve teceddüdü [yenilenmesi] zaruridir. Medeniyetin ihtiraları [yenilikleri], fennin harikaları, cihanı tahavvülden tahavvüle [değişimden değişime] duçar ettiği [uğrattığı] bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziperestlikle muhafazai mevcudiyet [mevcudiyeti muhafaza] mümkün değildir. Medeniyetten bahsederken şunu da katiyetle beyan etmeliyim ki, medeniyetin esası, terakki [ilerleme] ve kuvvetin temeli aile hayatındadır. Bu hayatta fenalık, muhakkak içtimai [toplumsal], iktisadi, siyasi acze mucip [sebep] olur. Aileyi teşkil eden kadın ve erkek unsurların hukuku tabiiyelerine [tabii haklarına] malik [sahip] olmaları, aile vazifelerini idareye muktedir bulunmaları gereklidir.
Efendiler, milletimiz burada tesit ettiğimiz [kutladığımız] büyük zaferden daha mühim bir zafer peşindedir. O zaferin idraki, milletimizin iktisat sahasındaki muvaffakiyetleriyle mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, iktisaden zayıf bir millet fakirlik ve sefaletten kurtulamaz. Kuvvetli bir medeniyete, refah ve saadete kavuşamaz; içtimai [toplumsal] ve siyasi felaketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin idaresindeki muvaffakiyet de iktisadiyatındaki müktesebat [kazanımlar] derecesiyle mütenasip [orantılı] olur. Hiçbir medeni devlet yoktur ki ordu ve donanmasından evvel iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklal [bağımsızlık] müdafaası için vücudu lazım olan bütün kuvvetler ve vasıtalar, iktisadiyatın inbisat [genişlemesi] ve inkişafıyla [gelişmesiyle] mükemmel olabilir.
Milletimizin mutasayyıf [sahip] olduğu kuvvetli seciye, sarsılmaz irade, ateşin [ateşli] milliyetperverlik, iktisadi muvaffakiyetten nebean edecek [kaynaklanacak] feyizlerle de layık olduğu derecede takviye olunmak zaruridir. Asır mübarezesinde [mücadelesinde] milletimizi muvaffak edecek bir iktisadi hayat teminini istihdaf eden [hedefleyen] umumi [genel] maarif ve terbiye sistemlerimiz, her gün daha çok esaslaşacak ve elbette muvaffak olacaktır.
Efendiler, artık bugün hayat ve insaniyet icapları bütün hakikatiyle tecelli etmiştir. Bunlara mugayir [aykırı] olan rivayetler ahlak ve imana esas olamaz. Hakikat tecelli edince kezb [yalan] ortadan kalkar.
Safsatalar, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her türlü teali [yükselme] ve tekemmüle [gelişmeye] müsteit [kabiliyetli] olan milletimizin içtimai ve fikri inkılap hatvelerini [adımlarını] kısaltmak isteyen mânialar behemehâl [mutlaka] bertaraf edilmelidir.
Efendiler, son sözlerimi münhasıran [bilhassa] memleketimizin gençliğine tevcih etmek istiyorum.
Gençler!
Cesaretimizi takviye eden ve idame [devam] ettiren sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve irfan ile insanlık meziyetinin, vatan muhabbetinin, fikir hürriyetinin en kıymetli timsali olacaksınız.
Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizsiniz! Cumhuriyet’i biz tesis ettik; onu ila ve idame [yükseltecek ve devam] ettirecek sizsiniz.
Arkadaşlar, bu gaza ve şehadet diyarını terk ederken “Şehit Asker“i hep beraber hürmet ve tazimle selamlayalım. [3, 4, 5]
DİPNOTLAR
[1] Meçhul Asker Anıtı (Zafertepeçalköy Şehit Sancaktar Mehmetçik Anıtı)
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 31 Ağustos 1924, No:1207, s.1, sütun:3-6
[3] Hâkimiyet-i Milliye, 31 Ağustos 1924, No:1207, s. 2, sütun:1-4
[4] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I-III, AKDTYK Atatürk Araştırma Merkezi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1997, s. 179 (623)-188 (632)
[5] Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt:16 (1924), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 281-289
You may like
Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak’ın 30 Ağustos Zaferine ve İzmir’in Kurtuluşuna Ait Hatıraları
Birinci İnönü Muharebesi (6-11 Ocak 1921)
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşması
İkinci İnönü Muharebesi (23 Mart-1 Nisan 1921)
TÜRK İSTİKLAL HARBİNDE 5. SÜVARİ KOLORDUSU KUMANDANI FAHRETTİN ALTAY PAŞA’NIN ANLATIMIYLA BÜYÜK TAARRUZ’DA TÜRK SÜVARİSİ (2)
TÜRK İSTİKLAL HARBİNDE 5. SÜVARİ KOLORDUSU KUMANDANI FAHRETTİN ALTAY PAŞA’NIN ANLATIMIYLA BÜYÜK TAARRUZ’DA TÜRK SÜVARİSİ (1)
Türk İstiklâl Mücadelesi
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Published
2 ay agoon
Kasım 17, 2024By
drkemalkocak(1 Kasım 1922)
Sadrazam Tevfik Paşa 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta [1], Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye varlığını sürdürecek bir unsur olarak görmüş, hatta Barış Konferansı’nda İstanbul Hükûmetinin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın son vazifesini yapmasını bekler vaziyette bulunmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim 1922 tarihli telgrafta [2], “…Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin tarihi teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vaziülyet ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti olduğu”nu belirtmiş, aynı kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükûmeti’nin temsil edeceğini bildirmiştir. Hamit Bey, Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde edememiştir.
27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara Hükûmetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılacak konferansa davet ettiler. 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirmiş, 29 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta[3], birlikte katılma teklifinde bulunulmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği ortadan kaldırmak için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiştir. Bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde konuşma yapmalarını istemiştir. Bu istek kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân edilmesini teklif etmiştir.
Sadrazam Tevfik Paşa’nın barış konferansına birlikte katılma teklifi TBMM’de büyük tepki ile karşılanmıştır. Bu konu, 30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde görüşülmüştür. Vahideddin’in ve Hükûmetlerinin Millî Mücadeledeki karşı icraatları açıklanarak saltanat makamını suçlayan konuşmalar yapılmıştır. Bu sebeple kimi mebuslar İstanbul Hükûmetinin konferansa katılma haklarının bulunmadığını ifade ederken, kimileri de İstanbul Hükûmetinin yok sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını istemişlerdir. Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen 81 imzalı altı maddelik önerge [4] Meclis Başkanlığına sunulmuş, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamamış ve 1 Kasım Çarşamba günü tekrar oylama yapılmak üzere oturuma son verilmiştir. TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının mecburi olduğuna dair açıklamada bulunmuştur. 1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu tekrar gündeme getirilmiştir.
Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine yönelik değişiklik teklifinde bulundular[5]. Teklifte, hilâfetin Türklere, özellikle Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine açıklık getirilmiştir. İkinci Grup liderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik bir önergede[6], İstanbul Hükûmetinin 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı belirtilmiş olmasına rağmen saltanatın kaldırılmasına yönelik herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Bu önerge sadece İstanbul Hükûmeti’ni hedef almıştır. Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini, tarihten örnekler vererek açıklamış neticede söz konusu tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden meydana gelen ortak komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.
Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında; hâkimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini, milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini ifade etmiştir. Bu konuşmayla aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.
TBMM Genel Kurulunun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla kabul edilen iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na [7] göre; saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir. Aynı kararda İstanbul Hükûmetinin varlığına son verilmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı
Numara: 308
Birkaç asırdır Saray ve Bab-ı Âlinin cehâlet ve sefâhati yüzünden devlet azim felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda, Osmanlı İmparatorluğunun müessisi ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti, Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Bab-ı Âli aleyhine mücâhedeye atılarak Türkiye’de Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti ve ordularını bitteşkil harici düşmanlar, Saray ve Bab-ı Âli ile fiilen ve müsellahan ve malum müşkilât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidâle girişmiş, bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur.
Türk milleti, Saray ve Bab-ı Âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle icrai ve teşri kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-ı hükümraniyi milletin nefsinde cem eylemiştir.
Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve milli bir Türkiye devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayr-i meşru ecnebi kuvvete ve müzâheret-i milliyeye malik olmayıp bir zıll-ı zâil halindedir. Millet, şahsi hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefâhati esası üzerine müessis bir saltanat yerine, asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk Hükûmeti idaresi tesis ve vaz’edilmiştir.
Hal böyle iken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesâi etmiş olanların elan hukuk-ı hilâfet ve saltanat ve hukuk-ı hanedandan bahs eylemelerini görmekle müstekreh-i hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka’ı bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi bervechi ati mevadı neşr ve ilâna karar vermiştir:
1-Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinad etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dâhilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinden başka şekl-i Hükûmeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hâkimiyet-i şahsiyeye müstenid olan İstanbul’daki şekl-i Hükûmeti 16 Mart 1336’dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.
2-Hilâfet; Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu Hanedanın ilmen ve ahlâken erşed ve eslâh olanı intihap olunur. Türkiye devleti makam-ı hilâfetin istinatgâhıdır.
1-2 Teşrinisani 1338 [1-2 Kasım 1922]
DİP NOTLAR
[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 269; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 260, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1236-1237
[2] Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 262, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1237
[3] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 263, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982,s.1238-1239
[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 292-293
[5] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304
[6] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304-305
[7] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 313-314; Büyük Millet Meclisi Kavanin Mecmuası, Cilt:1, s. 487-488; Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk İnkılâbı Kanunlar-Kararlar Tamimler-Bildiriler Belgeler-Gerekçe ve Tutanaklarıyla- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, s. 286-288
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Published
3 ay agoon
Ekim 26, 2024By
drkemalkocak(22 Eylül 1923)
Giriş
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.
Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri yanında yabancı asker ve siyasi temsilciler ve gazetecilerle temas ve görüşmeleri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır. Bu kapsamda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nöye Fraye Prese [Neue Freie Presse] adındaki Avusturya gazetesi muhabirine verdiği “Cumhuriyetin ilanını öngören” demeç, Osmanlı Türkçesi ile yayımlandığı [Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3]’ten çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
***
Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Viyana’da münteşir [yayımlanan] “Nöye Fraye Prese” [Neue Freie Presse] namındaki Avusturya gazetesine vaki beyanatının asıl metni.
Ankara, 26 [Eylül 1923], (A. A.) – İki üç günden beri Ankara ve İstanbul gazetelerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne atfedilen beyanat, salahiyettar olmayan zevat tarafından neşredilmiştir [yayımlanmıştır]. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin şehrimizde bulunan Nöye Fraye Prese Muhabiri Mösyö Jozef Hans Lazar’a vaki olan beyanatı aynen ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
Muharririn [yazarın], Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki müstakbel tadilatın [gelecekteki değişikliğin] ne olacağı hakkındaki sualine [sorusuna] Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri şu suretle cevap vermiştir:
–Yeni Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim:
“Hâkimiyet bila kaydu şart [kayıtsız şartsız] milletindir. İcra kudreti, teşri kudreti [kanun yapma] salahiyeti, milletin yegâne hakiki mümessili [temsilcisi] olan Meclis’te tecelli etmiş ve toplanmıştır.“
Bu iki maddeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir [özetlemek mümkündür]: “Cumhuriyet“.
Yeni Türkiye’nin umur-ı teceddüdü [yenileşme işi] daha nihayet bulmamıştır. Ancak yolun sonuna kadar gidilmelidir. Harpten sonra Türk Teşkilatı Esasiye’sinin inkişafı [gelişmesi] henüz kati bir şekil almış addedilemez [sayılamaz]. Tadilat [değişiklikler] ve tashihat [düzeltmeler] yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir. İkmaline [tamamlanmasına] başlanan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yakın bir atide [gelecekte] bu meseleye ait hükûmet teklifatı [teklifleri] Meclis’e arz edilecektir. Bu teklifatın [tekliflerin] bütün mevadı [maddeleri] Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun inkişaf [gelişme] ve ikmaline [tamamlanmasına] ait bulunacaktır.
Bütün Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler nasıl esas itibariyle yekdiğerinden ayrı değilse ve aralarındaki fark nasıl yalnız şekle ait bulunuyorsa, Türkiye’nin da bu cumhuriyetlerden farkı sırf bir şekil meselesidir. Diğer cumhuriyet usulüyle idare edilen memleketlerde olduğu gibi bizim de hâkimiyete malik [sahip] bir parlamentomuz vardır. Yalnız bizde Büyük Millet Meclisi hem teşri [kanun yapma] hem de icrai salahiyete maliktir [icra salahiyetine sahiptir]. Başka yerde olduğu gibi, bizde de vekiller kendi vekâletlerine ait işlerden mesuldürler. Başka yerlerde yeni Türkiye devleti icra vekillerinin Millet Meclisi elinde bir oyuncak olduğu zannediliyor; bu, hatadır. Vekillerin mesuliyetine ve vazifesine ait meselede, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yapılacak tadilat ile [değişikliklerle] tespit edilmiş olacaktır. Netice itibariyle reisicumhurdan, reisi hükûmetten [hükûmet reisinden] ve mesul vekillerden müteşekkil bir hükûmet teşkil edeceğiz.
Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendiliğinden zahir olur [ortaya çıkar]: Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.
S[ual] – Avrupa’da, Türkiye’nin Avrupa’ya ve Garplılığa [Batılılığa] husumeti [düşmanlığı] bulunduğu fikri vardır. Türk matbuatında da bu nokta hakkında bir münakaşa açılmıştı. Bu münakaşada Garplılık müdafaa ediliyor veya aleyhinde bulunuluyordu. Bu hususta ne düşünülüyor?
C[evap] – Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa akvamı [milletleri] arasında Türklere karşı kin ve husumet [düşmanlık] fikirleri telkin etmişlerdir. Garp zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler, hususi [özel] bir zihniyet vücuda getirmişlerdir. Bu zihniyet hala her şeye ve bütün hadisata [hadiselere] rağmen mevcuttur. Ve Avrupa’da hala Türk’ün her türlü terakkiye [ilerlemeye] hasım [düşman] bir adam olduğu, manen ve fikren inkişafa [gelişmeye] gayr-i müstaid [kabiliyetsiz] bir adam olduğu zannedilmektedir. Bu, azim [büyük] bir hatadır. Cevabımı basitleştirmek için size şu misali serdedeceğim [vereceğim]: Farz ediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait muhya [vasıtalar hazır], diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. Bu vesait fıkdanından [vasıta yokluğundan] başka ikincinin manevi ruhu da diğerinden hiç farkı ve maduniyeti [geriliği] yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyettedir. Bizi madun [geri] olmaya mahkûm bir kavim olarak tanımakla iktifa etmemiş [yetinmemiş] olan Garp, harabiyetimizi [haraplığımızı] tacil [çabuklaştırmak] için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Garp ve Şark [Doğu] zihinlerinde yekdiğeriyle muarız [çatışan] iki prensip mevzu bahs [söz konusu] olduğu vakit, bunun en mühim menbaını [kaynağını] bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da mütemadiyen [devamlı] olarak mücadele ettiğimiz bu zihniyet mevcuttur.
İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri Türk milletinin Avrupa ile temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icray-ı hükûmet [hükûmet icra] etmişler ve Türk milletini terakkiden [ilerlemeden] hariç bırakmışlardır.
Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha ziyade açmakta ve gerek dâhilde ve gerek hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin mütemeddin [medeni] milletlerle temasını teshil etmek [kolaylaştırmak] menafimiz [menfaatlarımız] mukteziyatındandır [gereklerindendir].
Bu temasın, münasebetlerin yeniden tesisini yalnız arzu etmekle kalmıyoruz, onları inkişaf ettirmek [geliştirmek] için her şeyi yapıyoruz. Bu tavrımız, çok açık ve tartışmasız olarak, Türklerin zenofobisi [yabancı korkusu] bulunduğu şeklindeki yanlış zannı çürütmektedir.
Matbuatla milliyetperver Türkiye’nin ecnebi [yabancı] düşmanı olduğu ilan edilirse, büyük bir hata irtikâp edilmiş [işlenmiş] ve hakikaten mevcut olan şeyin aksi iddia edilmiş olur.
İkinci noktaya gelince, yani Türk matbuatında da Garplılık [Batılılık] ve Şarklılık [Doğululuk] münakaşası açıldığına gelince, matbuat, istediği bahiste istediği veçhile [şekilde] tefsiratta [yorumlarda] bulunabilir. Matbuat, hiçbir veçhile [şekilde] tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz. Benim bu hususta şahsi nokta-ı nazarım [görüşüm] şudur ki, muhafazakâr olan ve bu hususta yalnız olan Tevhidi Efkâr’ın karşısında Türk matbuatının kesreti [çoğunluğu] var. Bu matbuat Garplılaşmak [Batılılaşmak] veçhesini [yönünü] müdafaa ediyor. Tevhidi Efkâr’ın fikri bizim inkişafımızın [gelişmemizin] Garp usulünde vaki olmasını tadil edemez [değiştiremez]. Onun hareketi Garp matbuatına karşı aksülamel [tepki] diye telakki [kabul] edilebilir. O Garp matbuatı ki, ekseriyeti [çoğunluğu] mukaddema [başlangıçta] bizim aleyhimizde bulunuyordu. Vaki olan tebeddülata [değişikliklere] rağmen eski metotlarını değiştirmiyorlar.
S – Lozan sulhu [barışı] hakkındaki fikr-i devletlileri [devletlilerinin fikri]?
C – Lozan sulhu heyet-i umumiyesi [bütünü] itibariyle bizi tatmin ediyor. Biz bu muahedeye [antlaşmaya] tamamıyla riayet edeceğiz. Buna rağmen şunu söylemekten kendimizi men edemeyiz ki, daha taleplerimiz vardır ve bunların kuvveden [düşünceden] fiile çıktığını ahiren [son zamanda] Avrupa akvamının [milletlerinin] zihinlerinde vaki olan Türkiye’ye müsait yeni bir temayül [eğilim] vasıtasıyla görmek istiyoruz.
Muallak mesail [meseleler] için dostane tarz-ı tasfiyeler [çözüm tarzları] bulunacağını ümit etmek istiyoruz. Uzak bir atide [gelecekte] değil yakın bir istikbalde [gelecekte] şimdiye kadar halledilemeyen mesailin [meselelerin] kati hal şekline iktiran ettiğini [kavuştuğunu] görmek istiyoruz.
[Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3;
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 16 (1924), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-119]
Türk İstiklâl Mücadelesi
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
Published
3 ay agoon
Ekim 25, 2024By
drkemalkocak[25 Ekim 1924]
Giriş
Türk sosyolojisinin kurucusu ve Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürlerinden biri olan Ziya GÖKALP [1], “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözünü sarf eden Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en fazla etkilendiği kişiler arasında yer alır.
Vefatının 100. yıldönümünde Ziya Gökalp’i minnet ve rahmetle anarım. Bu münasebetle başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devleti uğrunda hizmet eden bilim, kültür, sanat, devlet, asker ve siyaset adamları ile Türk Mehmetçiklerinden bu dünyadan göç edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.
Hafızalarımızı tazeleyip zihin jimnastiği yapmak amacıyla GÖKALP’in vefatının ertesi günü [Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3]’te yayımlanan “Hamdullah Suphi [TANRIÖVER],” ve “Ziya Gökalp Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Ziyaı” başlıklı haber metinleri Osmanlı Türkçesi’nden çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
***
ZİYA GÖKALP
“Ne elim bir haberle dilhunuz [içimiz kan ağlıyor]. Türk milliyetperverleri bir baş, hakiki bir mürşit kaybettiler. Türkçülük mefkûresinin bir meşalesi olan bu asil zekâ, kendi izinde yürüyecek binlerce muakkip [takipçi] bıraktı. Onun Türk tarihini, Türk içtimaiyatını, Türk harsını aydınlatan tahlil ve tasnif kuvveti, asırlardır ruhumuzda biriken karanlıkları derece derece eritmişti. Geçtiği yol evvelce bir izdi, şimdi bir şehrahtır [ana yoldur]. Türk vatanı en aziz evladından birini kaybetmekle taziye edilmek lazım gelen bir felakete uğradı. Ziya Gökalp’in hatırası önünde başlarımızı eğdiğimiz bu acı dakikalarda, tesellimiz odur ki, onun ufkumuzda dalgalandırdığı manevi bayrağı yere düşürmeyecek bir gençlik; memleketin her köşesinde bu imanın mahfuziyeti [korunması] için ayakta silahlanmış duruyor.” [2]
Hamdullah Suphi [TANRIÖVER]
***
BÜYÜK ÂLİM ZİYA GÖKALP’İN ZİYAI
Diyarbakır Mebus-ı Muhteremi; çok kıymetli eserlerini Türklüğe ve gençliğe hatıra bırakarak aramızdan ebediyen ayrılmıştır
Reisicumhurumuz ve İsmet Paşa hazeratı birer telgrafla merhum müşarünileyhin [adı geçenin] ailesine teessürlerini [üzüntülerini] iblağ buyurmuşlardır [bildirmişlerdir]. Bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşkil edilmiştir.
***
Bir müddetten beri rahatsız bulunan ve son günlerde hastalığının şiddetlenmesi dolayısıyla hastahaneye nakledilen Diyarbakır Mebusu Ziya Gökalp Bey üstadımız dün [25 Ekim 1924] sabaha karşı irtihal-i dar-ı beka [ahirete göç] eylemiş ve bu müellim [elem veren] haber şehrimizde birden bire şayi olarak [duyularak] umumi ve derin bir teessürle [keder ve üzüntüyle] karşılanmıştır.
Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleriyle Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri merhum müşarünileyhin ailesine birer taziye telgrafı çekmek suretiyle teessürlerini iblağ buyurdukları gibi hükumet tarafından lazım gelenlere cenaze merasiminin pek mutantan bir surette icrası için de emirler verilmiştir.
İstanbul’da icra edilecek olan cenaze merasiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi namına orada bulunan İkinci Reis Vekili Şarkikarahisar Mebusu Ali Sururi Bey hazır bulunacaktır. Merhum müşarünileyhin ailesine bu devreye ait olan tahsisatın kâmilen verilmesi ve ayrıca hidmet-i vataniye [vatana hizmet] tertibinden maaş tahsisi takarrür etmiştir [kararlaştırılmıştır]. Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa Hazretleri ordu namına, beyan-ı taziyet edilmesini Üçüncü Kolordu Kumandanlığına ve Maarif Vekili Vasıf Bey Efendi de cenaze merasiminin icra edildiği gün bütün mekteplerin kapatılmasını ve bilumum muallimlerle talebelerin merasime iştirak etmelerini İstanbul’daki memurin-i aidesine emreylemişlerdir.
Vasıf Bey Efendi merhumun ailesine çektikleri telgrafta; kendisiyle beraber bilumum muallimlerin muhtaç-ı taziye ve teselliye bir halde olduklarını ve merhumun hatırasının gençlik için kuvvetli bir menba-ı ilham [ilham kaynağı] olacağını ve bir arzuları varsa muhatap olmak istediğini bildirmiş ve ayrıca Muallimler Birliği, Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyelerince telgrafla beyan-ı tessesür ve arz-ı taziyet olunmuştur.
Dün gece Ankara’da Türkçülük Cereyanının maruf simaları, mebuslar ve Türkçü gençler bir içtima akdederek [toplantı yaparak] bir “Ziya Gökalp Cemiyeti” tesis etmişlerdir. Cemiyetin Birinci Reisliğine Sinop Mebusu sabık Sıhhiye Vekili Doktor Ziya Nur Bey, İkinci Reisliğine Zonguldak Mebusu Ragıp beyler bil ittifak intihap edilmişlerdir [seçilmişlerdir]. Cemiyet Ziya Gökalp Beyin bütün Türk şehirlerindeki muhiplerinden ve talebesinden taazzuv edecektir [meydana gelecektir]. Cemiyetin programı ve gayesi; Ziya Gökalp Beyin kitaplarının tabı [basımı], yazılarının ve hatıralarının cemi [toplanması] ve ihtifallerinin [törenlerinin] tertibi olacaktır.
Diğer taraftan “Türk Ocakları Merkez Heyeti ve Hars Heyeti” ve “Ziya Gökalp Cemiyeti” şu suretle derin teessürlerini ve hissiyat-ı taziyetkaranelerini ifade etmektedirler:
“Türklüğe ve Türk Ocaklarına ifa ettiği layemut [ölmez] hidmetler ile kalbimizde ebediyen yaşayacak bir minnet ve şükran hatırası bırakmış olan büyük âlim ve rehber Ziya Gökalp’in vefatı dolayısıyla Türk milletine en samimi taziyetlerimizi ve memleketin umumi kederine bütün mevcudiyetimizle iştirak ettiğimizi beyan ederiz.”
Anadolu Ajansı da şu satırlarla teessürlerini bildirmektedir:
“Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadelenin ruhu ve istinatgâhı olan milliyet fikirlerini neşretmek hususunda Ziya Gökalp Beyin ifa ettiği hidmetler Türk milletinin kalbinde ebedi bir minnet bırakmıştır. Anadolu Ajansı bu büyük ziya [kayıp] karşısında duyduğu derin teessürleri beyan ve Türk milletini bütün ruhuyla taziye eder [başsağlığı diler].”
Üstadın son hayatına ait ajans tarafından verilen malumat ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
Ajans ve matbuat mensubini [mensupları] namına üstat Ziya Gökalp Beyi 23 Teşirinievvel’de [23 Ekim 1924] ziyaret eden Anadolu Ajansının İstanbul mümessili [temsilcisi] Edhem Hidayet Bey o günkü tarihle şu telgrafı ajansa göndermiştir:
“İstanbul: 23 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beye gittim. Çok dalgın, etrafındakileri tanıyamaz bir halde idi. Hiçbir şey söyleyemiyor ve ızdırap alameti gösteriyordu. Dünkü konsültasyon neticesinde kati olmamak üzere dimağında iltihap olduğu teşhis edildiğini ve doktorların ümitvar bulunmadığını biraderi Nihad Bey ifade etti. Kemal-i teessürle arz ederim.”
Anadolu Ajansının üstadın hastalığına ve irtihaline dair müteakip telgrafları da ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
İstanbul: 24 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beyin vaziyet-i sıhhiyesine [sağlık durumuna] dair bu akşamki tabip raporu ber-vech-i atidir:
“Hastanın ahval-i umumiyesi git gide kesb-i vahamet ediyor. Hastalık süratle seyrini takip ediyor. Ziya Bey artık etrafındakileri tanımıyor. Kalp mukavemet ediyor. Hastalığın vahameti bütün kuvvetiyle bakidir.” [2]
DİP NOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ziya-gokalp-1876-1924/
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)