Mustafa Kemal Atatürk
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Hastalığı, Vasiyeti ve Ölümü (3)
Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
Cumhuriyet bayramının ertesi günüydü. Akşama doğru iki saat için saraydan ayrılmış, fakat gittiğim yerin adresini nöbetçi yaverine bırakmıştım. Saraydan ayrılalı henüz bir saat bile olmamıştı ki, hizmetime bakan Ali geldi. Başyaver tarafından aratıldığımı ve hemen saraya dönmemin istendiğini söyledi.
Hiç beğenmediğim bu haber beni çok heyecanlandırdı. Mutlaka kötü bir durumla karşılaşacakmışım gibi bir önsezinin etkisi altındaydım. Hızla saraya döndüm. Başyaverin odasındakiler üzgün, bitkin bir haldeydiler. Heyecanlı ve telaşlı halimi görünce beni teselli etmek istediler:
“Bir şey yok. Yalnız biraz ateşleri yükseldi, doktorları yanındadırlar.”
Hemen koşarak odasına girdim. Baktım ki aziz Atatürk dalgın, kendini bilmez bir durumda yatıyor. Bütün doktorları yanında ve işbaşında… Kimisi ilaç hazırlıyor, kimisi şırınga yapıyor, kimisi nabzını kontrol ediyor, kimisi göz kapaklarını açarak göz hareketlerini ve göz hassasiyetini inceliyordu. Sevgili Atatürk komaya girmiş, o levent gibi, o heykel gibi adam şimdi sessizce sırtüstü yatıyordu.
İsmet Paşa, son görevini neden yapamadı?
Atatürk’ün ölüm döşeğinde yatması bazı insanları türlü hesaplara, ihtiraslara sürüklemiyor değildi. Arkadaşları, çevresinde ve yanında bulunanlar, O’nu sevenler ve bütün bir millet ise gözyaşı döküyordu. Herkes O’na karşı son görevini yapmaya çalışıyordu. Yakınları, büyük bir sadakatle yatağının çevresinde pervane idiler. Gözyaşlarını, acılarını içlerine akıtıyorlardı.
Başbakanlık görevinden uzaklaştırıldıktan sonra Atatürk’le ilişkisini kesen İsmet İnönü’den ise ses seda çıkmıyordu. Hükümetin, Atatürk’ün sağlık durumunu İsmet Paşa’ya adeta bir rapor halinde verdiği söyleniyordu.
Duyduğumuza göre bir kez Kazım Özalp, Atatürk’ü hasta yatağında ziyaret etmesi için ikna etmişti. İstanbul’a gelmek üzere trende yeri bile hazırlanmıştı. Hatta Gazi istasyonundan trene binmesi kararlaştırılmış, fakat herhangi üzücü bir olaya sebep olmamak için bu ziyaret ertelenmişti. Refik Saydam, şu sözlerle İsmet Paşa’nın ziyaretine engel olmuştu:
“Eğer gidersen vagonun altında yatarım, beni çiğner öyle gidersin!”
İsmet Paşa’nın bu sözler ve telkinler üzerine gelip Atatürk’e son görevini yapmadığı söyleniyordu. Ancak İsmet Paşa, Vedit Bey aracılığıyla Atatürk’e bir mektup göndermişti. Vedit Bey bu mektubu, Hasan Rıza Soyak’ın da hazır bulunduğu bir sırada Atatürk’e takdim etmişti. Mektubun içeriğinin ne olduğunu ise hiçbir zaman öğrenemeyecektik.
Atatürk’ün hastalığının ümitsiz bir safhaya girdiğini haber alan Londra Büyükelçisi Fethi Okyar, o sıralarda görevini bırakarak İstanbul’a gelmişti. O kargaşa arasındaki gelişinin sebebini kısa sürede öğrendik. Fethi Bey, Salih Bozok’u aracı koyarak, milletvekili olmak istediğinin Atatürk’e bildirilmesini istiyordu.
Salih Bozok, Fethi Bey’in bu arzusunu benim yanımda Atatürk’e söylemişti. Atatürk, tek bir kelime ile olsun cevap vermedi. Birkaç gün sonra tesadüfen yine benim hazır bulunduğum bir sırada Salih Bozok, Fethi Bey’in ricasını Atatürk’e tekrarladı. O an hala gözümün önündedir. Atatürk bu kez sükûnetle cevap verdi:
“Fethi Bey’in mebusluk istemesinin sebebi neymiş? Niçin mebusluk istiyor? O, mebus olarak kalır mı? Ben onun ne istediğini anlıyorum ama… ”
Atatürk sözü burada kesmiş, Salih Bozok da fazla bir şey söyleyememişti. Yalnız Fethi Bey’in iki gün sonra görevi başında olması gerektiği kendisine hatırlatıldı. Buna rağmen İstanbul’ da kalmaya ve saray ziyaretlerine devam etti. Hemen hemen her gün, her saat saraya geliyor, fakat Atatürk’ü göremiyordu.
Fethi Bey, Atatürk’ün ölüm gününe kadar bekledi. Cumhurbaşkanı adayı belirlenince hemen Ankara’ya giderek İsmet İnönü ile görüştü. Ertesi akşam da Londra’ya, görevinin başına döndü.
Fethi Bey, kısa bir süre sonra tekrar Ankara’ya gelerek hiç hoşlanmadığı Refik Saydam’ın kabinesinde adalet bakanı olarak yer alacaktı.
Cafer Tayyar Paşa’nın bana anlattığı bir olayı da buraya aktarmaktan kendimi alamayacağım:
Cafer Tayyar Paşa, Atatürk’ün vefat ettiğini o sabah gazetelerden öğrenir. Gözyaşlarını tutamaz. O üzüntü sırasında aklıma gelen ilk kişi, Atatürk’ün ve kendisinin en eski arkadaşlarından Fethi Okyar olur. Onun da en az kendisi kadar üzgün olduğunu düşünerek, kalkar evine gider. Fethi Bey’le karşılaşır karşılaşmaz onu teselli etmek ister. Fethi Bey’in cevabı ise şu olur:
“İyi oldu, hatta geç bile kaldı!”
Cafer Tayyar Paşa yıldırımla çarpılmışa döner. Arkadaşına der ki:
“Fethi Bey, benim çektiklerimi bilirsin. Böyle bir küskünlük göstermek gerekirse, onu ben yapmalıyım. Fakat bunu asla yapmam. Çünkü aramızdaki anlaşmazlığa rağmen O’nun vatanseverliğini, arkadaşlığını hiçbir zaman unutamam. Sana yazıklar olsun! Bu durum karşısında seninle olan her türlü ilişkim bitmiştir.”
Cafer Tayyar Paşa, bu olaydan sonra hemen Fethi Bey’in yanından ayrılacak ve bir daha da onunla karşı karşıya gelmeyecektir.
Dünya savaşı çıkacağını biliyordu
Atatürk artık son günlerini yaşıyordu. Bu arada Başbakan Celal Bayar İstanbul’a gelmişti. Atatürk’ü ziyaret ederek bütçe hakkında bilgi sunacaktı. Doktorlar Bayar’ dan, Atatürk’ü sadece çeyrek saat kadar meşgul etmesini rica etmişlerdi.
Bayar, Atatürk’e bütçe hakkında bilgi sunuyordu. Fakat açıklamalarının çeyrek saate sığmasına imkân yoktu. Zamanı biraz aşınca doktorlar Bayar’ı uyarmak için Afet İnan Hanım’ı içeriye gönderdiler. Zeki Atatürk’ün gözünden hiçbir şey kaçmazdı. Afet Hanım’ın ne amaçla içeriye girdiğini hemen anladı ve ona dedi ki:
“Afet, otur, otur. Bayar bak ne güzel şeyler hazırlamış, dinle.”
Bayar’ın arz ettiği bütçede, birkaç yerde kurulacak fabrikalardan söz ediyordu. Başbakana göre bunlar, bütçeye yük olmaksızın yapılacaktı. Atatürk, Bayar’ı dikkatle dinledikten sonra şunları söyledi:
“Çocuğum, ne yapılacaksa çabuk yapılmalı. İki yıllık bir zamanınız var. Behemehâl dünya bir savaşa gidiyor. B u durum karşısında bütçe görüşlerine ve formüllerine uyarak hareketsiz kalmak doğru değildir.”
Atatürk şöyle düşünüyordu:
“En büyük kusurumuz dünyadan geri kalmaktır. Gerçekten de bütün gelişme hamlelerinde maalesef biz geri bırakılmışızdır. Bunu telafi etmek, medeni dünyanın seviyesine erişmek için bütçe veya buna paralel birtakım formalitelere ve prensiplere iltifat edilemez. Fertler yapacak, şirketler yapacak, hükümet yapacak, velhasıl işler hiçbir engele uğramaksızın yapılacak. Ancak aynı seviyeye geldikten sonradır ki formalitelere, bütçe ahkâmına tabi olmak zarureti hâsıl olacaktır.”
“Bu doktorlar adamı yaşatıyorlar!”
Atatürk’ün durumu saatten saate daha da ağırlaşıyor, durum resmi bildirilerle millete açıklanıyordu. Dalgın ve bitkin olarak yatan Atatürk’ün gözleri nadiren açılıyordu. Herkesin hayranlığını kazanan o güzel mavi gözler artık eski parlaklığını kaybetmiş, solgunlaşmıştı. Hiçbirimizle konuşmuyordu. Sadece:
“Aman dil, dil efendim” diye bir şeyler söylüyordu. Bu sözlerin ne anlama geldiğini çözmek için bütün zekâmızı kullanıyor, geçmiş olayları düşünüyor ve aralarında bir ilişki kurmaya çalışıyorduk. Fakat yine de ne demek istediğini bir türlü anlayamıyorduk.
Atatürk’ün bazı kelimelerde kendine özgü bir telaffuzu vardı. Bazı harfleri yutarak konuşurdu. Mesela “değil ” kelimesini “diyi” diye telaffuz ederdi. Son zamanlarda dil konusuna ve dil teorisine çok önem verdiği için, sayıklar gibi “Aman dil, dil efendim” mi yoksa “Aman değil, değil efendim” mi demek istiyordu? Bunu ayırmak bizim için bir türlü mümkün olmuyordu.
Bu koma hali 48 saat devam etti. Prof. Neşet Ömer Bey hemen Paris’teki Prof. Fissenger ile telefon görüşmesi yaptı. Durumu ve alınan önlemleri anlattı. Fissenger, yapılan tedaviyi ve alınan önlemleri uygun bulduğunu bildirdi.
Ertesi gün sabaha karşıydı. Hava henüz aydınlanmamıştı. Hasan Rıza Soyak’la birlikte Atatürk’ün yattığı karyolanın yanı başında duran sedeften yapılmış bir masa kenarında oturuyor, Atatürk’ü bekliyorduk. Nasıl oldu şimdi tam hatırlayamıyorum. Hasan Rıza Bey bir ara galiba masaya dayandı, masa da biraz gıcırdadı.
“Aman dil, dil efendim” diye sayıklayan Atatürk, bu gıcırtı üzerine birdenbire sustu. Bu durum bizi ümitlendirdi. Hemen yerimizden fırladık, nöbetçi doktorlara koştuk, durumu haber verdik. Neşet Ömer Bey’le Süreyya Hidayet Paşa hemen odaya geldiler. Atatürk yine dalgın yatıyordu. Doktorlar Hasan
Rıza Bey’e dediler ki:
“Sizin sesinize alışıktır, bir kere sesleniniz.”
Hasan Rıza Bey seslendi:
“Atatürk!”
Atatürk, uzun süreden beri ilk kez bu soruya cevap verdi:
“Efendim!”
Hasan Rıza, bunun üzerine tekrar sordu:
“Nasılsınız efendim?”
Atatürk bu ikinci soruyu da cevaplandırdı:
“İyiyim.”
Hepimiz sevinçten adeta titredik. Atatürk meşum komadan çıkıyordu. Doktorlar da, biz de memnunduk. Bu ümit verici belirti üzerine kendisini rahat bırakıp hep birlikte dışarı çıktık.
Artık şafak söküyordu. Salih Bozok da gelmişti. Onunla birlikte tekrar Atatürk’ün odasına girdik. İkimiz d e birer sandalye aldık. Karyolanın sağına Salih, soluna da ben oturduk. Atatürk sakin yatıyor, fakat koma durumu devam ediyordu.
Salih Bozok Atatürk’ün sağ elini, ben de sol elini alarak avuçlarının içini ve kollarını ovuşturmaya başladık. Atatürk yine aynı sözü tekrarlamaya başladı:
“Dil aman, dil efendim!”
Biz kollarını ovuştururken başını sert bir hareketle sağa, sola çevirdiği için, belki sinirlendiğini, istemediğini düşündük.
Ben sordum:
“Efendim sıkılıyorsanız bırakalım?”
Ben bu sözü söyler söylemez gözlerini açtı, bana bakarak cevap verdi:
“Hayır!”
Salih Bozok da sordu:
“Paşam, ovuşturmak efendimize iyi geliyor mu?”
Atatürk, ona da aynı cevabı verdi:
“Evet!”
Salih Bozok, aldığı bu cevaba rağmen sorusunu tekrarladı:
“Paşam, rahatsız ediyorsak bırakalım, çekilelim.”
Atatürk bu kez:
“Hayır!” diye cevap verdi ve ardından bir şeylere hayret ediyormuş gibi kendi kendine söylenmeye başladı:
“Çok şey, çok şey!”
Ümitsiz bir durumdayken beliren bu iyileşme, bizi sevinçten adeta çıldırtıyordu.
*
Atatürk’ün komaya girdiği, durumun çok ciddi olduğu Başbakan Celal Bayar’a telefonla bildirilmişti. Bayar hemen İstanbul’a geldi.
Salih Bozok’la ben Atatürk’ün kollarını ovuşturduğumuz sırada Bayar odaya girdi. Hatırımda kaldığına göre İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ ve İstanbul Komutanı Halis Paşa da Bayar’la birlikteydiler. Bayar odaya girer girmez Atatürk’e seslendim:
“Paşam, Celal Bey geldi.”
Gözlerini açtı. Bayar’a baktı ve tekrar uykuya daldı. Fakat bu kez koma hali değil, sadece uyku idi. Doktorlar durumdan memnun görünüyorlardı. Atatürk’ü dinlenmeye bıraktık ve hep birlikte odadan çıktık.
Biz odadan çıktıktan sonra nöbetçi Doktor Mim Kemal Bey Atatürk’ün yanına girmiş ve bir sandalyeye oturarak beklemeye başlamıştı. O sırada Atatürk, uykudan uyanır gibi gözlerini açmış ve Kemal Bey’e sormuştu:
“Ne oldum?”
Kemal Bey cevap vermişti:
“Derin bir uyku uyudunuz efendim!”
O gün doktorlardan başka hiçbirimiz Atatürk’ün odasına girmedik.
Çok duyarlı olan ve kendisinden hiçbir şey gizlenemeyen Atatürk, atlattığı tehlikenin farkındaydı. Mutlaka bu derin uykunun sebebini soracak ve gerçeği öğrenmek isteyecekti. Üstelik komaya girdiği zaman doktorların işini kolaylaştırmak için geniş karyoladan alınarak dar bir karyolaya geçirilmişti.
Bunların hiçbiri O’nun dikkatinden kaçacak şeyler değildi. Buna rağmen biz, sorduğu takdirde vermek üzere şu cevabı hazırladık:
“12 saat düzenli bir şekilde uyudunuz efendim!”
Bir aksilik olmaması için küçük Ülkü’yü de bu cevaba hazırladık. Bunda ne kadar isabet ettiğimiz hemen ortaya çıktı. Çünkü Atatürk biraz kendini toparlayınca hemen küçük Ülkü’yü yanına çağırmış, ondan durumunu öğrenmek istemişti. Ülkü, henüz küçücük bir çocuk olmasına rağmen kendisine verilen görevi yapmıştı:
“Çok uyudunuz!”
Atatürk’e atlattığı kornayı bildirmemek için bu şekilde çok çalışıldı. Fakat O, her şeyin farkındaydı. Nitekim Hasan Rıza Soyak sabahleyin odasına girdiğinde kendisine şöyle demişti:
“Biz gittik geldik. Bu doktorlar adamı yaşatıyorlar!”
Karyolanın neden değiştirildiğini Hasan Rıza Bey’e sormuş, o da şu cevabı vermişti:
“Temizlik yapılması gerekiyordu. Aynı zamanda bir değişiklik olur diye düşündük.”
Atatürk, sözü kesmişti:
“Neyse… Arkasını sormayacağım.”
Bundan da anlaşılıyordu ki Atatürk her şeyi biliyor, fakat belli etmek istemiyordu. Her söylenen söze inanıyor görünüyordu.
Son istediği “enginar”dı, fakat yemek nasip olmadı
Atatürk birinci komaya, birinci ponksiyondan -aşağı yukarı- dört beş gün sonra girmişti. O günden itibaren bütün doktorları artık her gün toplu halde bulunuyorlardı. Muayeneleri de toplu olarak yapıyorlardı. Prof. Neşet Ömer Bey sürekli yanında bulunuyor, diğer doktorlardan ikişer kişi nöbetleşe kalıyorlardı. Atatürk bu şekilde günün her saati, her dakikasında doktorların kontrolü altındaydı.
Sonunda koma hali geçmiş ve Atatürk nisbi bir iyiliğe yüz tutalı bir hafta kadar olmuştu. O sırada Atatürk’ün karnındaki su yine çoğalmaya, dolayısıyla da baskı artmaya başlamıştı. Atatürk yine oturmakta, uzanmakta fevkalade güçlük ve ıstırap çekiyordu. Buna rağmen hepimizi hayretler içinde bırakan bir gücü vardı. Metanetini kesinlikle kaybetmiyor, acizlik göstermiyordu. Her gün düzenli tıraş oluyor, bütün tuvaletlerini banyoya giderek orada yapıyordu.
Son zamanlarda çok dermansızdı. Ayakta duramayacak duruma gelmişti. Bu yüzden banyoya gitmesi için özel bir araba yaptırılmıştı. Bu arabayı çok ender kullandı. Yine her sabah gazeteleri düzenli inceliyordu.
Atatürk, karnında biriken suyun doğurduğu ıstırap o kadar artmıştı ki, ilkinde olduğu gibi, suyun bir an önce alınmasında yine ısrara başlamıştı. Doktorlar ise su ne kadar geç alınırsa o kadar iyi olacağı görüşündeydiler. Atatürk bir sabah, suyun alınması için çok ısrar etti. Doktorlar toplandı, uzun süren konsültasyon sonunda suyun alınmasına karar verildi. Çünkü artık nefes alma sıkıntısı da artmıştı.
İkinci ponksiyon bu kez Dr. Mehmet Kamil Bey tarafından yapıldı. Yine hayli su alındı. Fakat bu ikinci ponksiyon, maalesef sevgili Atatürk’ü ölüme biraz daha yaklaştırmıştı.
O günlerde Atatürk’ün canı enginar istemişti. Mevsimi olmadığı için, Hasan Rıza Soyak Hatay’dan telefonla enginar sipariş etmişti. İkinci ponksiyonun ertesi sabahı odasına girdiğimde bana sordu:
“Yahu doktorlar bana niçin enginar yedirmiyorlar?”
Ben de kendisine enginar mevsimi olmadığı için Hatay’a sipariş edildiğini ve bu günlerde geleceğini söyledim. Memnun oldu.
Bu enginar yemeği Atatürk’ün yanında bulunduğum uzun yıllar içinde içten arzu ederek sipariş ettiği ilk ve son yemekti.
Maalesef bunu yemek kendisine nasip olmadı.
“Koca bir tarih göçüyor”
8 Kasım günüydü. Nöbetçiydim. Yine nöbetçi doktoru olan Abravaya ile birlikte salonun Atatürk’ün yattığı odaya yakın penceresi önünde oturuyorduk. Saat 6.30 sularıydı. Atatürk’ün berberi Mehmet koşarak yanımıza geldi ve heyecanla, Atatürk’ün fenalaştığını, istifra etmekte olduğunu haber verdi.
Bu istifra olayı önemliydi. Zira doktorlar istifra etmesini tehlikeli buluyorlardı. Bu haber üzerine hemen Hasan Rıza Bey’e bilgi verdim. Ayrıca bir kişiyi de Neşet Ömer Bey’e haber vermeye gönderdim.
Abravaya ve Hasan Rıza Beylerle birlikte yanına girdiğimizde Atatürk, yatağının içinde doğrulabilmişti. İki eliyle yanlarına dayanıyor ve ağzına doğru tutulan tasa istifra edebilmek için büyük bir güç harcadığı açıkça anlaşılıyordu. İyice istifra edemediği için bulantının etkisinden sıkıntı duyarak sürekli söyleniyordu:
“Hay Allah kahretsin!”
Bu şekilde safra çıkarmakla uğraşırken bir ara Hasan Rıza Bey ile bana doğru bakarak sordu:
“Saat kaç?”
Hasan Rıza Soyak cevap verdi:
“Saat 7.00 efendimiz.”
Artık Atatürk sürekli “Saat kaç?” diye soruyor, Hasan Rıza Bey de “Saat 7.00 efendimiz” diye saati tekrar ediyordu. Bu karşılıklı konuşma birkaç kez tekrarlandı.
Biz bunu şöyle yorumlamıştık: Henüz aklı başındaydı, komaya girmemişti. Fakat o anda belki gözleri kararıyor, saati göremiyordu. Onun için aklının yerinde olup olmadığını, saati öğrenmek suretiyle anlamak ve kendini kontrol etmek istiyordu.
Son “Saat kaç? ” sorusunun ardından birdenbire kendini arka üstü yatağa attı. Aynı anda da fena halde bir titreme başladı. O kadar titriyordu ki adeta dişleri birbirine vuruyordu. O sırada yetişmiş olan Neşet Ömer Bey’le Abravaya, gereken müdahaleyi yapıyorlardı. Neşet Ömer Bey bir ara Atatürk’e seslendi:
“Dilinizi göreyim efendim!”
Atatürk, dilini yarıya kadar dışarı çıkardı.
Neşet Ömer Bey tekrar seslendi:
“Biraz daha uzatınız efendim!”
Atatürk, Neşet Ömer Bey’e baktı.
“Ve aleykümüsselam!” diyerek gözlerini kapatıverdi.
Sevgili Atatürk’ümüz artık kendinden geçmiş ve bu kez açılması maalesef mümkün olmayan bir komaya girmişti. Doktorlar telaş ve çaresizlik içinde, olağanüstü bir çaba gösteriyor ve koşuşturup duruyorlardı. Bütün bu didinmelere rağmen artık tedaviye hiçbir cevap vermiyordu. Ateş 36,5, nabız 100, solunum 22 idi.
Atatürk ne bizi, ne de yanındaki doktorları tanıyabiliyordu. Ne bakıyor, ne de konuşuyordu. Birinci koma gibi hareketli değil, hareketsiz ve sakin yatıyordu.
9/10 Kasım gecesini çok rahatsız fakat birinci komadakinin aksine ıstırapsız geçirdi. Sabah ateşi 36,8, nabzı 128, solunumu 20 idi.
Gündüz yorgun ve dalgındı. Genel durumundaki vahamet daha da artıyordu. Nabız düzenli 124, solunum 40, ateş 36,7 görülüyordu.
Gece yarısına doğru dalgınlık son haddini bulmuştu. O muazzam insan artık hayatının sonuna gelmişti. Şimdi ateş 37,8, solunum 33, nabız 132 olmuştu.
Atatürk dakika dakika soluyor, sönüyordu. Hepimiz ümitsizlik ve çaresizlik içindeydik. Artık hiç kimsede gözyaşlarını saklamak imkânı kalmamıştı. Herkes üzüntüsünü açığa vurmuştu. Nihayet meşum 10 Kasım 1938 Perşembe günü geldi çattı. Sabah saat 8.00 sularıydı. Hepimiz Atatürk’ün yanındaydık. Rengi tamamen solmuştu. Birdenbire “hı… hı… hı…” diye yalnız gırtlağından bir ses çıkarmaya başlamıştı.
Dr. Mehmet Kamil Bey başucunda karyolaya dayanmış, gözlerinden dökülen nohut tanesi iriliğindeki yaşları ak bıyıklarını ıslatıyordu. Bir yandan ağlarken, bir yandan da ıslak bir pamukla Atatürk’ün ağzına su vermeye uğraşıyordu. Bu şekilde ağzına su vererek O’nu biraz ferahlatacağını ümit ediyordu. Süreyya Hidayet Paşa ile Dr. Abravaya ise karyolanın ayakucunda, üzüntüden sapsarı kesilmiş bir halde, Atatürk’ün ayak parmaklarını hassasiyetle incelemeye çalışıyorlardı. Gerçekten acıklı ve feci bir manzara vardı.
Hayatına herhangi bir şekilde kastedilmemesi için icabında canımızı bile fedaya hazır olduğumuz Atatürk, gözümüzün önünde, güpegündüz, fani hayata veda edip gidiyor, herkes ellerini kavuşturmuş, büyük bir acz içinde duruyor ve kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Aman yarabbi! Adeta dehşet içindeydik.
Hasan Rıza Soyak ve İsmail Hakkı Tekçe ile birlikte, ellerimizi kavuşturmuş, son saygı durumunda duruyorduk. Hasan Rıza dayanamadı, büyük bir üzüntü içinde şöyle dedi:
“Kılıç bak, koskoca bir tarih göçüyor!”
Saat tam dokuzu beş geçiyordu.
Atatürk birdenbire gözlerini açtı. O güzel mavi gözlerini son olarak bize yöneltti. Ve hemen kapadı. Başını hemen eski durumuna getirdi. O güzel gözler artık ebediyyen kapanmıştı.
Atatürk’ün vefatı üzerine şu resmi ölüm raporu yayınlandı:
“Reisicumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vahamet dün gece saat 24.00’te neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün sabah saat 9’u beş geçe büyük şefimiz derin bir koma içinde terk-i hayat etmiştir.”
Ölüm döşeğinde çenesi bağlanmış yatarken
Atatürk’ün vefat ettiği gün Dolmabahçe Sarayı’nın içi adeta bir ibret manzarası gösteriyordu. Bizler üzüntümüzden kahrolurken, ölüm haberini alınca kalbine ateş ederek intihara teşebbüs eden aziz arkadaşımız Salih Bozok kanlar içinde yatıyordu. Saray aniden boşalıvermiş, birkaç arkadaş acımızla ve derdimizle baş başa kalmıştık. Tıpkı tarihte gördüğümüz gibi, bir yanda padişahın hasıra sarılmış cenazesi, diğer yanda ise kılıç alayı töreni hazırlıkları gibi bir hava esiyordu.
Aziz Atatürk ölüm döşeğinde, sakin ve hareketsiz, çenesi bağlanmış yatıyordu. O’nu öylece bırakıp sarayı terk edenler, açılacak olan yeni döneme göre durumlarını sağlamlaştırmaya koşuyor ve bununla uğraşıyorlardı.
Ankara ‘da cumhurbaşkanı seçimi, yeni başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun atanması telaşı vardı. Bütün cumhurbaşkanlığı memurları hemen Ankara’ya çağrılmışlar, zavallı Hasan Rıza Soyak yapayalnız bırakılmıştı. Sarayı ne arayan, ne soran kalmıştı.
Bu acı manzara karşısında isyan etmemek mümkün değildi. Ankara telefonla bulundu. Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Baki Bey’den, bu acı durumu Başbakan Celal Bayar’a intikal ettirmesi istendi. Bu telefon görüşmesinin üzerinden bir saat kadar süre geçmişti ki, sarayda bir faaliyet başladı. Ordu müfettişlerinin cenaze töreni hazırlıklarıyla görevlendirildikleri bildirildi. Üniformalı subaylar, Atatürk’e saygı nöbeti tutmaya başladı.
Bu hazırlıklar sırasında Cemil Cahit Paşa’nın yaptığı hizmetleri şükranla anmak isterim. Paşa, Atatürk’ün aziz naaşının büyük bir özenle nakli için neler yapmadı, nasıl didinmedi ki… Atatürk’ün mübarek tabutunu sırtında götürdü denebilecek derecede gayret gösterdi.
Durum ne olursa olsun, artık hiçbir şey önemli değildi.
Çünkü artık Atatürk yoktu. [3]
DİPNOTLAR
[1] Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, s. 638-644
[2] Hasan Rıza SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 712-718
[3] Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Derleyen: Hulusi Turgut, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2007, s. 645-661
You may like

10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak

Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

26 Eylül Türk Dil Bayramı: Tarihî Arka Planı, Atatürk’ün Dil Politikaları ve Günümüze Yansımaları

Kılıç Ali’nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı

Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşması

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN ÇİFTLİKLERİNİ HAZİNEYE BAĞIŞLAMASI
Mustafa Kemal Atatürk
10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak
Published
8 saat agoon
Kasım 10, 2025By
drkemalkocak
Özet
Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.
Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.
Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.
1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.
Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.
Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.
2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]
Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.
Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.
3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil, millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.
Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.
1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.
4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.
Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.
Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.
Sonuç
10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil, millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.
Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.
DİPNOTLAR
- Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
- Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
- Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.
Mustafa Kemal Atatürk
Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi
Published
4 hafta agoon
Ekim 17, 2025By
drkemalkocak
Özet
Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri — meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.
Giriş
Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.
Karahanlıla’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.
Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet
Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:
“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet
Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.”^3 Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.
“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet
Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.
“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.
“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”
Karşılaştırmalı Analiz
- Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
- Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.
Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)
| Eser | Adaletin Konumu | Adaletin Yöneticiden Beklentisi | Uygulama Alanı | Temel Tehdit / Bozulma Sebebi | Özgün Alıntı |
| Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib) | Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeli | Hükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durması | Vergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisi | Zulüm → devletin ömrünün kısalması | “Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.” |
| Siyasetname (1091, Nizamülmülk) | “Mülkün temeli” olarak görülür | Halkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemek | Vergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizması | Adaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü | “Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.” |
| Koçi Bey Risalesi (1631) | Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsur | Rüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığı | Askeri, mali ve adli düzen | Liyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar | “Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.” |
| Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa) | Mali ve idari düzenin bekçisi | Gelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülük | Vergi toplama, hazine yönetimi, idari denetim | Zulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması | “Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.” |
Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.
Sonuç
Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.
Kaynakça
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
- Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
- Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.
Mustafa Kemal Atatürk
Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk Adlı Eserini Okuması (15-20 Ekim 1927)
Published
4 hafta agoon
Ekim 15, 2025By
drkemalkocak

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’u Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat 10.00’da okumaya başladı. 2 Eylül l927’de seçimler yapılmıştı. Yeni Meclis 1 Kasım’da açılacaktı. Gazi, kürsüye Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi Umumisi, bugünkü ifadeyle CHP Genel Başkanı olarak çıktı. Konuşması, altı gün sürdü. Günde altışar saatten 36 saat 31 dakika konuştu. Son gün, 20 Ekim l 927’de altı oturum yapıldı. Gençliğe Hitabe‘yi söyleyip kürsüden indiğinde saat 20.25’ti.
Nutuk metnini bizzat Gazi Mustafa Kemal okumuştur. Vesika sunuşlarına sıra geldiğinde Gazi her vesikayı kürsüden, Kongre’de kâtiplik yapan Ruşen Eşref [Ünaydın] Bey’e uzatmış, vesikalar onun tarafından okunmuştur.
Mebusların ve vilayet delegelerinin oluşturduğu Kongre, 15-23 Ekim 1927 tarihleri arasında dokuz gün sürmüştür. Dinleyici olarak askeri erkândan başka yabancı devlet temsilcileri de Kongre’yi takip etmiştir. Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan sonra, Erzurum Mebusu Necip Asım [Yazıksız] Bey şu önergeyi sunmuştur: “Fırkamızın Umumi Reisi, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin Milli Mücadele ve İnkılap Tarihimiz hakkındaki beyanat ve izahatını büyük bir hürmet ve takdir ile dinledik. Bütün vatanperverane icraat ve hizmetleri, vatan ve milletin kurtuluş ve yükselişini temin eden Gazi Hazretleri’nin Nutuk1arının tamamen ve harfiyen tasvip edilmesini ve millet namına Kongre Genel Kurulu’nun imzalarıyla yazılı olarak teşekkür ve takdirler sunulmasını Büyük Kongre’ye arz ve teklif ederim, efendim.” Önerge oybirliği ile kabul edilmiş ve bütün Kongre üyeleri tarafından tek tek imzalanmıştır.

Nutuk’un müsveddesi T. C. Genelkurmay-Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) Arşivi’nde bulunmaktadır. Gazi, bazı bölümlerini kendisi yazmış, bazı bölümlerini yazdırmıştır. Müsveddeler üzerinde düzeltmeler, çıkarmalar ve eklemeler vardır. Gazi Mustafa Kemal, hazırlık aşamasında, toplanan yüzlerce vesikayı tek tek elden geçirmiş ve düzenlemiştir. Ayrıca kişilerin bilgisine başvurulmuştur. Gazi, yazdıklarını ilgili kişilere okuyup saatlerce tartışmış ve son şekli vermiştir. Önemli bir bölümü Ankara’da Çankaya’daki çalışma odasında kaleme alınmış. Son bölümleri de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda yazılmıştır.
En son şeklin verildiği ve baskıya giden metin, Türk Hava Kurumu Müzesi’nde bulunmaktadır.
Nutuk’un 1927 tarihli ilk basımı “Nutuk/ Mustafa Kemal Tarafından” (543 +[2] sayfa) ve “Nutuk/ Muhteviyata Ait Vesaik” (303 +[2] sayfa) başlığıyla iki cilt halinde, büyük boy yayımlanmıştır. Üzerinde “Türkiye’de tab ve neşir hakkı Türk Tayyare Cemiyeti’ne tevdi buyurulmuştur” kaydı bulunmaktadır. Basım yeri Ankara, Türk Ocakları Heyeti Merkeziye Matbaası’dır. Cildin başında Gazi’nin “Gazi M. Kemal” imzalı fotoğrafı yer almaktadır. Arka kapakta bir cep içinde üç harita ve yedi kroki vardır. Hepsi numaralı olarak ilk 100 bin adet basılmıştır. Metinde başlıklandırma yapılmamıştır. Sadece bazı satırbaşlarında paragraf işareti, bölüm sonlarında üç yıldız bulunmaktadır. Vesikaların sıra numarası vardır. “Trakya Teşkilatına Ait Vesaik” numarasız ol arak “Vesikalar“ın sonuna eklenmiştir.

Nutuk’un 1927 Türk Tayyare Cemiyeti basımı dışında ayrıca 2000 adet lüks basımı yapılmıştır. Bu basım da iki cilttir. Bazı paragrafların baş harfleri süslü ve büyük yazılmıştır. Sayfa zeminleri renkli, çevresi de süslüdür. Türk Tayyare Cemiyeti, Nutuk’un bu basımını İstanbul’da Ebüzziya Matbaası’na yaptırmıştır.
Gazi Mustafa Kemal’in fotoğrafı ve haritalar Ahmet İhsan (Tokgöz) Matbaası aracılığıyla Viyana’da Elbemühl Matbaası’nda basılmıştır.
Nutuk, kâğıt ve ciltlerinin kalitesi ve süslemelerine göre 5, 10, 25, 45, 50 ve 500 lira fiyattan satılmıştır. 10 adet özel basılan ve ciltlenen Nutuk, Gazi Mustafa Kemal’e, TBMM Reisi’ne, Başvekil’e ve Erkanıharbiyei Umumiye Reisi’ne ve İnkılap Müzesi’ne armağan edilmiştir. Dört adedi de beş yüz lira karşılığında koleksiyonculara satışa sunulmuştur. Ciltleme, İstanbul’da Zelliç Matbaası’nın mücellithanesinde yapılmıştır. 10 adet özel ciltlenen Nutuk’un süslemeleri İstanbul’da Medreset-ül-hattatin adıyla anılan okulun sanatçıları tarafından düzenlenmiş, kuyumculuk işlerini İstanbullu kuyumcular yapmıştır.

Nutuk’un yeni harflerle ilk basımı 1934’te İstanbul, Devlet Matbaası’nda yapılmış tır. Üç cilt halinde yayımlanan Nutuk’un birinci cildi BMM’nin açılacağını bildiren genelge ile bitiyor. İkinci cilt BMM’nin açılışıyla başlıyor. Üçüncü cilt vesikalara ayrılmış. Birinci cildin başında A. Kampfın çizdiği Atatürk portresi yer alıyor. Metin içine fotoğraflar konulmuştur. Metnin yan tarafına eklenen konu başlıkları Faik Reşit Unat tarafından hazırlanmıştır. Harita ve krokiler ciltle birliktedir. İlk iki ciltte dizin bulunmaktadır. 1934 baskısının saklanan kalıpları aynen kullanılarak, l938’de, sadece metin bölümü tek cilt olarak Kültür Bakanlığı’nca yayımlandı.
Nutuk, bütün dünyada ilgi gördü ve yabancı dillere çevrildi. Aralık l927’de Oriente Moderno dergisinde yayımlanan 30 sayfalık İtalyanca özetinden sonra, l928’de Almanca çevirisi iki cilt olarak “Gasi Mustafa Kemal Pascha, Der Weg zur Freiheit 1919-1920 Die neue Türkei 1919-1927, Rede, gehalten von Gasi Mustafa Kemal Pascha in Angora vom 15. bis 20 Oktober 1927 vor den Abgeordneten und Delegierten der Republikanischen Volkspartei” ve “Gasi Mustafa Kemal Pascha, Die Dokumente, zur Rede” başlıklarıyla Leipzig’de K.F. Köhler Yayınevi tarafından basıldı. Yine aynı yayınevi tarafından 1929’da “Discours dıı Ghazi Moııstapha Kemal, President de la Republique Turque, Octobre 1927” başlığıyla Fransızcası; “A Speech delivered by Ghazi Mustapha Kemal, President of the Tıırkish Repııblic, October 1927” başlığıyla İngilizcesi yayımlanmıştır. Fransızca ve İngilizce basımlarda çeviren adı yoktur. Almanca baskısında Nutuk’un “yazarının gözetimi altında hazırlanan Fransızcasından” Dr. Paul Roth tarafından çevrildiği belirtilmektedir.

Rusça basımı en kapsamlı olanıdır. 1929-1934 yılları arasında “Put Norny Turtsii 1919-1927” başlığıyla dört cilt basılmıştır. Esere ayrıca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamöyküsü, Türk İnkılabı‘nı anlatan 45 sayfalık bir giriş bölümü, açıklayıcı notlar, geniş bir ad ve kavram dizini, dizinli sözlük, zaman dizimi çizelgesi, fotoğraflar, görsel belgeler eklenmiştir.
KAYNAKÇA
Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: I, 1919-1920, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970
Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II, 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969
Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: III, Vesikalar, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 19, Nutuk I (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 20, Nutuk II (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 21, Nutuk III Vesikalar (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/878/Atat%C3%BCrk%E2%80%99%C3%BCn_Nutuk_Adl%C4%B1_Eseri
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/499/Nutuk%E2%80%99un-Dil-ve-%C3%9Cslup-%C3%96zellikleri
En Çok Okunanlar
Türkler ve Zaferleri3 yıl agoAnafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
Maarifimizde İstikamet3 yıl agoAİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
Türk Tarihi3 yıl ago6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl agoLOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
Tarihi Toplantılar3 yıl agoİSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
Türk Tarihi3 yıl agoKIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…
Türk Tarihi3 yıl agoCABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]
Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl agoMustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)

















