Türk Destanlarında Millî-Bedîî Unsurlardan Ağaç
Bir medeniyet beşiği bilinen ağaç ve medeniliğin şartlarından sayılan ağaç sevgisi, Türk destanlarında geniş yer tutar:
İnsanlığın yaratılışı hakkındaki Türk düşüncesine göre Tanrı, yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı bir ağacın gölgesinde barındırmıştır. Önce yerden dokuz dallı ağacı yükseltmiş, sonra her dalın altında bu günkü insanlığın ilk atalarından birini yaratarak, bu dokuz insana ağaç gölgesinde barınmayı bir yaratılış bilgisi hâlinde vermiştir.
Hun Destanı’nda, Oğuz Han’ın Gök, Dağ, Deniz isimli, küçük oğullarını doğuran kadın, göl ortasındaki mukaddes bir ağacın kovuğunda yaratılmıştı.
Oğuz orduları Batı’ya doğru akarken İtil suyu’nu ağaç üstünde geçtiler; Çürçet Kağan’ın ordusunu yendiklerinde, ellerine düşen ganimeti, ağaçtan yaptıkları kağnı’larla taşıdılar.
Bu destanın İslamiyet’ten sonraki rivâyetinde, yavrusunu ağaç kovuğunda doğuran kadının bu oğluna Kıpçak adı verildi. Kıpçak yani «oyuk ağaç» Türkleri, bu çocuğun neslinden çoğaldılar.
Gök – Türk’ler, Ergenekon’daki demirden dağı, çevresinde ağaç yakıp eritmişler; içinde 400 yıl kaldıkları bu kapalı yurd‘un meyveli ağaçlarını, aziz hâtıra olarak destanlarına işlemişlerdi.
Uygur hükümdarı ve Tanrı çocuğu Bugu Han, Tuğla ve Selenge ırmakları arasındaki mukaddes ağaç’ın kovuğunda dört kardeşi ile bir arada doğmuştu.
Bütün bu vak’alardaki mukaddes, anne ağaç motifi, İslâmiyet’ten sonraki Türk destanlarında yaşayacaktır. Bir misal olarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucusu Osman Gaazi’nin rü’yasına giren bir ağaç, Anadolu ve Balkanlar coğrafyasında kurulacak Türkiye Türklüğü’nün, hâkimiyetini nerelere kadar götüreceğini, dünyanın üç kıt’asına doğru uzayan dalları ve kılıçlaşan yapraklarıyle, haber verecektir.
Bu asırlarda ağaç sevgisi, İslâm imanının ağaca verdiği kıymetle birleşecek ve devam edecektir. Bu sevgi, XIII. asır Anadolu şâiri Yunus Emre’nin şiirinde:
Altundandır direkleri
Gümüştendir yaprakları
Uzandıkça budakları
Biter Allah deyu deyu…
söyleyişiyle bir cennet manzarasından çok, bir dünya manzarasını düşündüren, altın ve gümüş parıltıları içinde bir tasvir şâheseri olacak ve budaklarının uzayışıyle, insana Allah’ı hatırlatacaktır.
XIV. asır sonlarında Azerbaycan bölgesinde yazıya geçirilen bir Dede Korkut hikâyesinde bu sevgi, ağaca karşı bir aşk, bir gönül ürperişi derecesine varacaktır:
Ağaç ağaç der isem sana arlanma ağaç
Mekke ile Medine’nün kapusı ağaç
Musa Kelim’ün asası ağaç
Büyük büyük suların köprüsü ağaç
Kara kara denizlerün gemisi ağaç
Şah-ı merdan Ali’nün Düldül’ünün eğeri ağaç
Zülfikaar’un kınıyilen kabzası ağaç
Şah Hasan’la Hüseyin’ün beşiği ağaç
Eğer erdür eğer avrat korkusu ağaç
ağaç sevgisini İslâm büyüklerinin hatırasıyle birleştirme geleneği burada bitmiyecek, aynı sözler, XVI. asır sazşairi Pir Sultan Abdal’ın bir Nefes’inde:
Öt benim sarı tanburam
Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır
Nurdandır Kâbe eşiği
Cihanı tuttu ışığı
Hasan Hüseyn’in beşiği
O da yine ağaçtandır
gibi, aynı gönül ürperişleriyle dolu söyleyişler hâlinde uzayıp gidecektir. [1]
***
Ağaçları çok severdi, değerli yazarımız Falih Rıfkı Atay’ın bir eserinde dediği gibi: “Tabiat âşığı idi. Yurdunun çöl boşluğundan ıstırap duyardı. Ankara’daki orman çiftliğini yoz topraktan ormanlık haline soktu. Ağaçların dikilişini, tutuşunu, büyüyüşünü adım adım kolladı; Akköprü tarafında çiftliğe giden yolun etrafındaki boş topraklar yemişlik oldu. Bir gün bu yemişlikten geçerken birdenbire şoförüne “dur” dedi. Arabasından inerek orada bulunanlara: “Burada bir iğde ağacı vardı. Ne oldu?” diye sordu. Kimse iğde ağacını bilmiyordu. Atatürk’ün biraz önceki neşesi kalmamıştı; çünkü çiftliğin ilk çorak günlerinin yeşillik hatırası sökülüp atılmıştı.”
* * *
Evet; ben de hatırlıyorum; bu iğde ağacının sökülüp atılması O’na çok dokunmuştu. Ağacın yerine daha güzeli dikilmek üzere kesilmiş olması gerçeği bile O’nu teselli edememişti. Bu acıklı olayı uzun zaman unutamadı. Her sözü edildikçe hayıflanır, yapanlara karşı kırgınlığını belirtirdi.
* * *
Çankaya’daki yaverlik dairesi dar gelmeye başlamıştı; keyfiyeti kendisine arz ettim, binanın ihtiyaca yetecek kadar genişletilmesini muvafık gördü.
Yazın biz İstanbul’da iken tevsi işine başlandı ve bir iki ay içinde tamamlandı; bu arada yapılan ilaveye yer açmak için büyücek bir ağaç da kesilmişti.
İstanbul’dan dönüşümüzde binanın yeni halini görmek istedi. Köşkten beraberce oraya doğru yürüyorduk; bina görünür görünmez durdu ve büyük bir heyecanla sordu:
“Şu yanda bir ağaç vardı, ne oldu?”
Ben ve yanımızdaki arkadaşlar önümüze baktık, cevap veremedik. Çok kederlenmişti; birkaç saniye olduğu yerde kaldı:
“Yazık, çok yazık. Yahu, bu iş ağaca dokunulmadan yapılamaz mıydı sanki? Bana söyleseydiniz çaresini bulurdum” dedi ve geri döndü; binaya girmeye tahammülü kalmamıştı.
Orman çiftliğinin arazisi içinde, Balgat köyünün altında “Söğütözü” denilen bir yer vardır; burada oldukça bol su, bir küçük havuz ile ilk zamanlarda belki yüz kadar yetişmiş söğüt ağacı mevcuttu.

Nihayet düşünmüş, taşınmış, söğütleri yanlara nakletmek kararını vermişti. Bu kendisi için çok önemli işi bizzat yapacaktı.
Çiftlikten lüzumu kadar amele seçildi; bir gün, kendisi başta, faaliyete geçildi. İlkin yerleri değiştirilecek ağaçlar için yeni çukurlar açtırdı; sonra ağaçlan söktürüp hazırlanan çukurlara diktirmeye başladı.
Sabahları gayet erken, iş yerine geliyor, akşam oluncaya kadar işçilerle beraber çalışıyordu. Öğle yemeklerini orada yiyordu; paydos zamanlan da yere serilen hasır ve seccadeler üzerinde dinleniyordu. Günlük resmî işleri de orada görüyor, hazırlanan evrakı yine orada imzalıyordu.
Çalışma esnasında amele ile arasında bazı anlaşmazlıklar da oluyordu; çukurlar açılır yahut ağaçlar dikilirken işçilere verdiği emirlerde; muvazi (paralel) yahut amut (dikey) gibi kelimeler kullanıyordu. Tabii amele bunları anlamadığından sinirleniyor, koşup bizzat durumu düzeltiyordu.
Bir defasında, yine bu yüzden, işçilerden birine kızdı:
“Ben senin kafası işlemez, işe yaramaz bir adam olduğunu zaten ilk görüşte anlamıştım; çekil oradan, şuraya otur, işe karışma” diye çıkıştı; onu bir kenara oturttu ve akşama kadar çalıştırmadı. Akşamüzeri işe son verirken bana:
“Çiftlikteki arkadaşlara söyle de bu delikanlının gündeliğini tam olarak versinler; yarından itibaren de başka bir yerde kullansınlar. Sakın işten çıkarmasınlar, bunu sıkı tembih et” emrini verdi. Adama acımıştı; hatta belki de gönlünü kırdığını düşünerek müteessir de olmuştu.
Böylece birkaç gün çalışıldı. Bir akşam artık iş bitmiş, kulübe için seçtiği yer açılmıştı. Kendisi memnun olmakla beraber biraz düşünceli yere çömelmiş, etrafı gözden geçiriyordu; ben ayakta duruyordum. Başını kaldırıp sordu:
“Ne dersin çocuk; acaba bu ağaçlar tutacak mı?”
“Katı bir şey söyleyemem paşam” dedim. “Yalnız bendenize öyle geliyor ki, önümüzdeki kış çiftlik, yakacak bakımından sıkıntı çekmeyecektir.”
Yüzü pembeleşti; bıyık altından gülmeye başladı:
“Bana da öyle geliyor, hele bakalım” dedi, yerinden kalktı, Köşke dönmek üzere otomobile bindik.
* * *
Ne dersiniz, yerlerini değiştirdiği bütün ağaçlar tutmuştu; o günlerden bugüne aradan 30 seneden fazla bir zaman geçmiş bulunuyor. Şimdi; Söğütözü’nde, o vakit Atatürk’ün, çiftlikte sebze bahçelerinde çalışan Bulgarlara, kendisi için kerpiçten yaptırdığı, ocaklı ve çardaklı kulübe ile yanında yine o tarzda inşa edilmiş küçük bir bina, etrafında da bir fidanlık, bir de küçük orman var.
Sık sık oraya gider, bazen orada yemek yer, sonra ot minderli sedire uzanarak rahat, sakin uyurdu.
Burayı birkaç yıl önce ziyaretimde yeri değiştirilen ihtiyar söğütlerden bir kaçının çürüyüp kurumaya yüz tuttuğunu gördüm, kulübenin yanındaki binada oturan bekçi, ağaçlara bir kurt arız olduğunu, bunların imhasına çalışıldığını söyledi.
Kim bilir; belki bu mutlu ağaçlar ömürlerini tamamlamaktadır. Bu tabii hadiseyi imkân olduğu kadar geciktirmek, tarihî kulübeyi de zamanın yıpratıcı tesirinden korumak için her tedbirin alınmasını gönül ne kadar arzu ediyor. [2]
DİPNOTLAR
[1] Nihad Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1983, s. 31
[2] Hasan Rıza SOYAK, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 38-41; Nezihe ARAZ, Mustafa Kemal’in Ankarası, Apa Ofset Basımevi, İstanbul, (Tarihsiz), s. 12-16






































