Mustafa Kemal Atatürk
Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nin Türki̇ye’ni̇n Geleceği̇ Üzeri̇ne İzmi̇r’de Halkla Konuşmasi Bölüm 1
Published
2 yıl agoon
By
drkemalkocak(2 Şubat 1923)
GİRİŞ
T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan İkinci Kordon’daki Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.
Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey, Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir.
Gazi Hazretlerinin konuşmasını; açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti, Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.
—***—
İzmir İktisat Kongresi’ne tahsis edilen İkinci Kordon’daki dairede
2.2.339 [1923] Cuma
Başlama: 2.30 sonra
Bitiş: 9.15 sonra
Mustafa Kemal Paşa:
Muhterem İzmir halkı, aziz hemşerilerim!
Sizi böyle yakından selamlamak benim için çok büyük bahtiyarlıktır. Bundan beş ay evvel muzaffer ordumuzun içinde buraya geldiğim zaman olduğu gibi bu defa gelişimde de bütün halkın hakkımda gösterdiği samimi tezahürat cidden bende derin hisler vücuda getirmiştir. Mümkün olsaydı bütün hemşerilerimi bir arada görerek teşekkür hislerimi arz etmek isterdim.
Fakat buna maddi imkân bulunamadığı için bugün burada hazır bulunanlara, bütün heyete ait olan teşekkürlerimi de takdim ediyorum. Hakiki, içten ve vicdani olarak…
[İzmir Bir Parola Olmuştur]
Hanımlar, efendiler!
İzmir, kırk beş asırlık bir ecdat yurdudur. Bu kadar derin bir tarihe malik olan İzmir, aynı zamanda coğrafi mevkii itibariyle, iktisadi ve siyasî bakımlardan da çok büyük önemi haizdir [ehemmiyet taşımaktadır]. Bunun için bütün memleketi ve bütün milleti mahvetmek isteyen düşmanların gözleri bu kıymetli, bu tarihi, bu ehemmiyetli şehre ve bunun civarına çevrildi. Nitekim düşmanlarımız bu güzel beldeyi çiğnediler ve daha da doğusuna geçtiler. Bu hareket yalnız İzmir’e darbe vurmakla kalmadı, bütün milletin kalbine, vicdanına hançer sapladı. Bu itibarla İzmir; bütün memleketi mahvetmek için, bütün milletin heyecanlarını dağıtmak için adeta bir parola olmuştur. Düşmanlar, İzmir’e baskı yaparken, bütün milletin vicdanı sızlıyordu. Düşmanların bu hareketi bütün milletin kalbinde, vicdanında derin bir yara, kanlı bir yara vücuda getirmişti. Ve bütün kalplerin bu elemleri, bu kederleri, bütün bu acıları ifade etmek için söylediği şey, İzmir idi. Kulaklar, daima “Ah İzmir, ah İzmir” diye dolardı. Şüphe yok, çeşitli nokta-i nazardan [muhtelif bakımlardan] çok önemli olan bu İzmir, aynı zamanda gönül çekici olan bu İzmir, düşmana bırakılamazdı ve nitekim bırakılmadı. Bugün böyle bir günde, mesut bir günde hemşerilerimle karşı karşıya bulunmak saadetini tekrar ediyorum ve saadeti daima kalbimde muhafaza edeceğim.
Hanımlar, efendiler!
Ben burada, sizin karşınızda hazırlanmış bir nutuk yapmak için bulunmuyorum. Aynı zamanda size uzun veya kısa, hazır bir konferans vermek için de bulunmuyorum. Benim sizinle bulunmaktan maksadım, doğrudan doğruya halkça, kardeşçe hasbıhâlde [sohbette] bulunmaktır. Yalnız benim değil, sizin dahi söylemenizi arzu ediyorum. Dolayısıyla bu tarzda görüşeceğiz. Diğer bir noktayı da arz edeyim. Bu dakikadaki muhatabınız [karşınızda bulunan], Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi değildir veya Başkumandan değildir; sadece bir mebus Mustafa Kemal’dir (Alkışlar) ve sizi çok seven hemşeriniz Mustafa Kemal’dir. (Alkışlar) Şimdi sözü size tekrar ediyorum. Benden ne öğrenmek istiyorsanız, ne sormak istiyorsanız, çok istirham ederim, büyük bir cesaret ve serbestlikle sorunuz. Ben de kudretim olduğu kadarıyla [elimden geldiğince] sizi tatmin etmeye uğraşacağım.
Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın bu teklifi üzerine, topluluktan 17 kişi çeşitli konular/meseleler hakkında sorular sormuşlardır.
Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey: Bütün vatandaşlar namına zatıâlilerine bir soru sormak istiyorum. Fakat sorumun hakkıyla dehşetini ve büyüklüğünü ve ehemmiyetini vatandaşlarıma takdir ettirmek için kısaca birkaç söz söylememe müsaade ediniz. Siz, Büyük Millet Meclisi ve yüce ordumuz bize büyük bir muzafferiyet kazandırdınız. Temiz vatan toprağını kurtardınız ve temizlediniz, vatanı kurtardınız. Bize bağımsızlığımızı, hürriyetimizi, saadetimizi iade ettiniz. Bundan dolayı söz söylemeyi fazla görüyorum. Çünkü bunu bütün millet takdir etti ve alkışladı. Fakat Paşa Hazretleri, bundan daha mühim bir vazife yapmakla büyük bir muvaffakiyet elde ettiniz ki, siz ve Büyük Millet Meclisi, o da milletin tam bağımsızlığını, hâkimiyetini, halkın hükûmetini elde etmek meselesidir. Vatan tehlikede olursa, gelecekte yine bütün millet bir birlik cephesi teşkil ederek onu müdafaa için silaha sarılır, kuvvet ile müdafaa eder.
Fakat Paşa Hazretleri, tam bağımsızlığını elde ettiğimiz halk hükûmeti mazhariyetini müdafaa ve devam ettirebilmek için henüz kâfi teşkilatımız yoktur. Bu teşkilat olmamak yüzünden, korkarım ki tehlikeli bir vaziyetteyiz. Çünkü Paşa Hazretleri bendeniz, İstanbul’da eski nazırlardan, eski paşalardan, büyük ricalden, servet sahiplerinden birçok zevat ile temas ettim ve biraz gürültücü bir adam olduğum için herkesle münakaşa ettim. Bana korku verecek şeyler söylediler, itirazlar ettiler. “Millî hâkimiyet yalnız Meclisi Mebusan’ın eline geçti. Onun üstünde bir saltanat, bir padişah, bir hükûmet kalmadı. Onları kim mesul edecek” dediler.
Efendiler, biz eğer milletin hâkimiyetini tanımıyorsak, bilmiyorsak, onu millet mesul edecek, ona milletin hâkimiyeti kâfi gelir diyebilirdik. Sonra ikinci bir itiraz yapıyorlardı; diyorlardı ki “Meclisi Mebusan’ın teşkil ettiği kabinede bağımsız bir nazır, bütün Avrupa’da oldukları gibi olmadığı için, her birini Meclisi Mebusan ayrı ayrı teşkil ediyor; bundan dolayı bir mesuliyet yoktur. Her birisi birlik ve aynı fikirde değildirler.” Sonra bizim gelenek ve inanışlarımıza da dokunarak bizi tahrik etmek istiyorlar, korkutuyorlar. Paşa Hazretleri, bu tafsilatı yapmaktan maksadım, bizim teşkilatımıza karşı bir teşkilat yoksa bile itirazlara hazırlanmış memnun olmayanlar kitleleri vardır ki, sizin bulduğunuz yeni halk hükûmeti ki kaynağından çıkan ve bütün memleketimizi bütün arazimizi sulayabilecek olan suyu yalnız kendi tarlalarına akıttırmak istiyorlar. Buna karşı vatanın ve memleketin bağımsızlığı, daimi millî hâkimiyet ile halk hükûmeti ile devam ettirebilmek için bize ne öğreteceksiniz, ne telkin edeceksiniz. Bu vatan aşkıyla, elimizdeki kıymetli ve nimetli hükûmeti nasıl devam ettirelim. Vatandaşlarımızın nazarı dikkatlerine şunu da arz ederim:
Hanımlar, efendiler, Birkaç sene evvel bir hükümdarın huzuruna değil, Babıali’de bir nazırın huzuruna çıkmak için bin türlü müşküllere maruz kalırdık. Bugün ise vatanın en büyük yüce siması olan Mustafa Kemal Paşa’ya karşı (Yaşasın sesleri, Şiddetli alkışlar) benim gibi aciz bir millet ferdi, “Paşa, bu hükûmet senin değildir bu hükûmet bizim hükûmetimiz, halkın hükûmetidir” diyebiliyoruz. (Şiddetli alkışlar) İşte bu mazhariyetimizi ve bu saadetimizi müdafaa ve muhafaza için bize akıl öğretiniz. Yarın seçim olacak; seçimlerimizde açıkgözle hareket ederek ne yapmak lâzım gelecektir bize öğretiniz.
Gazi Mustafa Kemal Paşa: Teşekkür ederim efendim. Başka efendim.
Hazır olanlardan bir şahıs: İslâm’ın kurtarıcısı; müsaadei devletleri olursa bendeleri de memleketimin ve devletin mukadderatıyla alakadar olan bir noktadaki müşkülümün hâllini zatı devletlerinden rica ediyorum. Yüce reis, bütün cihanın tasdik ettiği üzere benimle birlikte değerli hazır bulunanlar ve hatta bütün dünya büyük bir hürmetle itiraf etmektedir ki, zalim idarenin desteği ve yardımı ile memlekete girerek bu zavallı, masum milletin ellerine kelepçe, ayağına pranga vuran zalim düşmanlarımızı, siz ve zatı devletlerine destek olan arkadaşlarınız ezdi, kırdı. Millete istiklâl vaat ederek ve yol gösterici ve rehber olarak bunu da temin etti. 600 seneden beri türlü, bin türlü, hususi ve keyfi idaresiyle milleti oyuncak eden, esir eden ferdi saltanatı yıktı. Millî hâkimiyeti ilan etti. Mukadderatını millet eline aldı ve kendi mukadderatını temsilcisi olan mebuslarına verdi. Bunu da özel kanun ile tespit etti. Yarının gençliği bu muzaffer, yüce günün geleceğinden korkmakta ve tereddüttedir. Bu millete varlıklar bahşeden, köylüleri karşısına alıp büyük bir tevazu ile her türlü ihtiyaçlarını ve yaralarını dinlemek için lütfen teşrif buyuran yüce Gazi’den, bütün köylü rica ve istirham eder ki, bu millî saltanatın ebediyen bekasını temin edecek yollar ve bunlara ait hususlar tespit olunsun.
Paşa Hazretleri, Meşrutiyet’in ilanından beri kurulan meclislerimizi biliyoruz ve görüyoruz. Devletlilerince malumdur ki, halkımız cahildir ve masumdur. Bu cehalet ve masumiyetin neticesidir ki, memlekete dün mebus sıfatıyla o millet kürsüsünden hitap eden Mustafa Sabri ve emsali bugün büyük Felâketler getirmiştir. Yarını kim temin edecek ki, Mustafa Sabri veyahut o mayadaki adamlar memlekete girmesin; gençlik bunda bütün ruhuyla, bütün mevcudiyetiyle tereddüttedir. Çünkü usul olduğu üzere seçimlerimiz iki şekil üzerine cereyan etmektedir. Birincisi, zaruri olarak hükumetin müdahalesi, ikincisi birtakım hırslı şöhretlerin propaganda ve teşviki, üçüncüsü ve emsalinin propaganda ve yalanları ile teşvikleri ile oyuna sahip olmayan halkın oyunu suiistimal ile… Hükûmet, seçimlere müdahale etmiş olursa, özel kanun icabınca halkın şahsi hürriyetine tecavüz etmiş olacak ki, bu doğru olmuyor. Müdahale etmeyecek olursa, zavallı halk kendi hürriyetine, kendi oyuna sahip olmadığından, birtakımlarının elinde oyuncak oluyor ve yarın bu millete verdiğiniz bu varlığı belki herhangi bir Loyd Corc’un ve bu gibi utanmayacak şahsiyetlerin eline verecektir ki, buna da bu milletin tahammülü kalmamıştır. Yarına, bir ikinci Mustafa Kemal bulacağında tereddüttedir. (Alkışlar)
İkincisi Paşa Hazretleri, zatı devletleri her zaman büyük bir tevazu ile söylemektesiniz ki, bu milletin altı yüz seneden refah ve saadeti ve bağımsızlığı namına her türlü işkenceye, eza ve cefaya katlanan bir sınıf halk var, o da bugün belki kimsenin bakmadığı, aramadığı, sormadığı, bu zamana kadar hâllerini araştırmadığı subaylar ve memurlardır.
Paşa Hazretleri, bu millete bu bağımsızlığı temin için, zatı devletlerinin yol göstermesine ve ikazına evvelce koşan ve ondan sonra bugüne kadar vazifesini yapan, kolunu bacağını, her şeyini, bütün mevcudiyetini vermekle vazifesini yapan bu subaylar hâlâ müreffeh değildir. Buna rağmen subaylar -bütün millet bilmelidir ki- bu milletin kanıyla çizdiği Misakı Millîsini elde edinceye kadar-millet on para dahi vermese-üstündeki eşyasını satarak millî gayenin tecellisine değin, büyük Başkumandanının bir işareti üzerine daima fedakârlığa hazırdır. (Yaşasın sesleri, alkışlar) Yalnız fedakârlığına karşı ölçü ve miyar ve mikyas kabul etmeyen bu subaylar, yarın kendisi gibi evladını da süründürmek, sefil etmek, ailesini perişan etmek istemiyor. Evladını subay yapmakta, memur yapmakta, fedakârlık dersleri vermekte tereddütlüdür. Bunun da tatmin ve teminini zatı devletlerinden rica ederim Paşa Hazretleri. (Alkışlar)
Gazi Mustafa Kemal Paşa: Müsaade eder misiniz, bir şey arz edeyim. Kestirme sorular sorarsanız zamandan kazanmış oluruz.
Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi: Müsaade ederseniz bendeniz de birkaç kelime arz edeyim. Bendeniz aslen İzmirli Niyazi Efendi’nin oğluyum. Pederim sarraftır, pederimin vefatı üzerine küçük yaştan beri çektiğim işkenceler neticesinde debagat sanatında muvaffak oldum. Avrupa derilerine benzer olmak üzere deri çıkarıyorum. Sonra Bursa’da imalathanede bulundum, Paşa Hazretleri… Onun üzerine rahatsız olarak bir ay hava değişimi için buraya geldim. Düşüncelerimle birkaç sanat daha hazırladım ve bu sanatlardan da istifade etmek istiyorum. Mesela bizim memleketimizde çıkmayan bir sanat, ben bu sanatlardan da istifade edebilir miyim? Mesela bir tebeşir, mesela bir boya… Sonra tabii ben fakirim. Yalnız bu sanatları meydana getirmekle memlekete karşı hizmet etmiş olurum zannediyorum. Tabii aynı zamanda benim de geleceğim temin olunur değil mi, Paşa Hazretleri? Herkes yapabileceği işleri çıkarmakla milletine büyük hizmet etmiş olur zannediyorum. Yüksek sayenizde ümit ediyorum ki, her bir sanat, her bir şey ilerleyecektir. Sanatkârlar da müreffeh olacaktır.
Gümrük memurlarından bir efendi: Lozan Konferansı’nda delege heyetimizin Boğazlar hakkında kabul ettiği şekil bağımsızlığımıza tamamen kefil midir? Birinci sorum hu. İkincisi, Rusya ile bugün münasebetimiz nedir ve ileride nasıl olacaktır? Biz, Rusların vaziyeti hakkında tereddütlüyüz. Ruslarla İngilizler arasında kalmış olan bizler ne gibi bir yol takip edeceğiz?
Gazi Mustafa Kemal Paşa: Nasıl efendim?
Gümrük memurlarından efendi devamla: Bugün biz Ruslarla İngilizler arasında kalmışız. Bu yollardan hangisini takip edeceğiz? Sonra en ziyade bizi taciz eden şey, seçim projesinin değiştirilmesini ortaya süren Millet Meclisi’ndeki iki numaralı Müdafaai Hukuk Grubu’dur. Bu, bizim kalplerimizi vaktiyle tırmaladı ve protestolar gönderdik. Bu muhâlif grubun vaziyeti nedir? Bu hususta bizi aydınlatmanızı rica ediyorum, Paşa Hazretleri. (Alkışlar)
Kız Sultani Müdiresi Hanım: Bu muazzam inkılapta kadınlığın hareket hattı nasıl olmalıdır?
Maarif Müdürü Vasıf Bey: Paşa Hazretleri, lütfen müsaade buyurursanız gerek bendenizin beynimi az çok tereddüte sevk eden ve gerekse temas ettiğim arkadaşların beynini işgal ettiğini zannettiğim birkaç soruyu soracağım. Vahdettin’in firarı üzerine malumu devletleriniz, Osmanlı İmparatorluğu’nun öldüğü ilan edilmişti. O imparatorluk tamamen öldü mü? O imparatorluğu teşkil eden saray ve o sarayın etrafındaki menfaatperestler zümresi ve o zümrenin menfaatini temin etmek için dinî alet kabul eden zümre tamamen yıkıldı mı? Ve yeni hükûmet bu zümreleri yıkacak mıdır? Sonra Paşa Hazretleri, Osmanlı İmparatorluğu yaşarken herkeste umumi bir kanaat vardı; padişaha karşı silah atmak değil, padişahın sözünü söylerken titrememek belki bir günah idi. Görüyorsunuz ki, üç seneden beri Anadolu halkı ve köylüsü, padişahın hilafet ordusu diye gönderdiği kuvvetlere silahla karşı koydu. Ruhlarda ve fikirlerde husule gelen bu değişikliğin sebebi nedir? Bu sebepler doğrudan doğruya milletin ruhundan doğan, Türk milletinin seciyesinden doğan hakiki bir ihtiyacın mahsulü müdür? Yoksa birkaç ferdin tesiriyle meydana gelmiş bir hareket midir?
Üçüncü sorum Paşa Hazretleri, üç buçuk sene evvel İzmir’in işgaliyle haşlayan ve 16 Mart’ta İstanbul’un işgaliyle neticelenen umumi hücum karşısında Ankara’da doğan hükûmet nasıl doğmuştur? İstanbul’da hükûmet ve padişah varken ve altı yüz seneden beri Anadolu’daki halk İstanbul’a dönük olmaya alışmış iken nasıl olarak Paşa Hazretleri, Ankara’da bu kadar kudretli ve heybetli ve bu kadar cihanı hayretlere boğan bir hükûmet doğmuştur? Bunun hakiki sebepleri nedir? Az çok ve hiç şüphesiz kaniiz ki, milletin ruhundan doğan kanaatlerin mahsulüdür. Bununla beraber, lütfen bizi hususta biraz aydınlatınız.
Hazır olanlardan bir şahıs: Paşa Hazretleri, iktisat bakımından bendeniz de birkaç söz söyleyeceğim… Millet Meclisi’nde son zamanlarda yüzde 15 vergi zammıyla hariçten ithali yasaklanan eşyanın getirilmesine müsaade meselesi müzakere olunuyor. Bu nasıl olur? Eğer memlekete, yasaklanan eşya ithal olunacak olursa, bittabi mevcut hiçbir şey revaç bulamayacaktır. Biz keçe giymeliyiz, kendi malımızı kullanmalıyız. Bu takdirde harici maddeler ile rekabet edebiliriz.
Mesela zatı devletlerine arz edeyim: Pederi acizanem Isparta’da 322 [1906] senesinde bir gülyağı fabrikası açmıştı. Bu gülyağı fabrikası, 325’te [1909] şehir haricinde sekiz tane oldu. Isparta’da birçok hâlı fabrikaları da açılmıştı. Son zamanlarda hükûmetin yardımı ile yalnız… zadeler denmekle tanınmış olan bir Ispartalının fabrikası varlığını sürdürüyor. Do/ayısıyla memlekete ithali yasak olan lüks eşyanın katiyen ithal edilmemesini rica ederim. (Alkışlar)
Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey: Paşa Hazretleri, biz muallimler geleceğin mektepler tarafından doğurulacağına kaniiz. Eğer padişah hükûmeti yıkıldıysa ve onun yerine halkın hakkına dayanan bir hükûmet kurulmuş ise, hâlâ padişah ve saltanata dayanan ve onu aynen tatbik eden mektepler niçin devam ediyor? Millî eğitimin yetiştireceği heykel nedir? Türkiye nasıl bir çocuk istiyor? Maddesi, maneviyatı nasıl olacaktır? Yani millî eğitimin unsurları nedir? Acaba şimdiye kadar ortaya sürülen birtakım nazariyeler, yani kültür meselesi, hars meselesi ne demektir? Millî kültür zeminiyle orantılı bir kültür ne demektir? Acaba halk hükûmeti hâlâ padişah hükûmetinin prensiplerini, onun sevgisini, onun aşkını hâlâ mekteplerde aşılayan programları devam ettirecek midir? Bilhassa millî eğitimin yetiştirmekte olduğu ve yetiştirmek istediği Türk çocuğunun maddesi ve ruhu ne olacaktır? Bunun hakkında izahat istiyoruz. (Alkışlar)
Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey: Bendeniz de arkadaşını Hikmet Bey’in sorusuna küçük bir nokta ilave etmek istiyorum. Gelecekteki irfan hayatımızda medresenin mevkii ne olacaktır? Bugün fosil mevkiinde bulunan medreselerin irfan hayatı bundan sonra nasıl olacaktır? Zatıâlileri bu hususta ne düşünüyor, bunu öğrenmek istiyorum. (Alkışlar)
Muallime Melahat Hanım: Paşa Hazretleri, en büyük bir inkılabı yapan ve pek çok kadın muallimlere ihtiyacı olan bu memlekette, muallimelere olan ihtiyaçlarımızı temin etmek için ne gibi bir prensip ve nasıl tedbirler düşünülüyor. Lütfen izah buyurulur mu? (Alkışlar)
Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey: Kadınların seçimlere ve siyasî hayata karışmaları taraftarı mısınız? Bu hususta ne düşünüyorsunuz, bunu anlamak istiyorum…
Hazır bulunanlardan bir efendi: Paşam, bendeniz Aydın Demiryolu Kampanyası’ndayım. Her memlekette azami tesir yapan şey, nakliye vasıtalarıdır. Bilhassa askerlikte ve her şeyde… Dolayısıyla memleketimizde azami faydalarla açılan şirketler, pek yersiz imtiyazlara sahip olan şirketler hâlâ devam etmektedir ve hunların devam etmemesi için ne düşünüyorsunuz? (Alkışlar)
Hazır bulunanlardan bir zat: Paşa Hazretleri, zatı devletlerince teşkil edilecek olan Halk Fırkasının maarif siyaseti ne olacaktır?
Hazır olanlardan bir Musevi: Paşa Hazretleri, Türkiye’nin felâketlerine ortak, saadetleriyle mesut olan Museviler hakkındaki fikirleri?
Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey: Paşa Hazretleri, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesinde “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” “İdare usulü halkın mukadderatını bizzat idare etmesi esasına dayanır” deniyor. Bugün mevcut olan idare, hiç şüphesiz eski idare usulü sistemidir. Belediye, Müdafaai Hukuk ve daha diğer birçok seçimlerde eski idare usulüne uyularak seçimler icra edilmektedir ve seçimlerde birtakım zümre tahakkümü meydana getirilmektedir. Bunun giderilmesi için ne düşünülüyor?
Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım: Paşa Hazretleri, Türk kadınlığının ruhundaki büyük sızıyı açmak istiyorum. Türk kadınlığı, içinde öyle bir sızı, öyle bir yara ve elem saklıyor ki, gizliyor ki, bunu ancak şimdi açabiliyoruz, muhterem Paşa.
Bu kadar büyük inkılaba sebep olan büyük ve muhterem şahsiyetleri yetiştiren analar, doğuran analar veyahut kardeşlerini her zaman için sınır boylarına gönderen kadınlar, her zaman için öteden beri sefil bir hâldedir. Onların erkekler gibi hür, muhterem ve temiz bir hakkı, onların da erkekler gibi hür ve mukaddes bir hakkı olmayacak mıdır? (Alkışlar)
Hazır bulunanlardan bir efendi: İzmit’te irat buyurulan nutku devletlerinde milletin terhis edilecek subaylara pek parlak bir gelecek hazırladığını vaat buyurdunuz. Terhis edilecek subaylar bundan tamamıyla memnun oldular. Fakat Paşa Hazretleri ordunun bir de milis namıyla birkaç yüz kişilik subayları vardır. Onlar terhis edileli aylar geçtiği hâlde durumlarının iyileştirilmesi vasıtaları hazırlanmamıştır; hiçbir şeyleri düşünülmemiştir yahut düşünüldüğü hissettirilmemiştir. Bunlar için ne düşündüğünüzü sorabilir miyim?
Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey: Zatı devletlerine bir şey soracağım. Malumu devletleri, bir milletin, bir devletin esas bünyesi köylülerdir. Millî çoğunluğu teşkil ve temsil eden köylülerdir. Şehirleri besleyen köylülerdir. Ordunun yüzde seksenini teşkil eden, köylülerdir. Harp cephelerinde vücutlarını kanlı düşmanlara hedef eden köylülerdir. (Yaşa sesleri, alkışlar) Memleketi, şehirlileri besleyen köylülerdir. Bu zavallı, masum ve irfanen geri olan unsur için Millet Meclisi’mizde ne düşünülüyor? Bu unsuru çok geri görüyorum, Paşa Hazretleri. Çok zavallı görüyorum, Paşa Hazretleri. Bu unsur kuvvetlendirilmezse, durumu iyileştirilmezse hayat yoktur, Paşa Hazretleri. Bu unsur masumdur. Bunu irfanen yükseltelim. Yükseltmek için ne icap ediyorsa yapılmasını, temsil buyurduğunuz Millî Meclis namına arz ve istirham ediyorum Paşa Hazretleri. (Sürekli alkışlar)
Gazi Mustafa Kemal Paşa: Münasip görürseniz, evvela şimdiye kadar sorduğunuz sorulara cevap vereyim. Zamana göre, icap ederse başka sorular da sorabilirsiniz. (Hay hay sesleri)
Arkadaşlar, bütün sorduğunuz sorulara, sizi endişelendiren noktalara, umumi kadrolar içinde cevap vermeye çalışacağım ve muvaffak olursam çok büyük memnuniyet hissedeceğim.
[Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti]
Efendiler, bilirsiniz ki hayat demek, mücadele demektir, çarpışma demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, kuvvete, kudrete dayanan bir keyfiyettir. İnsanların bütün meşgul olduğu meseleler, bütün maruz kaldığı [karşılaştığı] tehlikeler ve bütün elde ettiği muvaffakiyetler, umumi bir mücadelenin dalgaları tarafından meydana gelmiştir. Herkesçe malumdur [bilinmektedir] ki, insanlığın bizce malum olan çarpışması, Doğu kavimlerinin Batı kavimleri üzerine hücumuyla, taarruzuyla başlar.
Hanımlar, Efendiler,
Doğu kavimlerinden bahsettiğim zaman, bunların başında ve en kuvvetlisinin Türk unsuru olduğunu cümlemiz [hepimiz] hepimiz bilmeliyiz. (Yaşasın Türkler sesleri, alkışlar)
Bütün Avrupa’yı baştanbaşa çiğneyen ve Paris’e kadar giden, Türklerdir. (Alkışlar) Fakat her taarruza karşı, daima mukabil taarruz düşünmek lâzımdır. Bunu, asker olanlar çok iyi bilir. Vuku bulan [yapılmış] taarruza karşı, mukabil taarruz düşünmeden hareket edenlerin akıbeti [sonu], mutlaka mağlup olmaktır, hezimete uğramaktır, yok olmaktır.
Türklerin İslâm’dan evvel ve İslâm’dan sonraki tasarruflarını tetkik edebiliriz [inceleyebiliriz] ve bu takdirde Türk ve İslâm taarruzundan bahsedebiliriz. Türkler bilhassa İslâm olduktan sonra Avrupa’nın içine yine yeni taarruzlar yapmışlardır. Ondan evvel İslâm olarak İslâmiyet namına Batı’ya taarruz eden, Avrupa’ya taarruz eden, -biliyorsunuz- Araplardır. Fakat Batı âlemi bütün bu muvaffakiyetler ve darbeler karşısında mukabil [karşı] taarruza geçmek kati lüzumunu hissetti ve mukabil taarruza başladı. Evvela Araplara vuku bulan bu mukabil taarruz, Endülüs’te acı ve Felâket dolu bir mağlubiyetle başladı. Fakat orada bitmedi. Bütün İslâm âlemi, Afrika kuzeyinde takip oluna oluna bugüne kadar geldi. Takip devam etti ve Osmanlı Türklerine intikal etti.
Biliyorsunuz ki, Selçuki devletinin beylerinden biri olan Osman Gazi, kendi namına bir devlet teşkil etti [kurdu]. Bu noktadan başlayan Osmanlı devleti, Selçuki tacı ve tahtına konduktan sonra, İstanbul’u dahi zapt ederek [ele geçirerek] Doğu Roma İmparatorluğu’nun tacını dahi başına koydu ve altı yedi asır dünya yüzünde mevcut oldu [varlığını korudu]. Sorduğunuz sorulara temas edebilmek için bu Osmanlı tarihinin bazı noktalarını hep beraber hatırlamayı teklif edeceğim. Osmanlı devleti, yaklaşık dört sene evvel yok oldu, tarihe intikal etti. Ondan evvel mevcut olan Selçuki devleti de, Türk ve İslâm olan Selçuki devleti de tıpkı Osmanlı devleti gibi mahvoldu, yok oldu, tarihe geçti.
Efendiler, hanımlar,
Bunun sebeplerini izah edebilmek için bu devletlerin bilhassa Osmanlı devletinin takip etmek istediği umumi siyaseti hatırlatmak istiyorum. Denilebilir ki, Osmanlı devletinin, devlet siyaseti olarak, millet siyaseti olarak, halk siyaseti olarak, belli, açık bir siyaseti mevcut değildi. Devletin başına geçen taç sahipleri [hükümdarlar], kendi arzularına, heveslerine göre bir nevi [çeşit] siyaset icat ederlerdi ve o siyasetin peşinden bütün milleti sürükler, götürürlerdi. Malumdur [bilinir] ki, harici siyasetin muvaffak olabilmesi için onun dayandığı bir dâhili teşkilat olmak lâzım gelir. Dâhili [iç] siyaset, dâhili teşkilat kuvvetli olmazsa, takip olunan harici [dış] siyasetlerin bütün muvaffakiyetleri geçicidir, derhâl sönmeye mahkûmdur.
Osmanlı devletinde göze çarpan bir iki siyaset vardır. Mesela, Fatih’in siyasetini ele alalım: Fatih, ne olursa olsun Batı Roma’yı idaresi altına almak, büyük bir imparatorluk vücuda getirmek [kurmak] istiyordu. Bütün mesaisini [çalışmalarını] bu istikamete sevk etmişti. Aslî unsur olan Türkü, yalnız bu gayenin elde edilmesi için istihdam etmişti. Böyle bir siyasetin dayandığı teşkilat ne idi? Bittabi [tabiatıyla] aslî unsur ile yetinmek ve aslî unsuru içine alan teşkilat ile yetinmek mümkün olamazdı. Bu sebeple Fatih, fethettiği bütün memleket ahalisinden istifade etmek [faydalanmak] istedi. Fakat onlar, kendi unsuru olmadığından, bittabi kendi unsuruna ait olabilecek hususlardan başka şeyleri onlara tatbik etmek [uygulamak] lâzım gelirdi. Her zapt olunan [elde edilen] yerde başlı başına ve fakat ayrı ayrı birtakım mevcudiyetler [varlıklar] yerinde bırakılmıştı. Fakat yerinde bırakılan bu mevcudiyetler âdeta bütün o imparatorluk içinde bir gün intikam almak fırsatını bekleyen ayrı ayrı bir hükûmet hâlinde idi. Nitekim fırsat çıktığında hiçbirisi istifade etmekten geri kalmadı.
Mesela diğer bir Osmanlı imparatorunun siyasetini nazarı dikkate alalım. Mesela, Selim’in siyasetini nazarı dikkate alalım. O ise bütün İslâm âlemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare etmeyi düşündü ve bunun neticesi olarak Suriye’yi zapt eti, Mısır’ı zapt etti ve Mısır’daki halifenin sıfatını da kendi şahsına ilave etti.
Fakat bundan sonra diğer bir Osmanlı hükümdarının siyasetini arayalım. Belki ikisini birden yapmak istemiştir: Hem Batı’yı zapt etmek, Viyana’ya kadar gitmek, Viyana’da mesela bir Osmanlı valisi bulundurmak; diğer taraftan da bütün İslâm âlemini birleştirmek… Böyle gayet geniş, büyük, sultanlara ve hükümdarlara yakışır bir siyaset…
Arkadaşlar, bu siyaset, Türk unsurunun hayatının, topluluğunun, saadetinin gerektirdiği bir siyaset değildir. Bu, yalnız bu milletin her nasılsa başına geçmiş ve onu nasılsa tahakkümü altına almış bir şahsın, kendi ihtirasını tatmin için tatbik ettiği bir siyaset idi. Onun için şahıslar değiştikçe, şahıslar söndükçe bu siyaset de sönmüştür. Ancak millet her birini ayrı ayrı elde etmeye çalışarak, kendi kuvvetini, kendi kudretini, her şeyini vermiş ve kendi hayatı ile ve kendi evi ile meşgul olmaya vakit bulamamıştır. Bu izahattan çıkan noktalar şudur:
Bir unsur için, bir millet için takip olunabilecek siyaset ne olmalıdır? Kendimizi ele alalım: Biz dinî bir siyaset takip edebiliriz. Biz millî bir siyaset takip edebiliriz. Veyahut hem millî ve hem de dinî bir siyaset takip edebiliriz. Dinî siyaset takip edelim dediğimiz zaman, herkesçe malum olan ifadesiyle söylemek lâzım gelirse, İslâm birliği siyaseti demektir.
Umumi olarak millî bir siyasetten bahsettiğimiz zaman Turani bir siyaset demektir veyahut her ikisi… Her İslâm için, bütün Müslümanların bir noktada birleşmesi ve hep beraber çalışarak kuvvetli olması, mesut olması, muhakkak arzu edilir. Fakat dünyada elde edilmesi mümkün olmayan hedeflere yürümek, insanları çok aldatmıştır, çok aldatır. İnsanlar parlak olan siyasetlere doğru mutlaka yürümek ve oraya ulaşmak ister. Çünkü parlak olan şeyler caziptir [çekicidir]. Bu dediğim nokta da parlaktır, caziptir. Fakat hayat hayallere dayanamaz; hayat maddiyata dayanır. Herhangi bir millet hayatını muhafaza için, hayat vasıtalarını elde etmek ve düzenlemek için adım attığı zaman seçtiği hedef hayali olursa elbette muvaffak olamaz. Bu, asırların ve asırlarca yaşamakta olan insanların, belki çok acı, çok kanlı hadiseler ile ve belki çok büyük Felâketlerle bulmuş olduğu bir neticedir. Büyük bir cesaretle söylüyorum ki, dünyanın bugünkü umumi şartlarına ve asrın, insanların kafasında yapmış olduğu bugünkü değişikliklere göre, bütün İslâm âleminin şimdiye kadar vehmedildiği gibi bir noktadan sevk ve idaresine maddi imkân yoktur ve olamaz. (Alkışlar) Bunu bu kadar kuvvetli söyleyebilmek için çok şey bilmeye, çok şey düşünmeye, çok şey hatırlamaya hacet yoktur. Çünkü bu olmamıştır ve olamayacaktır, dediğim zaman bu benim ifadem değildir; tarihin ifadesidir, vakaların ve hadiselerin ifadesidir; en nihayet ilmin, aklın, mantığın ifadesidir. Arkadaşlar, bin üç yüz şu kadar seneden beri bu nazariye, nerede ve ne vakit tatbik kabiliyeti bulabilmiştir?
Pekâlâ, biliyorsunuz ki, daha Cenabı Peygamber’in irtihalinin ertesi günü derhâl herkes, hatta her ufak kabile başka başka şeyler düşünmeye başladılar. Ve bilhassa İslâm memleketleri genişledikten sonra, Suriye’de yaşayanlar başka, Irak’ta, Mısır’da yaşayanlar başka ve her yerde yaşayanlar başka başka düşünmek mecburiyetindeydiler ve öyle düşündüler. Fakat mutlaka hepsini bir noktada toplamak isteyenler, daima aynı histe, aynı dinî histe bulunan insanları yekdiğerine çarpıştırarak yekdiğerini öldürtmekten başka ve sonu gelmeyen kan döktürmekten başka hiçbir netice alamamışlardır. Hadisenin ve tarihin ifade ettiği bu şeyi, arz ettiğim gibi ilim ve fen de kabul etmez.
Bugün başka başka muhitlerde yaşayan insanlara ve o muhitlerin vermiş olduğu zihniyete ve mizaçlara vesaireye bakılırsa, bütün bu muhtelif cinsteki insanların her hâlde aynı suretle sevk ve idaresinin mümkün olduğunu tasavvur etmek, hakikaten fenni gerçekleri reddetmek demektir ki, buna da imkân yoktur. O hâlde kendimiz için bir siyaset tasavvur edildiği zaman -ki, buna bir arkadaşımın sorusundan ilham aldım- gelecekte nasıl bir siyaseti takip edeceğiz? Gelecekte takip edeceğimiz siyaseti tespit için ben açıklıkla arz ediyorum:
Hiçbir vakitte böyle bir siyaset hatırıma gelemez. Çünkü böyle bir siyaset tatbik edilemez. Ve böyle bir siyasî istikameti takibe girişmiş olanların hepsi bizzat kahrolmuştur ve muvaffak etmek istedikleri insan kitlesini mutlaka Felâkete sevk etmişlerdir. (Alkışlar) Geniş ve şümullü [şümullü], yani Turani bir millî siyaset, efendiler (bir özür dilemek mecburiyetindeyim, efendiler dediğim zaman beyefendiler ve hanımefendiler demektir). (Alkışlar)
Türkler aynı kaynaktan doğmuşlardır. Fakat bütün dünya yüzünde, dünyanın muhtelif kıtalarında vatan sahibi olmuşlardır. Dolayısıyla bu kadar geniş bir sahada bulunan muhtelif Türk parçalarını aynı zihniyetle, yani eski zihniyetle bir noktada birleştirerek idare etmek dahi tatbik kabiliyetine sahip olmayan bir nazariyedir. Böyle bir nazariyeyi tatbik mevkiine koymak isteyenler, şimdiye kadar muvaffak olamamışlardır. Bu iki istikamet hakkında değerlendirmeler menfi [menfi] olunca, tatbik kabiliyeti olan üçüncü bir istikamete gözümüzü çevirmek lâzımdır. O da şudur:
Her insan kitlesinin, makul olan, mantıki olan bir sınır dâhilinde tamamen bağımsız, yani haricin manen ve maddeten her türlü tecavüzlerinden korunmuş olarak, müreffeh [varlıklı] ve mesut olmak için çalışmayı temin edecek bir istikamet tespit etmesi meselesi…
Efendiler, bu siyasetin içinde hem dinî siyaset vardır, hem de millî siyaset vardır. Dolayısıyla biz, karma ve fakat tatbik kabiliyeti olan, makul bir siyaset takip etmiş olmalıyız. Eğer İslâmlardan, Kur’an’ı yüceltmek dinî bir vazife olarak talep olunuyorsa, hiç şüphe yok ki, Müslümanlar ne kadar kuvvetli, kudretli ve fakat bütün bu kudret ve kuvvet ne kadar dimağen [akılca] yüksek olursa, ilmen, fennen gelişmiş bulunursa, bittabi Kur’an’ı yüceltmeyi o kadar çok iyi yapmasını bilir ve Allah ancak bu mesai tarzından daha çok memnun olabilir. Bütün Müslümanlara da ne yapmak lâzım geleceğine dair kuvvetli ve maddi bir misal gösterilmiş olur.
Efendiler, Dünya yüzünde mevcut bütün İslâm âlemini bir an için gözden geçirelim: Hepsinin ne hâlde bulunduğunu zannederim ki, içimizde bilmeyen bir fert yoktur. Hepsi esirdir, sefildir ve hakiki refah ve saadetten yoksundur. Bugün dünyada bağımsızım diyen İran devleti veya Afgan devleti dahi hakiki saadetten çok uzaktır.
Bir Osmanlı devleti vardı. O da en nihayet yok olmaya mahkûm oldu. Ne için? Çünkü millet kendi hayatıyla ve kendi eviyle hiçbir vakit meşgul olmadı; daima hayali birtakım hedeflere karşı sürüklendi ve kendi kendini sürükledi, en nihayet bu hâl ve vaziyete düştü.
Efendiler, insanlar kendiliğinden bu gibi hareketlerin faili olamaz, olmak istemez. Çünkü itiraf etmek lâzımdır ki, insanlar her şeyden evvel, evvela kendi menfaatini düşünür. Kendi hayat vasıtalarını, kendi refah ve saadet vasıtalarını temin etmemiş olan bir insanın başkalarının hayatıyla alâkadar olmasını kabul etmek o kadar mantıki değildir. İnsanların böyle düşünmesi de pek meşru ve caizdir. Yalnız meşru ve caiz olmayan, reddedilen şey, menfaatini diğerlerinin menfaatinden fazla düşünmesidir. Bu, makul seviyede oldukça caizdir. O hâlde bütün bu İslâm âlemini yok olmaya ve sefalete ve rezalete sevk eden sebepleri ve illetleri [etkenleri] tetkik edecek [inceleyecek] ve tahlil edecek olursanız, mutlaka kendi arzuları değildir. Fakat kendi hayat vasıtalarını temin ettikten sonra ve bunun pek çok üzerine çıktıktan sonra birçok insanların, kayıtsız şartsız, düşünmeksizin ve irdelemeksizin kendi arzusuna, kendi emeline tabi olduğunu gören birtakım insanların fiilleri ve hareketleridir. Hakikaten Osmanlı devletinin ve Selçuk devletinin ve ondan evvel gelmiş olan Türk ve İslâm devletlerinin idare tarzlarını tetkik edecek veya hatırlayacak olursanız, görürüz ki, mahiyeti itibariyle dediğim şekildedir. Yani millet kendi arzu ve emeli için değil, fakat başkalarının arzu ve emeli için hareket etmektedir.
Efendiler, biliyorsunuz ki, insanlarda bir arzu, bir meyletme [eğilim], bir irade vardır. Her insanda bu vardır ve bu manevi bir şeydir. O iradenin tatbik vasıtası olan diğer bir şey daha vardır ki, ona da hâkimiyet [egemenlik] derler. İnsanlar iradesine sahip olabilmek için, iradesi doğrultusunda hareket edebilmek ve çalışabilmek için mutlaka hâkimiyetine sahip olmak mecburiyetindedir. Eğer hâkimiyeti başkasına gasp ettirmiş ise, iradesinin tatbik vasıtası elinde değildir. Ona kim malik [sahip] olmuş ise, artık diğerlerinin hâkimiyetleri ellerinde değildir. Hepsinin iradesine malik olanın iradesi, umumun iradesi yerine kaimdir [geçer]. Dolayısıyla bütün mütalaaları [düşünceleri, görüşleri] bir noktada özetlemek lâzım gelirse, mahv ve yok olduğunu, sefil olduğunu gördüğümüz bu toplulukların, mahv ve yok olma sebepleri, kendi iradelerine malik bulunmamış olmalarıdır. Onun başkaları tarafından gasp edilmiş olması veya başkalarına terk ve tevdi edilmiş olmasıdır. Bir içtimai heyet [içtimai heyet], bir devlet müessesesi, bu hatadan yakasını kurtarmaksızın, herhangi bir şekilde teessüs ederse etsin, her hâlde netice itibariyle Felâkete mahkûmdur. Biliyorsunuz ki, Osmanlı devleti saltanat devresini, haşmetini, debdebesini yaşadıktan sonra düşmeye başladı. Bu düşüş birçok darbelere göğüs germeyi lüzumlu kıldı ve saldırıların neticesinde zaman zaman uyanışlar hâsıl oldu. Zaman zaman bu Felâketin önüne geçilmek için çareler düşünüldü; memlekette birçok iyileştirmek yapmak fikirleri hayal edildi ve buna teşebbüs edenler de bulundu. Mesela III. Mustafa zamanında ilk defa olmak üzere Avrupakâri [Avrupa’da olduğu gibi] bir iyileştirme nazarı dikkate alındı. Fakat o muvaffak olamadı. Ondan sonrakiler de çalıştılar, tam olarak hiçbir vakitte muvaffakiyet hâsıl olamadı. En nihayet meşrutiyeti elde etmek için yapılan inkılapta dahi muvaffakiyet hâsıl olamadı. Neden? Çünkü hâkimiyetini daima ve kayıtsız şartsız milletin elinde bulunduran bir şekil değil, fakat ya tamamen bir adamın elinde veya birkaç kişinin elinde bulundurmaktan başka bir hükûmet şekline başvurulmamıştı [girişilmemişti].
Efendiler, Osmanlı devleti tarihe karıştı. Ondan evvelki devletler de tarihe karıştı. Fakat gerek o devletleri ve gerek Osmanlı devletini tesis eden aslî unsur, hayatını muhafaza etti; daima hayatını muhafaza etti. (Alkışlar) Çünkü aslî unsurun, milletin, gerçekte kendisini sevk ve idare eden hükûmet tarzıyla, hükûmet heyetiyle, hükûmet şekliyle kati alâkası yoktu. Dolayısıyla bunların tamamı mahkûm oldukları gibi yok olmuşlardır. Ancak aslî unsurun bir zararı vardır ki, o da böyle birtakım hareketlerin faili olmakla, kendini düşünememeye mahkûm kalmasıdır. Bittabi bu zarar, çok büyük bir zarardır.
Nihayet Harbi Umumi içinde milletimizde büyük bir teyakkuz ve uyanış belirmeye başladı. Harbi Umumi’ye girerken ne olacağı belli değildi. Fakat çok büyük vaatler vardı. Az zamanda çok büyük ve parlak zaferlere nail olacağız zannediliyordu. Bunu böyle zannedenler, bu zanlarını millete kabul ettirmek için çok çalışıyorlardı. Mesela dört ay, altı ay kadar kısa bir zaman zarfında bütün bu meselelerin halledilip neticelendirilebileceği kanaati hemen hemen umumiydi. Ben ordu kumandanlıklarından birinde bulunduğum zaman ordunun açlığa ve sefalete mahkûm olduğunu gördüm. Bunu telafi ettirebilmek için icap edenlere danıştığım zaman bana dediler ki, “vakaa biz çok para vaat ettik, çok erzak vaat ettik, ama müddetin bu kadar uzayacağını bilmediğimizden vaat ettik. Yoksa müddetin bu kadar, bir sene, iki sene, üç sene, dört beş sene uzayacağını bilseydik, biz derdik ki, bu mümkün değildir.”
Fakat efendiler, bunu demek isteselerdi de diyemezlerdi. Çünkü öyle bir hükûmet şekli, öyle bir idare tarzı vardı ki, hiç kimsenin o idareye karşı söz hakkı yoktu. Millet girdiği badirenin mahiyetini anlayamazdı, anlayamamakta da mazurdu. Fakat ne vakit ki, ordular, kendi memleketimizi, anavatanı, kendi evlerimizi muhafazada gevşeklik gösterip de Galiçya’da, Romanya’da, Makedonya’da, İran’da, Turı Sina çöllerinde erimeye başladı, o zaman uyanış hâsıl oldu. Nihayet umumi mağlubiyet oldu ve bir mütareke yapıldı. Belki bu mütareke ile bir dereceye kadar memleketin menfaatleri ve milletin şeref ve haysiyeti temin olunabilirdi. Yalnız artık Osmanlı devleti ve bu devleti teşkil eden millet, taarruz edenler gözünde her türlü insani haklardan yoksun görülüyordu. Bunlara karşı verilen sözü tutmamak, hiçbir şeyi icap ettirmeyebilirdi. Çünkü muhatapları hakiki hâlde [gerçekte] bir millet değildi. Belki o milletin başında ve o milleti her suretle sevk ve idare edebilir mahiyette birtakım insanlardan ibaretti. Yalnız o insanları elde etmek veyahut yalnız o insanlar üzerinde etkili olmak, hâkim olmak, memleketimiz ve milletimiz üzerinde arzu edilen baskıları yapmaya kâfi gelebilirdi. Hepimizce malumdur ki, İtilaf devletleri bu mütarekename hükümlerine katiyen riayet etmeye lüzum görmediler. İstanbul’u, Kilikya’yı ve her tarafı işgal ettiler. Ve aynı zamanda bu güzel İzmir’i de işgal ettiler. İstanbul’da ismen bir halife ve padişah ve bunun etrafında yine ismen bir hükûmet muhafaza edildi ve bunu muhafaza için çok çalıştılar. Çünkü bunları muhafaza etmek kendi menfaatları icabı idi.
Birçok acı vakalar karşısında ve zaten Harbi Umumi’nin üst üste darbeleriyle etkilenmiş olan, uyanmış olan millet ve bu milletin içinde birçok izan sahibi, çok acı düşünceler karşısında kaldılar. İki hareket tarzı vardı. Birisi yapacak hiçbir şey kalmamış olduğuna kanaat etmek; ikincisi yapacak hiçbir şey yoktur, tek bir şey kalmıştır, o da ölmek… Fakat hiç olmazsa vatan hissiyle, millet hissiyle, insanlık his ve şerefiyle ölmek… İnsan gibi ölmek, namuskârane ölmek ve bunu tercih etmek vardı. Yahut düşmanlara, bütün İslâm âlemini zincirle bağlayan ve ayakları ile çiğneyen insanlara boynumuzu uzatmak vardı. Bittabi bizim milletimiz, böyle ağır bir sefalet ve Felâkete boyun eğemezdi, uzatamazdı. Bizim umumi Felâketimiz hiçbir zamanda, hiçbir vakitte milletimizin izzet hislerinden mahrum olması neticesi değildir. Belki milleti izzet hissinden uzak tutmak isteyenlerin yapmış oldukları sahtekârane hareketlerin neticesi idi. (Alkışlar) Çok tabii olarak milletin verebileceği karar, artık dünya yüzünde yaşayacak yüzümüz kalmamıştır, mezara gömülmelidir. Efendiler, bir insan ve insanlardan meydana gelen herhangi bir içtimai heyet ölmeye karar verirse yaşamak için, behemehâl [mutlaka] yaşar. (Alkışlar) Fakat ölmemeye çalışanlar ve ölümden kaçanlar yaşamak için, mutlaka ölürler. Ölümün yalnız maddi olması bahis konusu değildir, manen dahi ölünür…
Bütün vicdan sahipleri, izan [ileri görüş] sahipleri, verilmiş olan, tabii olarak verilmesi lâzım gelen bu kararı nasıl tatbik edeceğini düşünmekle meşgul oluyordu. Ben o sıralarda İstanbul’a gelmiştim. Ondan daha evvel Adana’da bulunuyordum. Yıldırım Orduları kumandanı olarak.
Müsaade buyurursanız, bir noktaya temas etmek üzere kendimden bahsedeceğim. Ben, umumi vaziyetin felâket uçurumuna yaklaşmış olduğunu gördüm, daha çoktan görmüştüm. Yapılan itilafname [anlaşma] veya mütarekename ile de hiçbir şeyin temin edilmemiş olduğunu ve edilemeyeceğini dahi gördüm. Sonradan yapılacak olan şeyin bir an evvel yapılmasından başka bir çare olmadığında da tam kanaate vardım. Ve bunun için o zaman hilafet ve saltanat tahtında oturan zata doğrudan doğruya bir şey yazdım ve dedim ki, filan ve filan adamlardan meydana gelen bir hükûmet heyeti yapınız ve beni dedim o hükûmetin içinde başkumandan yapınız. Ve isimlerini saydığını insanların da her birine ayrı ayrı yazdım: “Herhalde bu taç sahibi ile konuşunuz, dediğim şekilde bir hükûmet heyeti yapınız ve beni de çağırınız. Bana başkumandanlık sıfatını veriniz.” Bu zavallı insanlar, bu hasis ruhlu insanlar, zannettiler ki, ben hakikaten bir başkumandanlık istiyorum. Yalnız böyle kuru bir unvanı almak arzusundayım.
Arkadaşlar, ben böyle bir unvan için o makamı istemiyordum. Ben o makamı yıkmak için oraya gitmek istiyordum. (Alkışlar, bravo sesleri) Hakikaten benim gördüğüm manzarayı gördükten sonra yapılacak şey, derhâl bütün kuvvetimizi, bütün harp vasıtalarımızı, bütün servet kaynaklarımızı -ki İstanbul’da toplanmıştı- bunların tamamını bir an evvel Anadolu’ya atmak ve derhâl hükûmeti Anadolu’ya nakletmek ve mütarekename hükümlerine muhâlif vuku bulan en ufak bir harekele karşı derhâl kuvvet kullanmak lâzım geliyordu. Ve ben onu yapmak istiyordum. Nitekim mütarekeyi müteakip ben Halep ve Katma arasında, ordumuzun süngüleriyle çizmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhâl süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Ve nitekim İskenderun Körfezi’ne yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş ettim. Benim bu harekâtım İstanbul’da benim dediğim kişilerin yapınış olduğu heyette tereddüt ve heyecan hâsıl elli. Benim bu müracaatıma şu yolda bir cevap verildi: Denildi ki: “İnşallah sulhtan sonra arkadaşlığımız Allah’ın lütfundan beklenir.” Bunu söyleyen zavallı insan, artık sulhun yakında vukuuna [olacağına] kanaat etmiş bir insandı. Ben de cevap vermekte tereddüt etmedim ve dedim ki, “Sizin hayal ettiğiniz sulh çok uzaktır. Ve sizin bu hâl ve vaziyetinizle böyle bir sulh temin edilemez. Çok korkarım ki, çok nefis sandalyenizin düşman tesiri altında olduğunu bizzat göreceksiniz.” Hakikaten çok geçmedi, öyle oldu.
Ve işte bunu müteakip idi ki, artık benim İstanbul’a gitmemde bir beis [sakınca] kalmadı. Orada da birçok zevat ile aynı derdi dertleştik. Fakat artık İstanbul öyle bir mahal olmuştu ki, orada bizim ruhlarımız, vicdanlarımız, arzularımız, hislerimiz faaliyete geçemezdi. Artık İstanbul, fiilen ve maddeten esir olmuştu. Düşman süngüleri her köşede ve bütün bakışları tehdit ediyordu. Düşman donanmalarının topları sağa ve sola, bütün memleketin köşelerine doğrultulmuştu. Herkes mahkûm idi. Herkes içinde padişah ve onun etrafında hükûmetim diyen insanların hepsi mahkûm idi. Herkes ve herkes mahkûm idi.
Ancak teessüf edilecek ve lanetlenecek bir şey varsa, bu adamlar bu rezil vaziyeti hissetmiyorlardı; hissetmeyen, padişah ve halife olan zattı, onun etrafındaki menfaatperestlerdi. (Kahrolsunlar sesleri) İşte onun için artık orada yapılacak bir şey yoktu. Yapılacak şey, mutlaka anavatanın içerisine girmek ve milletin sinesine, kucağına atılmak ve onlarla hemhâl ve hemdert olarak en son kararının alınmasına teşebbüs etmekle mümkün olacaktı.
You may like
Mustafa Kemal Atatürk
Kazım Karabekir Paşanın T. B. M. M.’ne Telgrafı
Published
4 ay agoon
Ağustos 12, 2024By
drkemalkocak5.- MUHTELİF EVRAK
1.- Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.
REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.
Erzurum;
Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine
Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yadedilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.
17 Ağustos 1336 [1920]
Şark Cephesi Kumandanı
Kâzım Karabekir
REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim.
T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, Elliüçüncü İçtima, 19.8.1336 Perşembe, Devre: 1, Cilt: 3, İçtima Senesi: 1, s. 333
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde Halkla Konuşması
Published
10 ay agoon
Şubat 7, 2024By
drkemalkocak(7 Şubat 1923)
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.
Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.
Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Balıkesir’i biri cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere yedi defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Balıkesir’e ilk defa 6-8 Şubat 1923’te gelmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 8-10 Ekim 1925’te gerçekleşmiştir. Bunu, 13-15 Haziran 1926, 7-8 Şubat 1931, 21-22 Ocak 1933, 15 Nisan 1934 ve 24-25 Haziran 1934’teki ziyaretleri takip etmiştir.
Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6-8 Şubat 1923’teki Balıkesir seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN BALIKESİR SEYAHATİ”nin, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında yayımlanan “BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK- BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA (7 ŞUBAT 1923)” başlıklı bölümü, Osmanlı Türkçesinden çeviri yazı olarak sunulmuştur.
***
BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri hutbeler ve hilafet hakkındaki izahatından sonra mesail-i siyasiye ve içtimaiye ve iktisadiyemize [siyasi, sosyal ve ekonomik meselelere] geçmişlerdir
BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA
(7 ŞUBAT 1923)
Balıkesir: 7 [Şubat 1923 Çarşamba] (AA ) – Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, bugün öğle namazını büyük bir cemaat ile Paşa [Zağnos Paşa] Camii Şerifi’nde kılmışlardır. Namazdan ve ervah-ı şühedaya [şehitlerin ruhlarına] ithafen kıraat edilen [okunan] mevlidi nebeviden sonra Paşa Hazretleri minbere çıkarak şu hutbeyi [nutku/konuşmayı] irat buyurmuşlardır [yapmışlardır]:
“Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atifeti [iyiliği] ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakayıkı [hakikatleri] tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Kur’an-ı azimüşşandaki nusustur [naslardır]. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor [uyuyor ve denk düşüyor]. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş [uymamış] olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilahiye beyninde [tabii ilahi kanunlar arasında] tezat [zıtlık] olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i künyeyi [bütün kâinatın kanunlarını] yapan, Cenabı Hak’tır.
Arkadaşlar, Cenabı Peygamber, mesaisinde iki eve, iki haneye malik [sahip] bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in eser-i mübareklerine [mübarek eserlerine] iktifaen [uyarak] bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline [bugününe ve geleceğine] ait hususatı [hususları] görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside [kutsal evde], Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz [gelecek ve bağımsızlığımız] için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-ı milliye [milli emeller], irade-i milliye [milli irade] yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin [bütün millet fertlerinin] arzularının, emellerinin muhassalasından [bileşkesinden] ibarettir. Binaenaleyh [dolayısıyla] benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.”
Müşarünileyh [adı geçen], badehu [ondan sonra] minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat tarafından irat edilen [sorulan] yirmiyi mütecaviz suali [yirmiden fazla soruyu] tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale [soruya] cevaben demişlerdir ki:
“Hutbeler hakkında irat edilen sualden [sorulan sorudan] anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi [fikri hissiyatı] ve lisanıyla ve ihtiyacat-ı medeniye [medeni ihtiyaçlar] ile mütenasip [uyumlu] görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa [insanlara] hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım mefhum [kavram] ve manalar istihraç edilmemelidir [çıkarılmamalıdır]. Hutbeyi irat eden [söyleyen], hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi [söylerlerdi]. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamber’in, gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] söylediği şeyler, o günün meseleleridir; o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır [toplumsal hususlarıdır]. Ümmet-i İslamiye [İslam ümmeti] tekessür [çoğalmaya] ve memalik-i İslamiye [İslam memleketleri] tevsie [genişlemeye] başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine [söylemelerine] imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa [bildirmeye] birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesa [reisler] idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir [aydınlatmak] ve irşat [uyarmak] için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-ı umumiyeden [genel durumdan] haberdar etmek, son derecede haiz-i ehemmiyettir [ehemmiyetlidir].
Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette [faaliyet halinde] bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat[icapları]nıza ve ihtiyaçlarınıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin tenvir ve irşadıdır [aydınlatılması ve uyarılmasıdır], başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hatibanın [hatiplerin] her halde nasın [insanların] kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki: “Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz [feyiz kaynağı], bir menba-ı nur [nur kaynağı] olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniye ve ilmiyeye [fenni ve ilmi hakikatlere] mutabık [uygun] olması lazımdır. Hatibay-ı kiramın [değerli hatiplerin] ahval-i siyasiye [siyasi ahvali], ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi [toplumsal ve medeni ahvali] her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat [telkinler] verilmiş olur. Binaenaleyh [dolayısıyla] hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana mutabık [zamanın icaplarına uygun] olmalıdır ve olacaktır.”
Badehu [ondan sonra] hilafet hakkındaki suale [soruya] nakl-i kelam ederek [sözü getirerek] yalnız Türkiya değil, bütün âlem-i İslam’a [İslam âlemine] ait olan bu makama vazife ve salahiyet vermek, Türkiya devletinin salahiyeti haricinde ve fevkinde [üzerinde] olduğunu beyandan sonra demişlerdir ki:
“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından [bitişinden] sonra bir Türkiya devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil [bağımsız] ve Müslümandır. Yeni Türkiya devletini milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] Türkiya Büyük Millet Meclisi idare eder. Bu şerait[şartlar] dâhilinde halifeye, yalnız Türkiya devleti nam ve hesabına kanun-ı mahsusla [özel kanunla] verilmiş olduğundan başka bir hak ve salahiyet verilmek icap ederse, milletin hâkimiyeti takit edilmiş [kısıtlanmış] ve bilnetice [neticede] bu hâkimiyet inkısama uğratılmış [parçalanmış] olur ki, bu, eski halin avdetinden [dönmesinden] başka bir şey olamaz.”
Müteakiben Lozan Konferansı hakkında irat edilen suale [sorulan soruya] geçerek şu sözleri söylemişlerdir:
“Mamafih [ne yazık ki], adli, mali kapitülasyonlar mesailinde [meselelerinde] muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişlerdir [değiştirmemişlerdir]. Bu mesailde [meselelerde] İtalyanlar ve bilhassa Fransızlar müşkülat ihdas etmişlerdir [çıkarmışlardır]. Bu iki sebepten dolayı Lozan Konferansı’nın mesai-i ciddiyesi [ciddi mesaisi] tevkif etmiştir [durmuştur]. İtilaf devletleri heyet-i murahhasları [delege heyetleri], hükümetleriyle temasta bulunmak üzere Lozan’dan müfarekat etmişlerdir [ayrılmışlardır]. Bizim heyet-i murahhasımızın [delege heyetimizin] da hükümet ve Büyük Millet Meclisi ile müşavere etmek üzere gelmesi memuldür [muhtemeldir]. Biliyorsunuz ki, Lozan’da İtilaf heyet-i murahhası [delege heyeti] aylardan beri devam eden mesaiden sonra bize bir sulh [barış] projesi vermişlerdir. Bu proje kapitülasyonlar hakkında ihtiva ettiği mevaddan [maddelerden] dolayı milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir [kabul edilemez]. Kapitülasyonlar bir devleti behemehâl [mutlaka] münkariz eder [bitirir]. Devlet-i Osmaniye [Osmanlı devleti] ile Hindistan Türk ve İslam imparatorlukları bunun en büyük delilidir. Efendiler, biz hukuk-ı meşru ve hayatımızı [meşru ve hayati haklarımızı] dünyay-ı medeniyet ve insaniyete [medeniyet ve insaniyet dünyasına] tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz. Bunu tasdik ve teslim ettirmek için icap eden her türlü tedbirlere tevessülde [girişmekte] tereddüt göstermeyeceğiz. Milletin irade-i hakikiyesinin [hakiki iradesinin] bu merkezde olduğuna kaniyim.” (Hay hay sesleri)
Badehu [Ondan sonra] Düyunu Umumiye’nin Türkiya’dan ayrılacak mahallere taksim olunduktan sonra tanınacağından ve rejinin şu veya bu şekilde olmasının her zaman kabil-i tezekkür olduğundan [konuşulabileceğinden], ticarete, ziraate ve sanayiye fevkalade ehemmiyet verilmek icap ettiğinden, kadınların hayat-ı içtimaiyemizde [toplumsal hayatımızda] erkekler derecesinde sahib-i hak [hak sahibi] olması lazım geldiğinden bahsetmişler ve Halk Fırkası hakkındaki soruya aşağıdaki cevabı vermişlerdir:
“Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, memalik-i sairede [diğer memleketlerde], fırkalar behemehâl [mutlaka] iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatını muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fırkaya mukabil [karşılık] diğer bir sınıfın menfaatını muhafaza maksadıyla başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hâlbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dâhildir. Bir defa halkımızı gözden geçirelim: Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyet-i azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varid-i hatır olur [hatıra gelir]. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir [sahiptir]? Bu arazinin miktarı nedir? Tedkit edilirse [incelenirse] görülür ki, memleketimizin vüsatına [genişliğine] nazaran hiç kimse büyük araziye malik [sahip] değildir. Binaenaleyh [dolayısıyla] bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccaran [tüccarlar] gelir. Bittabi bunların menfaatlarını, hal ve atilerini [bugünlerini ve geleceklerini] temin ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi tüccarların bulunduğu varid-i hatır olabilir [hatıra gelebilir]. Hâlbuki bizim memleketimizde büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var! Hiç. Binaenaleyh [dolayısıyla] biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur [müesseseler çok sınırlıdır]. Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Hâlbuki memleketi teali eylemek [yükseltmek] için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh [dolayısıyla] tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan ameleyi de himaye ve sıyanet [korumak] etmek icap eder. Bundan sonra münevveran [aydınlar] ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara terettüp eden [düşen] vazife, halkın içine girerek onları irşat [uyarmak] ve ilâ etmek [yükseltmek] ve onlara terakki [ilerleme] ve temeddünde [medenileşmekte] pişva [öncü] olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh mesalik-i muhtelife erbabının [çeşitli meslekler sahiplerinin] menafi [menfaatları] yekdiğerine memzuc [karışmış] olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyet-i umumiyesi [tamamı] halktan ibarettir.
Halk Fırkası halkımıza terbiye-i siyasiye [siyasi terbiye] vermek için bir mektep olacaktır. Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir fırka-ı siyasiye [siyasi fırka] teşkil etmemekliğimi tavsiye etmişlerdir. Filhakika [hakikaten] vazife-i milliyenin hitamında [milli vazifenin sonunda] köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattır. Bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal [elde] olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icap eder. Fakat bu hususta henüz bi-endişe [endişesiz olamam. Hiçbirinizin de bi-endişe olmamanızı tavsiye ederim. Şimdiye kadar istihsal ettiğimiz muvaffakiyetler üç dört seneye sığmayacak kadar çoktur. Her tarafta olduğu gibi bizde de yeni hareketler ve cereyanlar karşısında onu hazmedemeyen kuvvetler zuhur edebilir [ortaya çıkabilir].
Mateessüf [ne yazık ki], bu daima vardır. Nitekim bu hususta ahkâm-ı şer’iyeye muvafık [şer’i hükümlere uygun] olmayan ve maalesef Meclis’te aza [üye] bulunan bir zat tarafından risale de yazılmıştır. Bu teşebbüs eski Osmanlı devletini iadeden başka bir şey değildir. Bunu yapan o zat, hükümet ve millet nazarında mürtecidir.
Efendiler, şunu katiyetle bilmek icap eder ki, kazanılan şey, hayat ve namustur. Buna tecavüz, hayat ve namusumuza tecavüzdür. Her ferdin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece müteyakkız [uyanık] bulunması lazımdır. İşte bu nokta-ı nazardan [bakımdan] milletin içinde bir fert olarak ve tekrar milletin intihabına [seçmesine] nail olur isem, Türkiya Büyük Millet Meclisi’nde aza sıfatıyla çalışmayı vazife telakki [kabul] ediyorum.
Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına [meydana getirmeye] kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey milli bir müessese olsun. Bu da millete terbiye-i siyasi [siyasi terbiye] vermekle olur.
Asırların bize verdiği dersten milletimizin lüzumu kadar mütenebbih [uyanmış] olduğunu görüyorum. Milletimizin evsaf-ı mahsusası [özel vasıfları] her işimizde muvaffakiyetimizin teminatıdır. Muvaffakiyetimiz bittabi vahdetle [birlikle] olacaktır. Eğer millet müşterek gayeye müştereken sarf-ı faaliyet [faaliyet sarf] ederek yürürse, behemehâl [mutlaka] muvaffak olacaktır. İşte bunları düşünerek mesai-i müstakbelede de [gelecekteki mesaide] de muvaffak olacağına kani bulunuyorum.”
Paşa Hazretleri hasbihâllerine şu suretle son vermişlerdir:
“Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar birçok yerlere uğradım. O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hemdertlerinizle aynı suretle musahabelerde [sohbetlerde] bulundum ve onların da sizin gibi memleketin hal ve atisiyle [bugünü ve geleceğiyle] fevkalade alakadar olduklarını gördüm. Sonra yine bu seyahatim esnasında ordumuzu gördüm; askerlerimiz, subaylarımız ve kumandanlarımızla temasa geldim.
Tetebbu tedkikat ve teftişatım [İnceleme ve teftişlerimin] neticesi bizi mağrur edecek bir haldedir. Çünkü vaziyetimiz çok kuvvetlidir. Memleketimiz halkında ve ordusunda gördüğüm kudret ve kabiliyet, bilhassa azim ve celadet [kahramanlık], hakkımızı behemehâl [mutlaka] istihsale [elde etmeye] kâfi ve kefildir.”
KAYNAKÇA
Hâkimiyet-i Milliye, 11 Şubat 1923, No: 736, s. 2, sütun: 1-4
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1959, s. 94-99
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-121
Özel Günler ve Anlamları
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni Açış Konuşması
Published
1 yıl agoon
Kasım 10, 2023By
drkemalkocak(1 Kasım 1938)
GİRİŞ
Türk’ü reayalıktan vatandaşlığa, saltanattan cumhuriyete kavuşturan, Türk kadınını yok sayılmaktan kurtarıp varlık sahnesine çıkaran, Göktürklerden bu yana kaybolan Türk kimliğini inşa eden Türk İstiklal Harbinin Başkumandanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, Türk İnkılabının planlayıcı ve uygulayıcı önderi ilk Cumhurbaşkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ü, fani âlemden baki âleme göç edişinin 85. yıldönümünde minnet ve rahmetle anarım.
Cumhuriyetin 15. yıldönümü törenlerine ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışa hastalığı sebebiyle katılamayan ilk Cumhurbaşkanımız Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün; 1 Kasım 1938 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Açış Konuşmasını Başbakan Celal Bayar yapmıştır.
***
Başvekil Celal Bayar (İzmir) – (Başvekil alkışlar arasında kürsüye geldiler.) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun 36. maddesi hükmüne göre Cumhurreisimiz Atatürk’ten aldığım emir üzerine bu seneye ait nutuklarını okuyorum. (Alkışlar.)
Sayın Milletvekilleri,
Hepinizi sevgi ve saygı ile selamlarım. . .
Geçen sene aziz Kamutayı [Türkiye Büyük Millet Meclisi] arkadaşlarıma millet ve memleket için ne gibi feyizli işler başarmak istediğimizi izah etmiştim. Bugün de bunlardan hangilerinin bu yıl içinde yapıldığını bildirmek isterim.
Sayın Arkadaşlarım,
Her şeyden evvel size kıvançla arz edeyim ki millet ve memleket geçen seneyi de tam bir huzur ve sükûn içinde yükselme ve kalkınma faaliyetiyle geçirmiştir.
Uzun yıllardan beri devam eden ve zaman zaman had bir şekil alan Tunçeli’ndeki toplu eşkıyalık hadiseleri, belirli bir program dâhilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş, o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur. (Bravo sesleri.)
Cumhuriyet’in feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyla istifade edeceklerdir.
Hususi idare ve belediyelerin bu yılki faaliyetleri geçen senelerden fazla ve daha verimli olmuştur.
İmar işlerinde belediyeleri türeli [muntazam, düzenli] surette aydınlatmak, kılavuzlamak ve faaliyetlerini takip etmek ve denetlemek üzere merkezde bir teknik büro teşkili, yol ve yapı kanununda işlerin ve istimlak muamelelerinin süratle yürümesini temin edecek tadilat yapılması, Belediyeler Bankası’nın imar işlerinde yardımını genişletmesi, çiftçi mallarının emniyetini korumak ve zirai suçlan süratle meydana çıkarıp suçluların cezalandırılması için Yüksek Kamutay’a sunulmak üzere, birer kanun tasarısı hazırlanmıştır.
Büyük Meclis’in tasvibine arz edilmiş olan yeni nüfus kanununun kabul ve tatbiki nüfus işlerinin daha modem ve muntazam bir şekilde yürütülmesini temine hizmet edecektir.
Muhterem Arkadaşlar,
Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti kendisine verilen sağlık ve toplumsal yardım
vazifelerine, iskan ve göçmen işlerine Yüksek Meclis’in kabul buyurduğu tahsisat dahilinde başarı ile devam etmiştir.
Bu senenin ilkbaharında Orta Anadolu’da, bilhassa Kırşehir ve Yozgat havalisinde
bir kısım köylerimizi harap eden ve aziz vatandaşlarımızdan bazılarının ölümüne sebebiyet vermekle bizi çok üzen bir yer sarsıntısı olmuştu. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâleti ve aynı zamanda bu işle vazifelendirilen Kızılay Cemiyeti felakete uğrayan vatandaşlarımızı korumak için derhal gereken tedbirleri almışlardır. Bu sahada yapılmasına karar verilen 2114 evden bir kısmı bitmiştir. Bir kısmının da inşaatı ilerlemektedir. Bu hizmet ve mesaiyi memnuniyetle kaydederim.
Yüce Saylavlar [Milletvekilleri],
Memlekette mevcut huzur ve asayişe paralel olarak adalet cihazı da intizamla işlemektedir.
Meşhut Cürümler Kanunu’nun tatbikatından elde edilen iyi neticelerden örnek alınarak bu kanun kapsamına ağır cezalı cürümler de alınmıştır.
İnkılabımızın istikrarını teyit için yeni kanuni tedbirler alınmıştır. Bu maksatla Türk Ceza Kanunu’ndaki devletin şahsiyetiyle ve devlet kuvvetleri aleyhine alakalı cürümler daha kuvvetli müeyyidelere bağlanmıştır.
Cezaevlerinin terbiye, ıslah ve iş esaslarına göre düzeltilmesi yolundaki hayırlı faaliyetin genişletilmesi, cemiyete, doğru yoldan saparak hürriyetini kaybetmiş olan binlerce vatandaşı faydalı birer uzuv olarak kazandırmaktadır.
Sayın Milletvekilleri,
Devletin ekonomik sahadaki yapıcı ve yaptırıcı kudret ve prensibinin kapsamına ziraat işlerimizin de alınması yolunda bir numune olmak üzere hükmi şahsiyeti haiz “Ziraat İşletmeleri Kurumu” teşkil edilmiştir.
Geçen seneki nutkumuzda:
“Milli ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki, ziraatta kalkınmamıza büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yapılacak programlı ve pratik çalışmalar bu maksada ermeyi kolaylaştıracaktır. Fakat bu hayati işi isabetle amacına ulaştırmak için, ilkönce ciddi etütlere dayalı bir ziraat siyaseti tespit etmek ve onun için de her köylünün ve bütün vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir ziraat rejimi kurmak lazımdır” tavsiyesinde bulunmuştuk.
Buna ait etütler tamamlanmıştır.
Cumhuriyet’in on beşinci yılı, planlı, sistemli ziraat ve köy kalkınmasının başlangıcı olmalıdır.
Sayın Arkadaşlar,
Ekonomi işlerimiz normal gelişme yolunu takip etmektedir.
Bu yıl da üretimin, mübadelenin ve kredinin düzenlenmesiyle sanayileşme ve teşkilatlanma sahalarında olumlu neticeler alınmıştır.
Maden tetkik ve arama işleriyle maden işletmeleri mevcut programına göre gelişmektedir.
Dış ticaret politikamız vaziyete, milli ve milletlerarası konjonktüre uyarak, karşılıklı menfaat ve müsaadeler esasına bağlı kalmakta devam etmiştir.
İhracatın denetimi ve ihraç mallarımızın standartlanması yolundaki çalışmalar yürümekte ve hayırlı neticeler elde edilmektedir. Bu sene yeniden birtakım ihraç mallarımız daha denetlenen mallar arasına girmiştir.
Böylece ihracatımızın ve ihracatımızın itibarını yükselttiğini gördüğümüz bu usulün sahası genişletilmektedir.
Halkımızın bedii [güzel sanatlara ilişkin] kabiliyetlerini yansıtan ve her günkü ihtiyaçlarımızın büyük bir kısmını karşılayan el ve ev küçük sanatlarının Cumhuriyet rejiminde layık olduğu mertebeye yükseltilmesi icap eder. Bunun için teşvikler yapılmasını ve bu konudaki tasarının bir an evvel müzakeresini tavsiyeye değer bulurum.
Geçen toplantı devresinde Yüksek Meclis’in kabul buyurduğu “sermayesinin tamamı devlet tarafından verilmek suretiyle kurulan iktisadi teşekküllerin teşkilatıyla idare ve denetimleri” hakkındaki kanunun tatbiki için teşkilata başlanmıştır.
Memleketin muhtelif yerlerinde kredi ve satış kooperatiflerinin ve birliklerinin kurulmasına devam edilmiştir. Bu cümleden olarak Karadeniz mıntıkasında fındık mahsulümüz için beş kooperatif ve bunlar için merkezi Giresun’da olmak üzere bir birlik teşkil olunmuştur.
Küçük esnafa ve küçük sanayi erbabına muhtaç oldukları kredileri temin etmek üzere Halk Bankası ve halk sandıkları kurulmuştur.
Kredinin normal şartlar altında ucuzlatılmasının ekonomik alandaki mühim tesiri malumdur. Büyük Millet Meclisi’nin kabul buyurduğu kanun ile faiz hadlerinin indirilmesini memnuniyetle karşılarım.
Büyük Millet Meclisi Denizbank’ı kurmakla çok isabetli bir harekette bulunmuştur. Birinci beş senelik sanayi planımız muvaffakiyetle bitmek üzeredir. Buna ilaveten üç senelik bir maden işletme programı tanzim edilmiş ve tatbikine başlanmıştır. Bu üç senelik maden programının büyük bir kısmını içine almak ve şeker sanayiini de genişletmek suretiyle makine, kimya, gıda maddeleri, toprak ve su mahsulleri, ev yakacağı sanayiiyle l iman inşasını ve nakliye vasıtalarının çoğaltılmasını ve deniz işleri için duyduğumuz ihtiyaçları ihtiva ve ifade eden dört senelik üç numaralı yeni bir program yapılmış ve ilan edilmiştir. Bu plan için sarf olunacak para 85 ila 90 milyon lira arasında tahmin edilmektedir. Buna ait kredinin temin edildiği malumdur.
Memleket için faydalı olan her teşebbüsü yüksek bir vatanseverlik duygusuyla destekleyen ve himaye eden değerli Kamutay’ın bu planı da desteğine mazhar kılacağından şüphe etmiyorum.
Muhterem Milletvekilleri,
Memleketin imarı ve kalkınması yolunda çok mühim vazifeler alan Cumhuriyet nafıasının bu yıl içindeki çalışmalarının azami randıman vermiş olduğunu görmekteyim.
Geçide açılan büyük köprülerin bu yıl 115’e ulaştığını kayıt ve adetlerinin ihtiyaçla orantılı olarak süratle çoğaltılmasını temenni ederim.
İstanbul’dan başlayan Avrupa turistik asfalt yolunun birinci kısmı tamamlanmıştır. Ve son kısımlarının inşaatına devam edilmektedir.
Memleketin umumi su siyasetinin büyük ehemmiyeti üzerinde durmaktayız. Geçen devrede kabul buyurduğunuz bir kanunla Adana ovasının sulama işlerine hız verilmiş olmasını memnuniyetle kaydederim. Diğer su işlerimiz de program dâhilinde yürümektedir.
Geçen sene yapılmasına başlandığını bildirdiğim radyo merkezi stüdyosu tamamlanmıştır.
Şirketlerden elimize geçen demiryollarının ıslahına ve çekici ve çekilen araçların her türlü ihtiyaca cevap verecek surette tamamlanmasına çalışılmaktadır.
Memlekette nakliye hacmi artmaktadır. Muhtelif malların sevkini kolaylıkla temin etmek için yeni nakliye vasıtaları sipariş edilmiş ve üç numaralı programda da bu hususa ayrıca yer verilmiştir.
Geçen yıl Divriği’ye ulaştığını gördüğümüz demiryolunun bu yıl Erzincan’a vardığını ve önümüzdeki yıl içinde de Erzurum şehrine ulaşacağını kıvançla müjdelerim.
Arkadaşlar,
Maliyemiz denk bütçe, sağlam ödeme, vergi sistemlerini mükellef lehine ıslah ve hafifletme ve milli paranın istikrarını muhafaza prensiplerini tam bir sadakat ve muvaffakiyetle takip ve tatbik etmektedir.
Halkın ve çiftçinin vergi yükünü hafifletmek yolunda öteden beri güdülen prensibin imkân nispetinde tatbikine bu yıl da devam edilmiştir.
Kazanç ve denge vergilerinde yünlü ve pamuklu kumaşların tüketim vergisinde ve hayvan vergilerinde indirmeler yapılmış, hayvan vergisinin at ve katıra ait kısmıyla tıbbi ve ispençiyari [eczacılık] maddelerin tüketim vergisi tamamen kaldırılmıştır.
Bir kısım vergilerde yapılan mühim indirmelere rağmen tahsilat tahmin olunan gelirden geçen sene de 29 milyon fazlalık göstermiştir.
Bu seneki tahsilatın da tahminlerden ziyade olacağı umulmaktadır.
Ekonomik sahadaki gelişmeyle orantılı olarak daima bütçe tahminlerini aşan devlet gelirinin devamlı artışı, bir taraftan vergi indirmelerini belirli bir program dairesinde tahakkuk ettirmeye, diğer taraftan muhtelif sahalarda verimli işlere ve milli müdafaa hizmetlerine daha çok pay ayırmaya imkân vermektedir.
Teşviki Sanayi Kanunu’ndan istifade eden müesseselere hariçten getirdikleri hammaddelerle makine, alet ve edevat için verilmiş olan gümrük muafiyeti kaldırılarak zikrolunan kanundan istifade eden ve etmeyen bütün sanayi erbabını kapsamak üzere bu nevi hammaddelerle makine, alet ve edevatın gümrük vergilerinin cüzi bir hadde indirilmesi ve makine alet ve edevatı için muamele vergisi muafiyetinin kabul edilmesi memleket sanayii üzerinde hayırlı neticeler verecek bir tedbir olmuştur.
Bir kısım vergilerimizin tarh ve cibayet usullerinin ıslahı ve tatbikatta sadelik ve
birlik temini maksadıyla hazırlanarak Yüksek Kamutay’a sunulan layihanın bir an evvel çıkarılmasını temenniye değer bulurum.
Sayın Arkadaşlarım,
İnhisarlar İdaresi [tekel] kurumlarının mali monopol [mali tekel], ticari teşekkül ve mali valorizasyon [değerini artırma, değerlendirme] kurumu karakterini kazanması için icap eden esaslı tedbirler alınmakta ve semereleri de elde edilmektedir.
Çok kıymetli ve nefis mahsullerimizden biri olan tütünün ziraat usullerini düzeltmek, ziraatçıları, mahsulünü işletmek ve değer fiyatıyla satmak bakımından aydınlatmak ve korumak, tütünlerimizi dünya piyasalarına daha çok tanıtarak ihracatını azami hadde çıkarmak yolundaki gayretler iyi neticeler vermektedir.
Diğer tekel maddelerinin üretim ve tüketiminde de gelişmeler görülmektedir.
Sevgili Arkadaşlarım,
Yüksek tahsil gençlerini istediğimiz ve muhtaç olduğumuz gibi milli şuurlu ve modem kültürlü olarak yetiştirmek için, İstanbul Üniversitesi’nin gelişmesi, Ankara Üniversitesi’nin tamamlanması ve Şark Üniversitesi’nin yapılan etütlerle tespit edilmiş olan esaslar dairesinde Van Gölü civarında kurulması mesaisine hızla ve önemle devam edilmektedir.
Geçen sene tecrübelerinin ümit verici mahiyette olduğunu kaydettiğim eğitmen okulları çok iyi neticeler vermiş ve eğitim kadrosuna bu yıl 1500 kişi daha ilave edilmiştir. Önümüzdeki yıllar içinde bu miktarın artırılacağı şüphesizdir.
Türk Tarih ve Dil Kurumlarının çalışmaları takdire layık kıymet ve mahiyet arz etmektedir. Tarih tezimizi reddedilmez delil ve vesikalarla ilim dünyasına tanıtan Tarih Kurumu, memleketin muhtelif yerlerinde yeniden kazılar yaptırmış ve milletlerarası toplantılara muvaffakiyetle iştirak ederek yaptığı tebliğlerle yabancı uzmanların alaka ve takdirlerini kazanmıştır.
Dil Kurumu, en güzel ve feyizli bir iş olarak, türlü ilimlere ait Türkçe terimleri tespit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır.
Bu yıl okullarımızda eğitimin Türkçe terimlerle yazılmış kitaplarla başlamış olmasını kültür hayatımız için mühim bir hadise olarak kaydetmek isterim.
Türk gençliğinin kültürde olduğu gibi spor sahasında da idealine ulaştırılması için
Yüksek Kamutay’ın kabul ettiği Beden Terbiyesi Kanunu’nun tatbikine geçildiğini görmekle memnunum.
Muhterem Arkadaşlarım,
Vatanın ve rejimin koruyucusu olmakla kalmayıp, en geniş ve hakiki manasıyla bir barış etkeni ve bir eğitim ve öğretim ocağı olan yenilmez ordumuzun, geçen sene de işaret ve izah ettiğim gibi, son sistem silah ve motorlu vasıtalarla cihazlandırılması yolundaki çalışmalara hız verilmiştir. (Bravo sesleri, şiddetli alkışlar.)
Geçen sene, Büyük Kamutay’ın kabul buyurduğu tahsisat üzerine bir genel silahlanma programı yapılmıştır. Tatbikatı ilerlemektedir.
Deniz kuvvetlerimizin takviyesi için lüzumlu olan harp gemilerimizin küçük bir kısmı sipariş edilmiştir. Büyük bir kısmı da sipariş edilmek üzeredir. (Alkışlar.)
Bu doğrultuda mevcut gemilerimizin daha mükemmel bir hale konulması için tertibat alınmaktadır.
Bu sene Gölcük harp tersanemizin inşasına başlanacaktır.
Hava programımız önemle tatbik olunmaktadır. Şanlı adını andıkça gönül ferahı
ve sonsuz gurur duyduğumuz kıymetli ordumuz, bu yaz doğu bölgesinde tabiatın en çetin ve haşin şartlan içinde yaptığı manevralarda her gün artan kudret ve kabiliyetini bir kere daha göstermiştir. (Şiddetli alkışlar.)
Çok değerli komutan ve subaylarımızla kahraman erlerimizi huzurunuzda iftihar ve takdirle selamlarım. (Bravo sesleri, sürekli alkışlar.)
Sayın Milletvekilleri,
Harici siyasetimizin son sene zarfındaki gelişmesi geçen sene ana vasıflarını çizmiş olduğum esaslar dairesinde cereyan etmiştir.
Son aylar zarfında barış çetin bir imtihan geçirdi. Şimdi ne kadar süreceğini ancak daha bir müddet sonra anlayabileceğimiz yeni bir sükûn devresi içindeyiz.
Barış, milletleri refah ve saadete eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince, daimi bir ihtimam ve itina ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.
Memleketimizi her gün daha çok kuvvetlendirmek, her sahada her türlü ihtimallere karşı koyabilecek bir halde bulundurmak ve dünya hadiselerinin bütün safhalarını büyük bir teyakkuzla takip etmek, barışsever siyasetimizin dayandığı esasların başlıcasıdır. (Bravo sesleri, alkışlar.)
Milletlerin emniyeti ya iki taraflı veyahut çok taraflı genel müşterek anlaşmalarla, uzlaşmalarla temin edilebilir diye mutlak mahiyette ortaya atılan ve her biri diğerlerine zıt sayılan prensipler barışın muhafazası işinde bizim için kati ve isabetli değildir ve olamaz. (Bravo sesleri.) Bunların her birini coğrafi ve siyasi icap ve vaziyetlere göre kullanarak barış yolundaki ihtimamı realitelere uydurmak her millet için ayrı ayrı bir vazifedir.
Cumhuriyet hükümeti bu hakikati görmüş, tatbik etmiş, en yakın komşularıyla olduğu kadar en uzak devletlerle olan münasebetlerini, dostluklarını, ittifaklarını ona göre tanzim etmeyi bilmiş ve bu sayede harici siyasetimizi sağlam esaslara dayandırmıştır. (Alkışlar.)
Balkan siyaseti, Balkanlar’ın ayrı ve müşterek menfaatlarının en açık bir ifadesi, Balkan milletlerinin her birinin ayrı ayrı kuvvetleşmesi de barış yolundaki dinamik anlayış tarzının fiili bir misalidir.
Burada memnuniyetle kaydetmek istediğim bir hadise, Balkan milletlerini birbirine büsbütün yakınlaştırmakta kuvvetli etken olmuştur ve yarın için de ümitler vaat eden bir eserdir. Selanik’te Balkan Antlaşması devletleri namına Konsey Reisi ve Muhterem Yunan Başvekili General Metaksas ile Sayın Bulgar Başvekili Mösyö Köseivanof arasında imza edilmiş olan anlaşmadan bahsetmek istediğim anlaşılmıştır. Bu anlaşma da barış yolundaki devamlı gayretlerimizin ve Balkan devletlerinin takip edegeldikleri salim politikanın hayırlı bir tecellisidir. (Bravo sesleri.)
Yine ayrı realiteler, aynı dinamizm ve aynı yüksek gayeler, Sadabad akitlerinin maziden miras kalan hurafeleri nasıl bir hamlede yıkarak, münasebetlerini yeni ve doğurgan esaslara dayandırmayı bildiklerini göstermiştir.
Türkiye’nin diğer devletlerle olan münasebetleri geçen sene açık olarak gösterdiğim yolda dostane gelişmesini takip ederek ilerlemekte bulunuyor.
Hatay meselesinin son sene zarfında geçirmiş olduğu safhalar malumunuzdur. Bu milli davayı bir Türk-Fransız dostane anlaşmasıyla halletmek yolundaki mesai muvaffakiyete erdi. Türk ve Fransız askerlerinin geçici ve müşterek işgali bu anlaşmanın bariz tezahürü oldu. Bu sayede sükûn yerleşti ve seçimler tamamlandı. Nihayet Hatay, Millet Meclisi’ne ve bağımsızlığına kavuştu. (Bravo sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar.) Bağımsız Hatay devleti bugün inzibat kuvvetlerini tanzim eylemek ve memleketin dâhili emniyetini de kendi vasıtalarıyla temin etmekle meşguldür. Bunun da yakında başarılacağını ümit ediyoruz.
Geçen sene “Yarınki Türk-Fransız münasebetlerinin dilediğimiz yolda gelişmesine, Hatay işinin iyi bir yönde yürümesi esaslı bir ölçü ve etken olacaktır” demiştim. Hakikaten, Hatay işindeki Türk-Fransız anlaşması, iki devlet arasındaki münasebetleri çok dostane bir duruma getirmiştir. Hatay işinde elde edilen neticelerin istikrarının Türk-Fransız dostluğunun da gelişme ve billurlaşmasına bir esas teşkil edeceği kanaatindeyim.
Cumhuriyet hükûmeti, geçen seneden beri muhtelif devletlerle iktisadi münasebetlerini tanzim eden mukavele ve anlaşmalar imza etmiş bulunuyor.
Bu doğrultuda İngiltere hükûmetiyle yapılan ticaret anlaşması ve aynı zamanda 16 milyon İngiliz liralık bir ticaret ve silahlanma kredisi mukavelesini zikretmek isterim ki, esasen bununla alakalı kanun yüksek tasdikinize sunulmuştur.
Birkaç gün evvel memleketimizi ziyaret eden Almanya’nın mümtaz İktisat Nazırı
Bay Funk ile 150 milyon marklık bir kredinin esaslarında mutabakat hâsıl oldu. Teferruat yakında iki hükûmeti arasında tespit edilecektir.
Bu kredi anlaşmalarını memleketimizin mali itibarına karşı gösterilen ciddi emniyetin ve harici siyasetimizdeki dürüst hareketin bir tecellisi olarak kabul etmek lazım gelir. (Bravo sesleri.)
Hükûmetin yaptığı mukaveleler arasında hukuki sahada muhtelif anlaşmalar mevcut olduğu gibi, bağımsızlığına kavuşan dost Mısır devletiyle yapılan bir de dostluk, ikamet ve tabiiyet mukavelenamesi mevcut bulunmaktadır.
Büyük komşu ve dostumuz Sovyet İttihadı Cumhuriyeti’yle geçen yıl içinde yeni bir sınır mukavelesi imza edilerek iki memleketin sınır münasebetleri bu suretle iki taraf tecrübelerinin gösterdiği salim esaslara bağlanmıştır. Bu mukavelenin yakında yürürlüğe konulması beklenilmektedir.
Yine geçen yıl içinde İtalya hükûmeti Montrö’de imza edilen ve kendi iştirakine açık bırakılan Boğazlar Mukavelesi’ne katılmış ve bu komşu büyük memleketin bize karşı olan bu dostane hareketi memleketimizin de aynı dostane hissiyatıyla karşılanmıştır.
Büyük Kamutay, şimdiye kadar olduğu gibi bütün işlerinizde başarılar dilerim.
(Şiddetli ve sürekli alkışlar.)
KAYNAKÇA
T. B. M. M. Zabıt Ceridesi, 01.11.1938, Cilt: 27, Devre: V, İçtima: 4, s. 3-7
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d05/c027/tbmm05027001.pdf
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 30 (1937-1938), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2011, s. 312-320
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi2 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar2 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk2 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)