Çanakkale, Birinci Dünya Harbi’nde Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletlerine karşı çarpıştığı cephelerden biridir. Harbin sonunda 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalanmış ve Osmanlı ülkesi İtilaf Devletlerince işgal edilmiştir. Birinci Dünya Harbi neticesinde, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı Devleti tasfiye edilmiş ve Rusya’da Çarlık yıkılmıştır. İttifak Devletleri safında bulunan ve harpte yenilen devletlerden sadece Osmanlı ülkesi işgal edilerek parçalanmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’nın sebep ve sonuçlarını değerlendirirken Çanakkale’yi de bu kapsamda görmek gereklidir. Çanakkale ile birlikte Kafkas, Galiçya, Suriye, Filistin ve Kanal cephelerini de unutmamak mecburiyetindeyiz… Çanakkale’de galip gelişimizin, diğer cephelerdeki yenilgilerimizin sebep ve sonuçlarını; sosyal, ekonomik, kültürel ve politik yönleriyle eleştirmek durumundayız. Unutulmamalıdır ki Çanakkale, 250.000 nitelikli genç insanımızın “Bu vatan uğruna can verme sırrına erenler”den olduğu vatan parçasıdır… O günden bugüne çektiğimiz “Kaht-ı Rical”in sebeplerini Çanakkale’de aramalıyız…
Aşağıda, Çanakkale Muharebelerini, muharebeye katılmış bir İngilizin gözüyle değerlendiren hatıralar yumağından bir kesit sunulmuştur: (1)
“Savaşların seyrini ve askeri hareketlerin düzeni ile tatbik şeklini yazmak veya okumak çoğumuz için sıkıcıdır. Yazmak büyük bir etüd işi olduğu kadar okumak da istek ve sabıra ihtiyaç gösterir. Ben hikaye tarzını tercih ettiğim için şimdi size Çanakkale’ye Boğaz’ı geçmek için gelmiş ve İnflexible zırhlısında topçuluk yapmış, bir gözünü bu sırada kaybetmiş bir İngiliz çavuşundan o ana ait hatırasını nakletmek isterim.
Çavuş Gordon Coulter’i tanıdığım zaman emekli olmuştu. Ben İngiltere’nin Sunderland Kolejine okumak için gittiğim zaman 1941 senesinde onun evinde pansiyoner olarak kalıyordum. Tipik ve babacan bir İngiliz centilmeni idi. Evinde oturduğum müddetçe aramızda ev sahibi ve pansiyoner münasebetlerinden başka samimiyet yoktu. Tamamiyle resmi idik. İkinci Cihan Savaşı’nın İngilizler için hiç de iyi olmayan günleriydi. Alman uçakları her gece ziyaretimize geliyorlardı. Benim sığınağa gitmek adetim değildi. Nedense Mr. Coulter de o akşam bodruma inmemişti. Karşılıklı oturmuş, şuradan buradan anlatıyorduk. Konuşmalarımızın siklet merkezini harp teşkil ediyordu. Bir aralık ev sahibim odadan dışarıya çıktı. Döndüğünde elinde küçük mukavva bir kutu vardı. Karşımdaki koltuğa oturdu, birasından bir yudum aldı. Sonra gözlüğünü çıkardı. Sönmüş olan gözünü parmaklarıyla oğuşturdu, gözlüğünü masanın üzerine bıraktı. Elinde biraz evvel getirmiş olduğu mukavva kutu olduğu halde yanıma geldi, kapağını açarak bana uzattı ve konuştu:
-Bak dostum, bu kömür parçasını görüyor musun? Bu minicik nesne benim gözümü çıkardı. Çanakkale’de sizin topların atmış olduğu güllelerden birinin minicik parçasıdır. Sana şimdiye kadar anlatmamıştım. Ben Çanakkale’de size daha doğrusu senin ağabeyine, babana ve arkadaşlarına karşı savaştım. Belki senin akrabalarından öldürdüklerim olmuştur Ben de gözümü kaybettim orada. İyi ki ilk günlerde yaralanmıştım. Belki postu da orada bırakabilirdim. Zira siz Türkler iyi savaşçısınız. Birçok arkadaşlarım kaldı orada, politikacıların hatalarını bizler kanlarımızla hatta canlarımızla ödüyoruz. Şu durumumuza bak. Biz burada oturmuş biralarımızı yudumlarken harp meydanlarında bu anda kimler son nefeslerini veriyorlar. Ah dostum, bırakalım şimdi bunları, ben harbi hiç sevmedim, sevmem de.
Koltuğuna oturmuştu ki rica ettim:
Ne olur Bay Coulter, lütfen bana Çanakkale savaşlarından biraz daha bahseder misiniz? Hikayeyi sizin yönünüzden dinlemek istiyorum.
-Anlatacak çok bir şey yok ki dostum. Siz bize Çanakkale’yi vermediniz. Boğaz’dan geçmemize mani oldunuz ama üç yıl sonra savaşı biz kazandık ve gemilerimiz serbestçe geçti Boğaz’lardan. Beni yanlış anlama sakın. Türkleri yendik demiyorum. Birinci Dünya Savaşını kazanmış olmamıza rağmen size yenildik. Zira Kurtuluş Savaşınız hakkında çok şey biliyorum. Türklerin mert ve kahraman olduklarına birçok yabancı kadar ben de inanmışımdır. Kardeşim Robert de Çanakkale Savaşlarına katıldı. Başından hemen sonuna kadar sizinkilerle çarpıştı. O da yaralandı. Esir düştüğü zaman Türklerden gördüğü iyiliği anlata anlata bitiremez. Biliyorsun şimdi Avustralya’da. Burada olsaydı sana benden daha çok şeyler anlatabilirdi.
Ben orada 19 Mart 1915’e kadar kaldım. Çünkü bir gün evvel yaralanmıştım. Bizim Amiral Carden vazifeden ayrıldığı için 18 Mart günü filoya Fransız komutanı kumanda ediyordu. Toplarımızla devamlı olarak mevzilerinizi dövüyorduk. Karadan arada bir cevap veriyorlardı ama inan bana her attıkları mermi hemen hemen hedefini buluyordu. İyi ki beni sadece ufak bir parçası yakaladı. Başka türlü olsaydı şimdi öbür dünyadaydım.
Bunları bırakalım. Biraz sonra bir Alman uçağının atacağı bomba ile ölmeyeceğimiz ne malum.
O gece Çanakkale Savaşlarından yirmi altı yıl sonra ve İkinci Dünya Savaşının en civcivli sırasında tepemizde Alman uçakları dolaşırken biz karşılıklı olarak konuşmaya devam ettik.
ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ
İkinci Dünya Savaşı son bulmuş, ben de tahsilimle stajlarımı bitirip yurda dönmüştüm. Fakat İngiltere’deki dostlarımla olan alakam kesilmemişti. Seyrek de olsa mektuplaşıyorduk. Tabii eski pansiyon sahibim Gordon Coulter de bunların arasında idi.
Bugün hayatta kalanların hemen hepsi ile mektuplaşırız. Hatta Türkiye’ye gelenler olmuştur aralarında.
1967 yılının Mayıs ayında da Gordon bir mektubunda “Kardeşim Robert İngiltere’ye geliyor. Bu sırada İstanbul’a da uğrayacak, kendisine yardımcı olmanı ve bana da lütfen kiraz göndermeni rica ederim…” diyordu.
Geldi buldu beni Robert Coulter. Zaten bildiği İstanbul’u ona gezdirdim. Şehri eskisine nazaran çok değişmiş buldu. Şivesi bozuk olmasına rağmen Türkçe konuşabiliyordu. Ayrıca benimle de İngilizce’den daha ziyade Türkçe konuşmayı tercih ediyordu.
Bir gün kendisine Cumhuriyet ve Ekspres gazetelerinde tefrika halinde neşredilmiş (Çanakkale Muharebeleri İçin Ne Dediler?) ve (Nasıl Kaçtılar? Çanakkale ve Gelibolu Savaşları) adlı yazılarımın küpürlerini göstermiştim.
Yazıları okumak için almış ve iki gün sonra buluştuğumuzda gülerek; “Ben kaçmadım dostum.” demiş ve sonra ilave etmişti:
“ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ, Türklerin eline esir düştüm ve sonra bir seyyah gibi İstanbul’dan ayrıldım.”
Bu sözleri söylerken ara sıra vücuduna yaraşır şekilde kahkahalar da atıyordu.
O sırada benim evimde idik ve karşılıklı oturmuş konuşuyorduk. Bir anlık sessizlikten sonra saçlarının yarısı dökülmüş olan başını kaşımış ve bira bardağını tutan eliyle masamın üzerinde duran daktilo makinemi göstermiş:
-“Anlaşılan sen bu işe çok merak sarmışsın. İstersen geç şu makinenin başına ve benim anlatacaklarımı da yaz.” demişti. Ben söylediğini yapmış ve makineye kâğıdı geçirmiştim. O bardağından uzunca bir yudum çektikten sonra hikâyesini anlatmaya başladı.
-“Yaz dostum. Ben savaş öncesi İstanbul’daki İngiliz Sefaretinde küçük bir memurdum. İkin Kâtip Sir Harold Nicolson’un emrinde çalışıyordum. Türkçe’yi işte o zaman öğrendim.
Sözlerimi mazur gör dostum. Ama fikrimi açıkça söylemeliyim. O günlerde Osmanlı İmparatorluğu’nu idare edenler tiyatro sahnesindeki aktörlere benziyorlardı. Enver Paşa sırma işlemeli elbiseler giymesini sever ve kılıcını yanından hiç eksik etmezdi. Biz arkadaşlarımız arasında, belki yatağına da böle giriyor diye konuşur ve gülüşürdük. Eski Orta Asya’daki Türk cengâverlerinin durumlarını gözümüzün önüne getirmeye çalışırdık ama biraz önce söylediğim gibi Paşa deri ceket değil sırmalı ve gösterişli şeyler giyerdi. Sadece belindeki kılıç sizin ecdadınızı hatırlatırdı bize.
Bir de Cavit Bey vardı. Fransızca’yı ana dili gibi konuşur ve herkese şirin görünmeye çalışırdı. Biraz dalkavukluğa kaçmasına rağmen iyi ruhlu bir adamdı. Sonra kara sakallı Cemal Paşa vardı. İçlerinde en aklı başında olanı galiba Talat Paşa idi. Ben onu öyle görüyordum.
1913 yılında ben geriye çağırılmış ve Londra’ya dönmüştüm.
Aylar sonra havada harp bulutları dolaşmaya başlamıştı.
Almanları sevmem. Harp ilan edilince gönüllü yazıldım. Teğmen rütbesi ile orduya aldılar beni. Niyetim Almanlara karşı dövüşmekti. Ne yazık ki bu isteğim yerine getirilmedi ve bizim gemiler Çanakkale’yi geçemeyince askeri birliklerle beraber Gelibolu’ya sevk edildim. Türklere karşı savaşmak istemezdim, ama emir emirdi.
Ağabeyim Gordon bahriyeli idi ve benden önce gitmişti Çanakkale’ye. O benden önce yaralanmış ve geri gönderilmişti.
Ben tarihçi değilim. Siyasete de pek aklım ermez. Ama sana Gelibolu çıkarmasının sebeplerini aklım erdiği kadar ve kısaca anlatmaya çalışacağım.
1914 yılının sonlarına doğru Fransa’daki geniş cephede zor durumda idik. Ruslar da bizden yardım istiyorlardı. Onlar için Türklerin bir an önce saf dışı edilmesi gerekiyordu. Donanmamız Çanakkale’yi geçemeyince 1915 yılı Nisan ayının yirmi beşinde Gelibolu’nun Helles burnu civarında donanma himayesinde karaya çıkarıldık. Fakat pek fazla ilerleyemeden durdurulduk.
Önümüzde sarp tepeler vardı ve Türkler devamlı yaylım ateşi ile ilerlememizi önlüyorlardı. Türklerin bu tepelere hâkim olmaları bizi zor duruma sokmuş ve denizden desteklenmemize rağmen çok zayiat vermiştik.
Bizler Anzaklar ve Fransızlar şimdi adlarını hatırlayamadığım birçok noktalara çıkarmalar yapıyorduk, fakat pek başarılı olamıyorduk.
Avuç içi kadar yerlerde kendimizi korumaya ve işgal ettiğimiz noktalarda tutunmaya çalışırken takviye kuvvetleri geldi. Çok zayiat vererek bir müddet içerlere kaydık ve siperler kazıp yerleştik. Ben şimdi adlarını hatırlayamadığım birçok yerlerde çarpıştım. Siperlerimiz bazen birbirlerine çok yakın olurdu. Birbirlerimize sigara bile atardık. El bombası mavzer kurşunu yerine sigara atmak garibine gidecek ama olurdu işte. Biz emir kuluyduk. Siyaset adamlarının doğru veya yanlış kararları yüzünden orada bulunurduk. Düşman gözü ile de baksak karşımızdakilerin de aynı durumda olduklarını biliyorduk.
Ben savaşı sevmem dedim ya, hele size karşı çarpışmaya gönlüm hiç razı değildi.
Siperlerimiz birbirine onbeş, yirmi metre kadar yakın oldukları zaman ben bazen Türkçe seslenirdim. Onlar da cevap verirlerdi. Lakin süngü hücumuna kalktılar mı bizi perişan ederlerdi. Bir defasında hafif bir sıyrıkla paçayı kurtarmıştım, fakat 1915 yılının sonuna doğru bir kontra hücumda yaralandım ve sizin siperlerden birinin içine düştüm. Türkçe konuştuğumu görünce bana iyi muamele ettiler, yaramı sardılar. Sonra esir olarak kaldım.
İşte benim hikâyem budur dostum. Şunu da tekrardan ilave edeyim ki sizlerin yahut baban veya ağabeylerinden görmüş olduğum iyiliği hiçbir zaman unutmadım ve sırası geldikçe bütün tanıdıklarıma anlattım.
-Başka anlatacakların yok mu dostum?
-Ne gibi mesela?
-Mesela muharebeler, bizimkiler nasıllardı? Nasıl çarpışıyorlardı?
-Yani cesaretlerini mi sormak istiyorsun?
-Onun gibi bir şey. Yazacağım kitap en azından hakikate yakın olsun istiyorum.
-Sen benimle alay mı ediyorsun dostum? Yüzüne karşı da arkanızdan da söylerim. Sizlerin ne mene güçlü savaşçılar olduğunuzu dünya yüzünde bilmeyen var mı? Siyaset adamlarınızın hataları bir yana siz vatanınızı koruyordunuz. Biz birçok bakımdan sizden üstün idik. Fakat ne için olduğunu hakkıyla bilmeden başka bir diyarda çarpışıyorduk. Üstelik kumandanlarımız da hata üstüne hata yapıyorlardı. Sizin cesaretiniz ve bizim zayıf kumandanlarımız ile kararsız hükümetimizin yanlış tutumları yüzünden yenildik. Senin tabirinle Çanakkale’den (KAÇTIK). Ama yine de söylüyorum, kaçanlar içinde ben yoktum ÇANAKKALE İÇİNDE VURDULAR BENİ. Esir düştüm ve sonra da bir turist gibi elimi kolumu sallayarak ayrıldım Türkiye’den.
-Başka diyarda çarpıştık diyorsun. Biz de Kore’de komünistlere karşı çarpıştık. Orası da bizim için başka bir ülkeydi ama…
Dostum burada sözümü kesti.
-Her şeyi biliyorum. Sizin cesaretiniz hakkında söz söylemek bana düşmez. Zira biraz tarih okumuş olan herkes ne mene savaşçı olduğunuzu biliyor. Eğer istersen bu acı hatıraları burada keselim.”
DİP NOT:
(1) Çanakkale İçinde Vurdular Beni, derleyen: Aziz KAYLAN, Tercüman 1001 Temel Eser, No:78, Kervan Kitapçılık A. Ş., İstanbul, s.55-63
İlgili link: http://www.68700.sariyahsi.eu/images/pps/alman_kaynaklardan_canakkale_gercekleri
Türk İstiklâl Mücadelesi
ÇANAKKALE’Yİ GEÇMEK İSTEYEN BİR İNGİLİZ DENİZCİSİ ANLATIYOR
Published
2 yıl agoon
By
drkemalkocakYou may like
Türk İstiklâl Mücadelesi
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Published
3 hafta agoon
Kasım 17, 2024By
drkemalkocak(1 Kasım 1922)
Sadrazam Tevfik Paşa 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta [1], Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye varlığını sürdürecek bir unsur olarak görmüş, hatta Barış Konferansı’nda İstanbul Hükûmetinin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın son vazifesini yapmasını bekler vaziyette bulunmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim 1922 tarihli telgrafta [2], “…Teşkilât-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin tarihi teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vaziülyet ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti olduğu”nu belirtmiş, aynı kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükûmeti’nin temsil edeceğini bildirmiştir. Hamit Bey, Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde edememiştir.
27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara Hükûmetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılacak konferansa davet ettiler. 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirmiş, 29 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta[3], birlikte katılma teklifinde bulunulmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği ortadan kaldırmak için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiştir. Bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde konuşma yapmalarını istemiştir. Bu istek kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân edilmesini teklif etmiştir.
Sadrazam Tevfik Paşa’nın barış konferansına birlikte katılma teklifi TBMM’de büyük tepki ile karşılanmıştır. Bu konu, 30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde görüşülmüştür. Vahideddin’in ve Hükûmetlerinin Millî Mücadeledeki karşı icraatları açıklanarak saltanat makamını suçlayan konuşmalar yapılmıştır. Bu sebeple kimi mebuslar İstanbul Hükûmetinin konferansa katılma haklarının bulunmadığını ifade ederken, kimileri de İstanbul Hükûmetinin yok sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını istemişlerdir. Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen 81 imzalı altı maddelik önerge [4] Meclis Başkanlığına sunulmuş, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamamış ve 1 Kasım Çarşamba günü tekrar oylama yapılmak üzere oturuma son verilmiştir. TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının mecburi olduğuna dair açıklamada bulunmuştur. 1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu tekrar gündeme getirilmiştir.
Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine yönelik değişiklik teklifinde bulundular[5]. Teklifte, hilâfetin Türklere, özellikle Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine açıklık getirilmiştir. İkinci Grup liderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik bir önergede[6], İstanbul Hükûmetinin 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı belirtilmiş olmasına rağmen saltanatın kaldırılmasına yönelik herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Bu önerge sadece İstanbul Hükûmeti’ni hedef almıştır. Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini, tarihten örnekler vererek açıklamış neticede söz konusu tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden meydana gelen ortak komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.
Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında; hâkimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini, milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini ifade etmiştir. Bu konuşmayla aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.
TBMM Genel Kurulunun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla kabul edilen iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na [7] göre; saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir. Aynı kararda İstanbul Hükûmetinin varlığına son verilmiştir.
Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı
Numara: 308
Birkaç asırdır Saray ve Bab-ı Âlinin cehâlet ve sefâhati yüzünden devlet azim felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda, Osmanlı İmparatorluğunun müessisi ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti, Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Bab-ı Âli aleyhine mücâhedeye atılarak Türkiye’de Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti ve ordularını bitteşkil harici düşmanlar, Saray ve Bab-ı Âli ile fiilen ve müsellahan ve malum müşkilât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidâle girişmiş, bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur.
Türk milleti, Saray ve Bab-ı Âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle icrai ve teşri kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-ı hükümraniyi milletin nefsinde cem eylemiştir.
Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve milli bir Türkiye devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayr-i meşru ecnebi kuvvete ve müzâheret-i milliyeye malik olmayıp bir zıll-ı zâil halindedir. Millet, şahsi hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefâhati esası üzerine müessis bir saltanat yerine, asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk Hükûmeti idaresi tesis ve vaz’edilmiştir.
Hal böyle iken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesâi etmiş olanların elan hukuk-ı hilâfet ve saltanat ve hukuk-ı hanedandan bahs eylemelerini görmekle müstekreh-i hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka’ı bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi bervechi ati mevadı neşr ve ilâna karar vermiştir:
1-Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinad etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dâhilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinden başka şekl-i Hükûmeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hâkimiyet-i şahsiyeye müstenid olan İstanbul’daki şekl-i Hükûmeti 16 Mart 1336’dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.
2-Hilâfet; Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu Hanedanın ilmen ve ahlâken erşed ve eslâh olanı intihap olunur. Türkiye devleti makam-ı hilâfetin istinatgâhıdır.
1-2 Teşrinisani 1338 [1-2 Kasım 1922]
DİP NOTLAR
[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 269; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 260, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1236-1237
[2] Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 262, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1237
[3] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 263, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982,s.1238-1239
[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 292-293
[5] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304
[6] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304-305
[7] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 313-314; Büyük Millet Meclisi Kavanin Mecmuası, Cilt:1, s. 487-488; Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk İnkılâbı Kanunlar-Kararlar Tamimler-Bildiriler Belgeler-Gerekçe ve Tutanaklarıyla- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, s. 286-288
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Published
1 ay agoon
Ekim 26, 2024By
drkemalkocak(22 Eylül 1923)
Giriş
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.
Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri yanında yabancı asker ve siyasi temsilciler ve gazetecilerle temas ve görüşmeleri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır. Bu kapsamda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nöye Fraye Prese [Neue Freie Presse] adındaki Avusturya gazetesi muhabirine verdiği “Cumhuriyetin ilanını öngören” demeç, Osmanlı Türkçesi ile yayımlandığı [Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3]’ten çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
***
Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Viyana’da münteşir [yayımlanan] “Nöye Fraye Prese” [Neue Freie Presse] namındaki Avusturya gazetesine vaki beyanatının asıl metni.
Ankara, 26 [Eylül 1923], (A. A.) – İki üç günden beri Ankara ve İstanbul gazetelerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne atfedilen beyanat, salahiyettar olmayan zevat tarafından neşredilmiştir [yayımlanmıştır]. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin şehrimizde bulunan Nöye Fraye Prese Muhabiri Mösyö Jozef Hans Lazar’a vaki olan beyanatı aynen ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
Muharririn [yazarın], Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki müstakbel tadilatın [gelecekteki değişikliğin] ne olacağı hakkındaki sualine [sorusuna] Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri şu suretle cevap vermiştir:
–Yeni Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim:
“Hâkimiyet bila kaydu şart [kayıtsız şartsız] milletindir. İcra kudreti, teşri kudreti [kanun yapma] salahiyeti, milletin yegâne hakiki mümessili [temsilcisi] olan Meclis’te tecelli etmiş ve toplanmıştır.“
Bu iki maddeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir [özetlemek mümkündür]: “Cumhuriyet“.
Yeni Türkiye’nin umur-ı teceddüdü [yenileşme işi] daha nihayet bulmamıştır. Ancak yolun sonuna kadar gidilmelidir. Harpten sonra Türk Teşkilatı Esasiye’sinin inkişafı [gelişmesi] henüz kati bir şekil almış addedilemez [sayılamaz]. Tadilat [değişiklikler] ve tashihat [düzeltmeler] yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir. İkmaline [tamamlanmasına] başlanan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yakın bir atide [gelecekte] bu meseleye ait hükûmet teklifatı [teklifleri] Meclis’e arz edilecektir. Bu teklifatın [tekliflerin] bütün mevadı [maddeleri] Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun inkişaf [gelişme] ve ikmaline [tamamlanmasına] ait bulunacaktır.
Bütün Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler nasıl esas itibariyle yekdiğerinden ayrı değilse ve aralarındaki fark nasıl yalnız şekle ait bulunuyorsa, Türkiye’nin da bu cumhuriyetlerden farkı sırf bir şekil meselesidir. Diğer cumhuriyet usulüyle idare edilen memleketlerde olduğu gibi bizim de hâkimiyete malik [sahip] bir parlamentomuz vardır. Yalnız bizde Büyük Millet Meclisi hem teşri [kanun yapma] hem de icrai salahiyete maliktir [icra salahiyetine sahiptir]. Başka yerde olduğu gibi, bizde de vekiller kendi vekâletlerine ait işlerden mesuldürler. Başka yerlerde yeni Türkiye devleti icra vekillerinin Millet Meclisi elinde bir oyuncak olduğu zannediliyor; bu, hatadır. Vekillerin mesuliyetine ve vazifesine ait meselede, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yapılacak tadilat ile [değişikliklerle] tespit edilmiş olacaktır. Netice itibariyle reisicumhurdan, reisi hükûmetten [hükûmet reisinden] ve mesul vekillerden müteşekkil bir hükûmet teşkil edeceğiz.
Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendiliğinden zahir olur [ortaya çıkar]: Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.
S[ual] – Avrupa’da, Türkiye’nin Avrupa’ya ve Garplılığa [Batılılığa] husumeti [düşmanlığı] bulunduğu fikri vardır. Türk matbuatında da bu nokta hakkında bir münakaşa açılmıştı. Bu münakaşada Garplılık müdafaa ediliyor veya aleyhinde bulunuluyordu. Bu hususta ne düşünülüyor?
C[evap] – Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa akvamı [milletleri] arasında Türklere karşı kin ve husumet [düşmanlık] fikirleri telkin etmişlerdir. Garp zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler, hususi [özel] bir zihniyet vücuda getirmişlerdir. Bu zihniyet hala her şeye ve bütün hadisata [hadiselere] rağmen mevcuttur. Ve Avrupa’da hala Türk’ün her türlü terakkiye [ilerlemeye] hasım [düşman] bir adam olduğu, manen ve fikren inkişafa [gelişmeye] gayr-i müstaid [kabiliyetsiz] bir adam olduğu zannedilmektedir. Bu, azim [büyük] bir hatadır. Cevabımı basitleştirmek için size şu misali serdedeceğim [vereceğim]: Farz ediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait muhya [vasıtalar hazır], diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. Bu vesait fıkdanından [vasıta yokluğundan] başka ikincinin manevi ruhu da diğerinden hiç farkı ve maduniyeti [geriliği] yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyettedir. Bizi madun [geri] olmaya mahkûm bir kavim olarak tanımakla iktifa etmemiş [yetinmemiş] olan Garp, harabiyetimizi [haraplığımızı] tacil [çabuklaştırmak] için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Garp ve Şark [Doğu] zihinlerinde yekdiğeriyle muarız [çatışan] iki prensip mevzu bahs [söz konusu] olduğu vakit, bunun en mühim menbaını [kaynağını] bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da mütemadiyen [devamlı] olarak mücadele ettiğimiz bu zihniyet mevcuttur.
İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri Türk milletinin Avrupa ile temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icray-ı hükûmet [hükûmet icra] etmişler ve Türk milletini terakkiden [ilerlemeden] hariç bırakmışlardır.
Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha ziyade açmakta ve gerek dâhilde ve gerek hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin mütemeddin [medeni] milletlerle temasını teshil etmek [kolaylaştırmak] menafimiz [menfaatlarımız] mukteziyatındandır [gereklerindendir].
Bu temasın, münasebetlerin yeniden tesisini yalnız arzu etmekle kalmıyoruz, onları inkişaf ettirmek [geliştirmek] için her şeyi yapıyoruz. Bu tavrımız, çok açık ve tartışmasız olarak, Türklerin zenofobisi [yabancı korkusu] bulunduğu şeklindeki yanlış zannı çürütmektedir.
Matbuatla milliyetperver Türkiye’nin ecnebi [yabancı] düşmanı olduğu ilan edilirse, büyük bir hata irtikâp edilmiş [işlenmiş] ve hakikaten mevcut olan şeyin aksi iddia edilmiş olur.
İkinci noktaya gelince, yani Türk matbuatında da Garplılık [Batılılık] ve Şarklılık [Doğululuk] münakaşası açıldığına gelince, matbuat, istediği bahiste istediği veçhile [şekilde] tefsiratta [yorumlarda] bulunabilir. Matbuat, hiçbir veçhile [şekilde] tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz. Benim bu hususta şahsi nokta-ı nazarım [görüşüm] şudur ki, muhafazakâr olan ve bu hususta yalnız olan Tevhidi Efkâr’ın karşısında Türk matbuatının kesreti [çoğunluğu] var. Bu matbuat Garplılaşmak [Batılılaşmak] veçhesini [yönünü] müdafaa ediyor. Tevhidi Efkâr’ın fikri bizim inkişafımızın [gelişmemizin] Garp usulünde vaki olmasını tadil edemez [değiştiremez]. Onun hareketi Garp matbuatına karşı aksülamel [tepki] diye telakki [kabul] edilebilir. O Garp matbuatı ki, ekseriyeti [çoğunluğu] mukaddema [başlangıçta] bizim aleyhimizde bulunuyordu. Vaki olan tebeddülata [değişikliklere] rağmen eski metotlarını değiştirmiyorlar.
S – Lozan sulhu [barışı] hakkındaki fikr-i devletlileri [devletlilerinin fikri]?
C – Lozan sulhu heyet-i umumiyesi [bütünü] itibariyle bizi tatmin ediyor. Biz bu muahedeye [antlaşmaya] tamamıyla riayet edeceğiz. Buna rağmen şunu söylemekten kendimizi men edemeyiz ki, daha taleplerimiz vardır ve bunların kuvveden [düşünceden] fiile çıktığını ahiren [son zamanda] Avrupa akvamının [milletlerinin] zihinlerinde vaki olan Türkiye’ye müsait yeni bir temayül [eğilim] vasıtasıyla görmek istiyoruz.
Muallak mesail [meseleler] için dostane tarz-ı tasfiyeler [çözüm tarzları] bulunacağını ümit etmek istiyoruz. Uzak bir atide [gelecekte] değil yakın bir istikbalde [gelecekte] şimdiye kadar halledilemeyen mesailin [meselelerin] kati hal şekline iktiran ettiğini [kavuştuğunu] görmek istiyoruz.
[Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3;
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 16 (1924), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-119]
Türk İstiklâl Mücadelesi
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
Published
1 ay agoon
Ekim 25, 2024By
drkemalkocak[25 Ekim 1924]
Giriş
Türk sosyolojisinin kurucusu ve Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürlerinden biri olan Ziya GÖKALP [1], “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözünü sarf eden Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en fazla etkilendiği kişiler arasında yer alır.
Vefatının 100. yıldönümünde Ziya Gökalp’i minnet ve rahmetle anarım. Bu münasebetle başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devleti uğrunda hizmet eden bilim, kültür, sanat, devlet, asker ve siyaset adamları ile Türk Mehmetçiklerinden bu dünyadan göç edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.
Hafızalarımızı tazeleyip zihin jimnastiği yapmak amacıyla GÖKALP’in vefatının ertesi günü [Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3]’te yayımlanan “Hamdullah Suphi [TANRIÖVER],” ve “Ziya Gökalp Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Ziyaı” başlıklı haber metinleri Osmanlı Türkçesi’nden çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.
***
ZİYA GÖKALP
“Ne elim bir haberle dilhunuz [içimiz kan ağlıyor]. Türk milliyetperverleri bir baş, hakiki bir mürşit kaybettiler. Türkçülük mefkûresinin bir meşalesi olan bu asil zekâ, kendi izinde yürüyecek binlerce muakkip [takipçi] bıraktı. Onun Türk tarihini, Türk içtimaiyatını, Türk harsını aydınlatan tahlil ve tasnif kuvveti, asırlardır ruhumuzda biriken karanlıkları derece derece eritmişti. Geçtiği yol evvelce bir izdi, şimdi bir şehrahtır [ana yoldur]. Türk vatanı en aziz evladından birini kaybetmekle taziye edilmek lazım gelen bir felakete uğradı. Ziya Gökalp’in hatırası önünde başlarımızı eğdiğimiz bu acı dakikalarda, tesellimiz odur ki, onun ufkumuzda dalgalandırdığı manevi bayrağı yere düşürmeyecek bir gençlik; memleketin her köşesinde bu imanın mahfuziyeti [korunması] için ayakta silahlanmış duruyor.” [2]
Hamdullah Suphi [TANRIÖVER]
***
BÜYÜK ÂLİM ZİYA GÖKALP’İN ZİYAI
Diyarbakır Mebus-ı Muhteremi; çok kıymetli eserlerini Türklüğe ve gençliğe hatıra bırakarak aramızdan ebediyen ayrılmıştır
Reisicumhurumuz ve İsmet Paşa hazeratı birer telgrafla merhum müşarünileyhin [adı geçenin] ailesine teessürlerini [üzüntülerini] iblağ buyurmuşlardır [bildirmişlerdir]. Bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşkil edilmiştir.
***
Bir müddetten beri rahatsız bulunan ve son günlerde hastalığının şiddetlenmesi dolayısıyla hastahaneye nakledilen Diyarbakır Mebusu Ziya Gökalp Bey üstadımız dün [25 Ekim 1924] sabaha karşı irtihal-i dar-ı beka [ahirete göç] eylemiş ve bu müellim [elem veren] haber şehrimizde birden bire şayi olarak [duyularak] umumi ve derin bir teessürle [keder ve üzüntüyle] karşılanmıştır.
Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleriyle Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri merhum müşarünileyhin ailesine birer taziye telgrafı çekmek suretiyle teessürlerini iblağ buyurdukları gibi hükumet tarafından lazım gelenlere cenaze merasiminin pek mutantan bir surette icrası için de emirler verilmiştir.
İstanbul’da icra edilecek olan cenaze merasiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi namına orada bulunan İkinci Reis Vekili Şarkikarahisar Mebusu Ali Sururi Bey hazır bulunacaktır. Merhum müşarünileyhin ailesine bu devreye ait olan tahsisatın kâmilen verilmesi ve ayrıca hidmet-i vataniye [vatana hizmet] tertibinden maaş tahsisi takarrür etmiştir [kararlaştırılmıştır]. Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa Hazretleri ordu namına, beyan-ı taziyet edilmesini Üçüncü Kolordu Kumandanlığına ve Maarif Vekili Vasıf Bey Efendi de cenaze merasiminin icra edildiği gün bütün mekteplerin kapatılmasını ve bilumum muallimlerle talebelerin merasime iştirak etmelerini İstanbul’daki memurin-i aidesine emreylemişlerdir.
Vasıf Bey Efendi merhumun ailesine çektikleri telgrafta; kendisiyle beraber bilumum muallimlerin muhtaç-ı taziye ve teselliye bir halde olduklarını ve merhumun hatırasının gençlik için kuvvetli bir menba-ı ilham [ilham kaynağı] olacağını ve bir arzuları varsa muhatap olmak istediğini bildirmiş ve ayrıca Muallimler Birliği, Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyelerince telgrafla beyan-ı tessesür ve arz-ı taziyet olunmuştur.
Dün gece Ankara’da Türkçülük Cereyanının maruf simaları, mebuslar ve Türkçü gençler bir içtima akdederek [toplantı yaparak] bir “Ziya Gökalp Cemiyeti” tesis etmişlerdir. Cemiyetin Birinci Reisliğine Sinop Mebusu sabık Sıhhiye Vekili Doktor Ziya Nur Bey, İkinci Reisliğine Zonguldak Mebusu Ragıp beyler bil ittifak intihap edilmişlerdir [seçilmişlerdir]. Cemiyet Ziya Gökalp Beyin bütün Türk şehirlerindeki muhiplerinden ve talebesinden taazzuv edecektir [meydana gelecektir]. Cemiyetin programı ve gayesi; Ziya Gökalp Beyin kitaplarının tabı [basımı], yazılarının ve hatıralarının cemi [toplanması] ve ihtifallerinin [törenlerinin] tertibi olacaktır.
Diğer taraftan “Türk Ocakları Merkez Heyeti ve Hars Heyeti” ve “Ziya Gökalp Cemiyeti” şu suretle derin teessürlerini ve hissiyat-ı taziyetkaranelerini ifade etmektedirler:
“Türklüğe ve Türk Ocaklarına ifa ettiği layemut [ölmez] hidmetler ile kalbimizde ebediyen yaşayacak bir minnet ve şükran hatırası bırakmış olan büyük âlim ve rehber Ziya Gökalp’in vefatı dolayısıyla Türk milletine en samimi taziyetlerimizi ve memleketin umumi kederine bütün mevcudiyetimizle iştirak ettiğimizi beyan ederiz.”
Anadolu Ajansı da şu satırlarla teessürlerini bildirmektedir:
“Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadelenin ruhu ve istinatgâhı olan milliyet fikirlerini neşretmek hususunda Ziya Gökalp Beyin ifa ettiği hidmetler Türk milletinin kalbinde ebedi bir minnet bırakmıştır. Anadolu Ajansı bu büyük ziya [kayıp] karşısında duyduğu derin teessürleri beyan ve Türk milletini bütün ruhuyla taziye eder [başsağlığı diler].”
Üstadın son hayatına ait ajans tarafından verilen malumat ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
Ajans ve matbuat mensubini [mensupları] namına üstat Ziya Gökalp Beyi 23 Teşirinievvel’de [23 Ekim 1924] ziyaret eden Anadolu Ajansının İstanbul mümessili [temsilcisi] Edhem Hidayet Bey o günkü tarihle şu telgrafı ajansa göndermiştir:
“İstanbul: 23 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beye gittim. Çok dalgın, etrafındakileri tanıyamaz bir halde idi. Hiçbir şey söyleyemiyor ve ızdırap alameti gösteriyordu. Dünkü konsültasyon neticesinde kati olmamak üzere dimağında iltihap olduğu teşhis edildiğini ve doktorların ümitvar bulunmadığını biraderi Nihad Bey ifade etti. Kemal-i teessürle arz ederim.”
Anadolu Ajansının üstadın hastalığına ve irtihaline dair müteakip telgrafları da ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:
İstanbul: 24 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beyin vaziyet-i sıhhiyesine [sağlık durumuna] dair bu akşamki tabip raporu ber-vech-i atidir:
“Hastanın ahval-i umumiyesi git gide kesb-i vahamet ediyor. Hastalık süratle seyrini takip ediyor. Ziya Bey artık etrafındakileri tanımıyor. Kalp mukavemet ediyor. Hastalığın vahameti bütün kuvvetiyle bakidir.” [2]
DİP NOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ziya-gokalp-1876-1924/
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi2 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar2 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk2 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)