Connect with us

Türk İstiklâl Mücadelesi

93 HARBİ SONRASI…

Published

on

…….
93 Harbi ile Osmanlı Devleti’nin başına açılan gaileler, Türkiye Cumhuriyeti’nin de dış politikasında sürekli uğraşmak mecburiyetinde olduğu gaileler olarak hâlâ önemini korumaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’ni dış politika gündeminde en çok meşgul eden üç konu olan Ege sorunu, Kıbrıs sorunu ve Ermeni sorunu 93 Harbi’nden kaynaklanmış sorunlar olarak varlıklarını sürdürmektedir.
Sonuç olarak 93 Harbi, Türkiye için acı kayıplarla neticelenmesine rağmen, Ruslar için de 100.000 insanın hayatına değecek kazançlarla neticelenmemiştir. Bu harpten kazançlı çıkan ülkeler Romanya, Sırbistan, Karadağ, Bulgaristan ve dolaylı olarak da Yunanistan olmuştur. Berlin Antlaşmasıyla ortaya çıkarılan bu devletler, Osmanlı Devleti’ne Balkan Harbi faciasına hatta Lozan Antlaşmasına kadar rahat nefes aldırmamışlardır.
Sultan II. Abdülhamit’in padişahlığında 93 Harbi, 24 Nisan 1877’den 31 Ocak 1878 Edirne Mütarekesine kadar 9 ay 7 gün sürmüştür. Bu harbin; sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel bakımlardan açtığı yara ve tahribat çok derin olmuştur. Bugün Bulgaristan’daki Türk azınlığın hukukunu korumak için her türlü çareye başvurulmakta, oysa 98 Harbi başlamadan önce Bulgaristan’daki Türk sayısı Bulgar sayısı ile eşit durumdaydı. Aynı biçimde 93 Harbi başlamadan az önce Kıbrıs adasındaki Türk ve Rum sayısı da eşit durumdaydı. Osmanlı Beyliği’nin tarih sahnesine çıktığı 1299’dan 36 yıl önce 12000 Türkmenin boğazları geçip Dobruca’ya yerleşmesiyle başlayan altı yüzyıllık Türk iskânının 277 günlük bir harple yerinden sökülüp atılması, Türk millî hayatında kapanmaz yaraların, unutulmaz acı hatıraların başlangıcı olmuştur.
19’uncu yüzyıl Batı siyasal felsefesinin pratiğe yansıması “hâkimiyetin dayanağı kuvvettir.” Biçiminde oldu. Oysa Osmanlı hâkimiyetinin her döneminde hukuka büyük bir önem vermiştir. Basit düşünce üreten kafaların kolayca kapıldığı bir yargıya göre, nasıl ki İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya başka toplumların topraklarını askerî olarak işgal etmişler ve emperyalist birer devlet olmuşlursa, Osmanlı Devleti de aynı şekilde işgalci ve emperyalist bir devlet olmuştur. Oysa bu yargı, eksik bilgi ve peşin hükümlere dayanmaktadır. Çünkü yalnız Osmanlı Devleti değil, önceki Türk devletleri de işgal siyaseti içine girmeyip yayılma ve fetih siyaseti gütmüşlerdir. Türk milleti kılıcının eriştiği her yeri, her toprağı vatan, hâkimiyetini kabul eden her toplumu kardeş kabul etmiştir. Türk ve insanlık tarihi bunun sayısı örnekleriyle doludur. İstanbul’u fetheden muzaffer ordu, şimdi işgal ordusu mu kabul edilecek, daha da önemlisi İstanbul’a şimdi işgal altındaki bir şehir gözüyle mi bakılacak?.. İstila ve işgal için kurulan ordular; kıyımdan, yakıp yıkmaktan başka bir şey düşünemezler. Eğer Fatih’in ordusu işgal zihniyetiyle donamış bir ordu olsaydı o çoşkulu hâliyle İstanbul’daki Bizans/Hristiyan izini 29 Mayıs 1453 günü silip süpürebilirdi. Fetih günü Türkler, dünyaca bilinen terbiyeli ve vakur hâlleriyle kısa zamanda şehirde sulhu ve sukûneti hâkim kılmışlardır. Gerçekte büyük devlet, saygın devlet; hâkimiyeti altındaki toplulukları bir takım farklılıklarına rağmen barış ve refah içinde yaşatabilen devlettir. Bu yönüyle Osmanlı, tarihçilerin takdirini ve hayranlığını kazanmış bir devlettir. Belirtilen sebeplerle Osmanlı Devleti içim işgalci demek tarihî ve siyasî hakikatleri bilmemekten kaynaklanan bir haksızlıktır. İşgalci bir devlet, silâh gücüyle elde ettiği toprağı silâh gücüyle elde tutan devlet demektir.
Ucuz ve kulaktan dolma bilgilerle tarihi yargılayanlar haklı olsa, yani Osmanlı Devleti emperyalist bir devlet olsa idi; İngiltere gibi, Fransa gibi gittikçe güçlenen bir devlet olurdu. İngilizler; Hindistan’dan, Afrika’dan, Amerika’dan aldıklarını, sömürdüklerini İngiltere’ye taşıdıklarından Britanya İmparatorluğu 19. yüzyılın en kudretli devleti hâline gelmişti. Osmanlı Devleti ise elindekini avucundakini Arabistan’a, Mısır’a, Balkan ülkelerine dağıttığı içindir ki yokluğun ve yoksulluğun pençesinde can vermiştir.
Türkler, her zaman için insanlık dışı davranışlardan uzak bir anlayışta olduklarından “zor” olanın üstesinden gelmeye çalışmışlardır. Çoğunluğun azınlığı ezmesi, yok etmesi, sindirmesi zor olmasa gerektir… Oysa Türkler zor olanı ya da insanî olanı yaparak toplulukları barış içinde bir arada yaşamayı/yaşatmayı becerebilmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin sosyal ve siyasal hayatında birkaç olay istisna tutulursa, topluluklar arasında anarşik hiçbir olay vuku bulmamıştır denilebilir. Bunun ötesinde hiçbir devirde “soykırım” olayı yaşanmamıştır. Bu arada şu hususu da belirtmek gerekir. Ne denli kanlı olursa olsun, ne denli şiddetli olursa olsun kurallarına ve hukukuna uyuldukça savaş bir soykırım olayı değildir.
Osmanlı Devleti’nde soykırım yaşanmadığı gibi çeşitli topluluklar örneğin Yahudiler, İspanya’da soykırımla karşı karşıya iken Sultan II. Bayezit döneminde Osmanlı ülkesine getirilip yerleştirilmek suretiyle hayatları ve hukukları teminat altına alınmıştır. Osmanlı Devleti, barışı ve düzeni varlığının temel sebepleri arasında saydığından Balkanlar, Ortadoğu ve Afrika’da soykırım olayına girişilmemiş, toplulukların birbirlerine karşı soykırım uygulamasına müsaade edilmemiştir. Ortadoğu ve Balkanlar’daki sulhu ve sukûneti yüzyıllar boyu ahenkli ve uzlaştırmacı yöntemlerle sürdüren Osmanlı Devleti, bu iki bölgeden çekilince; önce Balkanlar’a sonra da Ortadoğu’ya tam bir anarşi ve güvensizlik hâkim olmuştur. Günümüzde Ortadoğu gittikçe şiddetlenen bir terör ve anarşi çıkmazı içinde bulunuyorsa, gerçekçi bir gözlemci bunu Osmanlı Devleti’nin bölgede kuvvet dengesi olarak bulunmayışına bağlayacaktır. Nitekim Winston Churchill bu gerçeği doğrularcasına “Biz en büyük hatayı Osmanlı Devleti’ni yıkmakla yaptık galiba.” demiştir.
Avrupa’da Viyana kapılarından geriye dönüş, Osmanlı için fethedilen topraklardan geriye dönüşü başlatmış olmasına rağmen, ihtişam ve haşmet içinde bu sırlı gerçek kavranamamıştır. 14, 15 ve 16’ncı yüzyıllara Avrupa’da hüküm süren Osmanlı hayranlığı, 19’uncu yüzyılda tam bir Türk düşmanlığına dönüşmüştü. 93 Harbi’nin vahşet bulutları ufukta toplanmaya başladığı sıralarda panslavist prens Çerkaski “Yumurta kırmayı göze alamayan omlet yiyemez.” diyordu. Bu söz şu anlama gelmektedir. Türkleri geri dönüşe zorlamak için silâha davranmaktan kaçınmamak gerekmektedir. Türkler ya çekilip gidecekler ya da en kanlı bir biçimde kılıçtan geçirilecektir. Bunun için Bulgar çeteleri kurulmuş, Don Kazakları teşkilâtlandırılmıştır.
Almanya’da ırkçılığın temelleri II. Dünya Harbi başlamadan çok önce Fihtelerle, Nietzilerle atılmıştı. Balkanlardaki Türk katliamının temelleri de Rus edebiyatçı ve aydınlarınca uzun zamandan beri Ortodoks inancı ve Rus-Slâv şovenizmi ile atılmıştı. Rus edebiyatçısı Tolstoy, Plevne Muharebelerinde kullanılmış kazak kılıcını oğluna göstererek “ Bu kılıç Türk kanıyla böyle kızardı. Çabuk büyü onu sana vereceğim. Dedelerinin yürüdüğü yolda sen de yürü.” diyerek körpe dimağlara kin tohumları ekmeyi edebî misyonu hâline getiriyordu. Oysa edebiyatın insanlara uyumu, hoşgörüyü, dengeyi ve barışı sevdirmesi/aşılaması gerekmez miydi? Tolstoy gibi ünlü/tanınan bir edebiyatçı nasıl olurdu da böylesine bir saplantı içine girebilirdi.
Don Kişot adlı romanıyla haklı bir şöhrete kavuşan ünlü/tanınan İspanyol yazar Servantes’e İnebahtı Savaşında kolunu kaybettiren Türk düşmanlığının sebebi ne olabilirdi?.. Hayatı boyunca çolak koluna baktıkça Türk kanı içmeye olan susuzluğu artan bu ünlü edebiyatçı, Türklerden ne kötülük görmüştü ki amansız bir Türk düşmanı kesilmişti ?..
Batının pek çok düşünürü yüzyıllar boyu Avrupa insanının aklını çelerek, inancını sömürerek somut bir Türk düşmanlığı imajını zihinlerde canlı tutmak istemiştir. Bu düşünce ve inanç kıskacından kurtulamayan Avrupa insanı kafileler Haçlı Seferlerine itilmekten kurtulamamıştır. Bunlara karşılık hiçbir Türk düşünürü, milletine düşman olmayan başka bir millete düşman olmaları için Türkleri tahrik etmemiş ve bunun fikrî ve ideolojik hazırlığı içine girmemiştir.
Toplumları bölmek, kitleleri anarşinin içine düşürmek eski Çin’den beri Türkler üzerinde büyük ve derin etkiler bırakan bir siyaset olarak kullanılmıştır. Bu dün böyleydi, bugün de böyledir. Birleşen Türklerin güçlü, bölünen Türklerin güçsüz olduğu tarihin gözler önüne serdiği bir gerçektir. 93 Osmanlı-Rus Harbi, bu bakımlardan ibretler ile dolu bir harptir.
93 Harbi başlamadan önce, vatan ve millet bütünlüğünün vazgeçilmez unsurları olan padişah, ordu, halk ve aydınlar arasında pek çok konuda ideal ve fikir birliği yoktu. İnanç ve fikir birliğinde düşülen bu ayrılık, harbin kaybedilmesinde çok önemli bir etken olmuştur. Ülkede belli konularda ideal birliğinin olmaması, yeri hiçbir biçimde doldurulamayacak bir boşluk meydana getiriyordu. O dönemin önde gelen aydınları, kısır ve neticesiz didişmelerle Sultan II. Abdülhamit’in şahsı ile uğraşacakları yerde, Avrupa’daki dostları sayesinde esir Plevne ordusunun akibeti ve harp dışında kayıp olan 29.000 Türk’ün hayatını sormak için kamuoyu oluşturup, milletler arası bir komisyonla meseleyi araştırabilirlerdi. Daha da önemlisi Berlin Konferansında hiç değilse bir oturumu, kayıp ve hayatları hakkında hiçbir bilgi olmayan Türklerin nerede oldukları konusunu araştırmaya ayırtabilirlerdi.
Avrupa’da İnsan Hakları Beyannamesi yayımlanalı 90 yıl geçmişti aradan… 1856 Paris Antlaşmasıyla Avrupa Konseyi’ne kabul/dahil edilen Osmanlı Devleti de Avrupalı sayılmıştı. Bu demekti ki; Türk insanı Avrupa insanının kullandığı bütün hakları kullanabilecekti. Ancak güneşin balçıkla sıvanamayacağı gibi acı bir gerçek vardı ki o da, Ayastefanos Antlaşmasından sonra yurduna dönmesi gereken, teslim olan Plevne ordusunun hakka ve hukua aykırı akibetiydi… Gazi Osman Paşa 1878 Mayıs ayında, Ayastefanos Antlaşmasından sonra sağ ve salim Rusya’dan döndüğü hâlde, Plevne’de Rusların eline sağ ve salim teslim ettiği yağız 29.000 Anadolu çocuğuna ne olmuştu, nerelerde kalmıştı ki yurduna dönememiş, Plevne’de teslim olmuş ordudan ancak 12.000 kişi Rus ahtapotunun pençesinden kurtularak vatanlarına dönebilmişti.
…..
Yaşarken kahramanlıklarını ateşle kan arasında ispat etmiş olanların, şehadetlerinde destanlarına ve hatıralarına sahip çıkmak hem bir vefa borcu hem de bir erdemdir. Hatırlanacağı gibi Plevne kahramanları, mücadelelerinin çıkmaza doğru sürüklendiği, hatta çıkmaza girdiği en zor durumlarda bile Devlet tarafından ihmale, Plevne dışında kalan ordu komutanlarının ihanetine uğramamasına rağmen, Ruslara karşı varıyla yoğuyla, cesaretle ve metanetle karşı koyduktan sonra binlercesi şehit, on binlercesi esir olarak şanlı mücadelelerini kapatmışlardı.
Her millet şehit kahramanları için, onların hatıralarını canlı tutacak, mücadelelerini ölümsüz kılacak abideler dikmeyi millî ve tarihî bir görev saymıştır. İngilizler, Fransızlar, Ruslar, Macarlar çeşitli harplerde ölen askerleri için göz kamaştırıcı anıtlar dikmeyi asla ihmal etmemişler, bu anıtlarda devletlerinin kudretini, milletlerinin hasletini, askerlerinin hamasetini yansıtmayı amaç edinmişlerdir. Heyhat !.. 93 Harbi Şehitleri Abidesi nerededir? Var mıdır?..
Plevne’de şehit olanların destanî mücadelelerinin anıtlaştırılması bir yana, 93 Harbi’nin Tuna cephesinde harp ressamı olarak görev alan İrving Montagu 1879’da Bristol gazetesinde “Plevne’de ölen insanların kemiklerinden gübre elde etmek için 30 ton kemiğin Plevne’den Bristol limanına getirildiğini” okuduğundan söz etmektedir. Kendi ölülerinin hatıralarına toz kondurmak istemeyen İngilizlerin, başka milletlere mensup insanların kemiklerinden bile ekonomik fayda ve verim artışı elde etmek istemeleri ve bu çirkin olaya yerli ve yabancı basını gayet dikkatle takip eden Osmanlı Hükûmetinin ilgisiz kalması bağışlanması mümkün olmayan bir gaflet örneği(mi)dir…
19. yüzyıl kitle çağının yüzyılıdır. Böyle bir yüzyılda 93 Harbi, insanlara çok yakın bir zamanda toplumların hayatında önemli değişikliklerin olabileceğini hissettirmiştir. Gerek gelişen bilimin teknolojiye, özellikle silâh teknolojisine yansıması, gerek devletler arası, gerekse toplumlar arası ilişkilerin dünyayı bir çıkmaza doğru sürüklemesi, dünyanın büyük ve genel bir harbe gebe olduğunu işaret etmekteydi. Böyle bir dünyada Osmanlı Devleti, gerçekten de ahtapotun kolları arasındaki avı andırıyordu.
93 Harbi, geleceğin savaşları konusunda yepyeni taktik ve stratejik değerlendirmeleri beraberinde getirmiştir. Bir üstünlük arayışı olarak amansız bir silâhlanma yarışının başlamasına sebep olmuştur. Silâhlanma konusundaki araştırma-geliştirme çalışmaları büyük bir hız kazanmıştır. Öncelikle kalelere bağlı savunma, tedbir ve sistem olarak geçerliliğini yitirmiş, bunun yerini sahra savaşları almıştır.(*)
_____________________________
(*) Turhan ŞAHİN, Öncesiyle ve Sonrasıyla 93 Harbi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Kültür Eserleri Dizisi:115, Ofset Repromat, Ankara, 1988, s. 130-137’den iktibas edilmiş ve gerekli görülen bazı kelime-cümleler sadeleştirilmiştir.

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk İstiklâl Mücadelesi

Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı

Published

on

(1 Kasım 1922)

Sadrazam Tevfik Paşa 17 Ekim 1922’de Mustafa Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta [1], Büyük Zafer’i saltanat makamı ile Babıâli’ye varlığını sürdürecek bir unsur olarak görmüş, hatta Barış Konferansı’nda İstanbul Hükûmetinin yanında yer almak suretiyle Ankara’nın son vazifesini yapmasını bekler vaziyette bulunmuştur. Mustafa Kemal Paşa, Tevfik Paşa’nın telgrafına cevap olmak üzere TBMM’nin İstanbul’daki siyasî temsilcisi Hamit Bey’e Bursa’dan çektiği 18 Ekim 1922 tarihli telgrafta [2], “…Teşki­lât-ı Esasiye Kanunu ile şekil ve mahiyeti taayyün eden Türkiye Devletinin tarihi teessüsünden beri Türkiye mukadderatına vaziülyet ve bundan mes’ul yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumeti olduğu”nu belirtmiş, aynı kanun gereğince Türkiye’yi konferansta TBMM Hükûmeti’nin temsil edeceğini bildirmiştir. Hamit Bey, Gazi Paşa’nın talimatı doğrultusunda Tevfik Paşa’ya tebligatta bulunmasına rağmen sonuç elde edememiştir.

27 Ekim 1922’de İngiliz, Fransız, İtalyan temsilcileri ayrı ayrı verdikleri şifahi notalarla İstanbul ve Ankara Hükûmetlerini aynı anda, 13 Kasım 1922’ de İsviçre’nin Lozan şehrinde yapılacak konferansa davet ettiler. 23 Ekim’de Ankara bu daveti kabul ettiğini bildirmiş, 29 Ekim’de Tevfik Paşa tarafından TBMM Başkanlığına çekilen telgrafta[3], birlikte katılma teklifinde bulunulmuştur.

Mustafa Kemal Paşa, Barış Konferansı’nda ikiliği ortadan kaldırmak için saltanatın hemen kaldırılması doğrultusunda kararını vermiştir. Bu konuda Rauf Bey ile Kâzım Karabekir Paşa’dan kararının uygun olduğuna dair meclis kürsüsünde konuşma yapmalarını istemiştir. Bu istek kabul görmüş, hatta Rauf Bey daha ileri giderek bu günün bayram ilân edilmesini teklif etmiştir.

Sadrazam Tevfik Paşa’nın barış konferansına birlikte katılma teklifi TBMM’de büyük tepki ile karşılanmıştır. Bu konu, 30 Ekim 1922 tarihindeki birleşimde görüşülmüştür. Vahi­deddin’in ve Hükûmetlerinin Millî Mücadeledeki karşı icraatları açıklanarak saltanat makamını suçlayan konuşmalar yapılmıştır. Bu sebeple kimi mebuslar İstanbul Hükûmetinin konferansa katılma haklarının bulunmadığını ifade ederken, kimileri de İstanbul Hükûmetinin yok sayılmasını ve hatta saltanatın kaldırılmasını istemişlerdir. Aynı birleşimde saltanatın kaldırılmasına dair Dr. Rıza Nur ve arkadaşlarınca verilen 81 imzalı altı maddelik önerge [4] Meclis Başkanlığına sunulmuş, 131 kabul, 2 ret, 3 çekimser oya karşılık çoğunluk sağlanamadığından işlem tamamlanamamış ve 1 Kasım Çarşamba günü tekrar oylama yapılmak üzere oturuma son verilmiştir. TBMM’nin çalışmalarına ara verdiği 31 Ekim Salı günü Müdafaa-i Hukuk Grubu toplantısında Mustafa Kemal Paşa, saltanatın kaldırılmasının mecburi olduğuna dair açıklamada bulunmuştur. 1 Kasım Çarşamba günkü 130. birleşimin birinci oturumunda konu tekrar gündeme getirilmiştir.

 Dr. Rıza Nur ve arkadaşları önergelerinin altıncı maddesine yönelik değişiklik teklifinde bulundular[5]. Teklifte, hilâfetin Türklere, özellikle Osmanlı hanedanına ait olduğu kabul edilmiş ve halifenin ne şekilde, kim tarafından belirleneceğine açıklık getirilmiştir. İkinci Grup liderlerinden Hüseyin Avni (Ulaş) Bey ve arkadaşlarınca verilen 26 imzalı iki maddelik bir önergede[6], İstanbul Hükûmetinin 16 Mart 1920’den itibaren tarihe karıştığı belirtilmiş olmasına rağmen saltanatın kaldırılmasına yönelik herhangi bir açıklamada bulunulmamıştır. Bu önerge sadece İstanbul Hükûmeti’ni hedef almıştır. Mustafa Kemal Paşa her iki teklif üzerinde yapmış olduğu uzunca konuşmasında hilâfetle saltanatın birbirinden ayrılabileceğini, tarihten örnekler vererek açıklamış neticede söz konusu tekliflerin Şer’iye, Adliye ve Kanun-ı Esasi encümenlerinden meydana gelen ortak komisyona havalesi kabul olunarak birinci oturuma son verilmiştir.

Teklifler, ortak komisyonda görüşülürken, durumu yakından takip eden Mustafa Kemal Paşa, toplantı odasına girerek komisyona hitaben bir konuşma yapmıştır. Konuşmasında; hâkimiyet ve saltanatın kuvvet ve kudretle alınabileceğini, milletin ayaklanarak zaten bunları elde ettiğini, yapılacak işin fiili durumu resmîleştirmekten ibaret bulunduğunu, aksi takdirde bazı kafaların kesileceğini ifade etmiştir. Bu konuşmayla aydınlanan komisyon üyeleri, bu görüşler doğrultusunda bir karar tasarısı metni hazırlayıp meclis başkanlığına sunmuşlardır.

TBMM Genel Kurulunun 130. birleşiminin ikinci oturumunda ittifakla kabul edilen iki maddelik “TBMM’nin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı”na [7] göre;  saltanatla hilâfet birbirinden ayrılmış, saltanat kaldırılmış, hilâfetin varlığı korunmuş, hilâfet makamının Osmanlı hanedanına ait olduğu, ilim ve ahlâk bakımlarından hanedanın en iyi ve en olgun mensubunun bu makama TBMM tarafından seçileceği belirtilmiştir. Aynı kararda İstanbul Hükûmetinin varlığına son verilmiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisinin Hukuk-ı Hâkimiyet ve Hükümranının Mümessil-i Hakikisi Olduğuna Dair Hey’et-i Umumiye Kararı

Numara: 308

Birkaç asırdır Saray ve Bab-ı Âlinin cehâlet ve sefâhati yüzünden devlet azim felâketler içinde müthiş bir surette çalkandıktan sonra nihayet tarihe intikal etmiş bulunduğu bir anda, Osmanlı İmparatorluğunun müessisi ve sahib-i hakikisi olan Türk milleti, Anadolu’da hem harici düşmanlarına karşı kıyam etmiş hem de o düşmanlarla birleşip millet aleyhine harekete gelmiş olan Saray ve Bab-ı Âli aleyhine mücâhedeye atılarak Türkiye’de Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti ve ordularını bitteşkil harici düşmanlar, Saray ve Bab-ı Âli ile fiilen ve müsellahan ve malum müşkilât-ı şedide ve mahrumiyet-i elime içinde cidâle girişmiş, bugünkü halâs gününe vasıl olmuştur.

Türk milleti, Saray ve Bab-ı Âlinin hıyanetini gördüğü zaman Teşkilât-ı Esasiye Kanununu ısdar ederek onun birinci maddesiyle hâkimiyeti padişahtan alıp bizzat millete ve ikinci maddesiyle icrai ve teşri kuvvetleri onun yed-i kudretine vermiştir. Yedinci madde ile de harp ilânı, sulh akdi gibi bütün hukuk-ı hükümraniyi milletin nefsinde cem eylemiştir.

Binaenaleyh; o zamandan beri eski Osmanlı İmparatorluğu tarihe intikal edip yerine yeni ve milli bir Türkiye devleti, yine o zamandan beri padişahlık merfu olup yerine Türkiye Büyük Millet Meclisi kaim olmuştur. Yani bugün İstanbul’da bulunan heyet mevcudiyetini usulen himaye edecek hiçbir meşru ve gayr-i meşru ecnebi kuvvete ve müzâheret-i milliyeye malik olmayıp bir zıll-ı zâil halindedir. Millet, şahsi hükümranlık ve saray halkı ve etrafının sefâhati esası üzerine müessis bir saltanat yerine, asıl halk kitlesinin ve köylünün hukukunu himaye ve saadetini tekeffül eden bir halk Hükûmeti idaresi tesis ve vaz’edilmiştir.

Hal böyle iken İstanbul’da düşmanlarla teşrik-i mesâi etmiş olanların elan hukuk-ı hilâfet ve saltanat ve hukuk-ı hanedandan bahs eylemelerini görmekle müstekreh-i hayret bulunuyoruz. Tevfik Paşanın telgrafı kadar garip ve acayip ve hilâf-ı mavaka’ı bir vesika tarihte nadir görülmüştür. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi bervechi ati mevadı neşr ve ilâna karar vermiştir:

1-Teşkilât-ı Esasiye Kanunuyla Türkiye halkı, hukuk-ı hâkimiyet ve hükümranisini mümessil-i hakikisi olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin şahsiyet-i maneviyesinde gayr-i kabili terk ve tecezzi ve ferağ olmak üzere temsile ve bilfiil istimale ve irade-i milliyeye istinad etmeyen hiçbir kuvvet ve heyeti tanımamağa karar verdiği cihetle Misak-ı Milli hudutları dâhilinde Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetinden başka şekl-i Hükûmeti tanımaz. Binaenaleyh Türkiye halkı, hâkimiyet-i şahsiyeye müstenid olan İstanbul’daki şekl-i Hükûmeti 16 Mart 1336’dan itibaren ve ebediyen tarihe müntakil addeylemiştir.

2-Hilâfet; Hanedan-ı Âli Osman’a ait olup halifeliğe Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından bu Hanedanın ilmen ve ahlâken erşed ve eslâh olanı intihap olunur. Türkiye devleti makam-ı hilâfetin istinatgâhıdır.

1-2 Teşrinisani 1338 [1-2 Kasım 1922]

DİP NOTLAR

[1] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 269; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 260, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1236-1237

[2] Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 262, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982, s.1237

[3] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 270; Kemal Atatürk, Nutuk Cilt: III Vesikalar, Vesika: 263, MEB Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1982,s.1238-1239

[4] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 30.10. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 292-293

[5] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304

[6] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 304-305

[7] T.B.M.M. Zabıt Ceridesi, 1.11. 1338, Devre: 1, Cilt: 24, İçtima Senesi: 3, s. 313-314; Büyük Millet Meclisi Kavanin Mecmuası, Cilt:1, s. 487-488; Bekir Sıtkı Yalçın-İsmet Gönülal, Atatürk İnkılâbı Kanunlar-Kararlar Tamimler-Bildiriler Belgeler-Gerekçe ve Tutanaklarıyla- Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1984, s. 286-288

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]

Published

on

(22 Eylül 1923)

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinden, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri yanında yabancı asker ve siyasi temsilciler ve gazetecilerle temas ve görüşmeleri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır. Bu kapsamda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Nöye Fraye Prese [Neue Freie Presse] adındaki Avusturya gazetesi muhabirine verdiği “Cumhuriyetin ilanını öngören” demeç, Osmanlı Türkçesi ile yayımlandığı [Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3]’ten çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

Büyük Millet Meclisi Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin Viyana’da münteşir [yayımlanan] “Nöye Fraye Prese” [Neue Freie Presse] namındaki Avusturya gazetesine vaki beyanatının asıl metni.

Ankara, 26 [Eylül 1923], (A. A.) – İki üç günden beri Ankara ve İstanbul gazetelerinde Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne atfedilen beyanat, salahiyettar olmayan zevat tarafından neşredilmiştir [yayımlanmıştır]. Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin şehrimizde bulunan Nöye Fraye Prese Muhabiri Mösyö Jozef Hans Lazar’a vaki olan beyanatı aynen ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Muharririn [yazarın], Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’ndaki müstakbel tadilatın [gelecekteki değişikliğin] ne olacağı hakkındaki sualine [sorusuna] Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri şu suretle cevap vermiştir:

Yeni Türkiye Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun ilk maddelerini size tekrar edeceğim:

Hâkimiyet bila kaydu şart [kayıtsız şartsız] milletindir. İcra kudreti, teşri kudreti [kanun yapma] salahiyeti, milletin yegâne hakiki mümessili [temsilcisi] olan Meclis’te tecelli etmiş ve toplanmıştır.

Bu iki maddeyi bir kelimede hülasa etmek kabildir [özetlemek mümkündür]: “Cumhuriyet“.

Yeni Türkiye’nin umur-ı teceddüdü [yenileşme işi] daha nihayet bulmamıştır. Ancak yolun sonuna kadar gidilmelidir. Harpten sonra Türk Teşkilatı Esasiye’sinin inkişafı [gelişmesi] henüz kati bir şekil almış addedilemez [sayılamaz]. Tadilat [değişiklikler] ve tashihat [düzeltmeler] yapmak ve daha mükemmel bir hale getirmek elzemdir. İkmaline [tamamlanmasına] başlanan bu iş henüz bitmemiştir. Kısa bir zaman zarfında Türkiye’nin bugün fiilen almış bulunduğu şekil kanunen de tespit edilecektir. Yakın bir atide [gelecekte] bu meseleye ait hükûmet teklifatı [teklifleri] Meclis’e arz edilecektir. Bu teklifatın [tekliflerin] bütün mevadı [maddeleri] Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun inkişaf [gelişme] ve ikmaline [tamamlanmasına] ait bulunacaktır.

Bütün Avrupa ve Amerika’daki cumhuriyetler nasıl esas itibariyle yekdiğerinden ayrı değilse ve aralarındaki fark nasıl yalnız şekle ait bulunuyorsa, Türkiye’nin da bu cumhuriyetlerden farkı sırf bir şekil meselesidir. Diğer cumhuriyet usulüyle idare edilen memleketlerde olduğu gibi bizim de hâkimiyete malik [sahip] bir parlamentomuz vardır. Yalnız bizde Büyük Millet Meclisi hem teşri [kanun yapma] hem de icrai salahiyete maliktir [icra salahiyetine sahiptir]. Başka yerde olduğu gibi, bizde de vekiller kendi vekâletlerine ait işlerden mesuldürler. Başka yerlerde yeni Türkiye devleti icra vekillerinin Millet Meclisi elinde bir oyuncak olduğu zannediliyor; bu, hatadır. Vekillerin mesuliyetine ve vazifesine ait meselede, Teşkilatı Esasiye Kanunu’nda yapılacak tadilat ile [değişikliklerle] tespit edilmiş olacaktır. Netice itibariyle reisicumhurdan, reisi hükûmetten [hükûmet reisinden] ve mesul vekillerden müteşekkil bir hükûmet teşkil edeceğiz.

Yeni Türkiye’nin payitahtı meselesine gelince, bunun cevabı kendiliğinden zahir olur [ortaya çıkar]: Ankara, Türkiye Cumhuriyeti’nin payitahtıdır.

S[ual]  – Avrupa’da, Türkiye’nin Avrupa’ya ve Garplılığa [Batılılığa] husumeti [düşmanlığı] bulunduğu fikri vardır. Türk matbuatında da bu nokta hakkında bir münakaşa açılmıştı. Bu münakaşada Garplılık müdafaa ediliyor veya aleyhinde bulunuluyordu. Bu hususta ne düşünülüyor?

C[evap]  – Asırlardan beri düşmanlarımız Avrupa akvamı [milletleri] arasında Türklere karşı kin ve husumet [düşmanlık] fikirleri telkin etmişlerdir. Garp zihinlerine yerleşmiş olan bu fikirler, hususi [özel] bir zihniyet vücuda getirmişlerdir. Bu zihniyet hala her şeye ve bütün hadisata [hadiselere] rağmen mevcuttur. Ve Avrupa’da hala Türk’ün her türlü terakkiye [ilerlemeye] hasım [düşman] bir adam olduğu, manen ve fikren inkişafa [gelişmeye] gayr-i müstaid [kabiliyetsiz] bir adam olduğu zannedilmektedir. Bu, azim [büyük] bir hatadır. Cevabımı basitleştirmek için size şu misali serdedeceğim [vereceğim]: Farz ediniz ki, karşınızda iki adam var; bunlardan biri zengin ve emrine her türlü vesait muhya [vasıtalar hazır], diğeri de fakir ve elinde hiçbir vasıta mevcut değil. Bu vesait fıkdanından [vasıta yokluğundan] başka ikincinin manevi ruhu da diğerinden hiç farkı ve maduniyeti [geriliği] yoktur. İşte Avrupa ile Türkiye yekdiğerine karşı bu vaziyettedir. Bizi madun [geri] olmaya mahkûm bir kavim olarak tanımakla iktifa etmemiş [yetinmemiş] olan Garp, harabiyetimizi [haraplığımızı] tacil [çabuklaştırmak] için ne yapmak lazımsa yapmıştır. Garp ve Şark  [Doğu] zihinlerinde yekdiğeriyle muarız [çatışan] iki prensip mevzu bahs [söz konusu] olduğu vakit, bunun en mühim menbaını [kaynağını] bulmak için Avrupa’ya bakmalı. İşte Avrupa’da mütemadiyen [devamlı] olarak mücadele ettiğimiz bu zihniyet mevcuttur.

İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri Türk milletinin Avrupa ile temasına mani olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak icray-ı hükûmet [hükûmet icra] etmişler ve Türk milletini terakkiden [ilerlemeden] hariç bırakmışlardır.

Biz milliyetperverler gözleri açık adamlarız. Gözlerimizi her gün daha ziyade açmakta ve gerek dâhilde ve gerek hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin mütemeddin [medeni] milletlerle temasını teshil etmek [kolaylaştırmak] menafimiz [menfaatlarımız]  mukteziyatındandır [gereklerindendir].

Bu temasın, münasebetlerin yeniden tesisini yalnız arzu etmekle kalmıyoruz, onları inkişaf ettirmek [geliştirmek] için her şeyi yapıyoruz. Bu tavrımız, çok açık ve tartışmasız olarak, Türklerin zenofobisi [yabancı korkusu] bulunduğu şeklindeki yanlış zannı çürütmektedir.

Matbuatla milliyetperver Türkiye’nin ecnebi [yabancı] düşmanı olduğu ilan edilirse, büyük bir hata irtikâp edilmiş [işlenmiş] ve hakikaten mevcut olan şeyin aksi iddia edilmiş olur.

İkinci noktaya gelince, yani Türk matbuatında da Garplılık [Batılılık] ve Şarklılık [Doğululuk] münakaşası açıldığına gelince, matbuat, istediği bahiste istediği veçhile [şekilde] tefsiratta [yorumlarda] bulunabilir. Matbuat, hiçbir veçhile [şekilde] tahakküm ve nüfuza tabi tutulamaz. Benim bu hususta şahsi nokta-ı nazarım [görüşüm] şudur ki, muhafazakâr olan ve bu hususta yalnız olan Tevhidi Efkâr’ın karşısında Türk matbuatının kesreti [çoğunluğu] var. Bu matbuat Garplılaşmak [Batılılaşmak] veçhesini [yönünü] müdafaa ediyor. Tevhidi Efkâr’ın fikri bizim inkişafımızın [gelişmemizin] Garp usulünde vaki olmasını tadil edemez [değiştiremez]. Onun hareketi Garp matbuatına karşı aksülamel [tepki] diye telakki [kabul] edilebilir. O Garp matbuatı ki, ekseriyeti [çoğunluğu] mukaddema [başlangıçta] bizim aleyhimizde bulunuyordu. Vaki olan tebeddülata [değişikliklere] rağmen eski metotlarını değiştirmiyorlar.

SLozan sulhu [barışı] hakkındaki fikr-i devletlileri [devletlilerinin fikri]?

C Lozan sulhu heyet-i umumiyesi [bütünü] itibariyle bizi tatmin ediyor. Biz bu muahedeye [antlaşmaya] tamamıyla riayet edeceğiz. Buna rağmen şunu söylemekten kendimizi men edemeyiz ki, daha taleplerimiz vardır ve bunların kuvveden [düşünceden] fiile çıktığını ahiren [son zamanda] Avrupa akvamının [milletlerinin] zihinlerinde vaki olan Türkiye’ye müsait yeni bir temayül [eğilim] vasıtasıyla görmek istiyoruz.

Muallak mesail [meseleler] için dostane tarz-ı tasfiyeler [çözüm tarzları] bulunacağını ümit etmek istiyoruz. Uzak bir atide [gelecekte] değil yakın bir istikbalde [gelecekte] şimdiye kadar halledilemeyen mesailin [meselelerin] kati hal şekline iktiran ettiğini [kavuştuğunu] görmek istiyoruz.

[Hâkimiyet-i Milliye, 27 Eylül 1923, No: 926, s. 1, sütun: 1-3;

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 16 (1924), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-119]

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı

Published

on

[25 Ekim 1924]

Giriş

Türk sosyolojisinin kurucusu ve Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürlerinden biri olan Ziya GÖKALP [1], “bedenimin babası Ali Rıza Efendi, hislerimin babası Namık Kemal, fikirlerimin babası ise Ziya Gökalp’tir” sözünü sarf eden Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en fazla etkilendiği kişiler arasında yer alır.

Vefatının 100. yıldönümünde Ziya Gökalp’i minnet ve rahmetle anarım. Bu münasebetle başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devleti uğrunda hizmet eden bilim, kültür, sanat, devlet, asker ve siyaset adamları ile Türk Mehmetçiklerinden bu dünyadan göç edenlere rahmet, hayatta olanlara sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.

Hafızalarımızı tazeleyip zihin jimnastiği yapmak amacıyla GÖKALP’in vefatının ertesi günü [Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3]’te yayımlanan “Hamdullah Suphi [TANRIÖVER],” ve “Ziya Gökalp Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Ziyaı” başlıklı haber metinleri Osmanlı Türkçesi’nden çevrim yazı olarak aşağıda sunulmuştur.

***

ZİYA GÖKALP

“Ne elim bir haberle dilhunuz [içimiz kan ağlıyor]. Türk milliyetperverleri bir baş, hakiki bir mürşit kaybettiler. Türkçülük mefkûresinin bir meşalesi olan bu asil zekâ, kendi izinde yürüyecek binlerce muakkip [takipçi] bıraktı. Onun Türk tarihini, Türk içtimaiyatını, Türk harsını aydınlatan tahlil ve tasnif kuvveti, asırlardır ruhumuzda biriken karanlıkları derece derece eritmişti. Geçtiği yol evvelce bir izdi, şimdi bir şehrahtır [ana yoldur]. Türk vatanı en aziz evladından birini kaybetmekle taziye edilmek lazım gelen bir felakete uğradı. Ziya Gökalp’in hatırası önünde başlarımızı eğdiğimiz bu acı dakikalarda, tesellimiz odur ki, onun ufkumuzda dalgalandırdığı manevi bayrağı yere düşürmeyecek bir gençlik; memleketin her köşesinde bu imanın mahfuziyeti [korunması] için ayakta silahlanmış duruyor.” [2]

Hamdullah Suphi [TANRIÖVER]

***

BÜYÜK ÂLİM ZİYA GÖKALP’İN ZİYAI

Diyarbakır Mebus-ı Muhteremi; çok kıymetli eserlerini Türklüğe ve gençliğe hatıra bırakarak aramızdan ebediyen ayrılmıştır

Reisicumhurumuz ve İsmet Paşa hazeratı birer telgrafla merhum müşarünileyhin [adı geçenin] ailesine teessürlerini [üzüntülerini] iblağ buyurmuşlardır [bildirmişlerdir]. Bir Ziya Gökalp Cemiyeti teşkil edilmiştir.

***

Bir müddetten beri rahatsız bulunan ve son günlerde hastalığının şiddetlenmesi dolayısıyla hastahaneye nakledilen Diyarbakır Mebusu Ziya Gökalp Bey üstadımız dün [25 Ekim 1924] sabaha karşı irtihal-i dar-ı beka [ahirete göç] eylemiş ve bu müellim [elem veren] haber şehrimizde birden bire şayi olarak [duyularak] umumi ve derin bir teessürle [keder ve üzüntüyle] karşılanmıştır.

Reisicumhur Gazi Paşa Hazretleriyle Başvekil ve Hariciye Vekili İsmet Paşa Hazretleri merhum müşarünileyhin ailesine birer taziye telgrafı çekmek suretiyle teessürlerini iblağ buyurdukları gibi hükumet tarafından lazım gelenlere cenaze merasiminin pek mutantan bir surette icrası için de emirler verilmiştir.

İstanbul’da icra edilecek olan cenaze merasiminde Türkiye Büyük Millet Meclisi namına orada bulunan İkinci Reis Vekili Şarkikarahisar Mebusu Ali Sururi Bey hazır bulunacaktır. Merhum müşarünileyhin ailesine bu devreye ait olan tahsisatın kâmilen verilmesi ve ayrıca hidmet-i vataniye [vatana hizmet] tertibinden maaş tahsisi takarrür etmiştir [kararlaştırılmıştır]. Müdafaa-i Milliye Vekili Kazım Paşa Hazretleri ordu namına, beyan-ı taziyet edilmesini Üçüncü Kolordu Kumandanlığına ve Maarif Vekili Vasıf Bey Efendi de cenaze merasiminin icra edildiği gün bütün mekteplerin kapatılmasını ve bilumum muallimlerle talebelerin merasime iştirak etmelerini İstanbul’daki memurin-i aidesine emreylemişlerdir.

Vasıf Bey Efendi merhumun ailesine çektikleri telgrafta; kendisiyle beraber bilumum muallimlerin muhtaç-ı taziye ve teselliye bir halde olduklarını ve merhumun hatırasının gençlik için kuvvetli bir menba-ı ilham [ilham kaynağı]  olacağını ve bir arzuları varsa muhatap olmak istediğini bildirmiş ve ayrıca Muallimler Birliği, Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyelerince telgrafla beyan-ı tessesür ve arz-ı taziyet olunmuştur.

Dün gece Ankara’da Türkçülük Cereyanının maruf simaları, mebuslar ve Türkçü gençler bir içtima akdederek [toplantı yaparak] bir “Ziya Gökalp Cemiyeti” tesis etmişlerdir. Cemiyetin Birinci Reisliğine Sinop Mebusu sabık Sıhhiye Vekili Doktor Ziya Nur Bey, İkinci Reisliğine Zonguldak Mebusu Ragıp beyler bil ittifak intihap edilmişlerdir [seçilmişlerdir]. Cemiyet Ziya Gökalp Beyin bütün Türk şehirlerindeki muhiplerinden ve talebesinden taazzuv edecektir [meydana gelecektir]. Cemiyetin programı ve gayesi; Ziya Gökalp Beyin kitaplarının tabı [basımı], yazılarının ve hatıralarının cemi [toplanması] ve ihtifallerinin [törenlerinin] tertibi olacaktır.

Diğer taraftan “Türk Ocakları Merkez Heyeti ve Hars Heyeti” ve “Ziya Gökalp Cemiyeti” şu suretle derin teessürlerini ve hissiyat-ı taziyetkaranelerini ifade etmektedirler:

Türklüğe ve Türk Ocaklarına ifa ettiği layemut [ölmez] hidmetler ile kalbimizde ebediyen yaşayacak bir minnet ve şükran hatırası bırakmış olan büyük âlim ve rehber Ziya Gökalp’in vefatı dolayısıyla Türk milletine en samimi taziyetlerimizi ve memleketin umumi kederine bütün mevcudiyetimizle iştirak ettiğimizi beyan ederiz.

Anadolu Ajansı da şu satırlarla teessürlerini bildirmektedir:

Türk vatanı en büyük ilim adamını kaybetti. Milli Mücadelenin ruhu ve istinatgâhı olan milliyet fikirlerini neşretmek hususunda Ziya Gökalp Beyin ifa ettiği hidmetler Türk milletinin kalbinde ebedi bir minnet bırakmıştır. Anadolu Ajansı bu büyük ziya [kayıp] karşısında duyduğu derin teessürleri beyan ve Türk milletini bütün ruhuyla taziye eder [başsağlığı diler].”

Üstadın son hayatına ait ajans tarafından verilen malumat ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

Ajans ve matbuat mensubini [mensupları] namına üstat Ziya Gökalp Beyi 23 Teşirinievvel’de [23 Ekim 1924] ziyaret eden Anadolu Ajansının İstanbul mümessili [temsilcisi] Edhem Hidayet Bey o günkü tarihle şu telgrafı ajansa göndermiştir:

İstanbul: 23 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beye gittim. Çok dalgın, etrafındakileri tanıyamaz bir halde idi. Hiçbir şey söyleyemiyor ve ızdırap alameti gösteriyordu. Dünkü konsültasyon neticesinde kati olmamak üzere dimağında iltihap olduğu teşhis edildiğini ve doktorların ümitvar bulunmadığını biraderi Nihad Bey ifade etti. Kemal-i teessürle arz ederim.”

Anadolu Ajansının üstadın hastalığına ve irtihaline dair müteakip telgrafları da ber-vech-i atidir [aşağıdadır]:

İstanbul: 24 [Ekim 1924] (A. A.)-Ziya Gökalp Beyin vaziyet-i sıhhiyesine [sağlık durumuna] dair bu akşamki tabip raporu ber-vech-i atidir:

Hastanın ahval-i umumiyesi git gide kesb-i vahamet ediyor. Hastalık süratle seyrini takip ediyor. Ziya Bey artık etrafındakileri tanımıyor. Kalp mukavemet ediyor. Hastalığın vahameti bütün kuvvetiyle bakidir.” [2]

DİP NOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/ziya-gokalp-1876-1924/

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 26 Teşrinievvel 1924, No: 1256, s. 1, sütun: 2-3

Continue Reading

En Çok Okunanlar