Mustafa Kemal Atatürk Döneminde Türkiye
Türkiye Cumhuriyeti Devleti; 16 Ağustos 1838 Osmanlı-İngiliz Serbest Ticaret Anlaşması ile başlayan “açık pazar” uygulamasıyla Avrupalı devletlerce sömürülen, sürekli harplerin ve ekonomik çözülmenin tükenme noktasına getirdiği Türk milleti tarafından Türk İstiklal Harbi (19 Mayıs 1919- 9 Eylül 1922) sonucunda kurulmuştur.
Türk İstiklal Harbi sona erdiğinde Türkiye; nüfusu azalmış, toprakları ekilemeyen, sanayi ve ticaretten yoksun ve yıkıntı halinde bir ülkedir. Türkiye’nin gelir kaynakları, başta madenleri ve toprakları olmak üzere doğal zenginlik kaynakları yüzyıllar boyunca yabancı ülkelerce sınırsızca kullanılmıştır.
1923’ün dünyasının genel görünümü şudur: Bir tarafta sömürgeci büyük emperyalist devletler, diğer tarafta yoksul, sömürge ve yarı sömürge devletler/ülkeler, diğer bir tarafta kendisine farklı bir kurtuluş yolu tercih eden Sovyetler Birliği.
Mustafa Kemal öncülüğünde Cumhuriyet yönetimi; emperyalizm-liberalizm ve sosyalizm uygulamalarını Türkiye’nin kalkınması için uygun görmemiştir. Türk milletinin yapısına ve ülke gerçeklerine uygun, dünya ile bütünleşmeyi sağlayabilecek; özel teşebbüse yer veren ama kapitalist olmayan, devletçiliği öne çıkaran ama sosyalist olmayan veya her ikisi de olan (tabii, içtimai ve iktisadi) bir kalkınma modeli/yöntemi tercih etmiş ve uygulamıştır. Karma ekonomi, piyasa ekonomisi veya sosyal hukuk devleti adı verilen bu kalkınma yönteminde; devletçilik öne çıkarılırken özel teşebbüse yer verilip desteklenmiş, milli menfaatlere uyum gösteren yabancı sermaye denetlenerek kabul edilmiştir.
1923-1938 yılları arasında Türkiye; tarım ve hayvancılık, göçmen ve iskan, ulaşım ve bayındırlık, sağlık, eğitim, sanayi ve maliye alanlarında “kimseye muhtaç olmadan” kalkınmasını gerçekleştirmiş, 15 yılda ortalama % 8,4 büyüme sağlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin 1918’de 160,4 milyon altın Osmanlı Lirası dış borcu vardı. Bu borcun Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde kalan yerler için harcandığı kabul edilen 107,5 milyonunun ödenmesi için 1925’te Düyun-u Umumiye ile bir sözleşme yapılmıştır. Buna göre ödemeler 1929’da başlayacak 1952’de bitecek ve borç tutarından % 37 indirim uygulanacaktır. 1929 Dünya Ekonomik Krizi sebebiyle ilk taksidi ödenebilen borç, yeni şartlarla 1932’de yeniden yapılandırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti 1953’te son borç taksidini ödeyerek Osmanlı’dan miras kalan borçlarını temizlemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, “Batı”nın Türkiye ve Türkler için ne anlama geldiğini bütün yönleriyle değerlendirmiş ve Batı’yla bağımlılık doğuracak herhangi bir ilişki kurmamıştır. 10 Kasım 1938’den altı ay sonra Türkiye; 12 Mayıs 1939’da İngiltere, 23 Haziran 1939’da Fransa ile iki ayrı anlaşma imzalamış, bu iki anlaşma 19 Ekim 1939’da Üçlü İttifak Anlaşması’na dönüştürülmüştür. 15 yıl önce savaşılan Batı’yla ittifak içine giren Türkiye, bütün nüfuzunu Batı devletlerinin hizmetine vermiştir.
Küresel Egemen Güç: ABD
ABD, İkinci Dünya Savaşı’ndan Batı’nın yeni lideri olarak ortaya çıkmıştır. Dünyanın önemli bir kesimi şöyle düşünmektedir: Gelişmenin, barışın ve demokrasinin temsilcisi ABD, göz kamaştıran bir zenginliğe sahiptir. Onunla ilişkiler kurmak, dost olmak ve yardımına hak kazanmak, hür dünyaya katılarak özgür ve uygar olmanın kaçırılmayacak fırsatıdır. ABD ve Amerikan hayat tarzı, bütün dünyayı saran bir moda olmuştur. Bu modanın arkasındaki gerçek; yoksul ve güçsüze hayat hakkı tanımayan genel, yaygın, örgütlü ve güce dayanan yeni bir dünya düzenidir. Bu düzenin ekonomik ve siyasi amaçları arasında; azgelişmiş ülkelerin kendi geleceklerini tayin etme, milli menfaatlerine sahip çıkma, bağımsızlıklarını koruma gibi kavramlara yer verilmemiştir. Yeni düzen/sistem, bunları yok etmek üzere kurgulanmıştır.
Emperyalizme karşı, dünyadaki ilk milli mücadele hareketini kazanmış olan Türkiye, sosyal ve siyasi yapısı ile ekonomik ihtiyaçlarına uygun olmamasına rağmen kendi isteğiyle Yeni Dünya Düzeni’ne katılmıştır. 24 Ekim 1945’te Birleşmiş Milletler, 14 Şubat 1947’de Dünya Bankası, 11 Mart 1947’de IMF, 22 Nisan 1947’de Truman Doktrini, 4 Temmuz 1948’de Marshall Planı, 18 Şubat 1952’de NATO ve 14 Aralık 1960’ta OECD’ye üye olmuştur. Türkiye’nin katıldığı milletlerarası anlaşmaların ortak özelliği, Batı’ya bağımlılığın artması ve egemenlik haklarının aşındırılmasıdır.
Türkiye ABD ile 1 Nisan 1939’da Ekonomik İmtiyaz, 23 Şubat 1945’te Karşılıklı Yardım, 27 Şubat 1946’da Kredi, 12 Temmuz 1947’de Askeri Yardım, 27 Aralık 1949’da Eğitim, 23 Haziran 1954’te Vergi Muafiyeti konulu anlaşmaları yaparak dışa bağımlılığını artırmıştır.
1938 sonrası dışa bağımlılık döneminin başlıca özelliği; kredi veya yardım anlaşmalarının şarta bağlanması ve bu şartın her zaman üretimden uzak durmayı kapsamasıdır. Üretilmek istenen mal, bol ve ucuz, hibe olarak hazır durumdadır. Yaptırım ve yardımlar, adı ne olursa olsun, dışarıdan gelen isteklerin tamamı, Türkiye’de üretimi özellikle sanayi üretimini önlemeye yönelik tedbirler paketidir.
DP Adnan Menderes Döneminde Türkiye
Milli Şef İsmet İnönü yönetimindeki Türkiye, 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti iktidara gelinceye kadar Batı’ya bağlanma anlaşmalarını büyük oranda tamamlamıştır. DP programında; ekonomik düzen olarak liberalizm kabul edilmiş, devletçiliğin faaliyet alanı özel teşebbüse destek olmakla sınırlandırılmış, KİT’lerin uygun şartlarla özel teşebbüse devredilmesi, devletin elinde kalması gereken KİT’lerin ticari zihniyetle yönetilmesi, devletin kesin zaruret olmadıkça piyasalara karıştırılmaması benimsenmiştir.
Demokrat Parti Hükümeti, 25 Temmuz 1950’de dolaylı bir ABD-Sovyet çatışması olan Kore Savaşı’na katılma kararı almıştır. Yurt dışına savaşmak için asker gönderilmesine rağmen Meclis’te karar alınmamış, muhalefet yok sayılmış, Türkiye’nin herhangi bir ilişki ve menfaati olmayan bir savaşa girilmiştir.
Türkiye-ABD arasında 12 Kasım 1956’da Tarım Ürünleri Anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşmaya göre; ABD Türkiye’ye 46,3 milyon dolarlık buğday, arpa, mısır, dondurulmuş et, konserve, sığır eti, don yağı ve soya yağı satacaktır. Bu temel ürünler; azgelişmiş bir tarım ülkesi olan Türkiye tarafından üretilmesine rağmen ABD gibi gelişmiş bir ülkenin eşit olmayan rekabetine terk edilmiştir.
DP Hükümeti; Batı’yla bütünleşelim, aman dışarıda kalmayalım anlayışının doğal bir sonucu olarak 31 Temmuz 1959’da (AET) Avrupa Birliği’ne üye olmak için başvurmuştur. İsmet İnönü Hükümeti, 12 Eylül 1963’te AET ile Ankara Anlaşmasını imzalamıştır. İsmet İnönü, Lozan’da 1838 Ticaret Anlaşması’nın Türkiye’yi sömürgeleştirdiğini ileri sürmüş, hiçbir imtiyaz teklifini kabul etmemiş ve gümrük bağımsızlığı için çetin bir mücadele vermiş olmasına rağmen gümrüklerden ve korumacılıktan vazgeçilen Ankara Anlaşması’nı imzalamakta hiçbir sakınca görmemiştir.
Küresel Egemen Gücün Avrupa Temsilcisi: AB
Ankara Anlaşması’nın 1 Aralık 1964’ten itibaren yürürlüğe girmesiyle Türkiye-AET ilişkileri tam üyeliğe ulaşana kadar hazırlık, geçiş ve son dönem olmak üzere üç döneme ayrılmıştır. Türkiye, bu dönemlerde üzerine düşen yükümlülüklerin tamamını yerine getirmiştir.
1 Ocak 1973’te yürürlüğe giren Katma Protokol’ün imzalanmasıyla AET gerçek amacını göstermeye başlamıştır. AET, Türk sanayi ürünlerine uyguladığı gümrük vergilerini ve kısıtlamaları; pamuk ipliği, pamuklu dokuma ve rafine petrol ürünleri hariç olmak üzere kaldırmış ve kendi sanayi ürünlerinin aşamalı olarak Türkiye’ye gümrüksüz girişinin yolunu açmıştır. AET’nin, mali protokoller kapsamında Türkiye’ye on yılda yaklaşık 3,5 milyar dolar yardımda bulunması, 1 0cak 1986’dan itibaren Türk işçilerinin Avrupa’nın her ülkesinde serbestçe dolaşımı, Türk tekstil ürünlerine kota uygulanmaması hükümleri hiçbir zaman gerçekleşmemiştir.
Buna karşılık Türkiye, büyük bir istek ve kararlılıkla üzerine düşen yükümlülükleri yerine getirmeye devam etmiştir. Katma Protokol’ün öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmiş olmanın heyecanıyla Türkiye, 14 Nisan 1987’de tam üyelik için başvurmuştur. AET, üyelik başvurusunu reddettiği gibi tam üyelik konusunu gündemden çıkarmıştır.
24 Ocak 1980 Kararları ve 12 Eylül Darbesi
1979’da Başbakan Süleyman Demirel, Başbakanlık Müsteşarlığına getirdiği Turgut Özal’a, yeni bir ekonomik istikrar programı hazırlama görevini vermiştir. Program kısa sürede hazırlanmıştır. Bir başka ifade ile IMF tarafından hazırlanmış olan program 24 Ocak 1980’de kamuoyuna açıklanmıştır. IMF’nin daha önce yaptıramadığı isteklerini içeren program, tarihe 24 Ocak Kararları olarak geçmiştir. Programın uygulamaları hemen etkisini göstermiş; 1980 başında 47 TL olan Amerikan Doları yıl sonunda 90 TL’na çıkmıştır. Programa karşı duyulan tepki, iç savaş durumuna getirilen terör eylemleriyle birbirine karışmıştır.
24 Ocak Kararları, 12 Eylül 1980 darbesiyle kendini gösteren demir yumrukla uygulanabilmiştir. ABD-AB’nin “demokratik desteği” ile beş kişilik Milli Güvenlik Konseyi, yasama ve yürütme gücünü birleştirerek sınırsız yetkilerle donatılmış bir yönetim sergilemiştir. Türkiye’deki siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri kapatılmış, çok sayıda insan gözaltına alınmış ve 50 kişi idam edilmiştir.
12 Eylül, Türk toplumunda çok yönlü ve çok boyutlu çöküntü meydana getirmiştir. Cumhuriyet’le kurulan millet-devlet yapısı, bu yapıyı biçimlendiren yönetim anlayışı ve siyasi işleyiş en büyük zararı görmüştür. Bağımsız iç ve dış politika, sosyal devlet anlayışı ve milli menfaatleri koruma iradesi tamamen yok edilmiştir. Siyasi bozulmanın partilere yansımasıyla bölünme, parçalanma ve yabancılaşma yaygınlaşmış, etnik ve dini-mezhep temelli siyasi partiler ortaya çıkmıştır. Siyasi partiler; varlıklarını sürdürebilmek için milli menfaatlerden taviz vermeyi alışkanlık edinmişler, yoksullaşan halk siyaset dışına itilerek etkisiz kılınmış, Türkiye’de siyaset yapılamaz olmuştur.
Gümrük Birliği Protokolü ve Getirdikleri
Türkiye, 8 Kasım 1993’te Brüksel’de yapılan Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’ne katılmıştır. Bu toplantıda, Gümrük Birliği’nin 1995 yılında tamamlanmasını öngören bir karar alınmış ve bu karar karşılıklı yükümlülükleri tanımlayan Çalışma Programı’na dönüştürülerek kabul edilmiştir.
Türkiye’nin tam üyelik başvurusunu reddeden ve gündeminden çıkaran AB, 1994’te İsveç, Finlandiya ve Avusturya’yı üyeliğe kabul etmiş, Polonya, Macaristan ve Slovakya’yı aday üye yapmıştır. Türkiye, üyeliğe alınmayacağı açık bir biçimde ortaya çıkmış olmasına rağmen, hiçbir şey olmamış gibi üyelik umutlarını sürdürmüştür.
Türkiye’de; politikacılar, bürokratlar, büyük sermaye sahipleri ve örgütleri ile bu kesimlerin sözcülüğünü yapan akademisyenler, Gümrük Birliği’nin faydaları üzerine çok konuşmuşlar ama milli menfaatler açısından önemine hiç temas etmemişlerdir. Türk milleti; milli bağımsızlığını Batı’ya karşı verilen silahlı mücadele ile kazanmış olmasına rağmen bilgisizlik, duyarsızlık ve ihanete varan tutum ve davranışlarla ekonomik esaretin karanlığına doğru itilmiştir.
AB, içerdiği olumsuz şartlar sebebiyle Türkiye tarafından imzalanacağından emin olamadığı Gümrük Birliği Protokolü’nü, 6 Mart 1994’te Türkiye’nin önüne koymuştur. İktidarda bulunan DYP-CHP Hükümeti, Protokolü, AB’ni bile şaşırtan bir istekle ve hiç tartışmadan derhal imzalamıştır. Bu teşebbüs, Türk kamuoyuna milli bir zafer gibi sunulmuştur. AB yetkilileri o kadar şaşırmışlardır ki ne olur ne olmaz diyerek anlaşmayı yürürlüğe gireceği 1 Ocak 1996’dan iki hafta önce Avrupa Parlamentosu’na onaylatmışlardır. Bu işlem, ilk defa ve yalnızca Türkiye için yapılmıştır.
Halen yürürlükte olan Gümrük Birliği Protokolü ile Türkiye; ekonomik, siyasi ve hukuki egemenlik haklarını, üye olmadığı bir dış güce devretmeyi kabul etmiş ve kendisini Avrupa’nın bir yarı sömürgesi haline getirmiştir.
Özelleştirme Uygulamaları
Küresel egemen devletler, denetimindeki az gelişmiş ülkelerden, ihracata dayalı kalkınma yöntemleri, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirme programları, korumacı kuralların yürürlükten kaldırılmasını ve devletin küçülmesini istemektedirler.
Gelişmiş ülkelerde; ulaşım, iletişim, enerji, madencilik, çelik, bankacılık ve kamu alanında yer alan işletmeler devlete ait veya dolaylı-dolaysız devletçe korunur durumdadır. Özellikle ileri teknoloji alanları (mikro-elektrik, biyoteknoloji, sivil havacılık, telekominikasyon, robotlar ve imalat makinaları), devletin katıksız desteği ve koruması altında faaliyet göstermektedir.
1980’den beri Türkiye’de; ihracata dayalı kalkınma modeli, serbest piyasa ekonomisi, özelleştirmeler, korumacılığın kaldırılması ve devletin küçültülmesi programları uygulanmaktadır. Yapılan milletlerarası anlaşmalar, bu tür uygulamalara yönelik bağlayıcı hükümler içermektedir. Gümrük Birliği Protokolü, KİT satışları ve dış ticaret açıklarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik dayanakları ortadan kaldırılmaktadır.
Türk milleti, 1950’den itibaren bütün siyasi partileri denemiş, değişik oran ve sürelerle iktidara getirmiştir. Ancak hiçbir dönemde sorunlara çözüm bulunmamıştır. İktidara gelen her siyasi parti, söylediğinin tersini yapmış ve uyguladığı politikalarla sorunlara yeni sorunlar eklemiştir. Sorunları üretenlerden, sorunları çözmeleri beklenmiştir.
Günümüzde, Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten siyasi kadrolar, kamu değerleri üzerindeki karar ve uygulama yetkilerini, özelleştirmeden yana sınırsız kullanmaktadırlar. (57. Hükümetin Devlet Bakanı Yüksel Yalova, özelleştirmeye inanmayan bürokratların görevde kalmasını “vatana ihanet” saymış, 59. Hükümetin Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, KİT’ler için; “babalar gibi satarım”, “parayı veren düdüğü çalar”, “Sümerbank’ı tarihten sildik” gibi sözlerle yaptıklarıyla öğünebilmiştir)
Siyasilerin, özelleştirme hakkında yasalar ve yönetim sorumluluklarıyla bağdaşmayan söz ve davranışları yanında, parlamento içi veya dışı siyasi parti yöneticileri, hükümet yetkilileri ve bürokratların bir kesimi; IMF veya Dünya Bankası’nca kararları alınan özelleştirme programlarını gözü karalıkla uygulamışlar; yaptıklarını halka başarı/zafer olarak kabul ettirmeyi başarmışlardır. Özelleştirme uygulamaları ile kamu varlıkları yabancı ortaklı holding şirketlerine devredilmiş veya zarar ettiği gerekçesiyle doğrudan kapatılmıştır. Tarım çökmüş, bankacılığa darbe yapılmış, milli şirketler satılmış, dış borç artarak çevrilemez duruma gelmiş, millet yoksullaşmıştır.
SONUÇ: NE YAPILMALIDIR?
Günümüzde, insan ve doğal zenginlik kaynaklarına sahip koskoca bir Türkiye ve Türk milleti, bağımsızlığını kaybetme derecesine gelmiş ve kimilerinin oyuncağı durumuna düşmüştür. Türk milleti, Mustafa Kemal liderliğinde aynı durumdan kendini kurtarmış ve milli varlığını, ağır bedel ödeyerek kazandığı Türk İstiklal Harbi temeline dayandırmıştır. Milli Mücadele ve Türk İnkılabı dönemleri, Türk milletine anti-emperyalist tecrübe kazandırmıştır.
Bu tecrübe/birikim, olumsuz şartlara ve görünür görünmez bozulmalara rağmen Türk milletinde varlığını sürdürmektedir. Kendi gücüne güvenmek, Türk’ün tarihten gelen doğal bir niteliği olup bu güç bilinç düzeyine çıkarılarak harekete geçirilmelidir. Türk milletinde her zaman var olan direnme gücü ve ortak değer olarak varlığını sürdüren hürriyetine düşkünlük, örgütlü bir milli hareket haline getirilerek bağımsızlık yolunda mücadele etmelidir.
Türk milleti, yabancıların belirlediği sınırlar içinde yaşamaya uzun süre katlanmayı hak etmemiştir. Türkiye’de siyaset; menfaat sağlamanın, makam ve ün elde etmenin, yabancılaşmanın aracı olmaktan çıkarılıp halk ve millet yararına verilen bir mücadele alanı olmak mecburiyetindedir. Türk milleti bu mücadeleye hazır olup kendisine öncülük edecek milli bir hareketin özlemini çekmektedir. Bu hareketi, toplum katmanlarını temsil eden milliyetçi şahsiyetler ve aydınlar ortaya koymalı ve Türk milletini milli hedeflerin gerçekleşmesi için örgütlemelidir.
1939’da başlayan taviz verme süreci Türkiye’yi bugünkü duruma getirmiştir. Mustafa Kemal, başta ekonomi olmak üzere dil, tarih, din, kültür ve siyasete kadar her alanda milli bağımsızlığı gerçekleştirme ve koruma mücadelesi vermiş; Türk milletine; bıkmadan, bağımsızlığını her ne pahasına olursa olsun koruması gerektiğini, tam bağımsızlığın ancak devletin mali bağımsızlığı ile gerçekleştirileceğini ifade etmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün; bağımsız milli kalkınma, pazar ekonomisi, korumacılık, milli kambiyo, yerli üretim, denk bütçe, sosyal devlet, milli tarım ve madencilik, karma ekonomi gibi konulardaki görüşleri, Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde özellikle azgelişmiş ülkelerde tartışılmaktadır. Çin, Rusya Federasyonu, bazı Güney Amerika ülkelerinde gerçekleştirilen ekonomik kalkınmanın temellerinde, Atatürk’ün ekonomik ve siyasi görüşlerinin etkisi görülmektedir.
Türk milleti 1939’dan beri iç ve dış saldırılara karşı direndi ve direnmeye devam etmektedir. Özellikle son 34 yılda uygulanan dış kaynaklı politikalar ile bağımsızlık yanlısı milli güçler, siyasi ve ekonomik bakımdan ezilmişlerdir. Beslenip büyütülen işbirlikçilik, çeteleşen siyaset, sınırsız haksızlık ve yolsuzluk ile Türk milletinin varlığı tartışılmaktadır. Halkın yoksulluğu giderek artmaktadır. Türkiye, Türk milletinin menfaatlerine göre yönetilememektedir. İktidar ve muhalefet boşluğu yaşanmaktadır.
Türk milletinin emperyalizme karşı direnme gücü, örgütlenmediği takdirde; milli varlık kendini koruyamaz duruma düşecektir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne yönelik tehditler uygulamaya konulmuştur. Dış kaynaklı yapay ayrılık ve düşmanlık teşebbüsleri, Türk vatandaşlarının, tarihten gelen birlik ve dayanışma anlayış ve yaşayışına kalıcı zararlar vermektedir. Buna karşılık, millete öncülük edecek milli güçler örgütsüz ve güçsüz bir duruma düşmüştür. Köylüler, işçiler, memurlar, gençler, öğretmenler, esnaf ve sanatkarlar, milliyetçi işadamları ve aydınlar; ağır ekonomik sıkıntılar içinde, umutsuz bir dağınıklık ve arayış sergilemektedirler.
Bugün, Türkiye’nin getirildiği yer, Türk milletinin istek ve ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik değildir. Bütün olumsuzluklara karşılık yaşanan bunalımın üstesinden gelecek tarihi tecrübe ve güce sahibiz. Milli birlik temelindeki tam bağımsızlık mücadelesinde, emperyalizme ve yerli uzantılarına karşı “demokrasi ve hukuk” anlayışı, irade ve kararlılığı ile tavır konulmalıdır. Kuvay-ı Milliye, Müdafaa-i Hukuk, Milli Mücadele, Türk İnkılabı anlayış ve uygulamaları ile emperyalistlere dersini veren Türk milletinin bilinçli birer ferdi olarak ideolojik tecrübe ve mücadele anlayışına sahibiz. Türk milletini tanıma ve ona güvenme, dünya siyasetini ve bölge sorunlarını kavrama, bağımsız ideoloji, tarih bilinci, bilinçli anti-emperyalist tavır, tam bağımsızlıkta kararlılık, milli birliği sağlama becerisi, siyasi örgütlenme yeteneği; mücadele anlayışımızın temel ögeleridir.
Herkes; millî gurur ve iftiharlarda, millî sevinç ve kederlerde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisindeki ortaklık ile birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duyguları içinde, huzurlu bir hayat hakkı için, geleceğimiz için “demokrasi ve hukuk” mücadelesine girmelidir. Herkesin; vatan, millet ve devletine karşı yapabilecekleri görev ve sorumlulukları vardır. Haklarına ve geleceklerine sahip çıkarak mücadele etmeyenler, bağımsız/özgür yaşayamazlar. Milli bağımsızlığımızın korunarak maddî ve manevî varlığımızın gelişmesi için gerekli şartların hazırlanması ve milli kültürümüzün çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne çıkarılması, örgütlenmek ve mücadele etmekle gerçekleşir.