Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

Gazi̇ Mustafa Kemal Paşa’nın Türki̇ye’ni̇n Geleceği̇ Üzeri̇ne İzmi̇r’de Halkla Konuşması (2 Şubat 1923)

Published

on

(2 Şubat1923)

GİRİŞ

T.B.M.M. Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, 2 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi için hazırlanan Eski Gümrük Binasında İzmirliler ile sohbette bulunmuşlardır. Konferans salonunu, beş altı bin kadın ve erkek dinleyici doldurmuştu.  Gazi Hazretleri, saat iki buçukta başlayan ve 6 saati geçen uzun konuşmasında halktan 17 kişinin [Eski Matbuat-ı Dâhiliye Müdürü Fazlı Necip Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Sanatkârlardan İbrahim Hakkı Efendi, Gümrük memurlarından bir efendi, Kız Sultani Müdiresi Hanım, Maarif Müdürü Vasıf Bey, Hazır olanlardan bir şahıs, Darülmuallimin muallimlerinden Hikmet Bey,  Darülmuallimin muallimlerinden Hasan Ali Bey, Muallime Melahat Hanım, Sadayı Hak Gazetesi Yazarlarından Sırrı Bey, Hazır bulunanlardan bir efendi, Hazır olanlardan bir Musevi, Ahenk Gazetesi Başyazarı Şevki Bey, Darülmuallimat Edebiyat Muallimesi Nuriye Hanım, Hazır bulunanlardan bir efendi, Edirne Eski Maarif Müdürü İzmirli Rahmi Bey] çeşitli konular hakkındaki sorularına cevaplar vermiştir. Gazi Hazretlerinin konuşmasını;  açık, anlaşılır ve doğru anlatım bakımından [İzmir Bir Parola Olmuştur, Kuruluştan Çöküşe Kadar Osmanlı Devleti,  Milli Mücadele, Kadının Aile ve İçtimai Heyet Hayatındaki Yeri ve Önemi, Akşehir’de Kadınlarla Hasbıhal, Türkiye Devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükûmet, Milli Hâkimiyet, Teşkilatı Esasiye Kanunu, Dış Münasebetlerimiz, Milli İktisat ve Kalkınma, Maarif İşleri, Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi, Medreseler, Vakıflar, Halk Fırkası, İçtimai ve İktisadi Sınıflar, Ordu, Seçme ve Seçilme Hakkı ve Ödevi] başlıkları altında göstermek mümkündür.

—***—

[Maarif İşleri]

Bir arkadaşımız sormuştu -muallim beylerden birisi olacaktır-, yeni maarifimiz nasıl olacaktır? Efendiler! Maarifimiz şöyle olacaktır ve böyle olacaktır diye izahlara girişmek, ekseriya insanı hayali bir istikamette beyhude yürütmekten başka hiçbir şeye yaramaz. Çünkü hiçbir şeye yaramamıştır. Geçmişte milletin maarif işlerini deruhte edenler [üstlenenler], neler yapmıştır? Bir an düşünelim. Hiç şüphe etmem ki, çok parlak programlar yapmışlardır. Çünkü âlim dimağlar ve çok fen sahibi insanlar yetiştirmek için işe yarar zannolunan programların kâffesini [tamamını] bu memlekette tatbik etmek istemişlerdir. Bunun neticesi dahi, bu çalışma tarzının neticesi dahi başlı başına bir sebep teşkil eder. Memleketin harabe hâline gelmesi, memleketin fakir ve cahil kalması için verilen tahsil o mahiyette idi ki, hiçbir işe yaramadığı gibi, bir süs dahi olamıyordu. Netice alınmıyordu. Nihayetinde bir süs olarak alınıyordu. Bu süs olarak alınan ve verilen tahsil memleketin her tarafında münevverler, kabiliyetli ve faal insanlar yaratmaktan ziyade, bütün bu gibi kabiliyette bulunan insanları memleketten uzaklaştırmaya yardım etmiştir. Dimağını böyle hayali şeylerle süsleyen insanlar, köyünü, kasabasını, anasını, babasını her yeri unutmuşlar, o süsleri satabilecek parlak yerler aramışlardır.

Onun için maarif nasıl olmalıdır sorusuna bendenizin vereceği cevap, iktisadiyatın talep edeceği gibi olmalıdır. Yani çalışmak için muhtaç olduğumuz şey nedir? Onu yapabilmek için ne öğreneceğiz. İstiyoruz ki, çiftçiyi yükseltelim. O hâlde çocuklara o suretle malumat verelim ki ve o surette yetiştirelim ki, bir tarafta mektepte okuduğu şeyin, anasıyla babasıyla temas ettiği zaman, tarlasına gittiği zaman yapılmakta olduğunu görsün. Yalnız bir farkla; kendisi, anasının ve babasının yapmakta olduğunun yetersiz olduğunu ve daha iyisinin şöyle ve böyle olacağını mektepte öğrenmiş olsun. Mesela, sanatkâr istiyoruz, kunduracı istiyoruz, terzi istiyoruz, her şeyi istiyoruz. Hayır, bunları öğrenmek lâzım değildir ve bunları öğrenmek ziynetli [süslü] bir şey değildir, denmiştir. Sanatkâr yoktur memleketimizde. O hâlde mekteplerimizde öyle şeyler öğretelim ki, pabuç nedir, nasıl yapılır, öğrensin. Elbise nedir ve lâzım mıdır, nasıl yapılır, öğrensin. Sonra bu kadar sahillerimiz vardır. Birtakım şeyler oluyor. Vapurlar geliyor, gidiyor. Ticaret denilen bir şeyler oluyor. Fakat çocuk onları bilmez ve öğrenmemiştir. O hâlde öyle bir şey öğretelim ki, bu memlekette en çok lâzım olan şeyi öğrenmiş olsun.

Şunu demek istiyorum ki, hayat için lâzım olan şeyleri muvaffakiyetle, sürat ve kolaylıkla istihsali [elde etmeyi] bilmemiz iktiza eden [gereken] şeylerin tamamı, maarif programımızı teşkil etsin ve öyle olacaktır. Yani umumi cehaleti yok etmeye çalışacağız. Teferruata girişmek istemiyorum. Tabii bunun için gazetelerimize, matbuatımıza büyük cereyan ve faaliyet vermek lâzımdır. Fakat bu da kâfi değildir. Bütün hocalar ve hacılar, herkes rast geldiği yerde dindaşlarını, ırktaşlarını aydınlatmayı millî bir vazife bilmelidir. İlk tahsilden itibaren hakiki ihtiyaçları karşılayacak tarz takip olunmalıdır ki, yetişecek olan çocuk yalnız nazari olarak kalmasın. Faaliyet hayatında faydalı olsun, faal olsun. Tabii orta tahsilde dahi aynı şeyi takip etmek lâzım. Fakat bugünkü medeniyetin talep ettiği seviyede varlık gösterebilmek için tabii yüksek ve bizim kuvvetimizin icap ettirdiği milliyet derecesinde insanlar yetiştirmek lâzım. Yüksek meslek erbabı yetiştirmek lâzımdır. Bunlar için icap eden her türlü ilim ve tedris evleri yapılacaktır ve bittabi yapılmalıdır. Bu dediğim şeyler bir maarif programı çizebilir. Fakat ben bu dakikadan itibaren kati olarak şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır demek istemiyorum. Biraz sonra bunun sebeplerini izah edeceğim.

[Hars, Milli Seciye, Milliyetperverlik, Milliyet Hissi]

Bir de o arkadaşımız harstan[kültürden]bahsetmişlerdi. Efendiler! Bütün bu dediğim şeylerde muvaffak olmak ve muvaffakiyetleri sebatla ve selametle yürütebilmek için kuvvetli seciye sahibi olmalıdır. Bizim kuvvetli seciyemiz tabii millî seciyemizdir. Daima ve daima bu millî seciyemizi yükselmek, muhafaza etmek lâzımdır. Belki bu ifadeden milliyetperverlik çıkar. O çıkar. Ancak bunu diğer vatandaşlarımızın, yani bütün vatandaşlarımızın birbirine karşı kötü yorumlamasına mahal yoktur. Zira Türkiye halkı denildiği zaman, biliyorsunuz ki, mukadderatını birleştirmiş olan ve hissen ve dinen birbirine kalplerini bağlamış olan insanlardan meydana gelmiştir. Bunların içinde ırkan muhtelif olanlar vardır. Fakat muhtelif ırkta bulunanlardan birinin diğeri üzerinde onun milliyetini mahvedecek bir davada bulunmasına hacet yoktur. Fakat her biri için ayrı ayrı olduğu gibi, Türkler için de daima sadık kalmak, millî seciyelerini yükseltmek, bütün teşebbüslerinde bu sağlamlığı göstermek lâzımdır. (Alkışlar) Bu noktada gevşeklik, büyük felâketlerin sebebi, müessiri olur.

Nitekim şimdiye kadar olmuştur. Milliyet hissi, başlı başına bir içtimai heyette kuvvet ve sağlamlık kazandıran ve hayat kabiliyetini genişleten bir keyfiyettir. Bunda cahil olan, bunda gafil olan insanlardan meydana gelen bir içtimai heyet, bir ırk çürümeye mahkûmdur ve böyle bir heyetin içinde zaten lüzumu kadar sağlamlık ve kuvvet olamaz ve böyle bir heyet ve böyle bir millet devlet yapamaz. Açık söyleyelim ki, Türkler bu noktadaki gafletlerinin çok cezalarını görmüştür. Bu gafletin dahi sebebi, bu gafletin dahi müsebbipleri, hırs ve şanını tatmin etmek için milletin hâkimiyetini gasp etmiş olan insanlardır. Mesela Osman Gazi, bir devlet tesis etmiştir, bir kurucudur. Bu itibarla büyük bir tarihi şahsiyettir. Fakat benim nazarımda ırkî ve aslî unsuru -ki kendisine o devleti yaptıran milleti- mahvetmek için âdeta yaratılmış bir insandır. Zira her şeyi unutmuştur. Bir mevcudiyeti kendi ismi içinde boğmak istemiştir. Ve böylece Osmanlı Milleti diye tabii olmayan, makul olmayan bir millet yaratmak istemiştir. Bunun neticesi ne oldu?

Efendiler! Aslî unsur bu ismin fedakârlığı altında hakikaten benliğini unuttu. Fakat buna mukabil aynı ismin benliğini unutmadı. Belki her gün ve her gün biraz daha takviye etti. Gaflete sapmış olan Türkleri çiğnediler, ezdiler ve kovdular. Ben mektepten erkânıharp yüzbaşısı olarak çıktığım zaman, itiraf ederim ki, böyle bir fikir bende yoktu. Orada bir süvari bölüğü kumandanlığına tayin ettiler; geçici olarak staj yapmak için. Arabistan’da bulundum. Oradaki askeri kıtaların çoğu ora halkından mürekkepti [meydana gelmişti]. İlk defa olmak üzere kışlaya girerken kapısında bekleyen neferlerden birine dedim ki: Miralay bey burada mıdır? “Naam seyyidi“[evet efendim] dedi. Ben zabitim, karşımdaki neferdi. Benim sözümü anlamadı ve bana kendi lisanından başka bir lisanla cevap vermek istemedi ve vermedi. Bu ufak vakayı ikinci bir vaka takip etti. Bölüğü teslim aldıktan sonra talimhane meydanında onları yetiştirmek için söz söylüyordum, talim ettiriyordum. Onlar alık alık benim yüzüme bakıyorlardı. En nihayet bir arkadaşım geldi ve dedi ki: Onlar senin lisanından anlamazlar, sen Arapça öğren de, bunları öyle öğret. Bu ve bunu takip eden misallerle yavaş yavaş bir şey anlamaya başladım.

Bir şey hatırlatayım. Biliyorsunuz ki. Makedonya’da nihayetsiz [sürekli]  sürekli mücadeleler oluyordu. Türkler, Bulgarlar, Sırplar vuruşuyorduk. Niçin vuruşuyorduk? Ben o zaman bilmiyordum ve o zaman benim gibi birçokları da bilmiyordu. En çok çarpışanlar, en az biliyordu. Hakikatte onlar, milliyetini izhar [göstermek]  ve mevcudiyetlerini ispat için çalışıyorlardı. Biz de onlara diyorduk ki: Canım hepimiz Osmanlıyız, aramızda fark yoktur. Susmadıkları için tepelemeye çalışıyorduk. En nihayet onlar bizi tepelediler ve bizi kovdular.

Onun için vereceğimiz kültür bu noktadan olacaktır. Çocuklarımız bileceklerdir ki, milliyetimize ve onun muhafazası için lâzım gelen şartlara düşman olanlarla nihayete kadar mücadele edeceğiz. (AlkışlarÇocuklarımızı öyle yetiştireceğiz ki, bu mücadeleye hakikaten kabiliyetli olsunlar. Bu mücadelenin dayandığı her türlü cihazlara [donanıma]  sahip bulunsun. Ve buna katiyen emin olalım ki, bu suretle cihazlanmamış olan içtimai heyet bugünkü mücadeleye karşı duramaz. (AlkışlarBu maarif bahsinde benim söyleyeceğim sözlerin hepsini hepiniz söyleyebilirsiniz. Bizim burada hepimizin söyleyeceğimiz sözleri, çok zamandan beri çok insanlar söylemiştir. Onun için sözden ziyade fiilen yapmaya teşebbüs edeceğiz. Ve fiili teşebbüslerimizin neticeleriyle, arzularımızı, maksatlarımızı ve görüşlerimizi ifade ve ispat edeceğiz.

Bilhassa köylüler hakkında çok heyecanlı olarak ve haklı olarak heyecan gösteren arkadaşımızın sözlerine cevaben arz edeyim ki, köylüyü yetiştirmek için böyle sözlerden, kitaplardan ve mekteplerden ziyade, köylünün gözle görebileceği şeyleri vücuda getirmek ve bir an evvel göstermek lâzımdır ve onu yapacağız.

[Medreseler, Vakıflar]

Bir de “medreseler ne olacak?” dendi. Müsaade ederseniz bu noktayı da ifade edeyim. Öteden beri hepimizin işittiğimiz ve az çok mütehassis olduğumuz [duygulandığımız]   bir şey vardır; o da bu gibi meselelere temastan [değinmekten] kaçınmamızdır. Ve bu temas, dine tecavüz mahiyetinde telakki olunur [anlaşılır]. Derhâl bir mukavemet ve bir mukabeleye [karşı koymaya]  maruz kalırız. Ne için ve neden dolayı? Medreseler ne olacak, evkaf [vakıflar] ne olacak dersiniz? Derhâl bu mukavemete maruz kalırsınız. Ne için? Ve bu mukavemeti yapanların ne hak ve salahiyetle bunu yaptıklarını sormak lâzımdır. (Alkışlar)

Arkadaşlar! Bizim dinîmiz İslâm dinî, en makul, en tabii bir dindir ve ancak bundan dolayıdır ki son dindir ve en mükemmeldir. Tabii olabilmek için makul olması lâzımdır. Akla, ferasete, muhakemeye, mantığa, ilme ve fenne, hepsine tamamen uygun olması lâzımdır ki, öyledir. O hâlde bu kadar açık bir hakikati bir defa anladıktan sonra, tekrar anlatabilmek için, mahsus [özel] bir sınıf hâlinde mevcudiyete hiç kimsenin hakkı yoktur. (AlkışlarKendisinde böyle bir hak, bir sıfat görenler, muhakkak şer’i hükümlerin aslına muhalif hareket etmiş olurlar. Çünkü biliyorsunuz ki, bizim dinîmizde ruhbanlık yoktur. (AlkışlarBizim dinîmizde ilmin ve faziletin istisnasız kazanılması vardır, tahsili vardır ve tatbiki vardır ve kimse bundan müstesna tutulmamıştır. Bunun üzerine hepimiz müsavi [eşit] olarak din ne ise, hükümleri ne ise bunların hepsini öğrenmeye mecburuz ve öğreneceğiz.

Bence bahis mevzuu [söz konusu]  olacak şey, ayrı ayrı medrese ve ayrı ayrı mektep değildir. Millete dinîni, imanını, bütün insani ihtiyaçlarını vermek için bir yer vardır ki, ona mektep derler. İsterseniz medrese diyelim. Fakat ona başka, ötekine başka bir şey demeyelim. Başka bir şey olmaz. Bir tane olur ve o hakiki bir millet yetiştirecektir ve İslâm yetiştirecektir. Bu soruyu soran arkadaşımızın fikrine ben de iştirak ediyorum. Hakikaten efendiler, bizim bugünkü medreselerimiz, vaktiyle medreseler yapıldığı zamandaki hâlinden çok uzaklaşmıştır. Size bir iki misal söyleyeyim:

Benim gördüğüm gibi, siz de her zaman görürsünüz. Mesela Akşehir’de –tasrihen [açıklamak üzere]  söylüyorum- mektepleri dolaştığım sırada orada mevcut olan en iyi bir medreseye girdim. Ancak benim medreseye yöneldiğim anlaşıldığı sırada çarşıda, pazarda, dükkânda, şurada burada birtakım insanlar, genç adamlar derhâl medreseye geldiler. Bunları kolaylıkla ayırdım. Çünkü zahiri kisveleri ulema kisvesi idi; cübbeleri ve sarıkları vardı. Hâlbuki ben onlardan evvel medreseye girdim ve kapıyı kapattım. Baktım ki medrese bomboştur. Yalnız birkaç efendi, birtakım odalarda çok sefil ve perişan bir hâlde oturuyorlar. Kimisi fasulye pişiriyordu, kimisi yatıp uyuyordu. Sordum birisine.

Ne yapıyorsun burada? Dedi ki,

Maksud okuyorum.

Ne demektir maksud?

İsmi meful, dedi. (Gülüşmeler) Aradım ve dedim:

Burada hoca yok mu? Bir müdür yok mu? Bir intizam yok mu?

Var, dediler.

Efendim, Müftü buradadır, ders vermekle meşguldür. Dedim:

Bunlar tembel olacaklar, dersten kaçmışlar.

Hakikaten Müftü Efendi bir odada talebesine ders veriyordu. Küçük bir oda idi. Talebe yere oturmuş, kendisi de yere oturmuştu. Siyah bir küçük tahtada Arapça birtakım şeyler yazılı idi. Dedim:

Ne ile meşgulsünüz?” Dedi ki:

Arapça öğretiyorum. Sordum müftü efendiye:

Bu efendi Arapça bilir mi?

Hepsi bilir, dedi.

Sen bilir misin Arapça? Dedim.

Tabii, dedi.

O hâlde ben size bir şey sorayım ki, siz tercüme ediniz.

Gerçi ben Arapça bilmem, fakat Arabistan’da bulunduğum için anlayabiliyorum, Müftü Efendi’den daha çok biliyorum Arapçayı. (Gülüşmeler) Baktım, yokladım, bir şey yoktur.

Neden böyledir?

Müftü Efendi dedi ki:

Bu efendi yeni gelmiştir. Şunları da askerden yeni getirebildik.

Şu ve bu, nihayet bu kadar.

Rica ederim, sen de bilmiyorsun, dedim.

Doğru, dedi. Talebe bilirse neyi bilecektir. Yani en nihayet Arapça lisanını öğrenecektir. Ben:

Bu Arapça lisanını öğrenmek için Suriye’ye, Arabistan’a gönderelim, Arapça öğrensinler. Fakat bütün medreselerimizde anlamayan, anlatamayan kimselerin böyle faydasız şeylerle meşgul olmasına mahal yoktur. Yani bu milletin evlatları bu kadar çok zaman sarf etmeye salahiyettar değildir. Az zamanda çok şey öğrenmek ve çok şey yapmak mecburiyetindeyiz, dedim.

Müftü Efendi:

Tamamen sizinle hemfikirim. Fakat öteden beri adet olmuş, böyle gidiyor, dedi.

Diğer birçok gördüğüm misallerle anladım ki, bugün medreselerde muhtaç olduğumuz ilimler ve fenler vesaire verilemiyor. Yani yanlış bir program üzerinde çok meşgul olunuyor. Bence bir defa her Müslüman, İslami hükümleri bilmeye mecburdur. O hâlde mekteplerimizde zaten İslami hükümleri öğreteceğiz. Lâkin bunun haricinde ve üzerinde nasıl ki doktor, mühendis yetiştiriyor, ilmi [yüksek] meslekler erbabı yetiştiriyorsak, tabii dinîmizin bütün hakikatlerini ve felsefesini hakkıyla bilen âlim insanlara ihtiyacımız var. Fakat emin olalım ki, bu insanı medresenin odasından çıkaramayız ve yetiştiremeyiz.

Daha evvel çok şeyler vardır bilinecek. İlmin, fennin ve hayatın gerektirdiği çok şeyler vardır. Onların hepsini öğrendikten sonra asıl, dinin esaslı hükümlerine geçmek lâzım gelir. Çünkü o zaman ancak insanda öğrenmek kabiliyeti artabilir. Böyle yapmak lâzımdır. Böyle yapılmamak yüzünden ne oluyor biliyor musunuz’? Demin arz ettiğim gibi, bizim dinîmiz tabii bir dindir. Aklın ve her şeyin gördüğü ve keşfettiği şeylere uyar. Fakat onları bilmek şartıyla. Onları bildikten sonra, dinin felsefi hükümlerini bilmek şartıyla. Eğer biri diğerinden ayrı olursa biraz müşkülat olur ve yanlış anlama olur.

Bir gün bir camide tesadüf ettim. Ulema kisvesi giymiş bir zat vaaz ediyordu. Bu vaiz, birtakım ejderhalardan bahsediyordu. Yeraltı ejderhalarından bahsediyordu ve denizlerdeki ejderhalardan bahsediyordu ki, bugünkü ilim ve fennin kabul edemeyeceği bir şekilde. Hâlbuki ilim ve fen bilindikten sonra belki aynı noktayı izah ve tefsir etmek isteyen insan bir netice çıkarabilir ve o netice herkes tarafından kabule mazhar olabilir. Bu itibarla ben şu fikirdeyim ki, milletimizin, memleketimizin, devletimizin ilim ve irfan merkezleri bir olmalıdır ve bütün memleket evladı, oradan, dinini, ırkını, memleketini, hakiki ihtiyaçlarını, yükselme vasıtalarını öğrenerek kadınlar ve erkekler beraber çıkmalıdır. Ve aynı zamanda dinimizin yükselmesi için, her şeyimizin yükselmesi için, yüksek meslek erbabı sırasında dünyanın en yüksek âlimlerini yetiştirecek tedbirleri göz önüne alalım. Mesela Arapça bilmeyen bir insan bütün din ilimlerini Arapça lisanıyla öğretecek ve Nasara-Yensuru… Bilirsiniz ki, bunu hepimiz okuduk ve senelerce okudum, hâlâ öğrenemedim ve benim öğrenemediğimi medreselerde okuyanlar da çok iyi bildiklerini iddia edemezler. Hâlbuki maksat yalnız lisan öğrenmek değildir. Belki din ilimlerine ait tetkiklerde bulunabilmek için Arapça bilmek zaruretinden dolayı o lisanı öğrenmiş bulunuyor. Fakat o kitaplar Türkçe bulunsaydı, bence hiç Arapça öğrenmeye ihtiyaç olmayacaktı. Hatta dinî tetkiklerde bulunabilmek için Fransızca bilmek lâzımdır, İngilizce bilmek lâzımdır, Almanca bilmek lâzımdır.

Efendiler, muhterem ulema! Çok iyi bilelim ki, bizim dinîmizi bizden daha çok tetkik eden onlardır. Bugün biliyoruz ki, Garp’ta dinsizliği kendine meslek yapanlar vardır. Fakat bence, dinsizim diyen mutlaka dindardır. İnsan için dinsiz olmanın imkânı yoktur. Bu bahiste sizi daha çok yormak istemem. Yalnız bu sözü ne için söyledim, onu arz edeyim.

Dinsiz kimse olamaz. Bu umumiyet içinde şu dinin veya bu dinin tercih edilmesi bahis mevzuu olabilir. Bittabi [tabiatıyla] biz, mensup olduğumuz dinin en çok isabetli ve en mükemmel olduğunu biliyoruz ve imanımız da vardır. Fakat bu imanı, nurlandırmak [nurlandırmak] lâzım, güzel ve iyi olmak lâzımdır ki, hakikaten kuvvetli olabilsin. Yoksa imanı çok zayıf insanlardan sayılırız. O zaman bu milleti, bu memleketi yıkmak için çalışan Şükrü Hoca gibi olabiliriz. (Alkışlar)

Mustafa Kemal Atatürk

10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak

Published

on

Özet

Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.

Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.

1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.

Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.

Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.

2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]

Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.

Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.

3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil,  millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.

Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.

1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.

4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.

Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.

Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.

Sonuç

10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil,  millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.

Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.

DİPNOTLAR

  1. Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
  2. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
  3. Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlıla’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.”^3 Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk Adlı Eserini Okuması (15-20 Ekim 1927)

Published

on

Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’u Cumhuriyet Halk Fırkası’nın İkinci Büyük Kongresi’nde 15 Ekim 1927 Cumartesi günü saat 10.00’da okumaya başladı. 2 Eylül l927’de seçimler yapılmıştı. Yeni Meclis 1 Kasım’da açılacaktı. Gazi, kürsüye Cumhuriyet Halk Fırkası Reisi Umumisi, bugünkü ifadeyle CHP Genel Başkanı olarak çıktı. Konuşması, altı gün sürdü. Günde altışar saatten 36 saat 31 dakika konuştu. Son gün, 20 Ekim l 927’de altı oturum yapıldı. Gençliğe Hitabe‘yi söyleyip kürsüden indiğinde saat 20.25’ti.

Nutuk metnini bizzat Gazi Mustafa Kemal okumuştur. Vesika sunuşlarına sıra geldiğinde Gazi her vesikayı kürsüden, Kongre’de kâtiplik yapan Ruşen Eşref [Ünaydın] Bey’e uzatmış, vesikalar onun tarafından okunmuştur.

Mebusların ve vilayet delegelerinin oluşturduğu Kongre, 15-23 Ekim 1927 tarihleri arasında dokuz gün sürmüştür. Dinleyici olarak askeri erkândan başka yabancı devlet temsilcileri de Kongre’yi takip etmiştir. Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk’undan sonra, Erzurum Mebusu Necip Asım [Yazıksız] Bey şu önergeyi sunmuştur: “Fırkamızın Umumi Reisi, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Hazretleri’nin Milli Mücadele ve İnkılap Tarihimiz hakkındaki beyanat ve izahatını büyük bir hürmet ve takdir ile dinledik. Bütün vatanperverane icraat ve hizmetleri, vatan ve milletin kurtuluş ve yükselişini temin eden Gazi Hazretleri’nin Nutuk1arının tamamen ve harfiyen tasvip edilmesini ve millet namına Kongre Genel Kurulu’nun imzalarıyla yazılı olarak teşekkür ve takdirler sunulmasını Büyük Kongre’ye arz ve teklif ederim, efendim.” Önerge oybirliği ile kabul edilmiş ve bütün Kongre üyeleri tarafından tek tek imzalanmıştır.

Nutuk’un müsveddesi T. C. Genelkurmay-Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) Arşivi’nde bulunmaktadır. Gazi, bazı bölümlerini kendisi yazmış, bazı bölümlerini yazdırmıştır. Müsveddeler üzerinde düzeltmeler, çıkarmalar ve eklemeler vardır. Gazi Mustafa Kemal, hazırlık aşamasında, toplanan yüzlerce vesikayı tek tek elden geçirmiş ve düzenlemiştir. Ayrıca kişilerin bilgisine başvurulmuştur. Gazi, yazdıklarını ilgili kişilere okuyup saatlerce tartışmış ve son şekli vermiştir. Önemli bir bölümü Ankara’da Çankaya’daki çalışma odasında kaleme alınmış. Son bölümleri de İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda yazılmıştır.

En son şeklin verildiği ve baskıya giden metin, Türk Hava Kurumu Müzesi’nde bulunmaktadır.

Nutuk’un 1927 tarihli ilk basımı “Nutuk/ Mustafa Kemal Tarafından” (543 +[2] sayfa) ve “Nutuk/ Muhteviyata Ait Vesaik” (303 +[2] sayfa) başlığıyla iki cilt halinde, büyük boy yayımlanmıştır. Üzerinde “Türkiye’de tab ve neşir hakkı Türk Tayyare Cemiyeti’ne tevdi buyurulmuştur” kaydı bulunmaktadır. Basım yeri Ankara, Türk Ocakları Heyeti Merkeziye Matbaası’dır. Cildin başında Gazi’nin “Gazi M. Kemal” imzalı fotoğrafı yer almaktadır. Arka kapakta bir cep içinde üç harita ve yedi kroki vardır. Hepsi numaralı olarak ilk 100 bin adet basılmıştır. Metinde başlıklandırma yapılmamıştır. Sadece bazı satırbaşlarında paragraf işareti, bölüm sonlarında üç yıldız bulunmaktadır. Vesikaların sıra numarası vardır. “Trakya Teşkilatına Ait Vesaik” numarasız ol arak “Vesikalar“ın sonuna eklenmiştir.

Nutuk’un 1927 Türk Tayyare Cemiyeti basımı dışında ayrıca 2000 adet lüks basımı yapılmıştır. Bu basım da iki cilttir. Bazı paragrafların baş harfleri süslü ve büyük yazılmıştır. Sayfa zeminleri renkli, çevresi de süslüdür. Türk Tayyare Cemiyeti, Nutuk’un bu basımını İstanbul’da Ebüzziya Matbaası’na yaptırmıştır.

Gazi Mustafa Kemal’in fotoğrafı ve haritalar Ahmet İhsan (Tokgöz) Matbaası aracılığıyla Viyana’da Elbemühl Matbaası’nda basılmıştır.

Nutuk, kâğıt ve ciltlerinin kalitesi ve süslemelerine göre 5, 10, 25, 45, 50 ve 500 lira fiyattan satılmıştır. 10 adet özel basılan ve ciltlenen Nutuk, Gazi Mustafa Kemal’e, TBMM Reisi’ne, Başvekil’e ve Erkanıharbiyei Umumiye Reisi’ne ve İnkılap Müzesi’ne armağan edilmiştir. Dört adedi de beş yüz lira karşılığında koleksiyonculara satışa sunulmuştur. Ciltleme, İstanbul’da Zelliç Matbaası’nın mücellithanesinde yapılmıştır. 10 adet özel ciltlenen Nutuk’un süslemeleri İstanbul’da Medreset-ül-hattatin adıyla anılan okulun sanatçıları tarafından düzenlenmiş, kuyumculuk işlerini İstanbullu kuyumcular yapmıştır.

Nutuk’un yeni harflerle ilk basımı 1934’te İstanbul, Devlet Matbaası’nda yapılmış­ tır. Üç cilt halinde yayımlanan Nutuk’un birinci cildi BMM’nin açılacağını bildiren genelge ile bitiyor. İkinci cilt BMM’nin açılışıyla başlıyor. Üçüncü cilt vesikalara ayrılmış. Birinci cildin başında A. Kampfın çizdiği Atatürk portresi yer alıyor. Metin içine fotoğraflar konulmuştur. Metnin yan tarafına eklenen konu başlıkları Faik Reşit Unat tarafından hazırlanmıştır. Harita ve krokiler ciltle birliktedir. İlk iki ciltte dizin bulunmaktadır. 1934 baskısının saklanan kalıpları aynen kullanılarak, l938’de, sadece metin bölümü tek cilt olarak Kültür Bakanlığı’nca yayımlandı.

Nutuk, bütün dünyada ilgi gördü ve yabancı dillere çevrildi. Aralık l927’de Oriente Moderno dergisinde yayımlanan 30 sayfalık İtalyanca özetinden sonra, l928’de Almanca çevirisi iki cilt olarak “Gasi Mustafa Kemal Pascha, Der Weg zur Freiheit 1919-1920 Die neue Türkei 1919-1927, Rede, gehalten von Gasi Mustafa Kemal Pascha in Angora vom 15. bis 20 Oktober 1927 vor den Abgeordneten und Delegierten der Republikanischen Volkspartei” ve “Gasi Mustafa Kemal Pascha, Die Dokumente, zur Rede” başlıklarıyla Leipzig’de K.F. Köhler Yayınevi tarafından basıldı. Yine aynı yayınevi tarafından 1929’da “Discours dıı Ghazi Moııstapha Kemal, President de la Republique Turque, Octobre 1927” başlığıyla Fransızcası; “A Speech delivered by Ghazi Mustapha Kemal, President of the Tıırkish Repııblic, October 1927” başlığıyla İngilizcesi yayımlanmıştır. Fransızca ve İngilizce basımlarda çeviren adı yoktur. Almanca baskısında Nutuk’un “yazarının gözetimi altında hazırlanan Fransızcasından” Dr. Paul Roth tarafından çevrildiği belirtilmektedir.

Rusça basımı en kapsamlı olanıdır. 1929-1934 yılları arasında “Put Norny Turtsii 1919-1927” başlığıyla dört cilt basılmıştır. Esere ayrıca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşamöyküsü, Türk İnkılabı‘nı anlatan 45 sayfalık bir giriş bölümü, açıklayıcı notlar, geniş bir ad ve kavram dizini, dizinli sözlük, zaman dizimi çizelgesi, fotoğraflar, görsel belgeler eklenmiştir.

KAYNAKÇA

Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: I, 1919-1920, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970

Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II, 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969

Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: III, Vesikalar, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 19, Nutuk I (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2006

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 20, Nutuk II (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 21, Nutuk III Vesikalar (1927), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2007

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/878/Atat%C3%BCrk%E2%80%99%C3%BCn_Nutuk_Adl%C4%B1_Eseri

https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/499/Nutuk%E2%80%99un-Dil-ve-%C3%9Cslup-%C3%96zellikleri

Continue Reading

En Çok Okunanlar