Connect with us

Türk Tarihi

TARİHİ HİKÂYELER: 1 FERMAN

Published

on

FERMAN

Sanki bir tufandı. Gök delinmiş gibi fasılasız yağmurlar yağıyor ve bütün ordu Semlin’e doğru sel, çamur, sis ve bora içinde ilerliyordu. Belgrad-Şabaç yolu çökmüştü. Karanlık ormanlara, sarp yokuşlara, uçurumlu dağlara alışkın olmayan nakliye develeri, yedekçileriyle beraber kaybolmuşlardı. Zabitler bağırıyor, boru sesleri işitiliyor, atlar kişniyordu. Hatta padişahın otağı bile meydanda yoktu. Bu kısa yol, üç gündür bitip tükenemiyordu.

Konak yerine, yalnız sadrazamın çadırı kurulabilmişti. Padişah gerdûnesinin [saltanat arabasının] penceresinden kendi otağını göremeyince, etrafındaki ıslanmış, allı yeşilli, sırmalı esvablarıyla gözleri kamaştıran iri ve çevik muhafızlarına “Daha durmayacak mıyız?” dedi.

“… ”

Hiç kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyor ve şakır şakır yağmur yağıyordu. İhtiyar padişah hastaydı. Fakat ayaklarındaki nakris sızılarını duymuyor, Kurban Bayramı namazını Semlin’de kılmayı düşünüyordu. Artık eskisi gibi ata binemiyor, hatta vezirleriyle istişare için bile gerdûnesinden çıkamıyordu.

Konak yerinde otağ-ı hümayunu görmeyen bütün ordu, asumani bir gazap karşısında dona kalmış; günahkâr bir cemaat gibi birdenbire sustu. Sesler, borular, uğultular, hatta atların kişnemesi bile kesildi. Yalnız yerlere ve çalılara düşen yağmur damlalarının şakırtısı duyuluyordu. Sadrazam ne yapmıştı? Ta İstanbul’ dan beri padişahtan bir konak ileri gidiyor, yolları düzeltiyor, otağ-ı hümayunu kurduruyordu. Bu onun vazifesiydi.

Fakat hangi otağ-ı hümayun?..

Yağmurun loş gölgeleri içinde, koca kavuğu ve uzun boyuyla Sokullu’nun, elleri önünde bağlı, gözleri yerde, yavaş yavaş gerdûneye yaklaştığı görüldü. Ulaklar açılarak yol veriyordu. Arkasından üç tuğlu vezirler de geliyordu. Kavuğundan sızan sular solgun yüzüne, sarı sakalına akıyordu. Som sırma perdenin yanına gelince “Padişahım, merhamet ediniz, kulunuzun çadırına teşrif buyurunuz” dedi.

“Bizim otağımız niçin yapılmadı?”

“Otağcılar fırtınadan yolu kaybetmişler. Konak yerine gelemediler, padişahım…”

“…”

“…”

Padişah bir şey söylemedi, perdenin gerisine çekildi. Yağmur durmuyor, daha ziyade şiddetleniyordu. Sokullu’nun işaretiyle, altın yaldızlı muhafız mızraklarının arasındaki murassa gerdûne hareket etti. Sakin ve ıslak vezirler, büyük kavuklarındaki parlak tuğları sallayarak, gözleri yerlerde, altın tekerleklerin yanı sıra yürüyorlardı. Çadırın önüne gelince, gerdûneden inen padişahın kollarına girdiler. Sırma perdeli kapıdan içeri soktular.

* * *

Hiç durmadan yağmur yağıyordu.

…İstanbul’ dan kırk dokuz günde Belgrad ‘a gelen yorgun ordu, yollarda birtakım haydutların taarruzuna uğramıştı. Yeniçeri ağası bunların takibine çıktı. Malkara Beyi, Evren Bey’ le birleşti. Hepsini saklandıkları kovuklarda tuttu. Konak boylarında astırdı. Bu takiplerde Dergâh-ı ali mensuplarından ve padişahın gözdelerinden pek genç bir kahraman olan Tosun Bey yine kendini gösterdi. Tek başına dağları, ormanları, mağaraları dolaştı. Beşer, onar rast geldiği eşkıyalarla tek başına vuruşarak hepsini yere serdi. Bütün ordu yolunu temizledi. Hiçbir yasakçı onun arkasından at süremiyor, kimse ona yetişemiyordu. İleri, geri, üç konağı birden gidiyor; uykusuzluk, yorgunluk nedir bilmiyordu. Dört sene evvel padişah, onu sipahiler arasında görmüş, güzelliğine, şeci tavırlarına meftun olarak maiyetine almış, kendisine birçok hizmetler vermiş, hatta bir sene içinde çavuşbaşılığa kadar çıkarmıştı.   Henüz yirmi beş yaşındaydı. Gür siyah bıyıkları, şahin bakışlı iri ela gözleri, geniş ve kalın omuzları, levendane yürüyüşü, her göreni hayran ederdi. Muharebelerde, ayrı ayrı yerlerinden şimdiye kadar otuz yara almış ve ne kadar general kafalarını mızrağına takarak paşalara hediye etmişti… O, bütün ordu içinde rakipsiz bir cesaret, kahramanlık ve çabukluk en müzeci idi. İhtiyar Zal Mahmut’tan daha kuvvetli olduğunu herkes biliyordu. Kuş gibi uçar, yıldırım gibi seğirtir, arslan gibi atılır, kaplan gibi parçalardı. Sadrazam en tehlikeli işlere onu saldırır, büyük ve harikulade muvaffakiyetlerden sonra padişahın huzuruna sokar, ona iltifat ettirirdi. Kendilerinden başka yiğit olduğuna asla ihtimal vermeyen mağrur yeniçeriler bile önlerinden o geçerken kendilerini tutamazlar, galeyana gelirler, “Yaşa Tosun Bey! Seni hangi ana doğurdu! ” diye nara atarlardı.

Tek başına yaptığı şeyler dillere destandı. Muhasaradaki kalelere gece gizlice kurulan ince merdivenlerden çıkmış, yalınkılıç, tek başına, düşman arasına atılmış… Düşman ordugâhlarının görünmeden arkasından dolaşarak, cephanelerini ateşe vermiş… Esir olduğu vakit yüzlerce muhafızın arasından kurtularak, kendini beklerken öldürdüğü nöbetçilerin silahları ve atlarıyla dönmüştü. Herkes onu sever, herkes ona hürmet ederdi. Hatta vezirler bile… Çünkü Tosun Bey, bu cesaretiyle yakında beylerbeyi olacak, vezirlik için çok beklemeyecek, ihtimal… Evet, ihtimal daha sakalına kır düşmeden padişahın mührüne nail olacaktı. Hem cesur, hem fazıldı! Seferlerde sedefli curayla kahramanlık destanları söyler; sulh zamanında gayet çelebice hikmetlerle dolu gazeller, kasideler yazardı. Kılıç kabzasının nasırlattığı elinde, kalem yabancı durmuyordu. Halkın ağzında kendisine dair birçok efsaneler dolaşırdı. Babasının bir emektarı onu büyütmüştü; haksız yere kafası kesilmiş bir beyin oğlu idi.

Yağmur durmadan yağıyordu.

Konak, çamurlu ve bozuk bir yolun sağında kurulmuştu. Her taraftan seller akıyor, askerler sırayla yerlerine geliyorlar, çadırlar kuruluyor, kazanlar indiriliyor, ötede beride ateşler parlıyordu. Bu kalabalığın arasında Tosun Bey’ in al atıyla süzüldüğü görüldü. İki konak geriden orduya yetişmişti. Yol kenarında semeri devrilmiş bir katırı kaldıran yeniçerilere sordu:

Otağ-ı hümayun nerede, ağalar?

Yeniçeriler onu görünce doğruldular, hürmetle selamladılar. En yaşlıları cevap verdi : “Kurulmadı.”

Efendimiz geri mi gitti?

Hayır.”

Ya nerede?

Sadrazam Paşa’nın çadırında.”

Tosun Bey durdu. Yeniçerinin yüzüne dikkatle baktı. Yeniden sordu: “Otağ-ı hümayun nerede kurulmuş?

Kurulmamış.

Niçin?

Kaybolmuş…

Ne?..

“… ”

Yeniçeri sustu. Önüne baktı.

Otağ-ı hümayun mu kaybolmuş?”

Evet ...”

Tosun Bey fena halde hiddetlendi. Dişlerini sıktı. Otağ-ı hümayun nasıl kaybolurdu? Bunu havsalası almıyordu. Padişah, onca mukaddesti. Otağ, onun nazarında müteharrik bir Kâbe’ydi. Kâbe’si yıkılan bir mümin tehalükü ile ağır ve keskin mahmuzlarını atının karnına vurdu. Islak tuğlarıyla bayrak direkleri görünen sadrazam çadırına doğru saldırdı. Ama pek ileri gitmedi. Seğirdim ustaları yağmur içinde dolaşıyordu. Kendisini pek seven Kazasker Perviz Efendi’nin çadırını gördü. Yere atladı. Atını, koşan bir hizmetkâra verdi. Kahramanlık şiirlerini okuduğu Perviz Efendi, çadırın içinde ayaktaydı. Nişancı Eğri Abdizade Mahmut Çelebi’yle Şabaç Köprüsü’nün, Semendire Beylerbeyi Bayram tarafından nasıl yapıldığını konuşuyordu. Onun girdiğini görünce “Hayrola, Tosun Bey!” diye lafını kesti, Tosun Bey titriyordu. Kendine malik değildi:

Otağ-ı hümayun kaybolmuş.”

Evet oğlum.

Bu nasıl olur, efendi hazretleri?

Yolu şaşırmışlar belki…

Sadrazam paşa bir konak önden gidiyor. Nasıl kaybetmiş?”

“…”

Perviz Efendi cevap vermedi. Mahmut Çelebi yağmurun, fırtınanın şiddetinden bahsetmek istedi. Tosun Bey coşuyordu. Açtı ağzını kapadı gözünü. . . Artık bu kadar kayıtsızlık olur muydu? Bu kulluğa yakışır mıydı? Hasta velinimet hiç düşünülmüyordu. Ya otağı suya kaptırdılarsa… Ya taht bulunmazsa… Daha İstanbul’dan çıkmazdan evvel bir çavuş gönderilerek Semlin’e mülakat için çağrılan Zigismond’u, padişah nerde huzuruna kabul edecekti? Bir parça yağmurdan yollarını şaşıran, dağılan orduya, padişah nasıl emniyet edecekti? Tosun Bey cesur adamlara mahsus o mütecaviz pervasızlıkla ağzına geleni söylüyordu.

İki konak arasında bir otağa sahip olamayan adam, koca bir devleti nasıl idare eder?” dedi.

Bu çok ağır bir sualdi. Perviz Efendi, kalın halının üzerine serilmiş erguvani şiltesine çöktü. Mahmut Çelebi bu sözü hiç işitmemiş gibi davrandı. Durmadan yağan yağmurun sayısız ve asabi damlaları tıpır tıpır çadırın üstüne düşüyor, ordugâhın müphem uğultusu içinde, sanki hayali bir akının uzak ve muntazam ayak seslerini duyuruyordu.

* * *

Tosun Bey dışarı çıkınca, aceleyle adamlarını buldurdu. Atını değiştirdi. Kimseyle konuşmadan, tek başına, otağ-ı hümayunu aramaya çıktı. Hava gittikçe kararıyordu. Derin yarlardan, sel yarıklarından aştı. Taşan, köpüren derelerden geçti. Ormanlara dalan yollara girdi. Tepelere çıktı. Dört tarafa naralar savurdu. Sesinin boğuk akislerinden başka bir cevap alamadı. Gelen gece pek karanlıktı. Yağmur durmuyordu. “Sabah erkenden çıkar, bulurum” diyerek geri döndü. O kadar karanlıktı ki… Dizgini boş bırakıyor, geldiği yollardan atının sevk-i tabiisiyle dönebiliyordu.

Meşaleleriyle, ordugâh uzaklardan görünmeye başladı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde at, adi adımlarla yürüyordu.

Kimdir o?

On adım ötede koyu bir karaltı belirdi. . .

Yabancı değil…

Sen misin, Tosun Bey!

Benim!

Sadrazam Paşa Efendimiz sizi arattırıyor. Biz on sipahi, etrafa dağıldık.

Pekâlâ, gidelim.

Ve karanlığın içinde Tosun Bey önde, sipahi arkada, ordugâha koştular. Meşaleleri, nöbetçileri, mehterleri geçtiler. Zaten hizmetkârlar, solaklar, çavuşlar yağmurun altında bekleşiyorlardı. Tosun Bey’i, sadrazamın yanına götürdüler. Paşa büyük şiltesine yaslanmış, uzun ve murassa çubuğunu çekiyordu. Karşısında Silahtar Cafer Ağa ile Nişancı Feridun Bey divan duruyordu.

Oğlum Tosun,” dedi , “sana bir iş çıktı. Senin gibi at sürecek er yok. Bu ferman-ı hümayunu şimdi al. Koş, Niş’e götür… Oradaki Bey’e ver …

Karşısında sırılsıklam divan duran Tosun Bey’e, öpüp başına koyduğu kırmızı bir keseyi uzattı. Tosun Bey, elleri bağlı, ilerledi. Eğildi. Keseyi aldı. Öptü. Başına koydu. Dışarı çıkarken Sadrazam:

Haydi, arslanım, çabuk, yolun uğurlu olsun!” diyerek gülümsedi. Çadırın önünde mükemmel bir kır atın onu beklediğini gördü. Yağmur hâlâ eski şiddetiyle yağıyordu. Bindi. Karnı açtı. Üzengisini tutan hizmetkârlardan su istedi. Verdikleri çotrayı nihayetine kadar içti; ağır, keskin mahmuzlarını atın karnına vurdu. Ordugâhın kalabalığı, ışıkları, uğultusu arasından beş dakikada çıktı. Karanlığın, yağmurun, rüzgârın içinde dörtnala uzaklaştı. Kayboldu…

Ormanlardan, derelerden, köprülerden, tepelerden, uçurumlardan şimşek gibi geçti. Belgrad’da durmadı. Hemen atını değiştirdi. Azığını aldı. Yine yola atıldı. Hiç uyumuyor, yalnız düz yerlerde atı tırıs giderken, rüyasız ve uyanık bir uykuya dalıyordu. Gecelerden gündüze, yağmurlardan güneşe girdi. Haziran sıcaklarıyla esvapları kurudu. Kendi ve atı terledi. Akşamları serin rüzgârlara karışan bülbül sesleri işitti. Sabahları cıvıldayan tarlakuşlarının saklandığı ekin deryaları içinde yürüdü. Nihayet bir gece, pek uzaktan Niş’in aydınlıklarını gördü. Büyük bir çiftliğin önünden geçiyordu. İri ve azgın köpekler arkasından koşuyor ve havlıyorlardı. “Gün doğuncaya kadar şurada kalayım. Erken şehre girerim,” dedi ve çiftliğe saptı. Herkes gibi çiftliğin adamları da onu tanıyorlardı. Atını aldılar. Hürmetlerle yukarıya, kuleye çıkardılar.

Ben biraz dinleneceğim. Gün doğmadan beni uyandırın!” emrini verdi.

Ne vakit olursa olsun, her gelen yolcuya yemek çıkarmak âdetti. Tosun Bey, “Hiçbir şey istemem. Bana biraz ayran getirin” dedi.

Getirip bıraktıkları testiyi dikti. Susuzluğu geçince sedire uzandı. Gözlerini kapadı. Fakat uyuyamadı. At üzerinde gelen uykusu, böyle hareketsiz kalınca kaçıyordu. İki tarafına döndü. Tolgasını çıkardı. Kılıç kemerini gevşetti.

…Tam dalacağı sırada birdenbire sıçradı. Göğsünün üzerine koyduğu ferman ateş almış yanıyordu. Elini götürdü. Hayır… Tuhaf bir rüya. Ferman yerinde duruyordu.

Biraz daldı.

Rüyasında, götürdüğü fermanın eriyerek kan olduğunu, sonra tufan dalgasının kırmızı alevler halinde bütün vücudunu sardığını görüyordu. Sıçradı, uyandı. Hiçbir tehlike karşısında intizamını bozmayan kalbi şimdi hızlı hızlı çarpıyordu. Doğruldu. “Hayırdır, inşallah. . . ” dedi. Oturdu. Bir şeyler okudu. Döndü. Üç defa sol tarafına tükürdü. Elini titreyerek fermana götürdü. Yerinde idi. Yavaşça tuttu ve gayr-i ihtiyari bir hareketle çekti. Ocağın üzerindeki kandilin titrek ve sönük aydınlığı içinde baktı. Üstüne sardığı çevreyi çıkardı. Bu kırmızı bir kese idi. Yanından balmumu ile mühürlenmişti. Dikkat etti, terden, yağmurdan ve hareketten bu mum mühür yerinden oynamıştı. Acaba içinde ne vardı? Dehşetle rüyasına giren bu ferman ne idi? Mutlaka inzibata dair bir emr-i şerif… Çünkü harp yukarıda idi. Haydutlar, cephane yahut yollar ve mekkâreler için bir şey olmak ihtimali vardı. Ama hayır. . . Bu mühim, pek mühim bir emirdi. Çünkü bilhassa kendisiyle gönderiliyordu.

Acaba ne idi?

Fermanı tekrar çevreye sardı. Koynuna koyacaktı. Fakat göğsünün görünmez bir cendere ile sıkıldığını duydu. Boğazı tıkandı. Sanki ferman sahiden ateş almış, vücudunu yakıyordu. Sönmez bir merak ateşi ruhunda tutuştu. Zaten işte mühür bozulmuştu. Açsa… Belli bile olmayacaktı. Başını salladı. Kendi kendine “Sakın, sakın! ” dedi.

İçinde tutuşan merak ateşi öldürücü bir sıtma gibi her yerini sarsıyordu. Hararetten yanan elleri, sanki kendi iradesiyle inat eden başka bir vücudun aza imiş gibi torbayı açtı. Üçe katlanmış kâğıdı çıkardı. Tosun Bey, iradesine isyan eden ellerinin cinayetinden titredi. Bir ferman açılabilir miydi? Fakat kımıldayamıyor, ellerine hükmedemiyordu. Zincire vurulmuş, hareketsiz yatarken, başkasının işlediği cinayeti karışmadan seyreder gibi, ellerinin hıyanetine bakakaldı. Kendisini dinlemeyen bu eller, fermanı da açtı. Tosun Bey az ışık veren kandilin ziyasıyla ancak gördüğü satırları okudu. Taş odanın beyaz duvarları, nakışlı tavan, halı örtülmüş döşeme etrafında dönmeye başladı. Deli oluyordu.

Cinayetten sonra kaçan katiller gibi elleri iki tarafına düştü. Açık ferman dizlerinin üstünde kaldı. ” … İşbu emr-i şerifimizin hamili devletimize vücudu muzır olan Tosun Bey kulumun da heman vürudunda başın kesesin ve şöyle bilesin ki…” Gözünü bu cümleden ayıramıyordu. Aşağısını okuyamadı. Demek, gece gündüz, hiç durmadan koşarak getirdiği, rüyasında vücudunu yakan bu kırmızı kese, kendi idam fermanıydı. Şaşkınlığı çok sürmedi. Belki elli defa ölümün pek yakından geçerek korkunç kanatlarını sürttüğü geniş ve parlak alnını tuttu. Arkasına dayandı. Sağındaki pencereden siyah ve dağınık bulutların geçişine baktı. Bir an öyle durdu. Derin bir nefesle göğsünü kabarttı. “Ama niçin? Ama niçin?” dedi.

Sadakatten, cesaretten, fedakârlıktan, harpten, hücumdan başka ne yapmıştı? Ta on beş yaşından beri… On senedir at sırtından inmiyordu. Bütün dünyayı dolaşıyor, en namdar kahramanların çekindikleri yere gözünü kırpmadan atılıyordu. Muhasaradaki burçların içine, yüzlerce zırhlı düşmanın arasına, tek başına yalın kılıç atıldığı zamanlar ölmediği halde, şimdi bir celladın, adi, köpek bir çingenenin satırı altında mı can verecekti? Maziyi hep birden düşünüyor ve kırılır gibi olan cesareti yavaş yavaş yerine geliyordu. Doğruldu. Ayağa kalktı. Ferman ve kese yere düştü.

Ben kafamı kolay kolay vermem.” dedi. Pencereye yaklaştı. Siyah bulutlar daha hızlı geçiyor, tan yeri morlaşıyor, çiftliğin yanından akan küçük bir derenin hüzünlü ve hafif şırıltısı işitiliyordu. Bütün Rumeli, bütün Anadolu kendisini tanırdı. Anadolu’ya atlayınca hangi şehzadenin yanına gitse, muhabbetle kabul olunacağına emindi. On kişiye, yüz kişiye değil, icabında bin kişiye karşı koyabilecek bir cesareti vardı. Sonra kuvveti, mahareti, çevikliği… Bütün memlekette daha bir eşi yoktu. Bir kere Anadolu’ya kapağı atınca, ele geçmek imkânsızdı. İran’a, Turan’a kadar vura kıra gider, namına birçok şanlar, şerefler ilave ederdi… Tekrar kalbi “Ama niçin? Niçin?..” diye burkuldu. Hiçbir şey beklemiyordu. Aklına ancak mükâfat ve iltifat gelirdi. Böyle bir kelime… Asla… Acaba ne kabahat yapmıştı? Düşünüyor, düşünüyor, bir türlü kabahate benzer bir şey yaptığını hatırlamıyordu.

Ah müzevirler! Allah’tan korkmaz bühtancılar…

Kim bilir aleyhinde ne yalan uydurmuşlardı. Fakat… O, babası gibi celladın pis kılıcına bir koyun itaatiyle başını uzatmayacak, canını almaya gelenlerin canlarını alacak; kendi canı alınıncaya kadar, başkalarından can alacaktı…

Vakit geçirmeyeyim” diye mırıldandı. Tolgasını başına geçirdi. Kılıcının kayışını, kuburluklarını sıkıştırdı. Yerdeki fermanla keseyi aldı. Yine gözüne “… devletimize vücudu muzır olan…” kelimeleri ilişti. Niçin onun vücudu devlete muzırdı? Böyle bir itham, canını devlet uğruna nezretmiş bir insan için ne acı bir tahkir, ne acı bir küfürdü… Yazıya dikkat etti. Acaba padişahın hattı mıydı? Silahtar Cafer Ağa’nın da olmak ihtimali vardı. Padişahla onun hattı, farksız derecede birbirine benzerdi. Fermanı katladı. Yine keseye soktu. Balmumunu hohladı. Mührü eski yerinden hafifçe yapıştırdı. Azrail’in kanadından kopma kanlı bir tüy kadar hafif olan bu müthiş bez içinde, işte hayatı duruyordu. Evirdi, çevirdi. Böyle… Bu müthiş şeye bakarken, yâdından hep eremediği muratları, müphem emelleri geçti. Bu dakikaya kadar ne mesuttu. Şan, şeref, şöhret, servet, debdebe içinde yaşıyordu. Padişahın en sevgili gözdesiydi. Gördüğü lütufları düşündü. Sipahilik zamanlarını hatırladı. Daha on beş yaşındayken bile kuvveti, şecaati görenleri şaşırtıyordu. Cirit oyunlarında, güreşlerde, mübarezelerde hep birinci geliyordu. Sonra… Kendini evinde büyüten, babasının eski emektarı ihtiyar Salih Ağa gözünün önüne geldi. İstanbul’dan çıkarken veda için elini öpmeye gittiği zaman, bu ihtiyarın verdiği nasihati işitir gibi oldu: “Padişah’ın emrinden dışarı çıkma. Canını istese ver. Düşünme. Dünyada olmasa bile ahrette mükâfatını görürsün…” Maziyi hatırlamaya devam edemedi. Ansızın bozulan bir saat gibi sanki dimağı durdu. Yalnız kulağından Salih Ağa’nın sesi çıkmıyordu: “Padişahın emrinden dışarı çıkma… ”

Hâlbuki… Hâlbuki… O, işte padişahın emrinden dışarı çıkıyor, hatta isyana hazırlanıyordu. Bu büyük ve şeni günahı yapmış gibi kalbinde heyecan ve nedametle karışık zehirli bir sızı duydu. Canını padişah ve devlet uğrunda vermeye ahdetmiş miydi? O halde bu canı kimden, nereye, niçin kaçıracaktı? Artık, birdenbire kuvvetlenmiş iradesinin hükmüne tabi demir elleriyle tuttuğu bu kırmızı keseyi kaldırdı. Dudaklarına dokundurdu. Sonra başına götürdü.

* * *

Güneş bulutlar içinden gizlice doğarken, doludizgin Niş’e girdi. Canlı bir yıldırım gibi, dar ve bozuk sokaklardan geçti. Beyin konağı önünde atından atladı. Kendisini tanıyan kapıcılar, sipahiler, askerler “Tosun Bey! Tosun Bey!” diye koşuştular. İki kanadı açık geniş kapının, ortasında bir fener sarkan beyaz badanalı kemeri altından, temiz ve zemini kara taş kaplı iç avluya ilerledi. Bağırdı: “Çabuk Bey’e haber verin, ferman var…

Hizmetkârların arasından ayrılan uzun boylu kapıcıbaşı öne düştü. Onu taş merdivenlerden çıkardı. Bey, sabah namazını kılarak selamlığa çıkmış, rahat rahat çubuğunu çekiyor, mahmurluk keyfini yetiştiriyordu. Odasına ansızın Tosun Bey’in girdiğini görünce şaşaladı. Bu Bey, onun cesaret ve kahramanlığına meftun, ihtiyar, feleğin çemberinden geçmiş eski bir askerdi. Hemen ayağa kalktı. Kucakladı. Alnından öptü: “Safa geldin yiğidim, hayır haberler getirdin…

Tosun Bey gülerek “Bir ferman-ı hümayun getirdim” dedi. Ve koynundan kırmızı keseyi çıkardı. Öptü. Başına koydu. Uzattı. İhtiyar Bey, bilhassa Tosun Bey’le gönderilen bu fermanın ehemmiyetini düşündü. Yorgun yüreği hopladı. Sarardı. Titrek, zayıf ve kıllı elleriyle bu keseyi aldı. Öptü. Başına koydu. Mumun bozukluğuna bile dikkat etmedi. Kopardı. Fermanı çıkardı. Açtı. Okudu. Uzun çubuğunun dayalı durduğu yüksek sedire yıkılıverdi. Karşısında Tosun Bey, bir eli kalçasında, dinç ve levent duruyor, gülümsüyordu. Zavallı ihtiyar ağlamaya başladı.

Ne ağlıyorsun, Bey hazretleri?

İhtiyar inledi : “Bu fermanın ne yazdığını biliyor musun?

Biliyorum: Benim kafamın kesilmesini yazıyor…

“… ”

İhtiyar bey, bütün memlekette kahramanlığı dillere destan olan bu al yanaklı, gür bıyıklı, dağ parçası, heybetli, cesur, güzel bahadıra ıslak gözleriyle uzun uzun baktı. Acaba niçin gazaba uğramıştı? Böyle bir arslanı, celladın eline vermek ne büyük bir insafsızlıktı. Hangi vicdan buna razı olurdu? Ak sakalına yakışmayan masum bir hıçkırıkla “Kabahatin ne?” diye sordu.

Padişahım bilir. . . ”

Ben senin basını kesmem, Tosun Bey. Şimdi affını yazacağım. Çifte tatar çıkaracağım. İstirhamım kabul olunmazsa kendi başımın kesilmesini isteyeceğim.”

Hayır, Bey! Hayır… Padişahın emrinden dışarı çıkma. Başımı kes… Kestikten sonra affımı istirham et. Padişahım, kendi emri yerine geldikten sonra, ben kulunu affetsin.

İhtiyar bey daha ziyade ağlıyor, hıçkırıyordu: “Ben senin gibi bir yiğide kıyamam. Ben seni kesemem. Elim dilim buna varmaz.”

“… ”

Vallahi seni kesemem. . .”

“… ”

Yeni uyanmış erkek bir arslan sükûnuyla gülümseyen Tosun Bey’in parlak çehresi birdenbire karardı. Gür kaşları çatıldı. Şahin bakışlı iri ela gözleri açıldı. Nefret ve hiddetle kılıcını çekti.

Padişahımın emrini yapmayan asilerin başını ben keserim!..” diye kükreyerek yumuşak kalpli, zayıf ve itaatsiz ihtiyarın üzerine yürüdü . Al çuhadan büyük kapı perdesinin arkasında gizli nöbet bekleyen silahlı hademeler koşuştular. Ve onu tuttular.

* * *

Yarım saat sonra:

Sırmalı resmi kavuğunu çıkararak başına mütevazı ibadet külahını geçirmiş olan ak sakallı bey, tenha odasında, seccadesine oturmuş, boynu bükük “Yasin” okurken, dışarıda mahzun ve belirsiz bir yağmur serpeliyor, iç avlunun siyah taşlarındaki taze ve sıcak kanlar üstüne, sahipleri görünmeyen samimi gözyaşları gibi damlıyordu.

[Ömer Seyfettin, “Ferman”, Yeni Mecmua, Cilt:1, Sayı:7 (23 Ağustos 1917), Hilal Matbaası, İstanbul, 1917, s. 136-140]

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlıla’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.”^3 Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)

Published

on

Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.

Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.

Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.

—***—

[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar

İmza neden sabaha kadar gecikti?

Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.

Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.

Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu.  Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu.  Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.

Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!

Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:

  • Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.

Buna General Harington:

  • Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.

Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.  

Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor

Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:

  • Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.

İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.

General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf,  fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].

Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!

Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]

—***—

Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri

İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.

Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.

Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:

Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]  

DİPNOTLAR

[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4

[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2

Continue Reading

Türk Bilgeliği

Yönetimde Ehliyet ve Liyakat

Published

on

Kutadgu Bilig, Siyasetnâme, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de Karşılaştırmalı Bir İnceleme

Özet

Bu çalışma, Türk-İslâm siyaset düşüncesinin dört temel metnini—Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i (1069-1070), Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si (1091),  Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler’i (1767)—“ehliyet ve liyakat” kavramı üzerinden karşılaştırmaktadır. İncelemede, devletin bekasının her dönemde liyakatli kadrolara bağlandığı, ancak kavramın içeriğinin tarihi bağlama göre değiştiği ortaya konulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Ehliyet, Liyakat, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı maliyesi

Giriş

Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat, Türk-İslâm siyaset düşüncesinde süreklilik arz eden temel ilkelerden biridir. Erken dönemden itibaren yöneticilerin erdem, bilgi ve adaletle mücehhez kılınması/donatılması gerektiği vurgulanmış; zamanla kurumların bozulması ve mali krizler karşısında bu ilke yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çalışmada, Kutadgu Bilig’de normatif ideal, Siyasetnâme’de kurumsal tecrübe, Koçi Bey Risalesi’nde kriz teşhisi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali disiplin ekseninde ortaya konulan liyakat anlayışları karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.

Gelişme

1. Kutadgu Bilig’de Erdem Merkezli Liyakat

Yusuf Has Hâcib, erdemli ve bilge yöneticiyi devletin temeli olarak görmektedir. Ona göre:

Bilgisiz kişi iş başına geçerse, iş bozulur, halk perişan olur.” [1]

Dolayısıyla liyakat, daha çok ahlâkî erdem ve bilgelik üzerinden tanımlanmaktadır. Yöneticilik ancak adalet, akıl ve ölçü sahibi kimselere verilmelidir.

2. Siyasetnâme’de Kurum Tecrübesi ve Liyakat

Nizâmü’l-Mülk, Selçuklu pratiği üzerinden liyakati kurum bağlamında ele almaktadır:

Hükümdar, iş bilmez kişiye memuriyet verirse, o iş harap olur.” [2]

Siyasetnâme’de kadılar, valiler, komutanlar gibi görevler için tecrübe ve dürüstlük vurgulanmaktadır. Rüşvet ve kayırmacılığın devleti çökerteceği sıkça dile getirilmektedir. Burada liyakat, ahlâk kadar kurum işleyişi ve idari tecrübe ile bağlantılıdır.

3. Koçi Bey Risalesi’nde Kriz ve Liyakat Kaybı

Koçi Bey, XVII. yüzyıl Osmanlı krizini, özellikle tımar ve ocak düzeninin bozulmasını ehliyet kaybıyla açıklamaktadır:

Evvelce tımar ve zeametler iş ehline verilirdi; şimdi para veren ehliyetsizlere tevcih olunur oldu. Bu sebepden asker bozuldu.” [3]

Çözüm olarak “kanun-ı kadîm”e dönüş ve ehil kişilerin iş başına getirilmesi teklif edilmektedir. Burada liyakat, doğrudan askeri-idari düzenin yeniden tesisi ile eş anlamlıdır.

4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’da Mali Disiplin ve Liyakat

Sarı Mehmet Paşa, Osmanlı’nın mali krizini liyakatsizlikle ilişkilendirmektedir:

Bir iş, ehil olmayanın eline geçerse, defterler bozulur, hazine boşalır, halkın malı telef olur.” [4]

Ayrıca rüşvetle iş göreni, kul hakkı yiyen ve devleti çökerten kişi olarak nitelemektedir. [5] Bu yaklaşım, liyakati özellikle mali doğruluk, dürüstlük ve hesap verebilirlik üzerinden tanımlar.

5. Karşılaştırmalı Tablo

ÖlçütKutadgu Bilig (11. yy)Siyasetname (11. yy sonu)Koçi Bey Risalesi (17. yy başı)Devlet Adamlarına Öğütler (17. yy sonu)
BağlamKurucu siyaset felsefesiSelçuklu idare pratiğiOsmanlı kriz dönemi ıslahnâmeMali kriz ıslah risalesi
Liyakatin TemeliErdem, akıl, adaletTecrübe, dürüstlükKanun-ı kadîm, askeri-idari ehliyetMali doğruluk, dürüstlük, hesap verebilirlik
Sorun TespitiBilgisiz kişinin iş başına gelmesiİş bilmez memur, rüşvetRüşvetle mansıp tevcihi, tımar bozulmasıDefterlerin bozulması, rüşvet, israf
Çözümİş ehline verilmelidirLiyakatli kadro, rüşvet yasağıEski usule dönüş, ehil atamalarEhil memur, şeffaf kayıt, mali disiplin
Beka AnlayışıHalk refahı ↔ devletin uzun ömrüNizam ↔ devletin devamıDisiplin ↔ devletin yeniden dirilişiMali denge ↔ devletin bekası

Sonuç

Kutadgu Bilig’de liyakat, ahlâkî ve erdem merkezli bir normatif ideal olarak ifade edilirken, Siyasetnâme’de kurum tecrübesi, Koçi Bey Risalesi’nde kriz karşısında kanun-ı kadîme dönüş ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali doğruluk üzerinden tanımlanmıştır. Farklı bağlamlara rağmen dört metin de ortak bir görüşte birleşmektedir: Devletin bekası, işlerin ehline verilmesine bağlıdır.

DİPNOTLAR

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviren: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1947, Beyit 2018. 
  2. Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme, Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, 10. bab. 
  3.  Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Hazırlayan: Ali Kemali Aksüt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1994, s. 42. 
  4. Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ (Devlet Adamlarına Öğütler), Hazırlayan: Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 115. 
  5. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Derleyen ve Çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural, Kültür Bakanlığı Yayınları, İzmir, 1990, s. 124. 

Continue Reading

En Çok Okunanlar